Ebu’l-Beşer el-Ebyazi
Bir arada yaşamanın
temelini teşkil eden insan hakları tabiri Batı kaynaklı bir kavram olarak kabul
edilmekle birlikte, aslında Hıristiyan kaynaklı değildir. Zira insan hakları
başta Katoliklik olmak üzere, Ortodoksluk ve Protestanlık tarafından pek
sempatik görülmemiştir.[1] Batı dünyasının bu konuda
sicili çok kötüdür. Zira jenosit, engizisyon, otuz yıl savaşları, yüz yıl
savaşları Batı tarihine ait kavramlar ve hadiselerdir. Hıristiyanların geçmişiyle
karşılaştırıldığında insan hakları bakımından İslâm tarihinin çok olumlu
tecrübelere sahip olduğu ise açık bir gerçektir.
İslâmî öğretiye göre insan
hakları, Yaratıcı’nın hiçbir istisna söz konusu olmaksızın tam bir eşitlikle
insanlık ailesinin her ferdine tanıdığı, insanlık onuruna (değerine) bağlı olan
haklardır. İnsanlık onurunda din, dil, cins, renk, ırk ve millet farkı
gözetilmez. İnsanların haklarını kazanabilmek için insan olmaktan başka
bir şart yoktur. Dolayısıyla insan haklarının temeli bizzat insanın varlığıdır.
Temel hakların sebebinin bizzat insanın kendisinin olması ve doğuştan
getirilmesi demek, bu hakların devlet tarafından verilmediği anlamına gelir.
Başka bir ifadeyle doğuştan getirilen haklar, devletle yapılan bir anlaşmaya
değil, doğrudan Allah ile yapılan bir ahde dayanır. Bunun tabiî sonucu olarak
da devlet, vermediği bir hakkı alma yetkisine sahip değildir.[2]
İslâm hukuku tarafından
güvence altına alınan insan hakları bütün insanlığa şamildir. Dolayısıyla bu
haklardan yararlanma konusunda insanlar arasında herhangi bir ayrım yapılamaz. Bu
husus gerek Kur’ân-ı Kerîm’de, gerekse Hz. Peygamber’in (sav) hadislerinde
sarahatle vurgulanmıştır:
“İnsanlar
tek bir ümmettir”, (Yûnus, 10/19); “İnsanlar tek bir candan
yaratılmış ve çoğaltılmışlardır” (Nisâ, 4 /1); “Allah sizden cahiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi
kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır”.[3] “Ey
insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takva
dışında hiçbir Arabın Arap olmayana, hiçbir Acemin Araba, hiçbir siyahın
beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi
huzurda en değerliniz en muttakî olanınızdır”.[4]
İslâm dini, diğer semavî
dinlerde olduğu gibi, beş temel hayat unsurunu korumayı hedeflemiştir. Bunlar
hayat (ismetü’n-nefs), akıl (ismetü’l-akl), din (ismetü’d-din), nesil ve onur
(ismetü’n-nesl ve ismetü’l-ırz) ve maldır. (ismetü’l-mal). Dolayısıyla bir
arada yaşamanın temelinin teşkil eder mahiyette İslâm’ın sunduğu hak ve
özgürlükler, zikredilen hedeflerle doğrudan ilgilidir. Fukahâ, onurlu bir
insanın hayatının olmazsa olmaz, en temel ve devredilemez haklar olduğunu
göstermek için bu haklara zarûriyyât adını vermiştir. Her insanın vazgeçilmez
nitelikte olan bu haklarını korumaması tabiî hakkı, hatta görevidir. Nitekim bu
uğurda hayatlarını kaybedenler Hz. Peygamber (sav) tarafından şehit kabul
edilmiştir.[5]
İslâm dininin korumayı
taahhüt ettiği hak ve özgürlükler içerisinde diğerlerine de temel teşkil eden
en önemli hak hayat hakkıdır. Bu hak diğer bütün hakların üstünde yer alır.
Zira kişinin hak ve özgürlüklerden yararlanabilmesi, her şeyden önce yaşama
hakkına sahip olmasını gerekli kılar. Haklar konusunda bir çakışma yaşanırsa
öncelik yaşama hakkınındır. Bu sebeple bir kimse hayatını sürdürebilmek için
başkasının malını almak zorunda kalırsa bunu alabilir. Çünkü yaşama hakkı,
mülkiyet hakkından önce gelir. İslâm dini, hiçbir ayrım gözetmeksizin her
insana hayat hakkı tanımış, bu hakka yönelebilecek her türlü ihlâl ve tecavüzü
önleyici tedbirler almıştır. Dolayısıyla yaşama hakkının gerek insanın kendisi,
gerekse başkaları tarafından ortadan kaldırılmasını kesinlikle yasaklanmıştır.
O kadar ki, ana karnındaki bir çocuğun bile geçim sıkıntısı ve benzeri
endişelerle yok edilmesi yasaklanmıştır. (En’am, 6/151; İsrâ, 17/31). İslâm’da
yaşama hakkına yönelik tecavüzleri önleyici tedbirler alınmış, cana kıyma
yasaklamış, bir kişinin öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesi olarak kabul
edilmiş, buna karşılık bir canı kurtarmanın da bütün insanları kurtarmak
anlamına geleceği belirtilmiştir. (Mâide, 5/32). Hz. Peygamber’in (sav) Veda
hutbesinde geçen “Canlarının her türlü tecavüzden korunmuştur” ifadesi İslâm’ın
can güvenliği konusuna atfettiği önemi ve verdiği teminatı açıkça ortaya koyar.
Buna göre insanın yaşama hakkının tabiî bir hak olduğu ve bu hakkın, dinin
koruması altında bulunduğu hususu bir defa daha ifade edilmiştir. [6]
İslâm inancında yaşama
hakkına dayalı olarak kabul edilen diğer insan haklarına da ehemmiyet
verilmiştir. Bunlar, ifade özgürlüğü, inanma ve inancını yaşama, mülkiyet, şahsî
dokunulmazlık, şahsî özgürlük, sosyal güvenlik, zorbalığa baş kaldırma, eşit
muamele görme, haksızlığı düzeltme, iktisadî güvenlik, seyahat özgürlüğü, bir
ülkeyi terk etme ve ülkeye yerleşme özgürlüğü, emeğin karşılığını alma, tövbe
ve pişmanlık özgürlüğü, şeref ve itibar, ikamet, evlenme, boşanma, akrabalık,
malını dağıtma hakkı olarak sayılabilir.[7]
Temel hak ve özgürlükler
içinde din ve vicdan hürriyeti, insanın sahip olduğu en önemli haklardan
birisidir. Bu anlamda genel insan hakları için ifade ettiğimiz değerlendirmelerin
tamamı din ve inanç özgürlüğü için de geçerlidir. Ayrıca unutmamak gerekir ki,
insanlar diğer hiç bir alanda olmadığından daha çok din ve inanç özgürlüğü
konusunda duyarlı olmuşlar, inançları uğruna, yurtlarını terk etmeyi, hatta
ölümü dahi göze almışlardır. Kur’ân’da geçen peygamber kıssaları ve bizzat Hz.
Peygamber’in (sav) hayatı bunun en büyük delili, tarih de bu ve benzeri
hadiselerin en büyük şahididir. Bu sebeple İlahi Mesaj’ın bu hak ve hürriyete
verdiği önem üzerinde özellikle durulması gerekir.
Hukukçulara göre her
insanın doğuştan kazandığı din ve vicdan hürriyeti kapsamına şu hususlar girer:
İman etme, bağlı bulunulan dinin esaslarına göre ibadet yapma, dini öğrenme,
öğretme, neşir ve tebliğ.[8] Şüphesiz inanç
hürriyetinin en temel unsuru, kişinin kendi hür iradesiyle tercih ettiği
kutsala iman etmesi, başka bir ifadeyle herhangi bir inanç sistemini (din)
kabul etmesidir. Zira din, insanın vicdanıyla ilgili bir husustur ve hiçbir güç
ve zorlama onu etkileyemez. Onu bu bağdan haricî bir kuvvetin rolüyle koparmak
mümkün olmadığı gibi, bu tür bir tavır onun hür iradesine karşı bir saygısızlık
ve haksızlıktır. Hak ile batıl birbirinden ayrıldıktan sonra, karar tebliğinin
muhataplarına bırakılmıştır. Kur’ân bu gerçeği Hz. Peygamber’e (sav) hitaben
şöyle bildirir:
“Ey
Muhammed, sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verirsin. Onların üzerine
zorlayıcı değilsin” (Gâşiye, 88/21-22). “Eğer yüz çevirirlerse
bilsinler ki, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik, sana düşen sadece
tebliğdir” (Şûra, 42/48). “Biz bu kitabı insanlar için sana hak ile
indirdik. Artık kim doğru yola gelirse,
kendi yararınadır, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onlar üzerine
vekil değilsin”. (Zümer, 39/ 41).“De ki, Hak (bu Kur’ân)
Rabb’inizdendir. Artık dileyen inansın,
dileyen inkâr etsin” (Kehf, 18/29). “Peygambere düşen sadece açık bir
şekilde duyurmaktır” (Nûr, 24/54). “De ki, Ey İnsanlar! İşte Rabbinizden
gerçek geldi. Artık yola gelen kendisi için gelir, sapan da kendisi zararına
sapar. Ben sizin üzerinize vekil
değilim” (Yûnus, 10/108)[9].
Hz. Peygamber’in (sav)
din ve vicdan hürriyetiyle ilgili uygulamaları, yukarıda sunulan teorik esaslar
çerçevesinde gerçekleşmiştir. Allah Rasûlü (sav) İslâm’ı insanlara tebliğ
ettikten sonra onları vicdanlarıyla baş başa bırakmış, iman edenleri din
kardeşi olarak kabul etmiş, İslâm’a razı olmayıp eski inançları üzerinde kalmak
isteyenlere karşı herhangi bir menfî tavır takınmayarak onların inançlarına
saygı göstermiş, her şeyden önce gayr-i müslimlere kendi inançlarını koruma
izni vermiştir. Hz. Peygamber’in (sav), Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra
tanzim ettiği Medine Sözleşmesi’nin 25. maddesi özellikle bu konuya
hasredilmiştir:
“Benû
Avf Yahudileri, müminlerle birlikte olarak bir ümmet (camia) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin
dinleri kendilerinedir. Buna gerek bizzat kendileri, gerekse mevlâları
dahildir”[10].
Allah Rasûlü’nün (sav)
gayr-i müslimlere tanıdığı din ve vicdan hürriyeti konusunda en bariz örnekleri
onun Necran Hıristiyanlarıyla ilgili uygulamalarında görmek mümkündür. Hz.
Peygamber (sav), Medine’ye gelen Necran heyetini İslâm’a davet etmiş, ancak
onlar cizye ve harac mukabilinde kendi dinlerinde kalma şartıyla bir barış
anlaşması yapmak istemişlerdir. Anlaşmanın konumuzla ilgili kısmında şöyle
denilmektedir:
“Onların
mallarına, canlarına, dinî hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına,
bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine ve az olsun çok olsun onların
mülkiyetinde bulunan her şeye şamil olmak üzere, Allah’ın himayesi ve
Rasûllüllah Muhammed’in zimmeti Necranlılar ve onların tabileri üzerine
haktır. Hiç bir piskopos kendi dinî
vazife mahalli dışına, hiç bir papaz kendi vazifesini gördüğü kilisenin dışına
çıkarılmayacak, hiç bir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere
alınıp gönderilmeyecektir...”.[11]
Hz. Peygamber (sav)
Necranlılara benzer şekilde dinleri üzerinde kalmak isteyen bir kısım Yemenliye
de geniş din serbestliği tanımıştır. Nitekim bölge idarecisi Muaz b. Cebel’e
gönderilen talimatnamede Yemenlilere şu şekilde hitap edilmiştir:
“Ben
Muaz b. Cebel’i, sizi hikmet ve iyi söz ile Rabb’inin yoluna davet etmesi için
gönderdim. O, Allah’ın razı olduğu şeyi kabul edecek, olmadığı şeyi
reddedecektir. İçinizden her kim Allah’ın birliğini ve Muhammed’in (sav) onun
kulu ve peygamberi olduğunu kabul eder ve tam bir teslimiyetle İslâm’a girerse,
o kişi Müslümanların tüm haklarını elde etmiş ve onların sorumluluklarını
yüklenmiş olur. Kim de cizye vermek suretiyle eski dini üzerinde kalmak
isterse, o kendi dini üzerine bırakılır. Bu halde o kimse Allah’ın, onun
peygamberinin ve müminlerin koruması altındadır; öldürülmez, esir edilmez,
kendisine gücünü aşan sorumluluk yüklenmez ve dinini terk etmesi için kendisine
herhangi bir baskı uygulanmaz”.[12]
Burada ortaya konulan esaslar
sadece Hz. Peygamber (sav) zamanında değil, daha sonraki İslâm tarihi sürecinde
de devlet idarecilerinin aslî görevleri ve dinen uymaları gereken talimat
niteliğinde olmuştur. Gayr-i müslimlere tanınan dinî ve sosyal haklar aynen
korunmaya devam edilmiştir. Dinî eğitim ve öğretim, ayin ve ibadetler ve mabedler
hukukun himayesi altına alınmıştır. Yapılan anlaşmalara dayanarak onlar gerek
ibadet yerlerinde, gerekse açtıkları okullarda dini eğitim ve öğretimi tam bir
serbestlik içinde verme imkânına kavuşmuşlardır. Bu haklarından başka bazı
sınırlamalar dışında İslâm ülkelerinde kural olarak Müslümanlarla eşit bir
ikamet ve seyahat hürriyetine sahip olmuşlar, çalışma hürriyeti bakımından
herhangi bir engellemeye tabi tutulmamışlardır. Gayr-i müslimlerin ticaret
hayatının her alanında faaliyet göstermelerine izin verilmiştir. Sosyal yönü
yanında temelde bir ibadet olan zekât gelirlerinden müellefe-i kulûb dışındaki
gayr-i müslimlere harcama yapılamayacağı konusunda birliği bulunmasına
karşılık, fukahânın büyük bir kısmı onlara sadaka verilebileceğine
hükmetmiştir. Sonuç olarak İslam dini teoride ve Hz. Peygamber’in (sav) bir
arada yaşamanın bütün esaslarını göstermiş ve tatbik etmiştir.
[1] Öztürk,
Levent, İslâm Toplumunda Birarada Yaşama Tecrübesi, İstanbul 1995, s.
49.
[2] Şentürk,
Recep, İslâm’da İnsan Hakları ve Dokunulmazlık, Diyanet Aylık Dergi, sy.
206, Şubat 2008, s. 7.
[3] İbn İshak, Sîre, (thk.
Muhammed Hamidullah), Konya, 1981, s. 94. Hz. Peygamber (sav), “İbadetlerinizi tamamladığınızda atalarınızı
hatırladığınız gibi, daha güçlü bir şekilde Allah’ın hatırlamaya devam edin…”
âyetinin (Bakara, 2/200) nazil olmasının ardından, Allah’ın, kibir ve azameti,
ayrıca babalar ile övünmeyi yasakladığını beyan etmiştir. İbn İshak, Sîre, s.
77.
[4] Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I-V, Beyrut ts.,
VI, 11.
[5] Buhârî, Mezâlim
33, Müslim, İmân 226; Ebû Dâvud, Sünne 29; Tirmizî, Diyât
22; Nesaî, Tahrîm 22-24; İbn Mâce, Hudûd 21.
[6] Buhârî, Hacc
132; Vâkıdî, Kitabü’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984, III,
1103; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebevîyye, es-Sîretü’n-Nebevîyye,
(thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.,
IV, 250-252; İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır)., II, 184-186.
[7] Hatemi,
Hüseyin, İnsan Hakları Öğretisi, İstanbul 1988, s. 309-316.
[8] Armağan,
Servet, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1992, s. 105.
[9] bk. En’âm
6/107, Nahl 16/88,125, Yûnus 10/99, Ahzâb, 33/45-46, Şûrâ 42/48.
[10] Hamidullah,
Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyasîyye,
Beyrut 1985, s. 61; İslâm Peygamberi,
I-II (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1990, I, 196, 208
[11] Hamidullah,
Muhammed, el-Vesâik, s. 176-179.
[12] Hamidullah,
Muhammed, el-Vesâik, s. 213.
0 yorum:
Yorum Gönder