10 Ağustos 2020 Pazartesi

Kur’an İslamcılığı ve Hadislerin Kur’an’a Arzı

 

                                                                                               Dr. Celal Emanet

         “Sünnet, Allah’ın Kitabı’yla eşdeğerdir. Allah, Rasûlü (sav)’e itaati farz kıldı ve insanlara emirlerine uymayı kesinleştirdi. Kişinin, ‘farz koyma hakkı ancak Allah’ın Kitabı’na ve Rasûlullah (sav)’ın sünnetine aittir” demekten başka bir söz söylemesi caiz değildir.”[1] “Allah’ın hükmünün bulunmadığı konuda Rasûlullah (sav) Allah’ın hükmüyle hüküm koyar.”[2] İmam Şafii (ö. 204/819)


         İslam’ın getirdiklerine iman etmedikleri halde onu kendi akıllarınca değerlendiren oryantalistlerin[3] görüşlerinden etkilenen günümüz araştırmacıları özellikle hadisler üzerinden müslümanların Kur’an ve Sünnet algılarına şüphe sokmayı başarmışlardır. Onlara göre hadislerin senedlerinin sağlam olması bile bir şey ifade etmemekte şayet hadislerin metinleri de Kur’an’la çelişip çelişmediği kontrol edilmelidir şeklinde bir söylem geliştirmişlerdir. Yani Rasûlullah (sav)’in bir hadisi Kur’an’daki bir hükme, bir inanca, bir ilkeye, bir habere... veya bunlardan birden fazlasına ters düşüyorsa reddedilmelidir. Zira Hz. Peygamber (sav) Kur’an’a ters bir şey söylemez ve yapmaz. Bile bile böyle bir şeyi onaylamaz. Eğer Kur’an’la hadis arasında çelişki varsa o hadis Rasûlullah (sav)’e ait değildir. Yani sahih değildir. Şu halde işin uzmanları bir an önce bütün hadisleri Kur’an’la test etmeli ve müslümanlar Kur’an’a uygunluğu sabit olan hadislerle amel etmelidirler. 

         Türkiye’de ‘Kur’an bize yeter’ sloganıyla hareket edenler, 19. yy.da Hindistan’da ortaya çıkan ‘Kurâniyyûn’ akımının bir başka versiyonudur. İslam’ın ilk asırlarından itibaren itikadî bir ekol olarak ortaya çıkan Mu’tezile’yi referans olarak kullanan ‘Kurâniyyûn/Kur’an İslamcıları’ ‘Kur’ân’ı öncelleme’ iddiasını kamuflaj olarak kullanırken zamanla Mu’tezile’yi de aşarak hadislerin tamamını- adeta- toptan inkâr yoluna gitmişlerdir.

         ‘Kur’âniyyûn’ prensipte, bir bütün olarak hadiisleri reddetme görünümünü vermeseler de, çalışmalarında bu durumu açıkça görmek mümkündür. Temel referansları, “Benden bir hadis duyduğunuzda onu Kur’an’a arz edin; uyuyorsa kabul edin, uymuyorsa reddedin” rivayetidir.[4]Oysa bu rivayetin sahihliği, Hz. Peygamber (sav)’e aidiyeti, konum ve sahip olduğu yetki itibariyle referans alınması pek de sağlıklı görünmemektedir.[5] ‘Sahîh’ hadislerin Kur’ân’la çelişmesi veya ‘Kur’ân’ın temel ilkelerine aykırı olması’ mümkün değilken ‘arz’a yeltenmek samimi bir yaklaşım olmadığı gibi; ‘sahîh olmayanlarla çeliştiği’ bahanesiyle bütün hadisleri inkâra kalkışmanın da mantıklı bir argümanı bulunmamaktadır. 

         Günümüzde bir çeşit moda haline gelen hadis inkarcılığı aslında İslam'ın ilk rasyonalist ehl-i sünnet dışındaki mezhebi Mutezile’nin bir çeşit devamıdır. Erken dönem Mutezili ulema aklı temel ölçü olarak kabul et­mişlerdir. Bu nedenle de dînî meseleleri, aklî ölçüye göre yorumlamış­lardır. Felsefelerine ters düşen Kur’an ve hadisi te’vil ve reddetmekten çekinmemişlerdir. Bu redlerine bir gerekçe olarak Kur’an’a aykırılığını ileri sürmüşlerdir. Ancak kullanacakları hadisler kendi felsefelerine ve mez­heplerine uygun olduğunda Kur’an’a uygunluğuna bakmaksızın kabul etmişlerdir. Hadisi reddederken aynı zamanda, sahabeye de dil uzatmışlar ve onları da yalancılık ve başka töhmetlerle cerh etmişlerdir. Ebû Hureyre’yi (hâşâ) yalancıların en yalancısı saymışlardır. İbn Mesud’u, kişinin anne karnında sâid veya şakî olacağı hadis rivayetinden dolayı, yalancı saymışlardır. Özellikle en ayrıcalıklı görüş­lerinin olduğu; kabir azabı, kader, rü'yet, günah-ı kebîre müslümanların günahkarlarına kıyamet gününde şefaat edilmesi gibi konularda gelen ha­disleri kabul etmemişlerdir. Haber-i vâhidleri özellikle Kur’an’a muhale­fet gerekçesiyle reddetmek, Mutezilenin genel görüşüdür.[6]

         Halkın genelinin hadis ilminden habersiz olduğu ülkemizde de, bu algı entrikasıyla avamın zihnini bulandıran kişilerin sayısı her geçen artmaktadır. Bunlar da selefleri gibi, Şîa’nın sahabeye yönelik bakışından etkilenmek süretiyle sahabenin ‘adil’ olmadıklarını ileri sürerek hadisleri red ve inkâra; dolayısıyla Rasûlullah (sav)’i devre dışı bırakmaya çalışmaktadırlar. Halbuki Sünnet, itikadî, ahlakî, hukukî, sosyal, ekonomik, askerî hayatın bü tün cephelerini farz, vacip mendup, haram ve mekruh yönleriyle kapsadı- ğından İslam’ın tamamı anlamına gelmektedir. Sahabenin onayladığı Hz. Aişe’nin, “Rasûlullah (sav)’in ahlakı Kur’ân’dı”[7] ifadesinden, sünnet/hadisin Kur’ân’ın muşahhaslaşması olduğu anlaşılmaktadır. 

         Rasûlullah (sav)’in hadislerinin Kur’ân gibi teşrî’ kaynağı olduğunda alimlerin ihtilafı yoktur. Bu bağlamda imamımız Ebû Hanife (v. 150/767) şöyle demektedir: “Rasûlullah (sav), Allah’ın kitabına muhalefet etmez. Allah’ın kitabına muhalefet eden de Allah’ın Rasûlü olamaz… Nebi’den Kur’an’a aykırı olarak hadis rivayet eden kimseyi red, Hz. Peygamber’i red ve onu yalanlama değildir. Bu, ancak, Hz. Peygamber (sav)’den batıl rivayette bulunan kimseyi reddir. Töhmet bu kimseyedir, Peygamber’e değil. Onun için Peygamber’in söylediği her şey, işitelim, işitmeyelim, başımız gözümüz üstünedir. Buna iman eder, ve Allah Rasûlü’nün söylediğine, olduğu gibi şehadet ederiz. Ve yine şehadet ederiz ki Rasûlullah (sav), Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmez. Allah’ın bağladığı bir şeyi koparmaz. Allah’ın nitelediği bir şeyi ona aykırı bir şekilde nitelemez. Şehadet ederiz ki Rasûlullah (sav) bütün işlerde Allah’la muvafıktır. Bidat olabilecek hiç bir şey yapmamış, Allah’ın söylediği söze hiç bir şey katmamış ve zorlayıcılardan olmamıştır. Onun için Allah Teala; “Kim Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa 80), buyurmuştur.[8]

         Evet biz de selelf alimlerimizin dediği gibi diyoruz. Zira Rasûlullah (sav)’in hadisleri, Kur’ân’da bulunmayan bir çok konuları ihtiva etmesi yanında, bizzat Kur’ân’ı da tefsir eder. Rasûlullah (sav) şöyle buyururlar: “Bana Kur’ân ve O’nunla birlikte O’nun misli kadar (hikmet) verildi.”[9] Buradaki “O’nunla birlikte O’nun benzeri” ifâdesinden maksat, şüphesiz ki Allâh Rasûlü (sav)’in hadisleridir. “Biz o peygamberleri mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Ey Rasûlüm! Sana da Kur’ân’ı indirdik ki, insanlara vahyedileni açıklayasın. Belki onlar da düşünürler.”[10] Meşhur muhaddislerden Yahya b. Ebî Kesîr (r.âleyh); “Kur’ân, Sünnete muhtaçtır, ama Sünnet Kur’ân’a muhtaç değildir” der.[11] Şüphesiz ki burada, Kur’ân’ın izaha muhtaç genel prensiplerinin hadİsler tarafından vuzuha kavuşturulması hususuna işaret edilmektedir. Hiçbir zaman Kur’ân hadisi izah edip açıklamaz, aksine hadis Kur’an’ı izah edip açıklar. Bu sözle, asla hadisin Kur’ân’dan daha önemli olduğu kastedilmemiştir.

         Kur’ân genel prensipler koyar, hadîs ise bunları açıklar, izah eder, detayını ve pratiğini gösterir. Eğer hadîs olmasaydı, Kur’ân’ın doğru anlaşılmasında sıkıntı yaşanırdı. Hadîs olmasaydı, İslâm’ın en bariz göstergesi olan namazı nasıl kılacağımızı, zekâtı nasıl vereceğimizi, haccı nasıl yapacağımızı da bilemezdik. Kur’ân ı Kerîm’de namazla ilgili yüzlerce âyet vardır. Ama hiçbir âyette namazı ne zaman, ne kadar, nasıl ve kaç rekât kılacağımıza dair bir bilgi yoktur. Hatta “salât” kelimesinin bugün kıldığımız namazı ifâde ettiğine dair bir bilgi de yoktur. Bütün bunları biz sünnetten öğreniyoruz. İşte yukarıdaki “muhtaçtır” sözcüğü, bu anlamda bir ihtiyacı ifade etmektedir. Aslında burada muhtaç olan Kur’ân değil, bizim aklımız ve idrâk kabiliyetimizdir. Aynı husus zekât için de bahis konusudur. Pek çok âyette verilmesi emredilen zekâtın ne olduğu, nasıl, ne zaman, ne miktarda ve hangi mallardan verilmesi gerektiğine dair Kur’ân’da hiçbir bilgi yer almamaktadır. Bunları da sünnetten öğreniyoruz. Dolayısıyla “muhtaçtır” sözü, bu anlamda bir ihtiyacı dile getirmektedir.

         “Kur’ân da, Hadis de her ikisi de vahiydir. Bu bakımdan ikisi de birdir. Hadis ve sünnet de bir vahiydir. Cebrâil, Rasûlullah (sav)’e Kur’ân ile geldiği gibi, hadiis ve sünnet ile de gelirdi. Hadiis de bir vahiy olduğu için bununla tesbit edilen hükümler de yine Allah’ın vahyine ve emrine dayanır. Peygamberin şer’î hükümlerindeki ictihadı da yine vahiy demektir. Madem ki hadis de bir vahiydir; onlar da mana olarak peygambere vahyolunmuştur. O halde ‘İslam’ın esası yalnız Kur’ân’dır. Biz ancak ona bakarız’ gibi bir iddia ile Hz. Peygamber (sav)’in hadislerine kıymet vermemek, şayet kötü bir fikre dayanmıyorsa, hadis ve sünneti ve Rasûlullah (sav)’in vazifesinin şümul ve mahiyetini anlamamaktır”[12] diyen Ahmed Hamdi Akseki şöyle devam etmektedir: “Kur’ân’ı kabul edip de Onu bize getireni, bize vereni, Kur’ân hakkındaki talimlerini kabul etmemek, bize ihsan olunan nimeti alıp da onu vereni tanımamak demektir. Bu bakımdan sünnet ve hadis ile tesbit edilen hükümler Kur’ân’dan ayrı bir şey değildir.”[13]

         “Rasûlullah (sav) yasaklamış, emretmiş, korkutmuş, müjdelemiş, örnekler vermiş, uyarmıştır ki bütün bunlar(daki söz ve fiilleri) Kur’ân gibidir veya daha fazladır” diyen Şah Veliyullah Dehlevî; ‘Rasûlullah (sav)’in ahiret ve evrenin ilginç olaylarıyla alakalı bilgileri vahye dayanmaktadır. Kanun koyma ve ibadet şekilleriyle ilgili icraatlarının bir kısmı da vahye dayanırken bir kısmı ictihada dayanmaktadır’ şeklinde Sünnet’in de Kur’ân gibi itibar görmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır.[14]



[1] Muhammed b. İdris Şafiî (ö. 204/819), er-Risale,Thk. Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut, ty., s. 45.

[2] Şafiî, er-Risale, s.51.

[3] Hadis inkarcılığının yaygınlaşmasında yakın tarihte rol oynayanların başında Yahudi müşteşrik Ignaz Goldziher’in (1850-1921), Joseph Schacht ve onların izlerinden giden Mahmud Ebû Reyye, Ahmed Emin ve Taha Hüseyin’in etkisi büyük olmuştur.

[4] Muteber hiçbir hadis koleksiyonunda bulunmayan bu hadîsi zikrettikten sonra Şatıbî (v.790/1388), Abdurrahman b. Mehdî (v.198/814) gibi Ebû Süleyman Muhammed b. Muhammed b.İbrahim Hattabî (v. 388/998), ‘Arz hadisini zındıklar uydurdular’ demektedir.

 

[5] Rivayetin kaynak ve analizi için bkz. Kamil  Çakın, “Hadisin Kur’an’a Arzı Meselesi”, Ankara Ün. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 1993, c. XXXIV, s. 247 vd.; Ayhan Tekineş, “Hadisin Sübutunu Tespitte ‘Kur’an ile Karşılaştırma’ Meselesi”, İLAM Araştırma Dergisi, 1997, II/2, s. 90-93.

[6] Mû'tezile mezhebi ile ilgili olarak ve mezhebin görüşleri için bkz: Abdulkâhir Bağdadî, el-Fark Beyne'l-Firak, 89; Şehristânî, el-Müel ve'n-Nihal, 1, 57; Talat Koçyiğit, Hadis Târihî, s. 133; Mû'tezilenin Haber-i Vâhid ile görüşleri için bkz: İbn Hazm, İhkâm, c. I, s. 114; Amidî, İhkâm, c. II, s. 68; Mûtezile'nin hadis anlayışı konusunda geniş bilgi için bkz: Tevhid Bakan, Mû'tezilenin Hadis Görüşleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum, 1987.

[7] Müslim, 6/Müsafirîn 139.

[8] Ebu Hanife, Numan b. Sabit (v. 150/768), (ISO), el-Alim ve’l-Muteallim, İstanbul 1981, s. 26; İsmail Hakkı Ünal, Ebû Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, DİB Yay., 2018, ss. 84–85.

[9] Ebu Davud, 39/Sünne 6; Tirmizî, 42/İlim 10; İbn Mace, Mukaddime 2; Darimî, Mukaddime 49; İbn Hanbel, Müsned, II. 367.

[10] Kur’ân-ı Kerim, 16/44

[11] Dârimî, Mukaddime, s.49.

[12] Ahmed Hamdi Akseki, Riyazü’s-Sâlihîn Tercümesi (Mukaddime), Trc. Kıvamüddin Burslan- Hasan Hüsnü Erdem, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 1964, c. I. ss. IX-X.

[13] Akseki, Riyâzü’s-SalihînTercümesi, c. I. s. XIII.

[14] Şah Veliyullah b. Abdurrahim Dehlevî (v. 1176/1762), Huccetullahi’l-Baliga, Dâru İhyai’l-Ulûm, Beyrut 1413/1992, c. I,  s. 20, 371.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar