23 Ağustos 2020 Pazar

Bizimkilerden Birileri O Ülkelere/O Güzel, Fakat Görünmez Ülkelere Uçup Gittiler…

 

Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma

1980’li yıllardı… General Kenan Evren ve arkadaşlarının ülkeye getirmiş oldukları sıkıyönetim terörü olanca hızıyla sürüyor; Kur’an ve Sünnet’e göre yaşamak isteyen Müslümanlara kan kusturuyordu. Evler tarassut altında, fakülte amfileri kışlaya dönmüştü âdeta… Fakülte dekanları, ilmi bir tarafa bırakmış, inzibat subaylığı görevini yürütüyorlardı. Dünyanın hiçbir coğrafyasında görülmeyen bir “başörtüsü zulmü”, “gestapo hocalar” sayesinde Müslüman kızlara uygulanıyor; “iknâ odaları”nda “şahsiyetsizleştirme programları” olanca hızıyla devam ediyordu. Vatikan papalarına ziyareti ihmâl etmeyen/hatta bu işi kendilerine kutsal bir görev sayan “hoca/hocaefendi kılıklı” deccallar da, bu zulmü icra edenlere durmadan “cevaz fetvaları”nı yetiştiriyorlardı… Hocalara, konferans verme veya herhangi bir vakıfta/teşkilatta dinî içerikli sohbetler yapmak kesinlikle yasaktı. Buna rağmen, çoluk çocuklarına yedirdikleri ekmeği helâl etmek için, oraya-buraya çağrıldıklarında/davet edildiklerinde, her şeye rağmen/alacakları cezaları bile bile davetlere icabet edenler de yok değildi.

Bir defasında bu satırların sahibi konferans vermek için Malatya’ya davet edilmişti. Cuma günü mesai bitimine on-on beş dakika kala Dekanlığa bir dilekçe vererek, kanuni hakkı olan “hafta sonu tatili”ni Malatya’da geçirmek istediğini bildirdi ve o gece, yani mesaiden sonra Malatya’ya gitti. Cumartesi akşamı konferansını verdikten sonra, Pazar günü Erzurum’a geri dönüp, Pazartesi sabahı mesaiye gitti. Hocanın gelmediğini düşünen Dekan, hocanın odasına telefon etti[1]. Fakat beklemediği bir şekilde hoca cevap verip, “buyurun efendim!” dedi ve çağrıldığı Dekan Bey’in odasına gitti.  

Hocanın yüzüne bakmayan, hatta selamını alıp oturtmayan Dekan, sorguya başladı:

-       Sen bu hafta sonu neredeydin? Hoca cevap verdi:

-       Efendim nerede olacağımı zat-ı âlinize dilekçemde belirtmiştim. 

Dekan sertleşerek:

-       Sen Malatya’da tatil yapmamış, konferans vererek, suç işlemişsin! Hem zaten sen Devlet aleyhine çalışıyorsun! dedi; sonradan çekmecesinde açık bir kitabı göstererek; baksana kitabında neler söylüyorsun! deyip, “Mekke Dönemi ve İşkence”yi Hocanın önüne attı; sonradan da kapıyı gösterdi. Hoca odasına varmadan önce, Malatya’ya konferansa gidiş cezası gelmişti. Bu Dekan İmam-Hatip, ceza verdiği Hoca ise lise mezunuydu.

Askeri rejim”in istediği gibi değil, dinlerinin gerektirdiği gibi yaşamak isteyen öğrencilerse, çok daha ağır cezalar alıyorlardı. Askerî rejimin âdeta düşman telakki ettiği bu güzel öğrenciler, hocalarından çok daha ağır haksızlıklara karşı mücadele ediyorlardı. O derecede ki, bazen tahsillerini bile davalarına feda ediyor, dünyanın neresinde Müslümanlara zulüm yapılıyor idiyse, bu zulmü, kendilerine yapılmış gibi telakki edip, gerektiğinde, o ülkelere gidip kendileri gibi ezilen Müslümanlara yardım ediyorlardı. 

Yine o iğrenç askerî rejimin sürdüğü günlerden bir gündü. Özellikle Erzurum’daki askerî rejim ve onun emrinde olan üniversite yetkilileri, “Hitler’in gestapo şefleri” gibi Müslümanları tarassut ediyor, onlara kan kusturuyorlardı.  Bir sabah, bu satırların sahibi, fakültedeki Okiç amfisinde dersini veriyordu. Birden kapı açıldı ve içeriye iki kişi girdi. Adâb-ı muaşeretten yoksun olan o iki kişiden hiçbirisi, içeride ders yapan Hocayı ve öğrencilerini insan yerine koyup selam vermedi. 

İnsanlıktan nasiplerini almamış olan bu iki kişiden birisi bir binbaşı, öteki de, onun arkasında el pençe bir vaziyette duran Fakülte Dekanıydı. 

Binbaşı rütbeli asker, sınıfa şöyle bir baktıktan sonra, gözünü en arka sırada oturmakta olan kız öğrenciye dikti. O gün kız öğrencilerden sadece bir tanesi derse gelmişti… 

Kendisini kışlada zanneden binbaşı, biraz hiddetlendikten sonra o kız öğrenciye şöyle bağırdı:

- Bana bak kız! Nedir o başındaki paçavra? Çabuk başını aç ve sınıfı terk et!

         Sınıf buz kesilmişti… 

En çok korkan da, Binbaşının arkasında titreyip duran “yalaka Dekan”dı… 

Herkes kız öğrencinin ne yapacağını merak edip, ona bakıyorlardı.

Ve o kahraman öğrenci konuşmaya başladı:

- Ben sizin gibi elimi kolumu sallayarak bu fakülteye gelmedim! Bileğimin gücüyle kazanarak buraya geldim. Gel de beni dışarı çıkar bakalım!

Başına kaynar su dökülmüş olan Binbaşı ve arkasındaki “kukla Dekan” kahraman kız öğrencinin o tavrı karşısında sınıfı terk ettiler ve  defolup gittiler…  

Gerçi bu olay üzerine kız öğrenci fakülteden atıldı ve Hocası da ceza aldı amma, o öğrenci “kahraman” oldu. Daha sonra yurt dışında okuyup doktora yapan bu yiğit kız, hâlen bir üniversitede profesör olarak ders vermektedir. 

وَاللَّهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِهِ مَنْ يَشَاءُ

İşte o karanlık dönemde böyle kahraman öğrenciler de yetişti. Ama bunların en yiğitleri, mücahid olup, dünyanın değişik ülkelerinde mücadele eden Müslüman kardeşlerinin yanına gittiler… 

Bazılarının isimleri unutulduysa da, o güzel öğrenciler, bu satırların sahibine gelip vedalaşıyor; tâ Hindukuş dağlarına gidip, Rus emperyalizmine karşı Afgan kardeşlerinin yanında cihat ediyorlardı. Bunlardan birisi, öğrencisiyle evlendiği için Hoca’nın damadı sayılan sevgili ve rahmetli Bahattin Yıldız’dı… 

Rahmetli Bahattin, Avusturya’nın Linz şehrinde anlatmıştı: “Bir gece geç vakitte yorulmuş; Afgan dağlarında cihad eden mücahidlerle uyumaya çalışıyorduk. Her mücahid, başını bir taşa koyup yatmaya çalışıyordu. Derken, hepsi uyudu. Bense, taşın üzerine koyduğum kafamı bir o yana, bir bu yana çeviriyor, yatamıyordum. Benim bu hâlimi farkeden bir mücahit, gömleğini soyup bana uzattı ve “biz alışkınız; al gömleğimi kendine yastık yap! demiş, utancımdan taş kesilmiştim…”

         ….

Hoca/hocalar öğrencileri gibi gayret etmediklerinden/edemediklerinden utanıyor, kahroluyorlardı. Hele Erzurum zindanlarına atılan körpecik öğrencilerini düşünürken, hiçbir şey yapamadıkları için kahroluyorlardı. 

Ramazanın yaza denk düştüğü gecelerden bir tanesinde, bu hocalardan birkaçı Ayazağa Camisinde rahmetli Osman Hoca’nın, arkasında hatimle teravih namazı kıldıktan sonra, “Kavaflar” çarşısının arkasındaki küçük çay ocağında çay içiyor, hâlâ nezarethanelerde işkence altında olan arkadaşlar/gençler için bir şey yapamadıklarını konuşuyorlardı. Derken, hiç beklemedikleri bir anda, onlardan biri çıkageldi. Herkes çok sevinmiş, diğer arkadaşların durumlarını soruyordu. Nihayet salıverilmiş olan o genç arkadaş, bu satırların sahibine, “Hocam hakkını helâl et!” demesin mi! Herkes dona kaldı. Bir anlık durgunluktan sonra, Ş.Y. devam etti: “Hocam! Beni “Filistin askısı”na asmışlar, durmadan işkence yaparak, “Söyle ulan, sizin kafanızı böyle gerici yapan kim? Söyle de kurtul! Doğrusunu Allah biliyor ya, Üniversitede karşımızda olan birinin adını vermek istedim; fakat hiç kimsenin adını hatırlayamadım ve işkenceden kurtulmak için senin adını söyledim. Senin adını söyleyince, işkence yapan polis, “geç ulan, onu biliyoruz!” deyip biraz daha işkence yaptıktan sonra beni salıverdiler. Hakkını helâl et!”. 

Erzurum Üniversitesindeki bu zulümden dolayı, kaç öğrencimiz tahsillerini yarıda bırakıp hicret etmek zorunda kaldılar! S.H., H.S., ve diğerleri… 

O sıkıntılı günlerde, bazı gazeteci arkadaşlar Afgan mücahitlerinin cihatlarını yerinde görmek, imkânsızlıklar içerisinde koca Rus ordusuna karşı savaşan “Mücahidler”i görmeye gitmişlerdi. Rahmetli Erdem Beyazıt bey de onlara katılmış sonra da hatıralarını yazmıştı. Şu hatıra hiç unutulur mu?:

         Rahmetli Erdem bey anlatıyor:

         “Dağdaki mücahidlerin yanına gitmek için bir dereden geçiyorduk. Derede, sırtlarında bir şeyler taşıyan ve yaşları 7 ila 10 yaş arasında olan çocuklarla karşılaştık. Birisinin başını okşayarak, “siz ne kadar güzel çocuklarsınız!” dedim. Başını okşadığım o çocuk bana öyle bir cevap verdi ki, donakaldım. Ve hâlâ hatırladıkça kendi kendimden utanıyorum. O çocuk şöyle demişti: Bizim güzellerimiz şehid oldular!..

         ….

         O sıkıntılı günlerde çok güzel gençlerimiz şehid olup gittiler. Sevgili Sedat’ı ancak Bosna’da yattığı mezarında ziyaret edebildim. Sedat gibi kendilerini davaya feda eden ne güzel gençlerimiz oldu! Şehid olmayan, fakat var gücüyle Aliya’nın mücahidleri yanında mücadele ettiğinden, keza bu satırların sahibinin bir kız öğrencisiyle evli olduğundan damadı sayılan S.G. de onlardan biriydi… 

Bu “bizimkiler”den bazıları da vardı ki, âdeta Allah yolunda koşturmaktan yorulmadığı gibi, zevkle ve güler yüzle dünyanın şurasında-burasında haklarını elde etmek için cihad eden Müslümanların saflarına koşuyor, onlara yardımcı olmaya çalışıyordu. Ve bu uğraş, sanki onun “yaşam azığı” idi… Zindandan zindana atılıyor, çıkınca başka bir ülkedeki Müslüman kardeşlerinin yardımına koşuyordu… Kim bilir kaç çeşit hücrede kaldı, kaç kâfirden işkence gördü! Bu satırların sahibi çok gezdiğinden, gittiği coğrafyalardaki Müslümanlar, hemen onu tanıyıp tanımadığını sorarlardı kendisine… Ve sorulan hem gururlanarak, hem sevinerek ve de Allah’a şükrederek, “Onu tanımaz mıyım! O bizimkilerden; şu son senelerde mutlaka cumartesi günleri onunla görüşürüz!” diye cevap verirdi… 

Eyvah, bu satırların sahibi bir daha onu sorduklarında, cevap veremeyecekti…

-       O, bizimkilerden biriydi… Ama o, o uzak ülkelere/o güzel, fakat görünmez ülkelere uçup gitti… O Mehmet Ali Tekin’di…

 

          

         

 



[1] O zamanlar henüz “akılsız telefonlar” yoktu. 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar