Yemen’in tarihî şehri olan San’a’daki konferansını bitir bitirmez, daha önce biletini aldığı uçağa binmek üzere hemen bir taksiye atladı ve havaalanının yolunu tuttu. Önce Aden’e, oradan da Hadramaut Vadisi’nin bir bakıma başlangıcı olan Sey’ûn şehrine indi. Ayak bastığı bu topraklar, öylesine tarihî bir coğrafyayı içeriyordu ki, heyecanından nereden başlayacağına bir türlü karar veremiyordu… Kısaca burada tarih ile coğrafya değer açısından birbirleriyle yarışıp duruyorlardı âdeta... Oysaki bu topraklar üzerinde yürüyenlerin, araba sürenlerin, deve yarıştıranların, bağ-bahçe yapanların, dilenenlerin ve nihâyet ağızlarındaki “gat” yapraklarını çiğneye çiğneye yanaklarını deforme etmiş olan bu insanların, işbirlikçi menfaatçıların süfli siyasetlerinin sonucu olarak içine düştükleri fakirlik ve sefaletten dolayı ne tarihten, ne de coğrafyadan haberleri vardı…
Bindiği 1930’lardan kalma minibüsün orta koltukları arasında sıkışmış olan Tarihçi, yanındakileri rahatsız etme pahasına da olsa, sağa sola bakıyor; sonra da kendini affettirmek için yabancı olduğunu, onun için merakından sağa-sola baktığını; maksadının kimseyi rahatsız etmek olmadığını söylüyordu. Meğer bunlar fakir, fakat gönülleri Hadramaut Vadisi’ni çevreleyen dağlardan daha âlȋ, daha temiz, daha berrak, daha asȋl olan “Hûd yolcuları”ymışlar… Bu güzel yolcular, zamanın birinde, bu vadide yaşayan medeniyetlerin sâkinlerine, Yaratıcının emirlerini tebliğ eden Hz. Hûd’un coğrafyasına, rivayetlerin aktardığı kabrini ziyarete gidiyorlarmış… Tarihçi bunu öğrenince, Sey’ûn’da kalacağına, içinden, “Kapıldım gidiyorum, bahtımın rüzgârına…” deyip, minibüs içindeki yolcularla yoluna devam etmeye karar verdi: “Mevlâm görelim neyler, neylerse güzel eyler…”
Minibüsün zaman zaman, kâh Hadramaut dağlarının kavurucu sıcağından dolayı buharlaşıp neredeyse yok olacak olan vadi sularının üzerindeki iptidai köprülerden, kâh envaiçeşit otlar, bodur ağaçlar ve çalılarla kaplı; suları çekile çekile küçük bir çaya, hatta dereye dönüşmüş olan vadinin çamur ve kumlarla dolmuş olan sularından geçerek yol alırken; Tarihçi hangi tarafa bakacağını şaşırıyor, hiçbirini kaçırmamak için bir o yana, bir bu yana dönüp duruyordu ki, arabadakiler, muhtemelen onun Arapça bilmediğini zannederek birbirlerine bakıp bu yabancının tuhaf hâllerini birbirlerine gülerek anlatıyorlardı… Tarihçi, yolcuların kendisi hakkında konuştuklarına aldırmıyor, vadinin kenarında yükselen yüksek dağların eteğinde otlayan develere, Yemen’in o anlatılması güç olan süslü keçilerine, suyun kenarına dizilmiş yüzlerce arı kovanına, birbirlerine caka satan, maniler, türküler gönderen rengârenk kuşlar Hadramaut Vadisine öylesine bir hava veriyordu ki, Tarihçi dünyanın birçok yerini gezmiş olmasına rağmen böyle bir güzellik görmemişti…
Tarihçinin bindiği minibüs, Yemen’in güneyinde, uzunluğu takriben 700 km. olan ve dağlar arasındaki kıvrım kıvrım güzelliği ancak uçaktan görülebilen Hadramaut vadisi’nin sağ tarafındaki yola saparak, Hûd(a.s)’ın mezarının orada olduğu varsayılan yokuşa tırmanmaya başlayınca, birdenbire Tarihçi irkilmeye başladı. Neydi bu irkilmenin sebebi? Evet o, bir zamanlar buraların Hâkimesi olan Belkıs’ı hatırlamıştı. Saba Melikesi/Kraliçesi ve Hz. Süleyman’la olan macerası Kur’an’da anlatılan meşhur Melike Belkıs… Tarihçi öylesine heyecanlıydı ki, sağa mı sola mı bakacağına karar veremiyordu, âdeta cezbe hâline girmiş bir derviş gibiydi. Coğrafyanın tarihi ve Allah’ın fedakâr Peygamberi Hûd(a.s.), gözünün önüne geliyor ve o zamana dek yaşamış olduğu saadet anlarının en güzellerinden birini yaşıyordu. Sanki büyülenmişti…
Tarihçiyi büyüleyen şeylerden birisi de Hadramaut Vadisi’ni oluşturan nehirdi. İrili ufaklı pek çok sayıda derenin birleşmesiyle oluşan bu nehir, yaşlı tarihçiye yaşadığı coğrafyadaki nehirleri hatırlatıyordu. Çünkü o bildiği pek çok dilin yanında Nehirlerin Dili’ni de biliyordu. Bu nehir ona, Melike Belkıs’ın ve Hud aleyhisselamın başından geçenleri anlatıyor ve Müslümanların bugün yaşadıkları zilletten dolayı gözyaşı döküyordu. Bu nehir ona ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de “Seylü’l-arim” diye zikredilen (Sebe’ 34/16) sel baskını sırasında Sebe diyarının yaşadıklarıyla bugün yaşananlar arasında bir benzerlik olduğunu da söylüyordu. Yüzyıllar önce, Sebe Devleti’nin eski merkezi olan Ma’rib şehrini sular altında bırakan sel baskını gibi bugün de tüm dünya Müslümanlarının, Batı dünyasının oluşturduğu ahlakȋ ve sosyal sele maruz kaldıklarını anlatıyor, yaşlı tarihçi de bu durumu, içi parçalanarak onaylıyordu.
Minibüs, sadece birkaç evin/misafirhanenin bulunduğu yamaçta durunca, ne yapacağını, nereye gideceğini bilemeyen Tarihçi, kalabalığa uyarak oradaki camiye doğru ilerledi. Abdestli olduğu hâlde, o da herkes gibi yeniden abdest aldı. Kim bilir; belki de, fizik olarak oradakilerden farklı olduğundan herhangi bir şüpheye mahal bırakmamak için, o da abdestini tazelemek için şadırvanın oturaklarından birine oturmuştu ki öğlen ezanı okunmaya başladı.
Öğlen namazını kıldıktan sonra, Tarihçi de oraya giden herkes gibi, misafirhanemsi ve her odada en fazla yirmi kişinin sığabileceği bir odaya gitti; daha doğrusu götürüldü. Hiç kimse, gelenlerin kim olduklarını sormadığı için, isteyen istediği yatağa uzanabiliyordu. Meğer yoldan geldikleri için herkes yorgun addedilerek, öğlen uykusuna/gaylule/la siesta için böyle odalara alınıyormuş. Tarihçi ise, uyumak yerine, yazmayı tercih ediyordu. Fakat henüz bir kaç kelime yazmıştı ki, o da herkes gibi yorgun olduğundan Hadramaut’un o nefis havasında uykuya daldı. Her nedense Tarihçi pek rüya görmezdi. Daha doğrusu görür, fakat uyanır uyanmaz gördüklerini unuturdu… “İnsan bu, su misâli….”
Neden sonradır ki Tarihçi de, uyananların sesleriyle uyandı. Kaç dakika uyuduğunu bilmiyor, saate bile bakmıyordu. Çünkü oradaki hayat, zaten ona rüya gibi geliyordu. Türkiye’den gittiğini de hiç kimseye söylemiyordu. Zira bundan önceki seyahatlerinde edindiği tecrübeden biliyordu ki, birine cevap verse, soruların ardı kesilmez ve kendisi de bu seyahatten bir şey anlamaz.
İkindi namazı, Akşam Namazı ve nihâyet Yatsı namazı gelmişti ki, cami hıncahınç dolmuştu. Yorgun Tarihçi de bir köşeye sıkışmış, namazdan sonra güzel sesli hafızların, qârȋlerin, mevlithanların okudukları Kur’an tilâvetlerini dinliyordu. Sanki okudukları âyetleri özellikle seçiyorlardı ki Müslümanların günümüzdeki perişanlığını dile getiriyordu bu âyetler…
Hûd(a.s)’ın huzurunda
Sabah olur olmaz, Hûd(a.s)’a izafe edilen makama gitti ve uzun uzun Hûd kavminin onun başına getirdiklerini düşündü. Bir taraftan Hûd(a.s)’ı düşünüyor, diğer taraftan Müslümanların günümüzde içerisine düştükleri hâlleri gözünün önünden geçiriyordu.
Nuh Tufanı’ndan sonra putlar yapıp onlara tapan ilk kavim, Yemen’in Hadramaut Vadisi’nin sahil kesimine yakın olan bölgesinde yaşayan ‘Add kavmiydi. Bu kavim, evlerini kumları üst üste yığarak yaptıkları için, o bölgeye, “kum yığınları” anlamına gelen “ahkâf[1]” deniyordu.
Adı el-Halecan[2] olan kralları, halkı köleleştirmiş, kendi iktidarını onaylayan ve şirke dayalı olan bir inanç sistemi kurmuş; ve bunları ilkeleştirerek böylece sömürüyordu ‘Add kavmini... İlâhȋ yazgıya aykırı düşen bu durumun düzeltilmesi için Allahu Te’âlâ onlara Hûd(a.s)’ı Peygamber olarak gönderdi.
Halkın şuursuzca put heykellerine tapıp, onların ilkelerine kayıtsız ve şartsız olarak bağlanmış olmaları, onu sömürmekte olan çıkar çevrelerinin hoşuna gidiyordu. Ve bu put heykelleri, aslında saf halkı kandırmak için bile bile yöneticiler tarafından teşvik edilip yaptırılıyor, kendi menfaatlerini korumak için paravan olarak kullanılıyorlardı. Onun içindir ki, putlara değil, Allah’a tapmayı tebliğ eden peygamberlere ilk karşı çıkanlar bu çıkar çevreleri müstekbirler oluyordu. Tıpkı günümüzde Müslüman ülkelerde, yaptıkları kocaman heykellerle Müslümanları sömürmekte olan müstekbirlergibi…
Hûd(a.s)’ın kavmine gelen felâketin bir başka sebebi de, Allah’ın hiç sevmediği kibirleriydi. ‘Ad kavminin ileri gelenleri, yâni iktidarı ellerinde bulundurup, halkı soymakta olan, onu sömüren müteğallibe sınıf, kendilerini, Allah’ın emirleri karşısında büyük görüyor, Peygamberini yalanlayarak alay ediyor; halkı, “uyduruk kurtarıcılar”a kul olmaya, secde etmeye çağırıyorlardı.
İşte bu kibirlerinden dolayı inanmadılar ve Hûd(a.s)’ın haber verdiği ve fakat kendilerinin inanmadıkları felâketi istediler. Kur’an ayetleri[3] bu konuyu şöyle anlatır:
“’Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: Bizden daha kuvvetli kim var? dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgâr/kasırga gönderdik. Âhiret azabı elbette daha çok rüsva edicidir. Onlara yardım da edilmez!”
Tarihçi, Hz. Hûd’u ziyaret edip vedâ ediyor
Gördüklerinden ve şahit olduklarından etkilenmiş olan Tarihçi, Hz Hûd(a.s)’ın makamını terk etmeden önce bir kayanın üzerinde oturdu ve kendi kendine söylenmeye başladı:
“Ey bu kâinatı yaratmış olan Yüce Allah! Yoksa Kıyamet’e mi yaklaşıyoruz? Son Peygamberin Hz. Muhammed(s.a.s)’i gönderdiğinden beri yüzyıllar geçti. Ondan sonra peygamber göndermeyeceğini bildiriyorsun. İnandık, âmenna! Fakat yaşadığımız şu anlaşılmaz dünyada, kendilerine Müslüman diyenler bile Seni ve Senin kanunlarını unutup, nefislerini ilâh edindiler! Kur’an’ı değil, Senin âyetlerine karşı çıkan kâfirlerin kanunlarını/ilkelerini nefislerine tatbik eder oldular… Senin ahkâmını değiştirip, Senin ahkâmına tamamen zıt olan kanunları aldılar. “Müslümanlar kardeştir” diye emrettin; fakat yeryüzündeki Müslümanların tamamı birbirine düşman; kâfirlere kul-köle oldular… “Müslüman” adı öylesine sömürülür oldu ki, herhangi bir Müslüman’a, “kardeşim senin bu dediğin, senin bu yaptığın, senin bu yaşadığın, Kur’an’a aykırıdır! Hz. Peygamber böyle bir din tebliğ etmedi” deyince, “biz istediğimiz ve anladığımız gibi yaşarız; kimse bize karışamaz!” diye cevap veriyorlar. Peygamberin Hz. Hûd’un buralarda tebliğ ettiği, son Peygamber’in Hz. Muhammed(s.a.s)’in de tebliğ ettiği dine inandıklarını söyleyen Müslümanlar, kâfirlerin ve nefislerinin emrine girmiş, katletmekle meşguller birbirlerini. Şu fakir Yemen’i kâfirler değil, kuzey ve batıdaki Müslümanlar(!) öylesine bir harabeye çevirdiler ki, kendileri kâşanelerde İlâhȋ ahkâma aykırı ve kâfirlerin emrinde olarak yaşarlarken Yemen’de çocuklar açlıktan ölüyorlar… Müslümanlar “milliyetçilik belâsı/vebası”na tutulmuş, birbirlerini yiyip duruyorlar…
“Ya Rabbi bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?”
Tarihçi hâlâ kendi kendine söyleniyordu ki, minibüs şoförü bağırmaya başladı:
-Yallah أخي!
Tarihçi, üzerinde oturup ağladığı kayadan inip minibüse binerken hâlâ söylenip ağlıyordu kendi kendine. Tıpkı tarihine ağlayan Hadramaut Vadisi’nin suları gibi…
Yazıyı büyük bir iştahla gece 02:30’da okudum. Yazınızda, 2019 kasım ayında yemenli kardeşlerimize yardım götürmek için Konya’dan çıkıp Ankara- Amman- Kahire üzerinden YEMEN’e yaptığım uzun yolculuğu yaşadım iliklerime kadar. Sey’ûn, Hadramaut, Ma’rib, Melike Belkıs’ın saray kalıntıları, bazı sahabe efendilerimizin kabirleri ve belki tarihte ilk çok katlı binaların olduğu yerleşim yerlerini ziyaret ettim. Yazıda oraları tekrar tekrar gezdim sanki hocam. Kardeşlerimizin şimdiki hali daha da kötüleşti. Sekiz gün derme çatma kamplarda gıda ve dağıtımı yaptık. İmkanlar ölçüsünde düzenli bir şekilde maddi yardımda bulunmaya devam ediyoruz. (Haframaut’ta el-Badiye derneğiyle yardımları organize ediyoruz. Yemen büyük elçimiz/ rize ilahiyat Fak. tanıdığım ve bir daha irtibatı koparmadığım kıymetli hocam Prof. Dr. Faruk Bozgöz tanıştırmıştı el-Badiye ile.) çok yorucu ama bir o kadar da güzel bir yolculuktu.
YanıtlaSilÖmrünüze bereket muhterem hocam.
Ne güz