30 Ağustos 2020 Pazar

Askerî Vesayetten Darbeye Ya Da Bir Halîfeyi Katletmek: Abbâsî Halîfesi Mütevekkil’in Öldürülmesi

 

                                                                                         Prof. Dr. Âdem APAK

GİRİŞ

Mîlâdî 750-1258 yılları arasında hüküm süren Abbâsîler İslâm tarihinde Osmanlılardan sonra en uzun ömürlü hanedandır. Abbasî hilâfetinin İslâm tarihinde olduğu kadar, dünya tarihinde de mühim bir yerinin olduğu kuşkusuzdur. Zira bu hanedan devleti, uzun bir müddet Müslümanların siyasî hayatının hâkimi olmuş, bir iki fasıla hariç olmak üzere, son anına kadar İslâm dünyasının manevî liderliğini sürdürmüştür.

Beş asır boyunca Müslümanların manevî önderliğini temsil eden Abbâsî halîfeliği döneminde dinî, ictimaî ve kültürel alanda çok büyük değişim ve dönüşümlere şahit olunmuştur. Bu değişimlerin kuşkusuz yaşanılan sürecin siyasî hayatıyla doğrudan irtibatı bulunmaktadır. Binaenaleyh, gerek İslâm âleminde, gerekse o dönemin bilinen dünyasında meydana gelen gelişmelerin ortaya konulabilmesi, Abbasî halîfeliğinin siyasî tarihinin bilinmesiyle doğrudan alâkalıdır.

Abbasilerin ilk asrı Muktedir Halîfeler Dönemi olarak kabul edilir. Bu süreç devletin Ebu’l-Abbâs tarafından kuruluşundan Vâsık dönemine kadar devam eder. Devletin ikinci dönemi özellikle Türk unsurunun Abbâsî halîfeleri üzerinde mutlak hâkimiyet kurduğu yarım asra yakın devam eden Sâmerrâ sürecidir. Bilhassa karşılıklı saray ihtilâlleri şeklinde yaşanan Abbâsî tarihinin bu safhası aynı zamanda siyasî istikrarsızlığın had safhaya ulaştığı bir sürece de tekabül eder.

Arapların Türklerle ilk mühim karşılaşmaları, Hz. Osman dönemindeki Horasan fetihleri esnasında gerçekleşmişti. Emevî asrında ise özellikle Kuteybe b. Müslim‘in faaliyetleri neticesinde Arap fetihlerinin Maveraünnehr’in doğu kısımlarına ulaşmasıyla birlikte, Türkler yoğun bir şekilde Müslüman toplumun içine dâhil olmaya başladılar. Yönetimin Emevîlerden Abbâsîlere geçtiği dönemde ise Türk varlığı, İslâm toplumunda etkinliğini her anlamda hissettirmeye başlamış, bilhassa Abbâsîler’in kuruluş sürecinde Emîn-Me’mûn arasındaki iktidar mücadelesi, Türkler’in ordu içindeki istihdamının yollarını açmıştır. Me’mûn’dan itibaren askerî bürokraside ağırlıklarını artıran Türkler, zamanla halîfeler için kontrol edilemez derecede bir güce ulaşmışlardır ki, bunun tabiî neticesi olarak Abbâsî devletinin ikinci asrından itibaren Türk Askerî bürokrasisi hâkimiyeti dönemi başlar.[1]

Esasında Abbâsîler’deki Türk etkinliğinin ilk sinyalleri Mu’tasım’ın halîfeliğe geliş sürecinde alınmıştı. Me’mûn’dan sonra, halîfelik makamını her anlamda doldurabilecek konumda olan oğlu Abbâs var iken, kardeşi Mu’tasım’ın halîfeliğe geti­rilmesini, ancak Türk komutanların yönetim üzerindeki ağırlığı ile izah etmek mümkün olur. Mu’tasım’dan sonra halîfeliği üstlenen Vâsık‘ın, veliaht bırakmadan ölmesi ide, komutanların yeni halîfe seçimindeki mutlak karar merciî olma konumlarını perçinlemiştir. Beklendiği gibi, bu hadiseden itibaren askerler, siyasete doğrudan müdahale etmeye başlamışlardır. Kuşkusuz bu şartlarda göreve gelen halîfelerden bağımsız siyasî icraat beklenemez. Nitekim göreve gelen/getirilen halîfeler, ancak or­dunun beklentileri ve komutanların taleplerini yerine getirdik­leri oranda makamlarında kalabilmişlerdir. Bu durumda siya­sette halîfeler değil, bizzat askerler belirleyici hâle gelmişler, istedikleri halîfeyi göreve getirip, istediklerini işbaşından uzaklaştırmışlardır.[2]

Abbâsî halîfelerinin, bu dönemde Türk komutanlarının vesayetinde kalmaları, aslında onların yeteneksiz oldukları anlamına gelmiyordu. Bilakis aralarında Mütevekkil, Mu’tazıd ve Mühtedî gibi siyaseten kabiliyetli, şahsen de faziletli halîfeler mevcuttu. Ne var ki bunların makbul kimseler olmasının sadece kendilerine faydası vardı. Oysa onların yönetimle ilgili olarak ellerinde neredeyse hiçbir yetkileri bulunmuyordu. İdarenin kontrolü bütünüyle askerlerin elindeydi. Halîfeler ise ancak zaman zaman askerler arasındaki rekabetten istifade ederek birtakım siyasî mevzi ve güç elde ettiklerinde, fırsattan istifadeyle kendilerine en büyük rakip gördükleri komutanları cezalandırma, mümkün olursa da ortadan kaldırma imkânı bulabiliyorlardı. Fakat bununla birlikte, askerlerin bekçiliğini yaptıkları statüko ve vesayet düzeni devam ediyor, halîfenin politik rakibi konumundaki askerlerin adı değişse de, onların rol ve siyasetteki ağırlıkları ve son karar mercii olma halleri devam ediyordu. Özetle halîfe, binbir riski göze alarak kudretli bir komutanı tasfiye ettiğinde, kısa süre içinde karşısında başka bir askeri buluyordu.

A.               HALİFE MÜTEVEKKİLİN İCRAATI VE ASKERİ BÜROKRASİYLE MÜCADELESİ

 

Onuncu Abbâsî halîfesi Mütevekkil-Alellâh, Ebu’l-Fazl Cafer b. Muhammed Hicretin 206. yılı Şevvâl ayında (Şubat/Mart 822) dünyaya geldi. Babası halîfe Mu’tasım, annesi Şucâ adında Hârizmli bir cariyedir.[3] Selefi ve kardeşi Vâsık‘ın ölümünden sonra halîfe oldu. Halîfeliğinden önceki hayatına dair kaynaklarda yeterli bilgi bulunmayan Mütevekkil’in, Hicretin 227. (M.842) yılında hac emîri olarak Mekke‘ye yaptığı yolculuk dışında başşehir Sâmerrâ‘dan ayrılmadığı bilinmektedir.[4]

Halîfe Vâsık‘ın, herhangi bir veliaht tayin etmeden ölümü (24 Zilhicce 232/12 Ağustos 847) üzerine, gerek hanedan içinde, gerekse yüksek bürokratlar arasında kimin halîfe olacağı hususunda tereddüt yaşandı. Bunun üzerine saray mensupları ve asker temsilcilerinden müteşekkil devlet erkânı, Abbâsî tarihinde ilk defa olarak yeni halîfeyi seçmek için bir toplantı düzenledi. Görüşmelerde Baş kadı Ahmed b. Ebû Duâd, komutan İnâk, Vasîf, Ömer b. Ferec, vezir Muhammed b. Abdülmelik ez-Zey­yât ve Ahmed b. Hâlid hazır bulundular. Toplantı esnasında gerçekleştirilen müzakereler neticesinde ilk önce Vâsık’ın oğlu Muhammed’in halîfe ilân edilmesine karar verildi. Fakat halîfe adayının daha çocuk yaşta olması gerekçesiyle, Türk komutanlar bu teklife itiraz ettiler. Bunun üzerine komutanlardan Vasîf, o esnada 26 yaşında olan Cafer b. Mu’tasım’ın halîfeliğe getirilmesini tavsiye etti. Kısa süre sonra da halîfe namzedi Cafer, meclise davet edilerek Türk komutanlar tarafından Mütevekkil unvanı ile halîfe ilân edildi. Türkler‘in gerçekleştirdikleri bu emr-i vâki karşısında mecliste hazır bulunan diğer bürokratlar, herhangi bir itirazda bulunamayarak Mütevekkil’in halîfeliğini kabullenmek zorunda kaldılar. (24 Zilhicce 232/11 Ağustos 847).[5]Böylece Mu’tasım’dan sonra Türk komutanlarının ağırlık koymasıyla ikinci defa olarak bir hanedan mensubu Abbâsî halîfeliğine geçmiş oldu. Bu gelişme, Abbâsî idaresinde Türk hâkimiyetinin tescili anlamına geliyordu. Netice olarak Türkler, Abbâsî siyasetinin tek belirleyici gücü, başkentin efendisi haline geldiler.[6]

Halîfe Mütevekkil, yönetimde otoritesini sağlama adına iktidarının ilk yıllarında devlet işlerini bizzat kendisi takip etti. Hicretin 233. (M.848) yılı sonlarında baş kâtipliğine Muhammed b. Fazl el-Cercerâî’yi getirdi.[7] Birkaç yıl sonra onu azledip yerine Türk asıllı Ubeydullah b. Yahyâ b. Hakan‘ı tayin etti. (H.236/M.850). Halîfe bu adımlarına paralel olarak, Mu’tasım zamanında Abbâsî siyasetinde büyük etkinlik kazanan Türk nüfuzunu da geriletmeye karar verdi. O, Türkler‘in desteği ile hilâfet makamına geçmiş olmasına rağmen, idarede daha bağımsız hareket edebilme ve mutlak otoritesini sağlama adına, onların tahakkümünden kurtulması gerektiğini biliyordu.[8] Zira kendisini halîfeliğe getiren güçlerin, istedikleri zaman görevinden kolaylıkla uzaklaştırabileceklerini biliyordu. Bu sebeple, Türklere karşı yeni müttefikler aramaya karar verdi. Bunun için çoğunluğunu Araplar‘ın oluşturduğu Irak ehli ile yakın iliş­kiler geliştirmeye, bilhassa Türkler’in ağırlıkta olduğu Sâmer­râ‘ya alternatif olmak üzere özellikle Bağdat, daha sonra da Dimaşk halkı ile ittifak kurmaya çalıştı.[9]

Mütevekkil döneminde askerî bürokraside Eşnâs‘ın (20 Rebîülevvel 230/5 Aralık 844) tarihinde ölümünden sonra yerine diğer bir Türk komutan İnâk (İtâh) geçmişti. Bu nedenle iktidar mücadelesinde halîfenin öncelikli hedefi, bu komutan oldu. İnâk’ın gücü, komutanı bulunduğu askerî birliklerden kaynaklandığı için, Mütevekkil ancak askerler arasında rekabet meydana getirmek ve yetkilerini onlar aleyhine kullanmak suretiyle mücadelede avantaj elde edebilirdi. Bu amaçla bir takım gizli plânlar yapmaya karar verdi. Öncelikli olarak İnâk’ı başkentten uzaklaştırması gerekiyordu. İnâk’ın, Hicretin 234. (M.849) yılında hacca gitmek üzere izin talebinde bulunması, ona beklediği fırsatı verdi. İnâk’ın isteği derhal yerine getirildi. Halîfe, başkentten ayrılmasından hemen sonra onun ordudaki rakibi Va­sîf‘i kendisine hâcib tayin etmek suretiyle nüfuzlu bir komutanla yakın temas kurdu.[10] Nitekim Vasîf vesilesiyle elde ettiği güç sayesinde, Bağdat emniyet âmiri İshâk b. İbrahim‘e İnâk’ın hac dönüşünde önce hapsedilmesini, ardından da öldürülmesini emretti. Halîfe bu şekilde en büyük rakip gördüğü komutandan kurtulmuş oldu. (H.235/M.849).[11] Mütevekkil bu şekilde bir taraftan Türk komutanlarını etkisiz hale getirmeye çalışırken, diğer taraftan da bunun tamamlayıcısı olarak Türk askerlerini muhafız birliklerinden uzaklaştırmaya, sayılarını azaltmaya başladı. Ayrıca onların yerine ordu saflarına başka etnik unsurlardan asker istihdamı gerçekleştirildi. Nitekim kısa süre içinde Vezir Ubeydullah b. Yahyâ b. Hakan‘ın kontrolünde Arap ve diğer unsurlardan on iki bin kişilik yeni bir askerî birlik teşkil edildi.[12]

Mütevekkil‘in Türk askerlerinin nüfuzunu kırmak için attığı diğer bir adım ise; Hicretin 244. yılı Safer’inde (Mayıs-Hazi­ran 858) Türk birliklerinin kontrolünde olan başkent Sâmerrâ‘yı terk edip, Şam’ın merkez şehri Dimaşk‘a gitmek oldu. Halîfe ilk iş olarak divanları buraya taşınmasını isteyerek, yeni resmî binaların inşa edilmesi emrini verdi.[13] Anlaşılan halîfe, ülkeyi Şam’dan yönetmek istiyor, en azından Sâmerrâ’daki askerî bürokrasinin tasallutundan kurtulmak istiyordu. Başka bir ifadeyle, Türk nüfuzunun etkin olduğu Sâmerrâ’yı terk edip, Araplar‘ın hâkim ve meskun bulunduğu Şam’a gitmek suretiyle kendisini güven içinde hissetmek istiyordu. Ancak onun plânı, Sâmerrâ’da kalan Türkler tarafından kolayca fark edildi. Nitekim kısa süre içinde geri dönmesi için kendisine baskı yapmaya başladılar. Sâmerrâ’ya dönmediği takdirde bunun kendi aleyhine bir gelişmeye sebep olacağından endişelenen Mütevekkil, yaklaşık iki ay kadar Dimaşk’ta kaldıktan sonra başkent Sâmer­râ’ya dönmek zorunda kaldı. İslâm tarihi kaynaklarında Müte­vekkil’in dönüşüne neden olarak, Dimaşk’ın iklim ve çevre ko­şulları gösterilirse de[14], asıl sebebin siyasî olduğu hususunda kuşku yoktur.[15] Mütevekkil’in Dimaşk’tan dönüşünde halîfelik biatını aldığı ilk sarayına değil, Sâmerrâ’nın yakınında bulunan el-Mahuza denilen yerde oturmaya karar vermesi de, hadisenin siyasî niteliğini açıkça ortaya koyar. Kısa süre sonra devlet daireleri de buraya nakledilerek yeni merkeze halîfenin isminden mülhem el-Ca’feriye (Mütevekkiliye) adı verilmiş, (H.246/M.860)[16]daha sonra da buraya Türkler’e alternatif olmak üzere Arap, Fars ve diğer unsurlardan oluşan yeni askerî birlikler nakledilmiştir.[17]

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Mütevekkil‘in Sâmer­râ‘yı terk edip Dimaşk‘ta kısa bir müddet ikâmetten sonra tek­rar Sâmerrâ’ya dönüşü, tamamen Türkler ile doğrudan alakâlıdır. Halîfenin kendisine destek mekânı ararken Dimaşk’ı seçmesi son derece anlamlıdır. Zira burası, Emevî hilâfetinin başkenti olup, aynı zamanda Arap milliyetçiliğinin de merkezi konumundadır. Üstelik Dimaşk’ta Araplar dışında etkin başka bir etnik toplulukta da bulunmuyordu. En azından burada Türkler hâkim değildi. Mütevekkil, Emevîler‘in takip ettiği koyu Arapçılık siyasetinin özlemini duyan Şamlılar’ın yabancı bir unsura karşı kendisini destekleyeceklerini ummuştu. Emevî saltanatının yıkılmasıyla beraber imparatorluk içerisindeki ehemmiyetini kaybeden ve eski günlere yeniden kavuşmak isteyen bölge halkının da halîfeyi desteklemesi mümkündü. Ancak siyasetin ağırlık merkezinin hâlâ başkent Sâmerrâ olması, Mütevekkil’i tekrar geriye dönmeye zorlamış görünmektedir.

B.               MÜTEVEKKİL’İN ÖLDÜRÜLMESİ

Dimaşk dönüşü halîfe Mütevekkil ile Türk komutanları arasındaki güven bunalımı daha da derinleşti. Bu defa mücadeleye halîfenin büyük oğlu Muntasır da müdâhil olarak babası aleyhine askerlerle birlikte hareket etmeye başladı. Bunun sebebi, halîfenin Hicretin 235. (M.849-850) yılında oğulları Muntasır, Mu’tezz ve Müeyyed‘i sırasıyla veliaht tayin etmesi[18], fakat daha sonra Muntasır’ın yerini ikinci sıradaki veliaht oğlu Mu’tezz’e vermesidir. Halîfenin veliaht sıralamasını değiştirmesinde en yakınları olan Feth b. Hakan ve Ubeydullah b. Yahyâ‘nın teşviklerinin etkili olduğu bilinmektedir.[19] Hakkının gasp edildiğini düşünen Muntasır, babası aleyhine olmak üzere asker içinde hâkim durumda olan Türk komutanlarla iş birliği yapmaya karar verdi. Boğa es-Sagîr, Vasîf ve Otamış gibi Türkler, Muntasır’ın bu konumunu kendi gelecekleri için uygun görerek ona destek sözü verdiler. Bu yeni gelişme üzerine iktidar mücadelesinin grupları belirginleşmeye başladı. Her iki taraf da rakibini zayıflatmaya dönük plânlar yaparken, bu hususta ilk adım Mütevekkil’den geldi. Halîfe (H.247/M.861) yılında Muntasır’ın en mühim taraftarlarından olan Türk komutanı Vasîf’in Isfâhan ve Cibâl bölgelerindeki mallarının müsâdere edilmesi emrini verdi.[20] Ayrıca kendisine karşı askerlerle işbirliğine giren oğlu Muntasır’ı da hedef alan, onu küçük düşürücü tavırlar sergilemeye başladı. Öyle ki halîfe, Muntasır’a karşı kötü davranıyor, hakaret ediyor, ona güç yetiremeyeceği sorumluluklar yüklü­yor, dövülmesini emrediyor, hatta kendisini öldürmekle tehdit ediyordu. Buna karşılık gerek halîfe, gerekse devlet erkânı tarafından yeni veliaht Mu’tezz’e olağanüstü ilgi ve iltifat gösteriliyordu.[21]

Bu şekilde karşılıklı hasmâne tavırlar içinde girilmesi sebebiyle taraflar birbirleri aleyhine yok edici plânlar yapmaya başladılar. Yeni adım, yine halîfe cephesinden geldi. Mütevekkil, veziri Feth ile birlikte gerek Muntasır ile onunla işbirliği içinde olan Türk komutanlardan kurtulmak üzere toplantılar düzenledi. Buna karşılık, gelişmelerin kendisi için tehlikeli bir hal aldığını gören Muntasır, Boğa es-Sagîr‘le görüşerek siyasî rakiplerine karşı müşterek bir ihtilâl girişimine karar verdi. Halîfe aleyhine plânı gerçekleştirmek üzere 3 Şevvâl 247 (10 Aralık 861) tarihinde sarayın etrafında gerekli tertibat alındı. Türk birlikleri bütün kapıları kontrol altında tutarak, kendi taraftarları dışındaki şahısların hilâfet sarayına girmelerini önlendiler. Bu sırada Türk komutanlarından Vasîf ve Boğa kendilerine yakın birliklerle sarayı tamamen kuşatma altına aldılar. Aynı günün akşamı halîfe, Feth b. Hakan ve diğer bürokratlarıyla toplantı halinde iken meclisi basan Boğa, halîfenin yanında bulunanları, Feth ve birkaç kişi hariç herkesi dışarı çıkardı. Suikast için bütün hazırlıklar yapıldıktan sonra aralarında Boğa es-Sagîr, Mûsâ b. Boğa el-Kebîr, Hârûn b. Suvartekin, Bâgir et-Türkî ve Baglûm et-Türkî‘nin bulunduğu bir grup halîfenin bulunduğu salona girdiler. Kısa süre içinde halîfe Mütevekkil’i, en önemli danışmanı Feth b. Hakan ile birlikte öldürdüler. Bu işi gerçekleştirenler, daha sonra halîfeyi, yardımcısı Feth b. Hakan’ın öldürdüğü, kendilerinin de Feth’i halîfe katili olduğu için cezalandırdıkları haberlerini yaydılar. Aynı gün sarayda defnedilen Mütevekkil’in yerine askerlerle birlikte darbe gerçekleştiren oğlu Muntasır- Billâh halîfe seçildi. (4 Şevvâl 247/11 Aralık 861).[22]

Abbâsî sarayında halîfe Mütevekkil‘in katli, İslâm tarihinde özel koruma birlikleri tarafından bir halîfeye karşı işlenen ilk cinayet kabul edilir. Bu faaliyet, daha sonra da sık sık yaşanacak, halîfeler askerler tarafından önce makamından uzaklaştırılıp ardından işkence altında katledileceklerdir. Nitekim dönemin şairlerinden Ali b. Cehm, bu hususu dizeleriyle şu şekilde dile getirir:

Müminlerin emîrini kendi kulları öldürdü.

Hükümdarların en büyük afeti, onların kulları ve köleleridir.

Ey Hâşimoğulları, sabırlı olunuz; her bir musibetin,

Zamanla yeni bir musibet ile imtihan olunması mümkündür”.[23]

 

SONUÇ

Abbâsî devletinde Mütevekkil‘in katli hadisesi, halîfelerin siyasî nüfuzları yanında manevî nüfuzlarını da kaybetmeye başladıklarının açık bir işareti olarak görülebilir. Bu olay, bir asırdan fazla bir süredir iktidarda bulunan güçlü Abbâsî hükümdarlarının, her anlamda hızlı bir gerileme ve düşüşlerinin başlangıcını teşkil eder. Halîfe Mütevekkilin öldürülmesi, aynı zamanda Türkler‘in, Abbâsî İmparatorluğu‘nda iktidarı mutlak anlamda ellerine geçirdiklerinin ve bu dönemde karşılarında hiç bir kuvvetin bulunmadığının da en büyük işaretidir. Nitekim halîfenin öldürülmesine iştirak edenler, herkes tarafından bilinmelerine rağmen, sonraki dönemlerde sorumlular herhangi bir cezanın muhatabı olmamışlardır. Mütevekkil’in katliyle birlikte, aynı zamanda Abbâsî halîfelerinin politik nüfuzları da büyük bir güç kaybına uğramış, daha da derinleşen askerî vasayetle ülke siyasî anlamda istikrarsızlık ve kaos sürecine girmiştir.[24]

 



[1]   Hâşimî, Abdülmünim, el-Hilâfeti’l-Abbâsiyye, Beyrut 2006, s. 356.

[2]   Bu hususta değerlendirmeler için bk. Ömer Faruk, el-Hilâfetü’l-Abbâsiyye, I-II, Amman 2003, I, 287-292, II, 25; Ekber, Fâize İsmail, et-Tarihu’s-Siyasî Li’l-Hilâfeti’l-Abbâsî, Cidde 1424, s. 201-202. 

[3]   İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, (thk. Eliza Lichtenstadter), Beyrut ts. (Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde), s. 43; Ya’kûbî, Tarih, I-II, Beyrut 1960, II, 484; İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-Ümem, I-VIII, (thk. Ebu’l-Kâsım İmâmî), Tahran 2001, IV, 287-288; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Abdülkadir Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ), I-XVIII, Beyrut 1992, XI, 178.

[4]   Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, IV, 86.

[5]   Ya’kûbî, Tarih, II, 484; Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), IX, 154-155; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, V, 278; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü’l-Meârif--Mektebetü’n-Nasr), X, 310-311.

[6]   Uşş, Yûsuf, Târihu Asri’l-Hilâfeti’l-Abbâsiyye, Dimaşk 2006, s. 104.

[7]   Taberî, Tarih, IX, 162; İbn Tiktaka, el-Fahri, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), s. 237.

[8]   Eyyûb, İbrahim, et-Tarihu’l-Abbâsî, Beyrut 1989, s. 104-105.

[9]   Işş, Yûsuf, Târihu Asri’l-Hilâfeti’l-Abbâsiyye, s. 105.

[10] Ya’kûbî, Tarih, II, 485; Taberî, Tarih, IX, 166-167; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XI, 208; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 282; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 312.

[11] Taberî, Tarih, IX, 168-170; İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-Ümem, IV, 295-297; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XI, 208-209, 221-222.

[12] Mes’ûdî, Kitabü’t-Tenbîh ve’l-İşrâf, s. 361-362. Bu hususta değerlendirmeler için bk. Işş, Yûsuf, Târihu Asri’l-Hilâfeti’l-Abbâsiyye, s. 106.

[13] Ya’kûbî, Tarih, II, 491; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XI, 322.

[14] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 298; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 344-346.

[15] Ya’kûbî, Tarih, II, 491; Taberî, Tarih, IX, 210; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XI, 322. Bu konuda bk. Eyyûb, İbrahim, et-Tarihu’l-Abbâsî, s. 104-105.

[16] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, (thk. Abdullah Enis et-Tabbâ-Ömer Enis et-Tabbâ), Beyrut 1987, s. 418; Ya’kûbî, Tarih, II, 492; Taberî, Tarih, IX, 212; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XI, 328; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 346.

[17] Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,IV, 115-117.

[18] Ya’kûbî, Tarih, II, 487; Taberî, Tarih, IX, 175-180; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,IV, 88; Makdisî, Kitabu’l-Bed’ ve’t-Tarih, VI, 120; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XI, 224; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 284; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 314.

[19] Taberî, Tarih, IX, 225.

[20] Taberî, Tarih, IX, 222.

[21] Taberî, Tarih, IX, 225; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 301.

[22] Ya’kûbî, Tarih, II, 492; Taberî, Tarih, IX, 225-228, 234; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,IV, 118-122; İbn Miskeveyh, Tecâribü’l-Ümem, IV, 308-312; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, XI, 355-361; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 301-305; İbn Tiktaka, el-Fahri, s. 237; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 350.

[23]  İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V, 304.

[24] Halîfe Mütevekkil’in öldürülmesi ve sebepleri hakkında değerlendirmeler için bk. Vekîl, Muhammed es-Seyyid, el-Asru’z-Zehebî Li’d-Devleti’l-Abbâsiyye, Dimaşk 1998, s. 569-575.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar