17 Mart 2017 Cuma

Tarihî Anlatımlarda Istılâh Karmaşasına Dair Muhtasar Bir Yaklaşım

Doç. Dr. Cahit Külekçi
Yazımızdaki Anahtar Kelimeler: Dîvân, hakemlik, yalancı peygamberlik, Hanîflik, seriyye ve gazve, kısas.
Deli- divâne nitelemesinden yola çıkılarak, Hz. Ömer döneminde oluşturulduğu ifade edilen dîvân teşkilâtının, sonraki yıllarda geçirdiği evrelerle birlikte kurumun çok daha karmaşık bir hâle bürünmesi, ele almayı planladığımız yazıyla doğrudan ilgisi bulunmamaktadır. Yine de anılan teşkilât mevzumuzun, bir köşesinden dolaylı da olsa, dâhili sayılabilir. Takdîr edileceği üzere Hz. Ömer dönemindeki bir kurumu izah ederken kullanılan terim/ ıstılah, örneğin Gazneliler, Selçuklular dönemlerinde çok farklı alanlara inhisâr edilebilmektedir. Hâkezâ Osmanlılar dönemindeki divân-ı hümâyûn ile de bu mevzu delillendirilebilir. Misâlen; ‘Evdeki divana uzandım.’ cümlesindeki divan, ‘Evrâk-ı metrukeyi dîvâna sevk u irsâl buyurdular, efendim!’ hükmündeki dîvân, ‘Dîvâne âşık gibi, dolaşirum yollarda…’ türküsündeki dîvân…
Tam da burada mevzumuzun esâsına rücu‘ etmek istediğimizden mezkûr bahsi sıçratarak sözü  ‘hakem’lere getirmek istiyoruz. Istılâh, her ne kadar aracı olan, hüküm veren, karar veren, ihtilafları sonlandıran vb. anlamlarına getirilmeye çalışılsa da hakem denildiğinde, denildiği döneme bağlı olarak neyin anlaşıldığını tartışmak ve ıstılahı bu surette kullanmak gerekmektedir. Ancak böyle bir teşebbüs, kısıtlı yazım sahamıza dar geleceğinden…
Resûlullah’ın (as), bi’setten önceki hayatına dair kısa kısa da olsa izlenimler aktaran müelliflerin, Kâbe’nin yeniden inşâ edilme sürecinde, diğerlerine göre çok daha siyah olduğu nakledilen bir taşın yerine konulmasına da bahis ayırdıkları görülmektedir. İbn İshâk meseleyi açıkladığı bahsi ‘Resûlullah’ın (as) Taşı Yerine Koyması’ şeklinde izah etmeye çalışırken, İbn Hişâm da benzer şekilde taşın yerine konulmasındaki ihtilaflara atıfta bulunmaktadır. Başlıklandırmaların sonraki dönemlerde yapıldığı kabul edilse dahi, gerek müelliflerin, gerekse muhakkiklerin meseleye, o dönemde kullanımda olan ve o dönemin insanlarının zihninde şekil bulan ‘hakemlik’ten farklı baktıkları ortadadır. Ya da biz farklı baktıklarını düşünmekteyiz.
Dönemin şartları içerisinde hakemlerin, ihtilafları çözen unsurlar olduklarını kabul etmekle beraber, hakemlerin ihtilaflı tarafların yanına gelmesi ile ihtilaflı tarafların hakemin yanına gitmesi arasında bir paradoks oluşturmakta da ısrarlıyız. Nitekim karşıt bir görüş öne sürerek meselenin halli tarafında bulunmak istemekteyiz. Herhangi bir konuda karar yahut görüş bildirilmesi, her hâl u şartta Resûlullah’ın (as) veya bir başkasının ‘hakem’ olmasını mı gerektirmektedir? İhtilafın bir şekilde giderilmiş olmasından yola çıkılarak, olası bir karmaşaya son vermek de mi aynı tanımla içinde değerlendirilmelidir? Beklenmeyen bir mesele çıkmıştır ve el-Emîn sıfatına mazhar Resûlullah (as) da bu meseleyi gayet zekice bir yöntemle nihayetlendirmiştir. Bu son cümle, İslâm öncesi hakemlik kurumunun tarifini içermekte midir? Şeybe b. Hâşim’in yakın akrabası Harb b. Ümeyye ile birlikte yaşadıkları sorun bağlamında Hz. Ömer’in dedesi, Nüfeyl b. Abdiluzza’nın konumuna ne isim verilecektir? Haşim b. Abdimenaf ile amcası Ümeyye arasında cereyan ettiği nakledilen hadise bağlamında, o dönemde hakem adı verilen bir kâhine gidilmesi de ayrı bir sorunu teşkil etmeyecek midir? İslâm öncesinde, kâhinlere/ arrâfelere hakem deniliyorsa ve bir ihtilaf durumunda o gelmiyor da ona gidiliyorsa, siyah taşın yerine konmasında ortaya çıkan meseleyi çözene de hakem denmesi, bu bağlam muvâcehesinde kendi içerisinde bir tutarsızlık değil midir? İslâm sonrası dönemde söz konusu kavramın, dîvân teşkilâtında olduğu gibi muhteviyatında değişim yaşandığını da ayrıca, önemle, ısrarla vurgulamak istiyoruz.
Yukarıda zikrettiğimiz ve cevabını da merak ettiğimiz soruları öteleyerek, söylerken dilimizi üzen ama belki çok da farkında olmadığımız ‘yalancı peygamberler (!)’ tamlamasına değinmek istiyoruz. Peygamberlerin ‘ismet’ sıfatına sahip oldukları düşünüldüğünde, ‘yalancı’ sıfatıyla kurulan tamlamanın ne kadar da tuhaf olduğu anlaşılacaktır. ‘Efendim biz onu kastetmiyoruz!’ anlamında bir cümlenin akıllardan geçmesini muhtemel gördüğümüzden, kastetmediğinizi neden beyân ediyorsunuz o halde, şeklinde bir itiraz geliştireceğimizi de peşinen belirtelim. [Kastetmek, bileşik fiilinin yazımı için ayrıca bkz. http://www.tdk.gov.tr/]
Resûlullah (as) vefât etmeden önce de varlıkları bilinen bu tip insanların, bilhassa Hz. Ebû Bekr’in hilâfeti döneminde, hem siyasî- sosyal hem de dinî çerçevede ciddi sorunlara yol açtıkları bilinmektedir. İrtidâd başlığı altında incelenen konunun bir bölümünü teşkil eden bu bahis, herhalde kısa bir şekilde ifade edilmeye çalışıldığından bu şekilde telaffuz edilmektedir. Oysa konu ‘Peygamberlik İddiası ile Ortaya Çıkan Ne İdüğü Belirsiz İnsanlar’ şeklinde başlıklandırılsa, az önce sözünü ettiğimiz tutarsız durum ortadan kalkmış olacaktır. Lakin akademik bir üslûbun bu tarzda başlıklandırmaya teveccüh etmemesi gerektiğini kabul ettiğimizden, yalancı peygamberler ifadesinin ‘Peygamberlik İddiası İle Ortaya Çıkanlar’ şeklinde kısaltılması mümkün görünmektedir.
Hakemlik ve yalancı peygamberlik mevzusunu bu şekilde vuzuha kavuşturduğumuzu düşünürken, bu kez de ‘hanîf’liğe dikkat çekmek istemişizdir. İslâm öncesi dönemde putlara tapmayan, müşriklerin kestiği hayvanların etinden yemeyen, câhiliye âdetlerine değer vermeyen ve kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesine şiddetle karşı çıkanlara hanîf deniyorsa, bu dönemde yaşamlarını sürdüren Hristiyan ya da Yahudi diye kime/ kimlere denmektedir? Şöyle değiştirelim suâlimizi, Hz. İbrâhim’in (as) dinine mensubiyet söz konusu ise, bir din kendinden önceki dinin hükümlerini nesh ediyorsa, Yahudilik ve Hristiyanlık da hanîflikten sonra gelmişse, bu durumda hanîfliğin en azından iki kere nesh edilmiş olması gerekmiyor muydu? Yoksa hanîflik, tevhîd temelli tüm dinleri içine alan bir çerçeveye mi sahipti?
Siz Hz. İbrahim’in (as) Yahudi ya da Hristiyan olduğunu mu tartışmaya açacaksınız? ‘Yoksa siz, İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakup da ve torunları da hep Yahudi ve Hristiyan idiler mi demek istiyorsunuz?’ [Bakara Sûresi, 140] Gerçek şu ki ‘İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan’dı; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir ‘Müslüman’dı, müşriklerden de değildi.’ [Âl-i İmrân Sûresi, 67] Üstelik ‘iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiîler, bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve sâlih amel işlerse elbette Rabbleri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir.’ [Bakara Sûresi, 62]
Şu halde hanîflik terimini, Hz. İbrahim (as) zamanındaki anlamıyla açık bir şekilde ‘din’ olarak tanımlayabilirken, İslâm öncesi dönem için bunu ancak toplumsal bir davranış şekli olarak görmek gerekmektedir. Değilse Yahudiler, Hristiyanlar ve/ veya son dine mensup olanlardan farklı bir dinî topluluk olarak görmek, kanaatimizce hakîkatı yansıtmayacaktır. Zira hanîfliği başlayıp- biten bir sistem olarak değerlendirmemekteyiz. Çünkü iman etmenin dünü-bugünü yoktur. Her dönemde imanla ilgili söylemler aynîlik taşır. Hanîfliği de bu bağlamda anlamlandırmak gerekmektedir. Bu meseleyi elbette birkaç paragrafta toparlamamız mümkün değildir. En azından, tevhide dâir söylemlerin her dönemde var olduğunu ifade edip, derhâl cümlemizi nihayetlendirelim.
Yazımızın başlığı bağlamında seriyye- gazve terimleri üzerinde de kısaca fikir yürütmek istiyoruz. Klasik olarak seriyye; Resûlullah’ın (as) katılmadığı, gazve de Resûlullah’ın (as) katıldığı savaşlar olarak tanımlanmaktadır. Belki de yaklaşım olarak çok sorun içermeyen bu tanımlamaların derûnunda bazı farklılıkların olduğu müşâhede edilmektedir. Ya Mu‘te Savaşı’nı savaştan saymıyoruz ya da Zâtu’s-Selâsil’i. Savaş hazırlıkları yapan Üsâme b. Zeyd’in ordusunu da sanırım görmezlikten geliyoruz. Seriyyeleri bizzat Resûlullah’ın (as) komuta etmesi gibi bir durum söz konusu olmadığı gibi her gazveye Resûlullah’ın (as) iştirâk ettiğini söylemek de mümkün değildir. Zaten böyle bir tanımlama efrâdını câmî, ağyârını mâni olmamıştır. Şu halde seriyyeyi, genelde istihbârat ve belki kısmen tebliğ amacı güden, çatışma üzerine binâ edilmemiş, Resûlullah’ın (as) katılmadığı küçük askerî operasyonlar şeklinde tanımlayabiliriz. Gazveyi de Resûlullah’ın (as) bizzat komuta ettiği veya komutan tayin ettiği, çatışma ihtimali de olan büyük askerî harekât biçiminde değerlendirebiliriz.
Son olarak… Kısasa kısas, üst düzeyde bir anlatım bozukluğu içerir. Göze, cana, kana kısas olur ama kısasa kısas olamaz. İlgililerin dikkatine sunulur efendiler!
Şu ya da bu şekilde, öyle ya da böyle, geçmişten günümüze akıp gelen bazı kavramların telaffuz biçimini, muhteviyatını yeniden düzenlememiz gerekmektedir. Bu yazımızda biz ‘Bak, bak nasıl da yanlışlar yapıyorlar!’ gibi bir izlenim vermek, kalem kavgalarına neden olmak istemediğimizi en iyi Allah bilmektedir. Tüm çabamız, literatürün yeniden, günün şartlarına uygun ama bağlamından da koparmadan, ciddiyetle tekrar ele alınmasına vurgu yapmaktan başka bir şey değildir. Gerçi şunu da belirtmeliyiz, son dönemlerde te’lîf edilen eserlerde bu hususlara azamî derecede dikkat edilmeye başlanmıştır. Temennimiz bu türden olan çalışmaların sayılarının hızla artmasıdır.

Not: Bir kısım talebemin, elbet sizin de bir yazım yanlışınızı bulacağız, o günler de gelecek, şeklinde görüş beyân etmelerini sevgi ve şefkat dolu bakışlarla karşılıyorum. Talebemin kendisini yetiştirerek, fikir üretiyor olması beni zelîl değil vezîr eder. Belki bir başka yazımızda da ‘vezîr’lik konusunu ele almalıyız ama şunu önemle belirteyim, hata yapmadığımızı/ yapmayacağımızı düşünmek ciddi itikadî sorunlara yol açar. Kanaatimiz kesinlikle bu yöndedir.

3 yorum:

  1. Istifadeli bir yazı olmuş hocam.

    YanıtlaSil
  2. Kaleminize sağlık hocam yine çok güzel olmuş. 👍👍👍👍👍👍👍

    YanıtlaSil
  3. Yine bir Muazzam yazı ile karşı karşıyayız.. Aksi düşünülemezdi.. Çünkü üstâd olmak bunu gerektirir. :) Kelâmınıza/kaleminize sağlık üstâd ��

    YanıtlaSil

Yazarlar