Prof. Dr. Hikmet AKDEMİR
Kur’an-ı Kerim’in insanlık tarihinde gerçekleştirdiği
inkılabı tam olarak kavrayabilmek için nüzul zamanından önceki Cahiliye
toplumunun bütün yönleriyle iyi bilinmesi gerekmektedir. Zira bu bilgi
vasıtasıyla Kur’an-ı Kerim’in ve onu insanlara tebliğ edip pratik hayata
aktaran Allah Resûlü’nün (s) böyle bir toplumu yirmi üç sene gibi kısa bir süre
içinde nereden nereye getirdiği daha iyi anlaşılabilecektir.
Cahiliye döneminde Hicaz’daki toplum hayatını genel
hatlarıyla şöyle özetleyebiliriz:
“Cahiliye çağında Hicaz’da kuvvetli bir
merkezî hükümet mevcut değildi. Halk kabileler halinde yaşardı. Her kabilenin ‘Şeyh’
adı verilen bir başkanı bulunur ve bu başkanlık babadan oğula geçerdi. Bazen
bir kabile birkaç kola ayrılır ve hepsine ‘Şeyhu’l-Meşayih’ ya da ‘Emîr’ unvanı
verilen bir genel başkan riyaset ederdi.
Cahiliye Devrinde Araplar hürler, esirler
ve mevali olmak üzere üç sosyal sınıfa ayrılmışlardı. Hürler, aile topluluğunun
veya kabilenin ortak adını taşıyan eşit haklara sahip kimselerdi. Bunlar
birlikte göç eder, savaşır ve aynı seviyede bir hayat standardını paylaşırlardı.
Ancak bunlar arasında kâhinler, şairler ve savaşlarda kahramanlık göstererek
meşhur olanlar diğerlerinden üstün bir konumda idiler. Mekke’de Kusay soyundan
olanlar da hürlerin üstünde bir sınıf teşkil ediyorlardı.
Esirler sınıfı ise savaşlarda tutsak edilen
veya pazarlardan satın alınan köle ve cariyelerden oluşurdu. Bunlar, hürlerin
sahip oldukları haklardan mahrum idiler. Mal ve eşya gibi alınıp satılır, miras
yoluyla varise intikal eder, hediye olarak sunulur veya gelin mehri olarak
verilirdi. Cariyelerden doğan çocuklar da esir veya cariye sayılırdı. Bunlara
çok kötü muameleler reva görülür, hayvanlardan bile daha aşağı tutulurlardı.
Sahibi tarafından ölünceye kadar dövülebilir, kulağı - burnu kesilebilir, gözü
çıkarılabilir, hatta öldürülebilirlerdi.
Mevali sınıfı, esirler ve hürler arasında
orta bir sınıftı. Genel olarak azat edilmiş köleler ve cariyelerden meydana
gelirdi. Azat edilen köle, azat edenin mevlası olur, bir nevi akrabalık
kazanarak onun kabilesine intisap etmiş sayılırdı. Ama yine de hürlerin sahip
olduğu bütün haklara sahip olamazlardı. Mesela mevla, hür bir kimseyle
evlenemezdi. Bunların diyeti ve kısas cezaları hür kimselere oranla yarı yarıya
düşük tutulurdu. Köle azat etme işlemi ‘mükâtebe’ denilen karşılıklı satış
anlaşmasıyla olduğu gibi, hiçbir şarta bağlı olmadan efendinin serbest
bırakması suretiyle de gerçekleşebiliyordu.
Yerleşik düzen bakımından Araplar iki kısma
ayrılıyordu: Çölde göçebe hayatı yaşayan bedevîler ve yerleşik düzene geçmiş
olan şehirliler. Bedevîler geçimlerini hayvancılıkla sağlarlardı. Meşru olan
başka bir geçim kaynakları yoktu. Hayvanlarının etlerini yer, sütlerini içer,
yünlerinden elbise yapıp giyerlerdi. Hayvanlarına verimli otlaklar bulmak için
onlarla beraber, zaman zaman gezip dururlardı. Hayvanlarından elde edemedikleri
ürünleri ise (meyve, hurma v.b.) hayvanlarıyla mübadele ederek satın alırlardı.
Bunların meşru olmayan bir başka geçim vasıtaları daha vardı ki o da ‘gasp ve
talan’ idi. Düşman oldukları bir kabileye saldırır, onların hayvanlarını ve
mallarını ganimet gibi gasp eder, kadın ve çocuklarını esir alırlardı. Diğer
bir kabile de onları gözetler, yaptıklarının aynısını onlara yapardı. Hatta
saldıracak düşman kabile bulamadıklarında aynı kabile mensuplarının kendi
aralarında savaştıkları da olurdu.
Şehirlere gelince, onlar bedevîlerden biraz
daha ileri bir hayat düzeyine sahiptiler. Şehirlerde oturur, ticaret veya
ziraat ile uğraşırlardı. Ancak medeniyet yönüyle bunların bedevîlerden pek
farkları yoktu. Adet, gelenek ve görenekler aynı idi. Sadece iktisadî durumları
farklıydı.
Cahiliye devrinde kadın, gerçekten çok
perişan bir durumdaydı. Bu dönemde, bir âile içerisinde erkekle hanımı
arasındaki muamele, efendi ile kölesi arasındaki muameleden pek farklı
değildi.”[1]
Kısacası kabile düzeniyle işleyen Cahiliye
toplumunda ahlakî değerler yozlaşmış, hak ve adalet rafa kaldırılmış, güçlünün
her zaman haklı olduğu bir sistem kurulmuştu. Güçlü kabileleri zayıf olanlara
saldırmaktan alıkoyacak herhangi bir ahlakî ya da hukukî müeyyide olmadığı için
savaş, zulüm, gasp ve talan eksik olmuyordu. Böylece zayıf olan kabilelerin
mensupları sürekli olarak baskı ve zulüm altında inliyorlar; kendilerini güven
içinde hissetmiyorlardı. Bu güvensiz ortamdan dolayı mütamadiyen korku ve
endişe içinde yaşıyorlardı. Bazı nadir istisnalar olsa da Kur’an-ı Kerim’in
nazil olduğu sırada Hicaz’da genel tablo böyleydi.
İşte böyle bir dönemde nazil olan Kur’an-ı
Kerim, onu hayata aktaran Allah Resûlü’nün (s) marifetiyle kısa bir sürede kötü
ahlak, adet ve uygulamaları ortadan kaldırıp onların yerine güzel olanları
getirmiş; zulüm, korku ve endişeyi adalet ve güvene tebdil etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in bu değişimin ana aktörü
ve temel faktörü olduğu hiçbir şüpheye mahal bırakmayan sosyolojik bir
gerçektir. O zaman burada üzerinde durulması gereken husus Kur’an-ı Kerim’in bu
değişimdeki rolünü değil de bunu hangi unsurlar vasıtasıyla gerçekleştirdiğini
ortaya koymaktır. Bu unsurlardan en önemli olanlarını şu başlıklar altında
özetlemek mümkündür:
1-Allah ve Ahiret inancı
Herkesçe malum olduğu üzere Kur’an-ı Kerim
ferdin ıslahına önce inanç sisteminden başlamıştır. Kâinattan getirdiği
delillerle iman esaslarının iki temel rüknü olan tevhid ve ahiret inancını
müminlerin kalbine yerleştirmiştir. İnsana başıboş olmadığı, her zaman her şeyi
bilen ve gören bir yaratıcının murakabesi altında olduğu; bütün yaptıklarının
hesabını vereceği şuurunu vermiştir. Bu şuuru başta günde beş vakit namaz olmak
üzere diğer ibadetlerle devamlı olarak teyit edip canlı tutmuştur. Elbette ki böyle bir şuura sahip olan bir
Müslüman’dan aynı değerlere inansın ya da inanmasın hiçbir kimseye zarar
gelmez. Böyle bir insandan herkes emin olur. Nitekim Allah Resûlü (s)
Müslüman’ın bu vasfını “Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden salim
oldukları kişidir. Mümin, insanların malları ve canları konusunda kendisinden emin
oldukları kişidir.”[2] buyurmak suretiyle güzelce
özetlemiştir.
2-Kardeşlik Şuuru
Kur’an-ı Kerim bütün müminlerin kardeş olduklarını beyan
buyurmuş;[3] Allah Resûlü (s) de
hicretten sonra Medine’de Muhacir ile Ensar’ı kardeşleştirme uygulamasında
görüldüğü gibi bütün hayatı boyunca bu şuuru büyük bir hassasiyet göstererek
canlı tutmaya gayret etmiş; toplumda adeta nesep kardeşliğinden daha ileride
bir kardeşlik tesis etmiştir. “Mümin kendi
nefsi için istediğini mümin kardeşi için de ister.”[4]
buyurarak empatiye dayalı güzel bir ölçü vermiştir. Dolayısıyla bir Müslüman,
başkasını nefsi gibi gören hatta “fedakârlık yaparak mümin kardeşini kendi nefsine tercih eden”[5]
birinden asla endişe duymaz.
3-Kul Hakkına Riayet[6]
Güven toplumunun oluşmasında kul hakkını
gözetmenin büyük bir rolü vardır. Zira bu şuura sahip olan bir insan asla bir
başkasının hukukuna tecavüze yeltenmez. Böylece diğer insanlar ondan emin
olurlar. Bundan ötürü Allah Resûlü (s) bu husus üzerinde titizlikle durmuştur. Kul
hakkı denince “bir insanın maddî ve manevî bütün hakları” bu kavramın içine
girmektedir. Birisinin gıybetini yapmak, yani arkasından aleyhinde konuşmak,
hoşlanmayacağı şeylerle onu anmak kul hakkı olduğu gibi; borcunu ödememek,
başkasının malını gasp etmek veya çok küçük bile olsa herhangi bir insana maddî
bir zarar vermek de kul hakkıdır. Hatta kötü vücut kokusuyla başkalarını
rahatsız etmek[7],
yoldan geçen insanlara eziyet vermek de kul hakkıdır ve Allah Resûlü (s)
bunlardan insanları sakındırmıştır.[8]
Kul hakkına riayet etmenin ne denli önemli
olduğunu gösteren en büyük göstergelerden birisi Allah’ın kulların arasındaki
muameleler sonucu ortaya çıkan haksızlıkları affetme yetkisini bizzat
kendilerine haksızlık yapılan kullarına vermesidir. Allah kendi hakkı dairesine
giren, şirkin dışındaki bütün suçları (ibadetlerin aksatılması veya yerine
getirilmemesi gibi) dilediği takdirde affetmektedir.[9] Ama bir kuluna yapılan en
ufak bir haksızlığı, mağdur ve mazlum olan o kulun kendisi affetmedikçe Allah
da affetmemektedir. Bu kişi, peygamberlikten sonra manevî derecelerin en
yükseği olan şehitlik mertebesine çıkmış biri dahi olsa “Borç hariç, şehidin
bütün günahları affedilir.”[10] meâlindeki hadiste ifade
edildiği gibi onun üzerindeki kul hakkı affedilmez. İşte, önemli kul
haklarından biri olan borç, şehidin bütün günahlarının affedilmesinden sonra
sırtında kalan “tek yük” olma özelliğini taşımaktadır. Kişinin bir kişiye olan
borcunu ödemeden ve ödeyecek karşılık da bırakmadan ölmesinin “en büyük
günahlardan hemen sonra gelen büyük bir günah olduğunu”[11] ifade eden Allah Resûlü (s)
borcun ödenmesinin güzel bir şey olduğunu da şöyle dile getirmektedir: “Sizin
en hayırlınız borcunu en güzel şekilde ödeyendir.”[12]
Sadece borcun değil bütün kul haklarının
ölümden önce ödenmesi veya sahibine affettirilmesi gerektiğini, aksi takdirde
mahşer günü karşılıklı hesaplaşmanın vuku bulacağını şu hadis bize açıkça
bildirmektedir: “Kimin üzerinde, ırz veya başka bir şeyden dolayı kardeşinin
bir hakkı varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı gün, (mahşer günü) gelmeden önce
bugün burada helalleşsin. Aksi takdirde o gün onun salih bir ameli varsa, o
zulmü nisbetinde alınır (zulmettiği kişiye verilir). Eğer iyilikleri yoksa
(zulmettiği) arkadaşının günahından alınır ve bu günah kendisine yüklenir.”[13]
Buna benzer bir hadis-i şerif de şöyledir:
“Ümmetimden müflis olan o kimsedir ki, kıyamet günü namazı, orucu ve zekâtı
olduğu halde gelir. Ancak birine küfretmiş, diğerinin kanını dökmüş, bir
başkasının da malını yemiştir. Bu kişinin iyilikleri, şuna, buna, öbürüne
dağıtılır. Üzerindeki borçlar (haklar) bitmeden iyilikleri tükenirse, onların
(haksızlık yaptığı kimselerin) günahlarından alınır, bu kişinin üzerine
yüklenir ve böylece cehenneme atılır.”[14]
İşte bu hadis-i şerif açıkça göstermektedir
ki bir Müslüman’ın Allah rızasına nail olup cenneti kazanması, sadece
ibadetleri yerine getirmesiyle mümkün olmamaktadır. İbadetleri koruyan ve bir
nevi sigorta eden şey, “kişinin diğer insanların haklarını gözetmesi ve onlara
haksızlık yapmamasıdır.”
Müslüman bir kimse tüm insanların haklarına
riâyet etmelidir. Ancak onun, devamlı beraber olduğu veya aynı çevrede yaşadığı
insanların haklarını daha fazla gözetmesi gerektiğini, komşu haklarıyla ilgili
şu hadisler bildirmektedir:
“Hz. Cebrail (a.s.), komşu hakkında bana
o kadar çok tavsiyede bulunmaya devam etti ki, komşuyu komşuya mirasçı
yapacağını zannettim.”[15]
“Kim (herhangi bir Müslüman’a canı,
malı, ırzı yönünden bir) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim (haksız
yere Müslüman’lara husumet edip onlara) sıkıntı verirse Allah da ona sıkıntı ve
zorluk verir.”[17]
4-Dürüst
Olmak
Dürüstlük
karşıdaki insana güven veren önemli vasıflardan biridir. Bu nedenle güven
toplumunun temel taşlarından biri olan bu vasıf aynı zamanda Müslüman’ın da
imandan sonraki daha doğrusu imanın neticesinde hasıl olan birinci vasfıdır.
Zira Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde imandan sonra salih ameli
zikrederken iki yerde bunun yerine “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da
istikamet üzere olanlar/dürüst olanlar…” buyurmak suretiyle bu hakikate işaret
etmektedir:
Şüphesiz “Rabbimiz Allah’tır” deyip de, sonra
dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki:
“Korkmayın, üzülmeyin, size (dünyada iken) vaad edilmekte olan cennetle
sevinin!”[18]
Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru
olanlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.[19]
Kısaca
söylemek gerekirse Kur’an’ın müminlerde aradığı ilk ve en önemli ahlakî değer
dürüstlüktür.[20] Dürüst olmak,
kişinin söz ve davranışlarında doğru olması demektir. Başka bir deyişle dürüst
olan bir kişi, insanları aldatmaya ve yanıltmaya yönelik her türlü söz ve
davranıştan uzaktır. Dolayısıyla bu ahlakî değeri taşıyan bir Müslüman,
samimidir ve ihlas sahibidir;[21] davranışlarında
Allah’ın rızasından başka bir şey gözetmez.[22] İnsanlara
riyakârlık yapmaz. Güzel ve doğru söz söyler;[23] yalan söylemez;[24] verdiği sözde durur[25]; yeminini yerine
getirir;[26] emanete riayet eder;[27] ölçü-tartıda ve
ticarette hile yaparak insanları kandırmaz;[28]
böylece müşterilerin kendisine güvendikleri, varsa malının ayıbını söyleyen,
malını fahiş fiyata satmayan, malları piyasadan çekip stoklayarak arzı kısmak
suretiyle fiyatların yükselmesini tetiklemeyen ticarî ahlak sahibi bir tüccar
olur.[29]
5-Adil
Olmak
Ferdin toplumdaki diğer bireylere ve siyasî otoriteye
güvenmesinin teminatı olan adalet, Kur’an-ı Kerim’in önemle vurguladığı
kavramlardan biridir. Bunun için Allah birçok ayette Müslümanlara adil
olmalarını emretmektedir.[30]
Bu emir, aynı zamanda sosyal ilişkilerde hakkaniyete uygun davranmayı da içine
almaktadır.[31]
Adalet üzerinde bu kadar durulmasının sebebi onun barış ve
huzuru sağlayarak güven toplumunu inşa eden ve onu ayakta tutan temel
değerlerden biri olmasıdır.[32]
6-İnsanlara
İyi Davranmak
İdeal
bir fert, hem kendisiyle hem de toplumla barışık olan bir insandır. Böyle bir
insan hem kendi nefsine hem de diğer insanlara iyi davranır. Bunun içindir ki
Kur’an, insana hemcinslerine iyi davranmasını emretmektedir.[33] Birbirlerine iyi
davranan fertlerden oluşan bir toplum şüphesiz güvenin hâkim olduğu bir
toplumdur. Hedeflerinden birisi de böyle bir toplum inşa etmek olan Kur’an-ı
Kerim, bu emrin hakkıyla yerine getirilebilmesi için gerekli olan şu temel
prensipleri koymuştur:[34]
İyiliği tavsiye edip kötülüklere engel olmak;[35] iyilikte
yardımlaşmak;[36] iyiliği başa
kakmamak;[37] kusurları affetmek;[38] fedakârlık yaparak diğer insanları kendi nefsine tercih etmek;[39]
kötülüğü iyilikle ve güzellikle savmak;[40]
insanlarla alay etmemek;[41] kötü lakap
takmamak;[42] başkalarının
ayıplarını ve gizli hallerini araştırmamak;[43] iftira atmamak;[44] laf taşımamak;[45] fitne ve fesat
çıkarmamak.[46]
7-İffetli Olmak
Özellikle aile içinde güveni sağlayan ve hem aile düzenini,
hem de toplum düzenini temin eden unsurlardan biri de fertlerin iffetli
olmasıdır. Eşlerden birinin bile iffetsiz olması, karşılıklı güvenin yok olması
ve boşanmayla sonuçlanacak bir sürecin başlaması için yeterli olmaktadır.
Yapılan araştırmalar, günümüzde boşanmaların en önemli ve en birinci sebebinin
eşlerin birbirlerini aldatmaları olduğunu göstermektedir. İşte bu nedenle,
toplumun çekirdeği olan ailenin sağlam temeller üzerine bina edilmesini ve onun
özenle korunmasını amaçlayan Kur’an, müminlere iffetli olmalarını
emretmektedir.[47]
Kur’an-ı Kerim’in bu konudaki emirlerinde dikkat çeken bir
husus vardır. O da şudur: Kur’an “Zina etmeyin!” emri yerine “Zinaya
yaklaşmayın!” ifadesini tercih etmiştir. Bu da bireyi zinaya götürecek
vesilelerin de haram olduğuna ve onlardan da kaçınılması gerektiğine delalet
etmektedir.[48]
8-Su-i
Zan ve Gıybetten Uzak Durmak
İnsanlar
arasındaki güven unsurunu zedeleyen önemli sebeplerin başında su-i zan ve
gıybet gelmektedir. Birisi hakkında kötü düşünceler besleyen bir kişi, bu
yanlış zannı sebebiyle o kişinin olumlu davranışlarını dahi kötüye yorabilir.
Bu da ona karşı kötü davranmaya kadar varan sonuçlar doğurabilir. Bir kişinin
bulunmadığı ortamda “duyduğunda hoşlanmayacağı şeyleri söylemek” diye tarif
edilen gıybet ise su-i zandan daha kötü bir iştir. Gıybet insanlar arasındaki
güzel ilişkilerin bozulmasına, karşılıklı saldırılara hatta bazen cinayetlere
dahi sebep olabilecek bir potansiyele sahiptir. Bundan dolayıdır ki Kur’an-ı
Kerim hem su-i zannı hem de gıybeti yasaklamıştır.[49] Böylelikle toplumda
güveni sarsan iki dehşetli tehlikeyi bertaraf etmiştir.[50]
9-Kıskanç
Olmamak
Bir
kişi de bulunan nimetin kendisinde de olmasını istemek demek olan “gıpta”
caizdir. Ancak bir nimetin kendinden başka herhangi bir kimseye verilmesine
tahammül edemeyip “O nimet neden bana değil de ona verildi? Onda olmasın, bende
olsun!” diyerek adeta kadere itiraz edercesine feveran etmek kıskançlıktır ve
haramdır.[51] İslam literatüründe
“hased” diye adlandırılan kıskançlık, sahibini için için kemirip her zaman
huzursuz ve rahatsız eder. Bazen de kıskanılan kişiye zararı dokunur. Bu
nedenle güven duygusunun yok olmasına sebep olur.
Müslüman
kıskanç olamaz. Çünkü o daha önce de zikrettiğimiz gibi Peygamberimizin (s)
ifadesiyle “kendi nefsi için istediğini
mümin kardeşi için de ister.”[52] Çünkü onun
kalbindeki iman, hasedin orada barınmasına izin vermez. Zira Peygamberimiz (s) “İman ve hased, bir kulun kalbinde bir arada
bulunmaz.”[53] buyurmuştur. Ayrıca
hiçbir Müslüman güzel amellerinin boşa gitmesini istemez. Zira yine
Peygamberimizin (s) ifadesiyle “hased,
ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer, bitirir.”[54] Dolayısıyla hiçbir
akıl sahibi yaptığı iyiliklerin boşa gitmesini istemez.[55]
10-Can Güvenliğini Sağlamak
Kur’an-ı Kerim önce insanın ve insan
hayatının değerini ortaya koymuş; akabinde de böylesine değerli bir hayatı yok
etmeyi yasaklayarak korunması için hukukî müeyyideler getirmiştir. İnsanın ve
insan hayatının değerli olduğunu beyan eden bazı ayetler şöyle sıralanabilir:[56]
“Gerçekten biz Adem oğullarını şerefli
kıldık. Onlara, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar ihsan ettik,
temiz ve helal rızıklar verdik ve onları, yarattığımız varlıkların çoğundan
üstün kıldık.”[57]
“O vakit meleklere “Âdem’e secde edin!”
dedik. İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. İblis bunu yapmadı,
kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” [58]
“Andolsun ki sizi yarattık,
sonra size şekil verdik. Sonrada meleklere “Âdem’e secde edin!” diye emrettik.
İblis’in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.”[59]
“İşte bundan dolayı, İsrail oğullarına
kitapta şunu bildirdik: Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir
kişiyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir kişinin
canını kurtarırsa, sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur.” [60]
Gerçekten insan hayatının değerini, onu yok
etmenin cezasını ve devamına vesile olmanın mükâfatını bu âyetten daha güzel
ifade edecek başka bir söz bulmak mümkün değildir. Ona hayat bahşeden
yaratıcısının rızası olmadan haksız bir şekilde bir cana kıymak, Allah’ın en
mükemmel sanat esereni söndürmek ve en büyük nimetin zevaline yol açmak
olduğundan, sanki bütün insanları öldürmek gibi büyük bir cinâyettir. Aynı
şekilde, bu harikulâde şaheserin parıldamasına ve bu en büyük nimetin devamına
sebebiyet vermek de sanki bütün insanların hayatını kurtarmak gibi büyük bir
iyiliktir.
Madem ki Kur’an-ı Kerim’in nazarında insan
hayatı bu kadar önemlidir, öyleyse onu korumak için Kur’an ne gibi tedbirler
getirmiştir? Böyle bir soruya verilecek cevaplar arasında şüphesiz ilk akla
gelen “kısas” hükmüdür. Maktulun varisleri diyete razı olmadıkları müddetçe,
haksız yere adam öldürün kişiye ölüm cezası verilir.[61] Bu ceza ilk bakışta “bir
başka hayatın da yok edilmesi” anlamına gelse de hakikatte öldürüleceğini kesin
olarak bilen kişileri adam öldürmekten büyük ölçüde vazgeçireceği için, pek çok
hayatın devamına sebep olan caydırıcı ve adil bir cezadır ki bu hususu Kur’an-ı
Kerim “sizin için kısasta hayat vardır”[62] âyetiyle gâyet veciz bir
şekilde ifade etmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de adam öldürme ve yine buna
benzer bir suç olan isyan edip dağa çıkarak yol kesme, adam öldürme, malı gasp etme
suçundan[63]
başka herhangi bir cürüm için “idam cezası” zikredilmez.
Kur’an-ı Kerim baştan beri bir kısmını
zikretmeye çalıştığımız ahlakî ve hukukî müeyyideler sonucunda İslam toplumunda
can güvenliğini tam olarak tesis etmiştir. Şu rivayet bunun en güzel
örneklerinden biridir:
“Allah Resûlü (s), hicretin dokuzuncu veya
onuncu senesinde kendi yanına gelmiş bulunan ve o anda Hıristiyan olan, Tayy kabilesinden
cömertliği ile meşhur Hâtem-i Taî’nin oğlu Adiyy’e Müslüman olmasını teklif
ederken, fetihlerle İslâm devletinin sınırları genişlese bile, can güvenliğinin
devam edeceğini, diğer bazı müjdelerle beraber şöyle haber vermektedir: “Ey
Adiyy, İslâm’a gir, selâmeti bul! İslâm’ı kabul etmene mani olan
etrafımdakilerin zayıflığı ise şunu bil ki, kısa bir müddet sonra bütün
insanların tek bir cemaat olduğunu; Hȋre’den[64]
devesine binen bir kadının hiçbir himayeye ihtiyaç duymadan tek başına,
korkusuzca Beytullah’ı tavaf edeceğini, göreceksin. Yine göreceksin ki yakında
Kisrâ’nın hazineleri bize açılacak. Kisrâ’nın hazineleri bize açılacak.
Öyle ki kişi, ‘zekâtımı kime vereyim’ diye sıkıntıda kalacak. Bunları nakleden
Adiyy der ki: Allah Resûlünün (s) haber verdiklerinden ikisini gördüm: Kadın
korkusuzca seyahat edip Beytullah’ı ziyaret edebilmektedir. Kisrâ’nın
hazinelerini fethetmek üzere yapılan ilk savaşa bizzat kendim katıldım. Yemin
ederim ki Allah Resûlünün (s.) söylediği üçüncü şey de gerçekleşecektir.” [65]
11-Mal Güvenliğini Sağlamak
Kur’an-ı Kerim’in ve Hz. Peygamber’in (s)
toplumda mal güvenliğini sağlamak için getirdikleri en önemli hüküm ve
tedbirlerin bazıları şöyle sıralanabilir:[66]
a-Haksız sebeplerle, gayr-i meşru yollarla insanların
mallarının yenmesi yasaklanmıştır.[67]
c-Yol kesip soygun yapmak da haram olup büyük bir cürümdür.[69]
d-Gasp, hırsızlık gibi haram olan suçlardandır.[70] Özellikle kamu malını gasp (gulül) çok daha
büyük bir cürümdür.[71]
e-Yersiz tüketim ve harcama demek olan malın en önemli itlaf
sebeplerinden biri sayılan israf haramdır.[72]
f-Malını koruyamayıp israfla ona zarar veren, malını nerede
ve nasıl kullanacağını bilmeyen kimseler, mallarındaki tasarruf haklarından men
edilirler.[73]
g-Bütün bunların yanı sıra kişinin özel mülkiyetini koruma
hakkı vardır, hatta bu bir görevdir. Bu uğurda ölen kimse şehittir.[74]
12-Ailenin Korunması
İslâm dini, toplumun temelini ve
çekirdeğini oluşturan ailenin sağlam bir yapıya kavuşturulması, bu sağlam
yapının korunarak devam ettirilmesi ve böylece güven toplumunun oluşması için
gerekli olan tedbirleri almıştır. Bu tedbirler, nikâh akdine karar verme
aşamasından başlayıp aile fertlerinin ölümüne kadar uzanan geniş bir yelpazeye
yayılmaktadır. Bunların en önemli olanlarını şu şekilde özetlemek mümkündür:[75]
a-Birbirlerine denk olması istenen
müstakbel eşlerin birbirlerini görerek ve (meşrû daire içinde kalmak şartıyla)
tanıyarak kendi hür iradeleri ile evlenmeye karar vermeleri, evliliğin sağlam
bir zemine oturması için atılan ilk adımdır.
b-Evlilik eşler arasındaki karşılıklı
sevgi, saygı, güven ve hoşgörü neticesinde ortaya çıkacak olan “güzel bir
geçim” havası içerisinde sürdürülmelidir.[76]
c-Karşılıklı iyi niyet ve bütün gayretlere
rağmen, “ebediyen devam etmesi esası” üzerine kurulan evlilikte anlaşmazlıklar
çıkacak olursa, tayin edilen birer hakem aracılığı ile bu pürüzler giderilip
âile yuvasının dağılmasına engel olunmalıdır.[77]
d-Aile fertleri arasında, özellikle,
yaşlılara karşı sevgi, saygı ve yardımlaşmada kusur edilmemelidir.[78]
e-Aile fertleri, mümkün olduğu kadar
birbirlerinden uzun müddet ayrı kalmamalıdırlar. Çünkü bu, aile bağlarının
gevşemesine ve zamanla kopmasına sebep olur: “Yolculuk azaptan bir parçadır.
Her birinizin yiyeceğine, içeceğine ve uykusuna mani olur. Öyleyse işini
bitiren, âilesine dönmede acele etsin.” [79]
f-Boşanma, helal olan hükümler arasında en
arzu edilmeyen şeydir: “Allah’ın en sevmediği helal talaktır.”[80] Dolayısıyla ailenin dağılmaması için gerekli
olan bütün fedakârlıklara katlanılmalıdır. Buna rağmen boşanma sonucu dağılan aile,
çocukların yetiştirilmesi gibi ortak sorumluluk isteyen durumlarda bir araya
gelip anlaşmalı, karşılıklı muamelelerinde fazileti unutmamalıdırlar.[81]
g-Maddî imkansızlıklar, boşanma ve diğer
herhangi bir sebepten dolayı, âile fertleri ve özellikle çocuklar, bakıma
muhtaç hale gelirlerse, bunların sorumlulukları topluma intikal eder.
Dolayısıyla nafaka masrafları devlet hazinesinden karşılanır. İşte bu hususu
açıkça vurgulayan bir hadis: “Ben her mümine, dünya ve ahirette insanların
en yakınıyımdır. Dilerseniz şu ayeti okuyun: ‘Peygamber müminlere öz
nefislerinden daha evladır (Peygamberin müminler üzerindeki hakkı, onların
bizzat kendi üzerlerindeki haktan daha fazladır.) Onun eşleri de müminlerin
anneleridir.’ (Ahzab, 33/6). Hangi mümin (vefatında) bir mal bırakırsa
mirasçıları ona varis olsunlar. (Vefat eden kimse, şayet) borç veya bakıma
muhtaç birini bırakmış ise, o da bana gelsin, ben onun mevlasıyım.” [82]
13-Mesken,
Özel Hayat, Irz ve Namusun Korunması[83]
Güven toplumunun oluşmasını sağlayan
en önemli unsurlardan biri de meskenin, özel hayatın, ırz ve namusun
dokunulmazlığıdır. Bundan dolayıdır ki Kur’an-ı Kerim özel hayatın
gizliliğine ve dokunulmazlığına özel bir önem verir ve bu işe meskene izinsiz
girmeyi (ki bu meskene tecavüz anlamına gelir) yasaklayarak başlar: “Ey iman
edenler, kendi evleriniz dışındaki evelere sahiplerinden izin isteyip onlara
selam vermeden girmeyiniz. Böyle yapmanız sizin için daha uygundur. Olur ki
düşünür, hikmetini anlarsınız. Şayet orada hiçbir kimse bulamazsanız size izin
verilmeden oraya girmeyiniz. Eğer size “müsait değiliz, geri dönün” denirse,
dönün. Bu sizin için daha nezih, daha münasiptir. Allah yaptığınız her şeyi
bilir.” [84]
Açıkça görülmektedir ki bu iki ayet mesken dokunulmazlığını tespit etmekte ve
meskenlere giriş adabını öğretmektedir.
Hz. Peygamberimiz (s) de aynı husus
üzerinde titizlikle durmuş ve bu konuda birçok tavsiyede bulunmuştur. Biz
burada bunlardan sadece birini zikretmekle yetineceğiz: “Rıb’î b. Hiraş, Benî
Âmir’e mensup bir adamdan naklediyor: Resûlullah (s) bir evde bulunduğu sırada,
o kişi izin istedi ve ‘Gireyim mi?’ dedi. Allah Resûlü (s) hizmetçisine, ‘Çık,
şuna izin istemesini öğret ve ona de ki şöyle söylesin: ‘Essalamü aleyküm,
girebilir miyim?’ O adam, bunu duydu ve ‘Essalamü aleyküm, girebilir miyim?’
dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s) ona izin verdi.”[85]
Kur’an-ı Kerim, meskeni sadece yabancılara
karşı tecavüzden korumakla yetinmeyip, aynı mesken içinde oturan veya çalışan
fertlerin de birbirlerinin odalarına girerken aynı şekilde mahremiyete riayet
etmelerini ve özellikle belli bazı vakitlerde izin istemelerini emretmektedir: “Ey
iman edenler! Ellerinizin altında bulunan köle ve hizmetçileriniz ile içinizden
henüz ergenlik çağına ermemiş çocuklarınız, odanıza girmek için şu üç vakitte
sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle vakti istirahat için
elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve bir de yatsı namazından sonra. İşte bu üç
vakit mahremiyet vakitlerinizdir. Bunların dışında izinsiz girmelerinde ne
sizin için, ne de onlar için bir mahzur yoktur... ” [86]
Mesken içi mahremiyet konusunda Hz.
Peygamberimizin (s) şu hadisi pek manidardır: Bir adam Resûlullah’a (s)
“annemin yanına girerken izin isteyeyim mi?” diye sordu. Allah Resûlü (s),
“evet” dedi. Adam, “ama ben onunla aynı evde beraber kalıyorum” deyince Allah
Resûlü (s) tekrar, “onun yanına girerken izin iste!” diye mukabele etti. Adam
“ben ona hizmet ediyorum” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s) şöyle buyurdu:
“Onun yanına girerken izin iste! Onu çıplak olarak görmen hoşuna gider mi?”[87]
Kur’an, özel hayatın gizli kalmasını ve
başkaları tarafından araştırılıp ortaya dökülmemesini emretmektedir: “Ey
iman edenler! Zandan çok sakının, çünkü zanların bir kısmı günahtır.
Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın...”[88]
Bu ayette yasaklanan tecessüs
(gizli hallerin araştırılması), özel hayatın mahremiyetini, sırlarını ve
insanların ayıplarını kapsamaktadır. Önceki ayetlerde olduğu gibi, bu ayetin manasını
ve hükmünü destekleyen pek çok hadis-ı şerif mevcuttur. Biz burada bunlardan
iki tanesini zikretmekle yetineceğiz:
“Kim Müslüman kardeşinin
ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter. Kim de Müslüman
kardeşinin ayıbını ortaya çıkarırsa, Allah da onun ayıbını ortaya çıkarır ve
evinin içinde onu rezil eder.”[89]
“Şayet bir kişi, izinsiz olarak seni
gizlice gözetleyip sırlarını öğrenmek isterse, sen de bir taş atıp onun gözünü
çıkarsan, bu hususta sana hiçbir günah yoktur.”[90]
İnsanların gizli hallerini araştırmak,
onların haberi ve izni olmadan onları gözetlemek her fert için yasaklandığı
gibi, bu işi çeşitli bahaneler ileri sürerek meşru göstermek suretiyle ya da
ellerindeki imkânları kullanarak hiç kimseye sezdirmeden çok gizli bir şeklide
yapacak olan idarecilere de yasaklanmıştır. Bu yasağı vurgulayan Hz. Peygamberimiz
(s) yasağa uyulmadığı takdirde ortaya çıkacak mahzurları da beyan etmektedir: “Şayet
idareci halkın mahrem ve gizli hallerini araştırırsa, onların ahlakını ve
düzenlerini bozar.”[91]
Bütün bu koruyucu tedbirlerin yanı sıra
İslâm nazarında kişinin canı gibi, ırz ve namusu da korunması gereken kutsal
değerlerden olup dokunulmazdır. Bu hususu Hz. Peygamberimiz (s) veda hutbesinde
şöyle dile getirmektedir: “Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir
gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, şu şehriniz nasıl mukaddes ve mübarek
bir şehir ise canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle mukaddes ve
dokunulmazdır, her türlü tecavüzden korunmuştur.”[92]
SONUÇ
Sonuç olarak özetle şunları söyleyebiliriz:
Kur’an-ı Kerim onu insanlara tebliğ ederek pratik hayata aktaran Allah Resûlü
(s) marifetiyle bedevî bir Cahiliye toplumunu yirmi üç sene gibi kısa bir süre
içinde medenî bir güven toplumuna dönüştürmüştür. Bu güven toplumunda ihtiyar
bir kadın kilometrelerce uzak bir mesafeden tek başına devesine binerek gelmiş
ve Kâbe’yi tavaf edip dönmüştür. Ancak Asr-ı Saadetten sonraki dönemlerde zaman
zaman Müslümanlar, Kur’an ve Sünnet ekseninden ayrıldıkları oranda bu güven
toplumundan uzaklaşmış; korku, endişe ve anarşi girdabına düşmüşlerdir.
Özellikle günümüzde bu uzaklaşma had safhaya ulaşmıştır. Örneğin dolmuşta
yalnız kalan bir genç kızımız hunharca katledilmiştir. Maalesef ticarî ahlak
diye bir şey kalmamıştır. Yazılı ve görsel basında çıkan haberlere göre daha
fazla kazanma hırsıyla yiyecek ve içeceklere zararlı, hatta kanser gibi
hastalıklara sebep olan birçok katkı maddesi ilave edilerek halkın sağlığı hiçe
sayılmaktadır. Buradan şu sonuç çıkmaktadır: Günümüzdeki güvensiz toplum, Asr-ı
saadetteki güven toplumundan ne kadar uzak ise günümüzdeki Müslümanların İslam’ı,
Ashab-ı Kiram’ın İslam’ından o denli uzaktır. Öyleyse acilen Müslümanlığımızı
sorgulamamız; Kur’an ve sahih sünneti hayatımızın merkezine yerleştirmek
suretiyle yeniden güven toplumunu inşa etmemiz gerekmektedir.
[1] Akdemir, Hikmet, İnsan Hak ve
Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, Şanlıurfa 2001, s.
12-13.
[2] Tirmizî, İman 12; Nesâî, İman 8.
[3] Hucurat 49/10.
[4] Buhari, İman 7; Müslim, İman 71;
Tirmizi, Kıyame 59.
[5] Haşr 59/9.
[6] Bkz. Akdemir, İnsan Hak ve
Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, s. 72-74.
[7] Ebû Davud, Taharet 128.
[8] Buharî, İsti’zan 2, Mezâlim 22; Müslim,
Libas 114, Ebû Davud, Edeb 13.
[9] Nisa, 4/116; Zümer, 39/53.
[10] Müslim, İmaret 118.
[11] Ebû Davud, Büyû 9.
[12] Buharî, İstikraz, 4, 6, 7, 13; Müslim,
Müsakat 118-122; Tirmizî, Büyû 75; Nesaî, Büyû 64.
[13] Buharî, Mezalim 10, Rikak 48; Tirmizî,
Kıyamet 2.
[14] Müslim, Birr 60.
[15] Buharî, Edeb 28; Müslim,
Birr 140; Ebû Davud, Edeb 132; Tirmizî, Birr 28.
[16] Müslim, İman 73.
[17] Ebû Davud, Akdiye 31.
[18] Fussilet 41/30.
[19] Ahkâf 46/13.
[20] Tevbe 9/19; Hud 11/112; Fussilet 41/30; Şurâ 42/15; Ahkâf 46/13.
[21] Zümer 39/14; Mümin 40/14, 65.
[22] Bakara 2/272; Rum 30/38-39; İnsan 76/9.
[23] Bakara 2/83; Nisâ4/9; Ahzâb 33/70.
[24] Bakara 2/10; En’âm 6/116; Tevbe 9/77,
90; Hac 22/30.
[25] Ra’d 13/20; İsrâ 17/34; İnsan 76/7.
[26] Bakara 2/27; Mâide 5/89; Ra’d 13/25; Nahl 16/91.
[27] Nisâ 4/58; Müminûn 23/8; Meâric 70732.
[28] En’âm 6/152; Hud 11/85; İsrâ 17/35;
Şuara 26/181; Rahman 55/9; Mutaffifîn 83/1-6.
[29] Bkz. Akdemir, Hikmet, Mesnevî’de
Kur’an Yorumları, İstanbul 2010, s. 171-172.
[30] Mâide 5/8, 42; A’râf 7/29, 181; Nahl
16/90; Şura 42/15.
[31] Nisâ4/135; Hucurât 49/9.
[32] Bkz. Akdemir, Mesnevî’de Kur’an
Yorumları, s. 174.
[33] Bakara 2/237; Nisâ 4/19; Talâk 65/6.
[34] Bkz. Akdemir, Mesnevî’de Kur’an
Yorumları, s. 175.
[35] Al-i İmrân 3/104, 110, 114; Tevbe 9/71,
112; Hac 22/41; Lokman 31/17.
[36] Mâide 5/2.
[37] Bakara 2/264; Müddessir 74/6.
[38] Al-i İmrân 3/134, 159; Mâide 5/13.
[39] Haşr 59/9.
[40] Ra’d 13/22; Müminûn 23/96; Kasas 28/54.
[41] Hucurât 49/11; Hümeze 104/1.
[42] Hucurât 49/11.
[43] Hucurat 49/12.
[44] Nisâ 4/112; Nur 24/11, 23.
[45] Kalem 68/11.
[46] Bakara 2/11, 27; Ra’d 13/25.
[47] İsrâ 17/32; Müminûn 23/5; Nur 24/30-31;
Furkan 25/68; Mümtehine 60/12; Meâric 70/29.
[48] Bkz. Akdemir, Mesnevî’de Kur’an
Yorumları, s. 177-178.
[49] Hucurât 49/12.
[50] Bkz. Akdemir, Mesnevî’de Kur’an
Yorumları, s. 178.
[51] Felak 113/5.
[52] Buhari, İman 7 ; Müslim, İman 71;
Tirmizi, Kıyame 59.
[53] Nesai, Cihad 8.
[54] Ebû Davud, Edeb 44; İbn Mace, Zühd 22.
[55] Bkz. Akdemir, Mesnevî’de Kur’an
Yorumları, s. 179.
[56] Bkz. Akdemir, İnsan Hak ve
Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, s. 20-22.
[57] İsra, 17/70.
[58] Bakara, 2/34.
[59] A’raf, 7/11.
[60] Mâide, 5/32.
[61] Bkz. Bakara, 2/178; Mâide, 5/45.
[62] Bakara, 2/179.
[63] Bkz. Mâide, 5/33.
[64] Kûfe’ye üç mil uzaklıkta olan bir
şehirdir. (Bkz. Yâkût el-Hamevȋ, Mu’cemu’l-Buldân, Beyrut 1995, II, 328.
[65] Ahmed b. Hanbel, IV, 257;
Akdemir, İnsan Hak ve Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü,
s. 83.
[66] Bkz. Akdemir, İnsan Hak ve
Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, s. 36-37.
[67] Bakara, 2/188; Nisa, 4/29.
[68] Mâide, 5/38.
[69] Mâide, 5/33.
[70] Buharî, Mezalim 13, Bed’ül-Halk
2; Müslim, Müsakat 141.
[71] Âl-i İmrân, 3/161; Müslim, İmaret
30.
[72] A’raf, 7/31; İsra, 17/26-27.
[73] Nisa, 4/5.
[74]Buharî, Mezalim 33; Müslim, İman 226; Ebû Davud,
Sünne 29; Tirmizî, Diyat 21; Nesâî, Tahrim 22, 23, 24; İbn
Mâce, Hudûd 21; Ahmed b. Hanbel, 1/79, 305; 2/163, 194.
[75] Bkz. Akdemir, İnsan Hak ve
Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, s. 35.
[76] “Onlarla güzelce geçinin!” (Nisâ,
4/19).
[77] Nisâ, 4/35.
[78] İsrâ, 17/23-24.
[79] Buharî, Umre 19, Cihad 136,
Et’ime 30; Müslim, İmaret 179, Muvatta’, İstizan 39.
[80] Ebû Davud, Talak 3.
[81] Bakara, 2/237.
[82] Buharî, Tefsir, Ahzab 1, Kefalet
5. İstikraz 11, Nafakat 15, Feraiz 4, 15, 25; Müslim, Feraiz 14.
[83] Bkz. Akdemir, İnsan Hak ve
Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, s. 30-31.
[84] Nur. 24/27-28.
[85] Ebû Davud, Edeb, 137.
[86] Nur, 24/58.
[87] Muvatta’, İstizan 1.
[88] Hucurat, 49/12.
[89] İbn Mâce, Hudûd 5.
[90] Buharî, Diyat 23; Müslim,
Adab 9.
[91] Ebû Davud, Edeb 37.
[92] Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2, Müslim,
Hac 194.
0 yorum:
Yorum Gönder