Doç. Dr. Cahit Külekçi
Yazımızdaki Anahtar Kelimeler: Dîvân, hakemlik, yalancı peygamberlik,
Hanîflik, seriyye ve gazve, kısas.
Deli- divâne nitelemesinden yola çıkılarak, Hz. Ömer döneminde
oluşturulduğu ifade edilen dîvân teşkilâtının, sonraki yıllarda geçirdiği
evrelerle birlikte kurumun çok daha karmaşık bir hâle bürünmesi, ele almayı
planladığımız yazıyla doğrudan ilgisi bulunmamaktadır. Yine de anılan teşkilât
mevzumuzun, bir köşesinden dolaylı da olsa, dâhili sayılabilir. Takdîr
edileceği üzere Hz. Ömer dönemindeki bir kurumu izah ederken kullanılan terim/
ıstılah, örneğin Gazneliler, Selçuklular dönemlerinde çok farklı alanlara
inhisâr edilebilmektedir. Hâkezâ Osmanlılar dönemindeki divân-ı hümâyûn ile de
bu mevzu delillendirilebilir. Misâlen; ‘Evdeki divana uzandım.’
cümlesindeki divan, ‘Evrâk-ı metrukeyi dîvâna sevk u irsâl buyurdular,
efendim!’ hükmündeki dîvân, ‘Dîvâne âşık gibi, dolaşirum yollarda…’
türküsündeki dîvân…
Tam da burada mevzumuzun esâsına rücu‘ etmek istediğimizden mezkûr
bahsi sıçratarak sözü ‘hakem’lere
getirmek istiyoruz. Istılâh, her ne kadar aracı olan, hüküm veren, karar veren,
ihtilafları sonlandıran vb. anlamlarına getirilmeye çalışılsa da hakem
denildiğinde, denildiği döneme bağlı olarak neyin anlaşıldığını tartışmak ve ıstılahı
bu surette kullanmak gerekmektedir. Ancak böyle bir teşebbüs, kısıtlı yazım
sahamıza dar geleceğinden…
Resûlullah’ın (as), bi’setten önceki hayatına dair kısa kısa da
olsa izlenimler aktaran müelliflerin, Kâbe’nin yeniden inşâ edilme sürecinde,
diğerlerine göre çok daha siyah olduğu nakledilen bir taşın yerine konulmasına
da bahis ayırdıkları görülmektedir. İbn İshâk meseleyi açıkladığı bahsi ‘Resûlullah’ın
(as) Taşı Yerine Koyması’ şeklinde izah etmeye çalışırken, İbn Hişâm da benzer
şekilde taşın yerine konulmasındaki ihtilaflara atıfta bulunmaktadır.
Başlıklandırmaların sonraki dönemlerde yapıldığı kabul edilse dahi, gerek
müelliflerin, gerekse muhakkiklerin meseleye, o dönemde kullanımda olan ve o
dönemin insanlarının zihninde şekil bulan ‘hakemlik’ten farklı baktıkları
ortadadır. Ya da biz farklı baktıklarını düşünmekteyiz.
Dönemin şartları içerisinde hakemlerin, ihtilafları çözen unsurlar
olduklarını kabul etmekle beraber, hakemlerin ihtilaflı tarafların yanına
gelmesi ile ihtilaflı tarafların hakemin yanına gitmesi arasında bir paradoks
oluşturmakta da ısrarlıyız. Nitekim karşıt bir görüş öne sürerek meselenin
halli tarafında bulunmak istemekteyiz. Herhangi bir konuda karar yahut görüş
bildirilmesi, her hâl u şartta Resûlullah’ın (as) veya bir başkasının ‘hakem’
olmasını mı gerektirmektedir? İhtilafın bir şekilde giderilmiş olmasından yola
çıkılarak, olası bir karmaşaya son vermek de mi aynı tanımla içinde
değerlendirilmelidir? Beklenmeyen bir mesele çıkmıştır ve el-Emîn sıfatına
mazhar Resûlullah (as) da bu meseleyi gayet zekice bir yöntemle
nihayetlendirmiştir. Bu son cümle, İslâm öncesi hakemlik kurumunun tarifini
içermekte midir? Şeybe b. Hâşim’in yakın akrabası Harb b. Ümeyye ile birlikte
yaşadıkları sorun bağlamında Hz. Ömer’in dedesi, Nüfeyl b. Abdiluzza’nın
konumuna ne isim verilecektir? Haşim b. Abdimenaf ile amcası Ümeyye arasında
cereyan ettiği nakledilen hadise bağlamında, o dönemde hakem adı verilen bir kâhine
gidilmesi de ayrı bir sorunu teşkil etmeyecek midir? İslâm öncesinde, kâhinlere/
arrâfelere hakem deniliyorsa ve bir ihtilaf durumunda o gelmiyor da ona
gidiliyorsa, siyah taşın yerine konmasında ortaya çıkan meseleyi çözene de
hakem denmesi, bu bağlam muvâcehesinde kendi içerisinde bir tutarsızlık değil
midir? İslâm sonrası dönemde söz konusu kavramın, dîvân teşkilâtında olduğu
gibi muhteviyatında değişim yaşandığını da ayrıca, önemle, ısrarla vurgulamak
istiyoruz.
Yukarıda zikrettiğimiz ve cevabını da merak ettiğimiz soruları
öteleyerek, söylerken dilimizi üzen ama belki çok da farkında olmadığımız
‘yalancı peygamberler (!)’ tamlamasına değinmek istiyoruz. Peygamberlerin
‘ismet’ sıfatına sahip oldukları düşünüldüğünde, ‘yalancı’ sıfatıyla kurulan
tamlamanın ne kadar da tuhaf olduğu anlaşılacaktır. ‘Efendim biz onu
kastetmiyoruz!’ anlamında bir cümlenin akıllardan geçmesini muhtemel
gördüğümüzden, kastetmediğinizi neden beyân ediyorsunuz o halde, şeklinde bir
itiraz geliştireceğimizi de peşinen belirtelim. [Kastetmek, bileşik fiilinin
yazımı için ayrıca bkz. http://www.tdk.gov.tr/]
Resûlullah (as) vefât etmeden önce de varlıkları bilinen bu tip
insanların, bilhassa Hz. Ebû Bekr’in hilâfeti döneminde, hem siyasî- sosyal hem
de dinî çerçevede ciddi sorunlara yol açtıkları bilinmektedir. İrtidâd başlığı
altında incelenen konunun bir bölümünü teşkil eden bu bahis, herhalde kısa bir
şekilde ifade edilmeye çalışıldığından bu şekilde telaffuz edilmektedir. Oysa
konu ‘Peygamberlik İddiası ile Ortaya Çıkan Ne İdüğü Belirsiz İnsanlar’
şeklinde başlıklandırılsa, az önce sözünü ettiğimiz tutarsız durum ortadan
kalkmış olacaktır. Lakin akademik bir üslûbun bu tarzda başlıklandırmaya
teveccüh etmemesi gerektiğini kabul ettiğimizden, yalancı peygamberler
ifadesinin ‘Peygamberlik İddiası İle Ortaya Çıkanlar’ şeklinde kısaltılması
mümkün görünmektedir.
Hakemlik ve yalancı peygamberlik mevzusunu bu şekilde vuzuha
kavuşturduğumuzu düşünürken, bu kez de ‘hanîf’liğe dikkat çekmek istemişizdir.
İslâm öncesi dönemde putlara tapmayan, müşriklerin kestiği hayvanların etinden
yemeyen, câhiliye âdetlerine değer vermeyen ve kız çocuklarının diri diri
toprağa gömülmesine şiddetle karşı çıkanlara hanîf deniyorsa, bu dönemde
yaşamlarını sürdüren Hristiyan ya da Yahudi diye kime/ kimlere denmektedir?
Şöyle değiştirelim suâlimizi, Hz. İbrâhim’in (as) dinine mensubiyet söz konusu
ise, bir din kendinden önceki dinin hükümlerini nesh ediyorsa, Yahudilik ve
Hristiyanlık da hanîflikten sonra gelmişse, bu durumda hanîfliğin en azından
iki kere nesh edilmiş olması gerekmiyor muydu? Yoksa hanîflik, tevhîd temelli
tüm dinleri içine alan bir çerçeveye mi sahipti?
Siz Hz. İbrahim’in (as) Yahudi ya da Hristiyan olduğunu mu
tartışmaya açacaksınız? ‘Yoksa siz, İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakup
da ve torunları da hep Yahudi ve Hristiyan idiler mi demek istiyorsunuz?’
[Bakara Sûresi, 140] Gerçek şu ki ‘İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan’dı;
fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir ‘Müslüman’dı, müşriklerden de değildi.’
[Âl-i İmrân Sûresi, 67] Üstelik ‘iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve
Sabiîler, bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve
sâlih amel işlerse elbette Rabbleri katında bunların ecirleri vardır, bunlara
bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir.’ [Bakara Sûresi, 62]
Şu halde hanîflik terimini, Hz. İbrahim (as) zamanındaki anlamıyla
açık bir şekilde ‘din’ olarak tanımlayabilirken, İslâm öncesi dönem için bunu
ancak toplumsal bir davranış şekli olarak görmek gerekmektedir. Değilse Yahudiler,
Hristiyanlar ve/ veya son dine mensup olanlardan farklı bir dinî topluluk
olarak görmek, kanaatimizce hakîkatı yansıtmayacaktır. Zira hanîfliği başlayıp-
biten bir sistem olarak değerlendirmemekteyiz. Çünkü iman etmenin dünü-bugünü
yoktur. Her dönemde imanla ilgili söylemler aynîlik taşır. Hanîfliği de bu
bağlamda anlamlandırmak gerekmektedir. Bu meseleyi elbette birkaç paragrafta
toparlamamız mümkün değildir. En azından, tevhide dâir söylemlerin her dönemde
var olduğunu ifade edip, derhâl cümlemizi nihayetlendirelim.
Yazımızın başlığı bağlamında seriyye- gazve terimleri üzerinde de
kısaca fikir yürütmek istiyoruz. Klasik olarak seriyye; Resûlullah’ın (as)
katılmadığı, gazve de Resûlullah’ın (as) katıldığı savaşlar olarak
tanımlanmaktadır. Belki de yaklaşım olarak çok sorun içermeyen bu
tanımlamaların derûnunda bazı farklılıkların olduğu müşâhede edilmektedir. Ya
Mu‘te Savaşı’nı savaştan saymıyoruz ya da Zâtu’s-Selâsil’i. Savaş hazırlıkları
yapan Üsâme b. Zeyd’in ordusunu da sanırım görmezlikten geliyoruz. Seriyyeleri
bizzat Resûlullah’ın (as) komuta etmesi gibi bir durum söz konusu olmadığı gibi
her gazveye Resûlullah’ın (as) iştirâk ettiğini söylemek de mümkün değildir.
Zaten böyle bir tanımlama efrâdını câmî, ağyârını mâni olmamıştır. Şu halde
seriyyeyi, genelde istihbârat ve belki kısmen tebliğ amacı güden, çatışma
üzerine binâ edilmemiş, Resûlullah’ın (as) katılmadığı küçük askerî
operasyonlar şeklinde tanımlayabiliriz. Gazveyi de Resûlullah’ın (as) bizzat
komuta ettiği veya komutan tayin ettiği, çatışma ihtimali de olan büyük askerî
harekât biçiminde değerlendirebiliriz.
Son olarak… Kısasa kısas, üst düzeyde bir anlatım bozukluğu içerir.
Göze, cana, kana kısas olur ama kısasa kısas olamaz. İlgililerin dikkatine
sunulur efendiler!
Şu ya da bu şekilde, öyle ya da böyle, geçmişten günümüze akıp
gelen bazı kavramların telaffuz biçimini, muhteviyatını yeniden düzenlememiz
gerekmektedir. Bu yazımızda biz ‘Bak, bak nasıl da yanlışlar yapıyorlar!’
gibi bir izlenim vermek, kalem kavgalarına neden olmak istemediğimizi en iyi
Allah bilmektedir. Tüm çabamız, literatürün yeniden, günün şartlarına uygun ama
bağlamından da koparmadan, ciddiyetle tekrar ele alınmasına vurgu yapmaktan
başka bir şey değildir. Gerçi şunu da belirtmeliyiz, son dönemlerde te’lîf
edilen eserlerde bu hususlara azamî derecede dikkat edilmeye başlanmıştır.
Temennimiz bu türden olan çalışmaların sayılarının hızla artmasıdır.
Not: Bir kısım talebemin, elbet sizin de bir yazım yanlışınızı
bulacağız, o günler de gelecek, şeklinde görüş beyân etmelerini sevgi ve şefkat
dolu bakışlarla karşılıyorum. Talebemin kendisini yetiştirerek, fikir üretiyor
olması beni zelîl değil vezîr eder. Belki bir başka yazımızda da ‘vezîr’lik
konusunu ele almalıyız ama şunu önemle belirteyim, hata yapmadığımızı/
yapmayacağımızı düşünmek ciddi itikadî sorunlara yol açar. Kanaatimiz
kesinlikle bu yöndedir.
Istifadeli bir yazı olmuş hocam.
YanıtlaSilKaleminize sağlık hocam yine çok güzel olmuş. 👍👍👍👍👍👍👍
YanıtlaSilYine bir Muazzam yazı ile karşı karşıyayız.. Aksi düşünülemezdi.. Çünkü üstâd olmak bunu gerektirir. :) Kelâmınıza/kaleminize sağlık üstâd ��
YanıtlaSil