21 Nisan 2017 Cuma

Güven Toplumunun Oluşmasında Kur’an-ı Kerim’in Rolü

Prof. Dr. Hikmet AKDEMİR

Kur’an-ı Kerim’in insanlık tarihinde gerçekleştirdiği inkılabı tam olarak kavrayabilmek için nüzul zamanından önceki Cahiliye toplumunun bütün yönleriyle iyi bilinmesi gerekmektedir. Zira bu bilgi vasıtasıyla Kur’an-ı Kerim’in ve onu insanlara tebliğ edip pratik hayata aktaran Allah Resûlü’nün (s) böyle bir toplumu yirmi üç sene gibi kısa bir süre içinde nereden nereye getirdiği daha iyi anlaşılabilecektir.  

Cahiliye döneminde Hicaz’daki toplum hayatını genel hatlarıyla şöyle özetleyebiliriz:
“Cahiliye çağında Hicaz’da kuvvetli bir merkezî hükümet mevcut değildi. Halk kabileler halinde yaşardı. Her kabilenin ‘Şeyh’ adı verilen bir başkanı bulunur ve bu başkanlık babadan oğula geçerdi. Bazen bir kabile birkaç kola ayrılır ve hepsine ‘Şeyhu’l-Meşayih’ ya da ‘Emîr’ unvanı verilen bir genel başkan riyaset ederdi.
Cahiliye Devrinde Araplar hürler, esirler ve mevali olmak üzere üç sosyal sınıfa ayrılmışlardı. Hürler, aile topluluğunun veya kabilenin ortak adını taşıyan eşit haklara sahip kimselerdi. Bunlar birlikte göç eder, savaşır ve aynı seviyede bir hayat standardını paylaşırlardı. Ancak bunlar arasında kâhinler, şairler ve savaşlarda kahramanlık göstererek meşhur olanlar diğerlerinden üstün bir konumda idiler. Mekke’de Kusay soyundan olanlar da hürlerin üstünde bir sınıf teşkil ediyorlardı.
Esirler sınıfı ise savaşlarda tutsak edilen veya pazarlardan satın alınan köle ve cariyelerden oluşurdu. Bunlar, hürlerin sahip oldukları haklardan mahrum idiler. Mal ve eşya gibi alınıp satılır, miras yoluyla varise intikal eder, hediye olarak sunulur veya gelin mehri olarak verilirdi. Cariyelerden doğan çocuklar da esir veya cariye sayılırdı. Bunlara çok kötü muameleler reva görülür, hayvanlardan bile daha aşağı tutulurlardı. Sahibi tarafından ölünceye kadar dövülebilir, kulağı - burnu kesilebilir, gözü çıkarılabilir, hatta öldürülebilirlerdi.
Mevali sınıfı, esirler ve hürler arasında orta bir sınıftı. Genel olarak azat edilmiş köleler ve cariyelerden meydana gelirdi. Azat edilen köle, azat edenin mevlası olur, bir nevi akrabalık kazanarak onun kabilesine intisap etmiş sayılırdı. Ama yine de hürlerin sahip olduğu bütün haklara sahip olamazlardı. Mesela mevla, hür bir kimseyle evlenemezdi. Bunların diyeti ve kısas cezaları hür kimselere oranla yarı yarıya düşük tutulurdu. Köle azat etme işlemi ‘mükâtebe’ denilen karşılıklı satış anlaşmasıyla olduğu gibi, hiçbir şarta bağlı olmadan efendinin serbest bırakması suretiyle de gerçekleşebiliyordu.
Yerleşik düzen bakımından Araplar iki kısma ayrılıyordu: Çölde göçebe hayatı yaşayan bedevîler ve yerleşik düzene geçmiş olan şehirliler. Bedevîler geçimlerini hayvancılıkla sağlarlardı. Meşru olan başka bir geçim kaynakları yoktu. Hayvanlarının etlerini yer, sütlerini içer, yünlerinden elbise yapıp giyerlerdi. Hayvanlarına verimli otlaklar bulmak için onlarla beraber, zaman zaman gezip dururlardı. Hayvanlarından elde edemedikleri ürünleri ise (meyve, hurma v.b.) hayvanlarıyla mübadele ederek satın alırlardı. Bunların meşru olmayan bir başka geçim vasıtaları daha vardı ki o da ‘gasp ve talan’ idi. Düşman oldukları bir kabileye saldırır, onların hayvanlarını ve mallarını ganimet gibi gasp eder, kadın ve çocuklarını esir alırlardı. Diğer bir kabile de onları gözetler, yaptıklarının aynısını onlara yapardı. Hatta saldıracak düşman kabile bulamadıklarında aynı kabile mensuplarının kendi aralarında savaştıkları da olurdu.
Şehirlere gelince, onlar bedevîlerden biraz daha ileri bir hayat düzeyine sahiptiler. Şehirlerde oturur, ticaret veya ziraat ile uğraşırlardı. Ancak medeniyet yönüyle bunların bedevîlerden pek farkları yoktu. Adet, gelenek ve görenekler aynı idi. Sadece iktisadî durumları farklıydı.
Cahiliye devrinde kadın, gerçekten çok perişan bir durumdaydı. Bu dönemde, bir âile içerisinde erkekle hanımı arasındaki muamele, efendi ile kölesi arasındaki muameleden pek farklı değildi.”[1]
Kısacası kabile düzeniyle işleyen Cahiliye toplumunda ahlakî değerler yozlaşmış, hak ve adalet rafa kaldırılmış, güçlünün her zaman haklı olduğu bir sistem kurulmuştu. Güçlü kabileleri zayıf olanlara saldırmaktan alıkoyacak herhangi bir ahlakî ya da hukukî müeyyide olmadığı için savaş, zulüm, gasp ve talan eksik olmuyordu. Böylece zayıf olan kabilelerin mensupları sürekli olarak baskı ve zulüm altında inliyorlar; kendilerini güven içinde hissetmiyorlardı. Bu güvensiz ortamdan dolayı mütamadiyen korku ve endişe içinde yaşıyorlardı. Bazı nadir istisnalar olsa da Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu sırada Hicaz’da genel tablo böyleydi.
İşte böyle bir dönemde nazil olan Kur’an-ı Kerim, onu hayata aktaran Allah Resûlü’nün (s) marifetiyle kısa bir sürede kötü ahlak, adet ve uygulamaları ortadan kaldırıp onların yerine güzel olanları getirmiş; zulüm, korku ve endişeyi adalet ve güvene tebdil etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in bu değişimin ana aktörü ve temel faktörü olduğu hiçbir şüpheye mahal bırakmayan sosyolojik bir gerçektir. O zaman burada üzerinde durulması gereken husus Kur’an-ı Kerim’in bu değişimdeki rolünü değil de bunu hangi unsurlar vasıtasıyla gerçekleştirdiğini ortaya koymaktır. Bu unsurlardan en önemli olanlarını şu başlıklar altında özetlemek mümkündür:
1-Allah ve Ahiret inancı
 Herkesçe malum olduğu üzere Kur’an-ı Kerim ferdin ıslahına önce inanç sisteminden başlamıştır. Kâinattan getirdiği delillerle iman esaslarının iki temel rüknü olan tevhid ve ahiret inancını müminlerin kalbine yerleştirmiştir. İnsana başıboş olmadığı, her zaman her şeyi bilen ve gören bir yaratıcının murakabesi altında olduğu; bütün yaptıklarının hesabını vereceği şuurunu vermiştir. Bu şuuru başta günde beş vakit namaz olmak üzere diğer ibadetlerle devamlı olarak teyit edip canlı tutmuştur.  Elbette ki böyle bir şuura sahip olan bir Müslüman’dan aynı değerlere inansın ya da inanmasın hiçbir kimseye zarar gelmez. Böyle bir insandan herkes emin olur. Nitekim Allah Resûlü (s) Müslüman’ın bu vasfını “Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden salim oldukları kişidir. Mümin, insanların malları ve canları konusunda kendisinden emin oldukları kişidir.”[2] buyurmak suretiyle güzelce özetlemiştir.
2-Kardeşlik Şuuru
Kur’an-ı Kerim bütün müminlerin kardeş olduklarını beyan buyurmuş;[3] Allah Resûlü (s) de hicretten sonra Medine’de Muhacir ile Ensar’ı kardeşleştirme uygulamasında görüldüğü gibi bütün hayatı boyunca bu şuuru büyük bir hassasiyet göstererek canlı tutmaya gayret etmiş; toplumda adeta nesep kardeşliğinden daha ileride bir kardeşlik tesis etmiştir. “Mümin kendi nefsi için istediğini mümin kardeşi için de ister.”[4] buyurarak empatiye dayalı güzel bir ölçü vermiştir. Dolayısıyla bir Müslüman, başkasını nefsi gibi gören hatta “fedakârlık yaparak mümin kardeşini kendi nefsine tercih eden”[5]  birinden asla endişe duymaz.
3-Kul Hakkına Riayet[6]
Güven toplumunun oluşmasında kul hakkını gözetmenin büyük bir rolü vardır. Zira bu şuura sahip olan bir insan asla bir başkasının hukukuna tecavüze yeltenmez. Böylece diğer insanlar ondan emin olurlar. Bundan ötürü Allah Resûlü (s) bu husus üzerinde titizlikle durmuştur. Kul hakkı denince “bir insanın maddî ve manevî bütün hakları” bu kavramın içine girmektedir. Birisinin gıybetini yapmak, yani arkasından aleyhinde konuşmak, hoşlanmayacağı şeylerle onu anmak kul hakkı olduğu gibi; borcunu ödememek, başkasının malını gasp etmek veya çok küçük bile olsa herhangi bir insana maddî bir zarar vermek de kul hakkıdır. Hatta kötü vücut kokusuyla başkalarını rahatsız etmek[7], yoldan geçen insanlara eziyet vermek de kul hakkıdır ve Allah Resûlü (s) bunlardan insanları sakındırmıştır.[8]
Kul hakkına riayet etmenin ne denli önemli olduğunu gösteren en büyük göstergelerden birisi Allah’ın kulların arasındaki muameleler sonucu ortaya çıkan haksızlıkları affetme yetkisini bizzat kendilerine haksızlık yapılan kullarına vermesidir. Allah kendi hakkı dairesine giren, şirkin dışındaki bütün suçları (ibadetlerin aksatılması veya yerine getirilmemesi gibi) dilediği takdirde affetmektedir.[9] Ama bir kuluna yapılan en ufak bir haksızlığı, mağdur ve mazlum olan o kulun kendisi affetmedikçe Allah da affetmemektedir. Bu kişi, peygamberlikten sonra manevî derecelerin en yükseği olan şehitlik mertebesine çıkmış biri dahi olsa “Borç hariç, şehidin bütün günahları affedilir.[10] meâlindeki hadiste ifade edildiği gibi onun üzerindeki kul hakkı affedilmez. İşte, önemli kul haklarından biri olan borç, şehidin bütün günahlarının affedilmesinden sonra sırtında kalan “tek yük” olma özelliğini taşımaktadır. Kişinin bir kişiye olan borcunu ödemeden ve ödeyecek karşılık da bırakmadan ölmesinin “en büyük günahlardan hemen sonra gelen büyük bir günah olduğunu[11] ifade eden Allah Resûlü (s) borcun ödenmesinin güzel bir şey olduğunu da şöyle dile getirmektedir: “Sizin en hayırlınız borcunu en güzel şekilde ödeyendir.[12]
Sadece borcun değil bütün kul haklarının ölümden önce ödenmesi veya sahibine affettirilmesi gerektiğini, aksi takdirde mahşer günü karşılıklı hesaplaşmanın vuku bulacağını şu hadis bize açıkça bildirmektedir: “Kimin üzerinde, ırz veya başka bir şeyden dolayı kardeşinin bir hakkı varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı gün, (mahşer günü) gelmeden önce bugün burada helalleşsin. Aksi takdirde o gün onun salih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde alınır (zulmettiği kişiye verilir). Eğer iyilikleri yoksa (zulmettiği) arkadaşının günahından alınır ve bu günah kendisine yüklenir.[13]
Buna benzer bir hadis-i şerif de şöyledir: “Ümmetimden müflis olan o kimsedir ki, kıyamet günü namazı, orucu ve zekâtı olduğu halde gelir. Ancak birine küfretmiş, diğerinin kanını dökmüş, bir başkasının da malını yemiştir. Bu kişinin iyilikleri, şuna, buna, öbürüne dağıtılır. Üzerindeki borçlar (haklar) bitmeden iyilikleri tükenirse, onların (haksızlık yaptığı kimselerin) günahlarından alınır, bu kişinin üzerine yüklenir ve böylece cehenneme atılır.”[14]
İşte bu hadis-i şerif açıkça göstermektedir ki bir Müslüman’ın Allah rızasına nail olup cenneti kazanması, sadece ibadetleri yerine getirmesiyle mümkün olmamaktadır. İbadetleri koruyan ve bir nevi sigorta eden şey, “kişinin diğer insanların haklarını gözetmesi ve onlara haksızlık yapmamasıdır.”
Müslüman bir kimse tüm insanların haklarına riâyet etmelidir. Ancak onun, devamlı beraber olduğu veya aynı çevrede yaşadığı insanların haklarını daha fazla gözetmesi gerektiğini, komşu haklarıyla ilgili şu hadisler bildirmektedir:
Hz. Cebrail (a.s.), komşu hakkında bana o kadar çok tavsiyede bulunmaya devam etti ki, komşuyu komşuya mirasçı yapacağını zannettim.”[15]
Komşusu zararlarından emin olmayan kimse cennete giremez.”[16]
Kim (herhangi bir Müslüman’a canı, malı, ırzı yönünden bir) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim (haksız yere Müslüman’lara husumet edip onlara) sıkıntı verirse Allah da ona sıkıntı ve zorluk verir.”[17]
4-Dürüst Olmak
Dürüstlük karşıdaki insana güven veren önemli vasıflardan biridir. Bu nedenle güven toplumunun temel taşlarından biri olan bu vasıf aynı zamanda Müslüman’ın da imandan sonraki daha doğrusu imanın neticesinde hasıl olan birinci vasfıdır. Zira Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde imandan sonra salih ameli zikrederken iki yerde bunun yerine “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da istikamet üzere olanlar/dürüst olanlar…” buyurmak suretiyle bu hakikate işaret etmektedir:
Şüphesiz “Rabbimiz Allah’tır” deyip de, sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: “Korkmayın, üzülmeyin, size (dünyada iken) vaad edilmekte olan cennetle sevinin!”[18]
Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.[19]
Kısaca söylemek gerekirse Kur’an’ın müminlerde aradığı ilk ve en önemli ahlakî değer dürüstlüktür.[20] Dürüst olmak, kişinin söz ve davranışlarında doğru olması demektir. Başka bir deyişle dürüst olan bir kişi, insanları aldatmaya ve yanıltmaya yönelik her türlü söz ve davranıştan uzaktır. Dolayısıyla bu ahlakî değeri taşıyan bir Müslüman, samimidir ve ihlas sahibidir;[21] davranışlarında Allah’ın rızasından başka bir şey gözetmez.[22] İnsanlara riyakârlık yapmaz. Güzel ve doğru söz söyler;[23] yalan söylemez;[24] verdiği sözde durur[25]; yeminini yerine getirir;[26] emanete riayet eder;[27] ölçü-tartıda ve ticarette hile yaparak insanları kandırmaz;[28] böylece müşterilerin kendisine güvendikleri, varsa malının ayıbını söyleyen, malını fahiş fiyata satmayan, malları piyasadan çekip stoklayarak arzı kısmak suretiyle fiyatların yükselmesini tetiklemeyen ticarî ahlak sahibi bir tüccar olur.[29]
5-Adil Olmak
Ferdin toplumdaki diğer bireylere ve siyasî otoriteye güvenmesinin teminatı olan adalet, Kur’an-ı Kerim’in önemle vurguladığı kavramlardan biridir. Bunun için Allah birçok ayette Müslümanlara adil olmalarını emretmektedir.[30] Bu emir, aynı zamanda sosyal ilişkilerde hakkaniyete uygun davranmayı da içine almaktadır.[31]
Adalet üzerinde bu kadar durulmasının sebebi onun barış ve huzuru sağlayarak güven toplumunu inşa eden ve onu ayakta tutan temel değerlerden biri olmasıdır.[32]
6-İnsanlara İyi Davranmak
İdeal bir fert, hem kendisiyle hem de toplumla barışık olan bir insandır. Böyle bir insan hem kendi nefsine hem de diğer insanlara iyi davranır. Bunun içindir ki Kur’an, insana hemcinslerine iyi davranmasını emretmektedir.[33] Birbirlerine iyi davranan fertlerden oluşan bir toplum şüphesiz güvenin hâkim olduğu bir toplumdur. Hedeflerinden birisi de böyle bir toplum inşa etmek olan Kur’an-ı Kerim, bu emrin hakkıyla yerine getirilebilmesi için gerekli olan şu temel prensipleri koymuştur:[34] İyiliği tavsiye edip kötülüklere engel olmak;[35] iyilikte yardımlaşmak;[36] iyiliği başa kakmamak;[37] kusurları affetmek;[38] fedakârlık yaparak diğer insanları kendi nefsine tercih etmek;[39] kötülüğü iyilikle ve güzellikle savmak;[40] insanlarla alay etmemek;[41] kötü lakap takmamak;[42] başkalarının ayıplarını ve gizli hallerini araştırmamak;[43]  iftira atmamak;[44] laf taşımamak;[45] fitne ve fesat çıkarmamak.[46]
7-İffetli Olmak
Özellikle aile içinde güveni sağlayan ve hem aile düzenini, hem de toplum düzenini temin eden unsurlardan biri de fertlerin iffetli olmasıdır. Eşlerden birinin bile iffetsiz olması, karşılıklı güvenin yok olması ve boşanmayla sonuçlanacak bir sürecin başlaması için yeterli olmaktadır. Yapılan araştırmalar, günümüzde boşanmaların en önemli ve en birinci sebebinin eşlerin birbirlerini aldatmaları olduğunu göstermektedir. İşte bu nedenle, toplumun çekirdeği olan ailenin sağlam temeller üzerine bina edilmesini ve onun özenle korunmasını amaçlayan Kur’an, müminlere iffetli olmalarını emretmektedir.[47]
Kur’an-ı Kerim’in bu konudaki emirlerinde dikkat çeken bir husus vardır. O da şudur: Kur’an “Zina etmeyin!” emri yerine “Zinaya yaklaşmayın!” ifadesini tercih etmiştir. Bu da bireyi zinaya götürecek vesilelerin de haram olduğuna ve onlardan da kaçınılması gerektiğine delalet etmektedir.[48]
8-Su-i Zan ve Gıybetten Uzak Durmak
İnsanlar arasındaki güven unsurunu zedeleyen önemli sebeplerin başında su-i zan ve gıybet gelmektedir. Birisi hakkında kötü düşünceler besleyen bir kişi, bu yanlış zannı sebebiyle o kişinin olumlu davranışlarını dahi kötüye yorabilir. Bu da ona karşı kötü davranmaya kadar varan sonuçlar doğurabilir. Bir kişinin bulunmadığı ortamda “duyduğunda hoşlanmayacağı şeyleri söylemek” diye tarif edilen gıybet ise su-i zandan daha kötü bir iştir. Gıybet insanlar arasındaki güzel ilişkilerin bozulmasına, karşılıklı saldırılara hatta bazen cinayetlere dahi sebep olabilecek bir potansiyele sahiptir. Bundan dolayıdır ki Kur’an-ı Kerim hem su-i zannı hem de gıybeti yasaklamıştır.[49] Böylelikle toplumda güveni sarsan iki dehşetli tehlikeyi bertaraf etmiştir.[50]
9-Kıskanç Olmamak
Bir kişi de bulunan nimetin kendisinde de olmasını istemek demek olan “gıpta” caizdir. Ancak bir nimetin kendinden başka herhangi bir kimseye verilmesine tahammül edemeyip “O nimet neden bana değil de ona verildi? Onda olmasın, bende olsun!” diyerek adeta kadere itiraz edercesine feveran etmek kıskançlıktır ve haramdır.[51] İslam literatüründe “hased” diye adlandırılan kıskançlık, sahibini için için kemirip her zaman huzursuz ve rahatsız eder. Bazen de kıskanılan kişiye zararı dokunur. Bu nedenle güven duygusunun yok olmasına sebep olur.
Müslüman kıskanç olamaz. Çünkü o daha önce de zikrettiğimiz gibi Peygamberimizin (s) ifadesiyle “kendi nefsi için istediğini mümin kardeşi için de ister.”[52] Çünkü onun kalbindeki iman, hasedin orada barınmasına izin vermez. Zira Peygamberimiz (s) “İman ve hased, bir kulun kalbinde bir arada bulunmaz.”[53] buyurmuştur. Ayrıca hiçbir Müslüman güzel amellerinin boşa gitmesini istemez. Zira yine Peygamberimizin (s) ifadesiyle “hased, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer, bitirir.”[54] Dolayısıyla hiçbir akıl sahibi yaptığı iyiliklerin boşa gitmesini istemez.[55]
10-Can Güvenliğini Sağlamak
Kur’an-ı Kerim önce insanın ve insan hayatının değerini ortaya koymuş; akabinde de böylesine değerli bir hayatı yok etmeyi yasaklayarak korunması için hukukî müeyyideler getirmiştir. İnsanın ve insan hayatının değerli olduğunu beyan eden bazı ayetler şöyle sıralanabilir:[56]
Gerçekten biz Adem oğullarını şerefli kıldık. Onlara, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar ihsan ettik, temiz ve helal rızıklar verdik ve onları, yarattığımız varlıkların çoğundan üstün kıldık.[57]
O vakit meleklere “Âdem’e secde edin!” dedik. İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. İblis bunu yapmadı, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” [58]
“Andolsun ki sizi yarattık, sonra size şekil verdik. Sonrada meleklere “Âdem’e secde edin!” diye emrettik. İblis’in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.[59]
İşte bundan dolayı, İsrail oğullarına kitapta şunu bildirdik: Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir kişinin canını kurtarırsa, sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur. [60]
Gerçekten insan hayatının değerini, onu yok etmenin cezasını ve devamına vesile olmanın mükâfatını bu âyetten daha güzel ifade edecek başka bir söz bulmak mümkün değildir. Ona hayat bahşeden yaratıcısının rızası olmadan haksız bir şekilde bir cana kıymak, Allah’ın en mükemmel sanat esereni söndürmek ve en büyük nimetin zevaline yol açmak olduğundan, sanki bütün insanları öldürmek gibi büyük bir cinâyettir. Aynı şekilde, bu harikulâde şaheserin parıldamasına ve bu en büyük nimetin devamına sebebiyet vermek de sanki bütün insanların hayatını kurtarmak gibi büyük bir iyiliktir.
Madem ki Kur’an-ı Kerim’in nazarında insan hayatı bu kadar önemlidir, öyleyse onu korumak için Kur’an ne gibi tedbirler getirmiştir? Böyle bir soruya verilecek cevaplar arasında şüphesiz ilk akla gelen “kısas” hükmüdür. Maktulun varisleri diyete razı olmadıkları müddetçe, haksız yere adam öldürün kişiye ölüm cezası verilir.[61] Bu ceza ilk bakışta “bir başka hayatın da yok edilmesi” anlamına gelse de hakikatte öldürüleceğini kesin olarak bilen kişileri adam öldürmekten büyük ölçüde vazgeçireceği için, pek çok hayatın devamına sebep olan caydırıcı ve adil bir cezadır ki bu hususu Kur’an-ı Kerim “sizin için kısasta hayat vardır[62] âyetiyle gâyet veciz bir şekilde ifade etmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de adam öldürme ve yine buna benzer bir suç olan isyan edip dağa çıkarak yol kesme, adam öldürme, malı gasp etme suçundan[63] başka herhangi bir cürüm için “idam cezası” zikredilmez.
Kur’an-ı Kerim baştan beri bir kısmını zikretmeye çalıştığımız ahlakî ve hukukî müeyyideler sonucunda İslam toplumunda can güvenliğini tam olarak tesis etmiştir. Şu rivayet bunun en güzel örneklerinden biridir:
“Allah Resûlü (s), hicretin dokuzuncu veya onuncu senesinde kendi yanına gelmiş bulunan ve o anda Hıristiyan olan, Tayy kabilesinden cömertliği ile meşhur Hâtem-i Taî’nin oğlu Adiyy’e Müslüman olmasını teklif ederken, fetihlerle İslâm devletinin sınırları genişlese bile, can güvenliğinin devam edeceğini, diğer bazı müjdelerle beraber şöyle haber vermektedir: “Ey Adiyy, İslâm’a gir, selâmeti bul! İslâm’ı kabul etmene mani olan etrafımdakilerin zayıflığı ise şunu bil ki, kısa bir müddet sonra bütün insanların tek bir cemaat olduğunu; Hȋre’den[64] devesine binen bir kadının hiçbir himayeye ihtiyaç duymadan tek başına, korkusuzca Beytullah’ı tavaf edeceğini, göreceksin. Yine göreceksin ki yakında Kisrâ’nın hazineleri bize açılacak. Kisrâ’nın hazineleri bize açılacak. Öyle ki kişi, ‘zekâtımı kime vereyim’ diye sıkıntıda kalacak. Bunları nakleden Adiyy der ki: Allah Resûlünün (s) haber verdiklerinden ikisini gördüm: Kadın korkusuzca seyahat edip Beytullah’ı ziyaret edebilmektedir. Kisrâ’nın hazinelerini fethetmek üzere yapılan ilk savaşa bizzat kendim katıldım. Yemin ederim ki Allah Resûlünün (s.) söylediği üçüncü şey de gerçekleşecektir.” [65]
11-Mal Güvenliğini Sağlamak
Kur’an-ı Kerim’in ve Hz. Peygamber’in (s) toplumda mal güvenliğini sağlamak için getirdikleri en önemli hüküm ve tedbirlerin bazıları şöyle sıralanabilir:[66]
a-Haksız sebeplerle, gayr-i meşru yollarla insanların mallarının yenmesi yasaklanmıştır.[67]
b-Hırsızlık haram kılınmıştır.[68]
c-Yol kesip soygun yapmak da haram olup büyük bir cürümdür.[69]
d-Gasp, hırsızlık gibi haram olan suçlardandır.[70] Özellikle kamu malını gasp (gulül) çok daha büyük bir cürümdür.[71]
e-Yersiz tüketim ve harcama demek olan malın en önemli itlaf sebeplerinden biri sayılan israf haramdır.[72]
f-Malını koruyamayıp israfla ona zarar veren, malını nerede ve nasıl kullanacağını bilmeyen kimseler, mallarındaki tasarruf haklarından men edilirler.[73]
g-Bütün bunların yanı sıra kişinin özel mülkiyetini koruma hakkı vardır, hatta bu bir görevdir. Bu uğurda ölen kimse şehittir.[74]
12-Ailenin Korunması
İslâm dini, toplumun temelini ve çekirdeğini oluşturan ailenin sağlam bir yapıya kavuşturulması, bu sağlam yapının korunarak devam ettirilmesi ve böylece güven toplumunun oluşması için gerekli olan tedbirleri almıştır. Bu tedbirler, nikâh akdine karar verme aşamasından başlayıp aile fertlerinin ölümüne kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayılmaktadır. Bunların en önemli olanlarını şu şekilde özetlemek mümkündür:[75]
a-Birbirlerine denk olması istenen müstakbel eşlerin birbirlerini görerek ve (meşrû daire içinde kalmak şartıyla) tanıyarak kendi hür iradeleri ile evlenmeye karar vermeleri, evliliğin sağlam bir zemine oturması için atılan ilk adımdır.
b-Evlilik eşler arasındaki karşılıklı sevgi, saygı, güven ve hoşgörü neticesinde ortaya çıkacak olan “güzel bir geçim” havası içerisinde sürdürülmelidir.[76]
c-Karşılıklı iyi niyet ve bütün gayretlere rağmen, “ebediyen devam etmesi esası” üzerine kurulan evlilikte anlaşmazlıklar çıkacak olursa, tayin edilen birer hakem aracılığı ile bu pürüzler giderilip âile yuvasının dağılmasına engel olunmalıdır.[77]
d-Aile fertleri arasında, özellikle, yaşlılara karşı sevgi, saygı ve yardımlaşmada kusur edilmemelidir.[78]
e-Aile fertleri, mümkün olduğu kadar birbirlerinden uzun müddet ayrı kalmamalıdırlar. Çünkü bu, aile bağlarının gevşemesine ve zamanla kopmasına sebep olur: “Yolculuk azaptan bir parçadır. Her birinizin yiyeceğine, içeceğine ve uykusuna mani olur. Öyleyse işini bitiren, âilesine dönmede acele etsin.[79]
f-Boşanma, helal olan hükümler arasında en arzu edilmeyen şeydir: “Allah’ın en sevmediği helal talaktır.”[80] Dolayısıyla ailenin dağılmaması için gerekli olan bütün fedakârlıklara katlanılmalıdır. Buna rağmen boşanma sonucu dağılan aile, çocukların yetiştirilmesi gibi ortak sorumluluk isteyen durumlarda bir araya gelip anlaşmalı, karşılıklı muamelelerinde fazileti unutmamalıdırlar.[81]
g-Maddî imkansızlıklar, boşanma ve diğer herhangi bir sebepten dolayı, âile fertleri ve özellikle çocuklar, bakıma muhtaç hale gelirlerse, bunların sorumlulukları topluma intikal eder. Dolayısıyla nafaka masrafları devlet hazinesinden karşılanır. İşte bu hususu açıkça vurgulayan bir hadis: “Ben her mümine, dünya ve ahirette insanların en yakınıyımdır. Dilerseniz şu ayeti okuyun: ‘Peygamber müminlere öz nefislerinden daha evladır (Peygamberin müminler üzerindeki hakkı, onların bizzat kendi üzerlerindeki haktan daha fazladır.) Onun eşleri de müminlerin anneleridir.’ (Ahzab, 33/6). Hangi mümin (vefatında) bir mal bırakırsa mirasçıları ona varis olsunlar. (Vefat eden kimse, şayet) borç veya bakıma muhtaç birini bırakmış ise, o da bana gelsin, ben onun mevlasıyım.” [82]

13-Mesken, Özel Hayat, Irz ve Namusun Korunma[83]

Güven toplumunun oluşmasını sağlayan en önemli unsurlardan biri de meskenin, özel hayatın, ırz ve namusun dokunulmazlığıdır. Bundan dolayıdır ki Kur’an-ı Kerim özel hayatın gizliliğine ve dokunulmazlığına özel bir önem verir ve bu işe meskene izinsiz girmeyi (ki bu meskene tecavüz anlamına gelir) yasaklayarak başlar: “Ey iman edenler, kendi evleriniz dışındaki evelere sahiplerinden izin isteyip onlara selam vermeden girmeyiniz. Böyle yapmanız sizin için daha uygundur. Olur ki düşünür, hikmetini anlarsınız. Şayet orada hiçbir kimse bulamazsanız size izin verilmeden oraya girmeyiniz. Eğer size “müsait değiliz, geri dönün” denirse, dönün. Bu sizin için daha nezih, daha münasiptir. Allah yaptığınız her şeyi bilir.” [84] Açıkça görülmektedir ki bu iki ayet mesken dokunulmazlığını tespit etmekte ve meskenlere giriş adabını öğretmektedir.
Hz. Peygamberimiz (s) de aynı husus üzerinde titizlikle durmuş ve bu konuda birçok tavsiyede bulunmuştur. Biz burada bunlardan sadece birini zikretmekle yetineceğiz: “Rıb’î b. Hiraş, Benî Âmir’e mensup bir adamdan naklediyor: Resûlullah (s) bir evde bulunduğu sırada, o kişi izin istedi ve ‘Gireyim mi?’ dedi. Allah Resûlü (s) hizmetçisine, ‘Çık, şuna izin istemesini öğret ve ona de ki şöyle söylesin: ‘Essalamü aleyküm, girebilir miyim?’ O adam, bunu duydu ve ‘Essalamü aleyküm, girebilir miyim?’ dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s) ona izin verdi.[85]
Kur’an-ı Kerim, meskeni sadece yabancılara karşı tecavüzden korumakla yetinmeyip, aynı mesken içinde oturan veya çalışan fertlerin de birbirlerinin odalarına girerken aynı şekilde mahremiyete riayet etmelerini ve özellikle belli bazı vakitlerde izin istemelerini emretmektedir: “Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunan köle ve hizmetçileriniz ile içinizden henüz ergenlik çağına ermemiş çocuklarınız, odanıza girmek için şu üç vakitte sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle vakti istirahat için elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve bir de yatsı namazından sonra. İşte bu üç vakit mahremiyet vakitlerinizdir. Bunların dışında izinsiz girmelerinde ne sizin için, ne de onlar için bir mahzur yoktur... ” [86]
Mesken içi mahremiyet konusunda Hz. Peygamberimizin (s) şu hadisi pek manidardır: Bir adam Resûlullah’a (s) “annemin yanına girerken izin isteyeyim mi?” diye sordu. Allah Resûlü (s), “evet” dedi. Adam, “ama ben onunla aynı evde beraber kalıyorum” deyince Allah Resûlü (s) tekrar, “onun yanına girerken izin iste!” diye mukabele etti. Adam “ben ona hizmet ediyorum” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s) şöyle buyurdu: “Onun yanına girerken izin iste! Onu çıplak olarak görmen hoşuna gider mi?”[87]
Kur’an, özel hayatın gizli kalmasını ve başkaları tarafından araştırılıp ortaya dökülmemesini emretmektedir: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının, çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın...”[88]
 Bu ayette yasaklanan tecessüs (gizli hallerin araştırılması), özel hayatın mahremiyetini, sırlarını ve insanların ayıplarını kapsamaktadır. Önceki ayetlerde olduğu gibi, bu ayetin manasını ve hükmünü destekleyen pek çok hadis-ı şerif mevcuttur. Biz burada bunlardan iki tanesini zikretmekle yetineceğiz:
“Kim Müslüman kardeşinin ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter. Kim de Müslüman kardeşinin ayıbını ortaya çıkarırsa, Allah da onun ayıbını ortaya çıkarır ve evinin içinde onu rezil eder.”[89]
Şayet bir kişi, izinsiz olarak seni gizlice gözetleyip sırlarını öğrenmek isterse, sen de bir taş atıp onun gözünü çıkarsan, bu hususta sana hiçbir günah yoktur.”[90]
İnsanların gizli hallerini araştırmak, onların haberi ve izni olmadan onları gözetlemek her fert için yasaklandığı gibi, bu işi çeşitli bahaneler ileri sürerek meşru göstermek suretiyle ya da ellerindeki imkânları kullanarak hiç kimseye sezdirmeden çok gizli bir şeklide yapacak olan idarecilere de yasaklanmıştır. Bu yasağı vurgulayan Hz. Peygamberimiz (s) yasağa uyulmadığı takdirde ortaya çıkacak mahzurları da beyan etmektedir: “Şayet idareci halkın mahrem ve gizli hallerini araştırırsa, onların ahlakını ve düzenlerini bozar.[91]
Bütün bu koruyucu tedbirlerin yanı sıra İslâm nazarında kişinin canı gibi, ırz ve namusu da korunması gereken kutsal değerlerden olup dokunulmazdır. Bu hususu Hz. Peygamberimiz (s) veda hutbesinde şöyle dile getirmektedir: “Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, şu şehriniz nasıl mukaddes ve mübarek bir şehir ise canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle mukaddes ve dokunulmazdır, her türlü tecavüzden korunmuştur.[92]
SONUÇ
Sonuç olarak özetle şunları söyleyebiliriz: Kur’an-ı Kerim onu insanlara tebliğ ederek pratik hayata aktaran Allah Resûlü (s) marifetiyle bedevî bir Cahiliye toplumunu yirmi üç sene gibi kısa bir süre içinde medenî bir güven toplumuna dönüştürmüştür. Bu güven toplumunda ihtiyar bir kadın kilometrelerce uzak bir mesafeden tek başına devesine binerek gelmiş ve Kâbe’yi tavaf edip dönmüştür. Ancak Asr-ı Saadetten sonraki dönemlerde zaman zaman Müslümanlar, Kur’an ve Sünnet ekseninden ayrıldıkları oranda bu güven toplumundan uzaklaşmış; korku, endişe ve anarşi girdabına düşmüşlerdir. Özellikle günümüzde bu uzaklaşma had safhaya ulaşmıştır. Örneğin dolmuşta yalnız kalan bir genç kızımız hunharca katledilmiştir. Maalesef ticarî ahlak diye bir şey kalmamıştır. Yazılı ve görsel basında çıkan haberlere göre daha fazla kazanma hırsıyla yiyecek ve içeceklere zararlı, hatta kanser gibi hastalıklara sebep olan birçok katkı maddesi ilave edilerek halkın sağlığı hiçe sayılmaktadır. Buradan şu sonuç çıkmaktadır: Günümüzdeki güvensiz toplum, Asr-ı saadetteki güven toplumundan ne kadar uzak ise günümüzdeki Müslümanların İslam’ı, Ashab-ı Kiram’ın İslam’ından o denli uzaktır. Öyleyse acilen Müslümanlığımızı sorgulamamız; Kur’an ve sahih sünneti hayatımızın merkezine yerleştirmek suretiyle yeniden güven toplumunu inşa etmemiz gerekmektedir.         

   





[1] Akdemir, Hikmet, İnsan Hak ve Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, Şanlıurfa 2001, s. 12-13.
[2] Tirmizî, İman 12; Nesâî, İman 8.
[3] Hucurat 49/10.
[4] Buhari, İman 7; Müslim, İman 71; Tirmizi, Kıyame 59.
[5] Haşr 59/9.
[6] Bkz. Akdemir, İnsan Hak ve Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, s. 72-74.
[7] Ebû Davud, Taharet 128.
[8] Buharî, İsti’zan 2, Mezâlim 22; Müslim, Libas 114, Ebû Davud, Edeb 13.
[9] Nisa, 4/116; Zümer, 39/53.
[10] Müslim, İmaret 118.
[11] Ebû Davud, Büyû 9.
[12] Buharî, İstikraz, 4, 6, 7, 13; Müslim, Müsakat 118-122; Tirmizî, Büyû 75; Nesaî, Büyû 64.
[13] Buharî, Mezalim 10, Rikak 48; Tirmizî, Kıyamet 2.
[14] Müslim, Birr 60.
[15] Buharî, Edeb 28; Müslim, Birr 140; Ebû Davud, Edeb 132; Tirmizî, Birr 28.
[16] Müslim, İman 73.
[17] Ebû Davud, Akdiye 31.
[18] Fussilet 41/30.
[19] Ahkâf 46/13.
[20] Tevbe 9/19; Hud 11/112;  Fussilet 41/30; Şurâ 42/15; Ahkâf 46/13.
[21] Zümer 39/14; Mümin 40/14, 65.
[22] Bakara 2/272; Rum 30/38-39; İnsan 76/9.
[23] Bakara 2/83; Nisâ4/9; Ahzâb 33/70.
[24] Bakara 2/10; En’âm 6/116; Tevbe 9/77, 90; Hac 22/30.
[25] Ra’d 13/20; İsrâ 17/34; İnsan 76/7.
[26] Bakara 2/27;  Mâide 5/89; Ra’d 13/25; Nahl 16/91.
[27] Nisâ 4/58; Müminûn 23/8; Meâric 70732.
[28] En’âm 6/152; Hud 11/85; İsrâ 17/35; Şuara 26/181; Rahman 55/9; Mutaffifîn 83/1-6.
[29] Bkz. Akdemir, Hikmet, Mesnevî’de Kur’an Yorumları, İstanbul 2010, s. 171-172.
[30] Mâide 5/8, 42; A’râf 7/29, 181; Nahl 16/90; Şura 42/15.
[31] Nisâ4/135; Hucurât 49/9.
[32] Bkz. Akdemir, Mesnevî’de Kur’an Yorumları, s. 174.
[33] Bakara 2/237; Nisâ 4/19; Talâk 65/6.
[34] Bkz. Akdemir, Mesnevî’de Kur’an Yorumları, s. 175.
[35] Al-i İmrân 3/104, 110, 114; Tevbe 9/71, 112; Hac 22/41; Lokman 31/17.
[36] Mâide 5/2.
[37] Bakara 2/264; Müddessir 74/6.
[38] Al-i İmrân 3/134, 159; Mâide 5/13.
[39] Haşr 59/9.
[40] Ra’d 13/22; Müminûn 23/96; Kasas 28/54.
[41] Hucurât 49/11; Hümeze 104/1.
[42] Hucurât 49/11.
[43] Hucurat 49/12.
[44] Nisâ 4/112; Nur 24/11, 23.
[45] Kalem 68/11.
[46] Bakara 2/11, 27; Ra’d 13/25.
[47] İsrâ 17/32; Müminûn 23/5; Nur 24/30-31; Furkan 25/68; Mümtehine 60/12; Meâric 70/29.
[48] Bkz. Akdemir, Mesnevî’de Kur’an Yorumları, s. 177-178.
[49] Hucurât 49/12.
[50] Bkz. Akdemir, Mesnevî’de Kur’an Yorumları, s. 178.
[51] Felak 113/5.
[52] Buhari, İman 7 ; Müslim, İman 71; Tirmizi, Kıyame 59.
[53] Nesai, Cihad 8.
[54] Ebû Davud, Edeb 44; İbn Mace, Zühd 22.
[55] Bkz. Akdemir, Mesnevî’de Kur’an Yorumları, s. 179.
[56] Bkz. Akdemir, İnsan Hak ve Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, s. 20-22.
[57] İsra, 17/70.
[58] Bakara, 2/34.
[59] A’raf, 7/11.
[60] Mâide, 5/32.
[61] Bkz. Bakara, 2/178; M­âide, 5/45.
[62] Bakara, 2/179.
[63] Bkz. Mâide, 5/33.
[64] Kûfe’ye üç mil uzaklıkta olan bir şehirdir. (Bkz. Yâkût el-Hamevȋ, Mu’cemu’l-Buldân, Beyrut 1995, II, 328.
[65] Ahmed b. Hanbel, IV, 257; Akdemir, İnsan Hak ve Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, s. 83.
[66] Bkz. Akdemir, İnsan Hak ve Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, s. 36-37.
[67] Bakara, 2/188; Nisa, 4/29.
[68] Mâide, 5/38.
[69] Mâide, 5/33.
[70] Buharî, Mezalim 13, Bed’ül-Halk 2; Müslim, Müsakat 141.
[71] Âl-i İmrân, 3/161; Müslim, İmaret 30.
[72] A’raf, 7/31; İsra, 17/26-27.
[73] Nisa, 4/5.
[74]Buharî, Mezalim 33; Müslim, İman 226; Ebû Davud, Sünne 29; Tirmizî, Diyat 21; Nesâî, Tahrim 22, 23, 24; İbn Mâce, Hudûd 21; Ahmed b. Hanbel, 1/79, 305; 2/163, 194.
[75] Bkz. Akdemir, İnsan Hak ve Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, s. 35.
[76] “Onlarla güzelce geçinin!” (Nisâ, 4/19).
[77] Nisâ, 4/35.
[78] İsrâ, 17/23-24.
[79] Buharî, Umre 19, Cihad 136, Et’ime 30; Müslim, İmaret 179, Muvatta’, İstizan 39.
[80] Ebû Davud, Talak 3.
[81] Bakara, 2/237.
[82] Buharî, Tefsir, Ahzab 1, Kefalet 5. İstikraz 11, Nafakat 15, Feraiz 4, 15, 25; Müslim, Feraiz 14.
[83] Bkz. Akdemir, İnsan Hak ve Hürriyetlerinin Gelişmesinde Kur’an-ı Kerim’in Rolü, s. 30-31.
[84] Nur. 24/27-28.
[85] Ebû Davud, Edeb, 137.
[86] Nur, 24/58.
[87] Muvatta’, İstizan 1.
[88] Hucurat, 49/12.
[89] İbn Mâce, Hudûd 5.
[90] Buharî, Diyat 23; Müslim, Adab 9.
[91] Ebû Davud, Edeb 37.
[92] Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2, Müslim, Hac 194. 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar