MEVLİD
VE BİLİNÇ İNŞASI
-Süleyman Çelebi’nin Mevlid Mesnevisi
Bir Âşığın Dilinden Rahmet Nebisi-
Cağfer
KARADAŞ
MEVLİD’İN MANA VE MAHİYETİ
Asıl adı Vesîletü’n-Necât
olan Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gerçeklerden yola çıkan, temsilî yönü
bulunan, duygu ve heyecan dünyasına hitap eden, esas olarak toplumsal bilinç
inşa etmeyi hedefleyen mesnevi türü manzum bir eserdir. O, bir aşığın hayal
hanesi, hisli nefesi, içten bir sesi, eşsiz namesidir. Maşuk ise kâinatın efendisi,
Rahmanın sevgilisi, müminlerin bir tanesi, Rahmet Nebisi’dir.
Süleyman Çelebi
yeni yurt edinilen topraklarda var olma derdi ve davasında olan bir toplumun
ferdiydi. Verimli kılmak ve iyi ürün almak için toprağı işlemek ve ardından
tohum ekmek ne kadar önemliyse, toplumu oluşturan fertlerde bilinç inşa etmek,
zihniyet aşılamak, duygu dünyası kurmak, birlik ve beraberlik kültürü oluşturmak
da o kadar önemlidir. Bunun için inanç, sevgi ve heyecan gerekir. Yaratıcıya
inanç, yaratılana sevgi ve birlik-bütünlük heyecanı. Çelebi de bunu yapmış, Yaratıcımız
olan Allah inancıyla başlayıp, yaratılanların en şereflisi, yegâne önderimiz,
örneğimiz ve peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sevgisini işlemiş ve bu
topraklarda birlik-bütünlük heyecanı oluşturmayı hedeflemiş.
O, Devlet-i
Âlî’nin bir güneş misali doğuş ve yükselişinin de, gün ortasında ortaya çıkan
kara bulutların arkasında kayboluşunun da şahidi olmuş; hem Orhan Gazi, Murat
Hüdavendigar ve Yıldırım Beyazıt’ın muhteşem fetih günlerinin parlaklığını
görmüş hem de Yıldırım Beyazıt ile Emir Timur arasında cereyan eden Ankara Savaşı’nda
alınan yenilginin getirdiği toplumsal dağılmışlığın acı tecrübelerini yaşamış. İşte
bu dönemde dağılan zihinleri toplamak, pörsüyen bilinçleri canlandırmak, yeniden
bir heyecan oluşturmak da sanki onun omuzlarına yüklenmiş; gönlünden kopan, dilinden
dökülen ve kaleminden çıkan Vesîletü’n-Necât’ın hem dünyada hem ahirette
kurtuluş vesilesi olmasını dilemiş.
O adeta bir
çınar olmuş, halk gölgesine girmiş, duldasına sığınmış, onun duygu dünyasında
kendi duygularını bulmuş; bu vesileyle kendini bilmiş, yaratan Rabbini tanımış,
Rahmet Peygamberini anmış; zorluk zamanlarında kime sığınacağını, kimin
sevgisiyle avunacağını, kimi örnek alacağını ve önder edineceğini öğrenmiş.
MEVLİDİN
MUHTEVASI
Allah’ı
Anmaktır Her İşin Başı
Bir Müslümanın
olmazsa olmazı, Allah inancı ve Hz. Muhammed Mustafa sevgisidir. Bu onun dilinde
ikrar, kalbinde tasdiktir. Kalbine tercümandır dili, dilinin nazargâhıdır
kalbi. Kalbindeki inanç dilinde zikre, aklında fikre dönüşür de zikri neyse
fikri o olur Müslümanın. Hepsi tevhidde buluşur, O’nun adı dilden dile dolaşır.
Kula evvela Allah demek yaraşır. Bununla ancak kul kulluğa erişir, kardeş olur birbirine
karışır. O yüzdendir, her şeyden önce Allah demenin görev olması, kulun kemalinin
bununla tamamlanması.
“Allâh adın zikr
edelim evvelâ
Vâcip oldur
cümle işde her kula”
Çünkü Allah
diyen kendini bilir, sınırlarını görür, imkânlarını tanır, hayra yönelir,
şerden kaçınır; bir işe karar verdiğinde ve kalkıştığında Allah’a dayanır,
zorluk ve sıkıntıda O’na sığınır; gazabından korkar, rahmetine koşar… Allah da onun adeta gören gözü, duyan kulağı,
tutan eli olur; basiret gözünü açar hem bu dünyada hem de öte âlemde işlerini
hayra çıkartır, sevap defterini kabartır.
“Allâh adın her
kim ol evvel ana
Her işi âsân eder Allâh ana”
*
Bütün Âlem Yok İken
O Var İdi
Allah’ın adıyla
başlayan Çelebi; O’nun varlığına, birliğine, yaratıcılığına âlemi delil kılar.
Çünkü âlem geçici, Allah kalıcı. Alem yok iken de Allah vardı. Yerler ve gökler bütün kâinat; melek, cin ve
insan bütün akıl sahipleri; hayvan, bitki ve cansız bütün varlıklar O’nun
yaratmasıyla varlık kazanmışlar. Akıl ve irade verilenler imtihana tabi, verilmeyenlerse
lisan-ı hal ile tesbihe memur kılınmışlar. Böylece kâinatın her kürresi ve
zerresi O’nun hükmüne boyun eğmiş. Her şey O’na bağlı, O her şeyden müstağni;
her şey O’na yönelir, O her şeyi yönetir.
“Cümle âlem yoğ
iken Ol var idi
Yaradılmışdan
Ganî Cebbâr idi
Var iken Ol yok
idi ins ü melek
Arş ü ferş ü ay
ü gün hem nüh-felek
Sun’ ile
bunları Ol var eyledi
Birliğine cümle
ikrâr eyledi
Kudretin ızhâr
edüp hem Ol Celîl
Birliğine
bunları kıldı delîl”
*
Çelebi’nin
dağarcığındaki bilgiye göre âlem Hz. Muhammed Mustafa vesilesiyle yaratılmış. Öyle
anlaşılıyor ki, “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” şeklindeki uydurma
hadîs kabul edilen söz onun zihnine sahih olarak yansımış. Belki de kitlelerin
duygu dünyasına böyle hitap etmek onun zihin dünyasına uygun gelmiş.
“Pes
Muhammed’dir bu varlığa sebeb
Sıdk ile anın
rızâsın kıl taleb”
Böylece Yüce Yaratıcıyı
anlatmanın hemen ardından yaratılanların en şereflisini anlatmaya yol bulmuş.
Bir diğer deyişle Çelebi, Rahmet Peygamberi’nin Yüce Allah’ın engin kudretinin
eşsiz eseri olduğunu bu şekilde anlatmak istemiş. Bunu pekiştirmek için de ilk
yaratılanın Hz. Peygamber’in nuru olduğunu dile getirmiş. Bu anlayışın birçok
âlime göre hadis kabul edilmeyen bir söze dayanması, Çelebi’nin böyle düşünmesine
engel teşkil etmemiş. Çelebi’nin sufî zihin dünyası bunu kolayca kabul etmiş. Kim
bilir belki de O’na olan derin ve engin sevgisi, bu şekil düşünmeye onu sevk
etmiş.
“Hak Teâlâ ne
yaratdı evvelâ
Cümle mahlûkdan
kim ol evvel ola
Mustafâ nûrunu
evvel kıldı var
Sevdi anı ol
Kerîm ü Kird-gâr”
*
Rahmet Nebisi
Doğdu Yer Gök Nura Gark Oldu
Hz. Peygamberi anlatmak
tabi ki doğumuyla başlamalıydı. Şair Çelebi, duygu ve hayal dünyasında O’nun
doğumunu olağanüstü bir güzellikte kurgulamış: Meleklerin eşlik ettiği hatta
yardıma koştuğu bir doğum sahnesi. Kimisi Âmine Hatun’un sırtını sıvazlamakta
kimisi şerbet ikram etmekte. Ama hepsi O’nun doğumuna şahitlik etmekte, “Ehlen
bik ve merhaba” demek için sabırsızlanmakta.
Bu olayı gerçek
bir tarihi sahne olarak değil, şairin duygu ve hayal dünyasının kurgusu olarak
görmek gerek. Çünkü ne siyer kitaplarımızda ne de tarih edebiyatımızda Âmine
Hatun’dan böyle bir rivayet bulunmakta. Öyle görünüyor ki, şair mecazî ve
temsilî bir yöntem kullanmakta: Doğum sancısı çeken bir annenin melekler
tarafından sırtının sıvazlanarak sakinleştirilmesi ve cesaretlendirilmesi,
sunulan şerbetle gönlünün ferahlatılması, bu acı ve ağır sancının arkasından
gelecek güzelliğin ona müjdelenmesi…
Belki bu
sahneleri bütün anneler yaşıyor da biz fark etmiyoruz. Kolay mı, bir can
dünyaya getirmek, sancısını çekmek, içinden bir şeyin kopup ayrıldığını hissetmek?
Anneliğe
ulaşmayı kolay mı sandın? Kolay mı sandın, can içinde can beslemeyi, canı
candan koparmayı, acılar içinde kıvranmayı, sen kıvranırken herkesi sevince
gark etmeyi, bunca acının ardından sevebilmeyi, kucağında bir sabiyi beslemeyi?
Demek ki Yüce
Yaratan annelik bilinci ve duygusu kazanmaya bu sancıyı sebep kılmış, bununla
duyguları coşturmuş, çocukla anne arasında güçlü bir bağ kurmuş. Bu yüzden olsa
gerek bütün annelerin içinden kopup geleni, kendine bunca acı çektireni; şefkatle
kucağına alması, bağrına basması…
“Âmine ider çü
vakt oldu tamâm
Kim vücûda gele
ol hayru’l-enâm
Susadım gâyet
harâretden katı
Sundular bir
câm dolusu şerbeti
İçdim anı oldu
cismim nûra gark
İdemezdim
nûrdan kendümi fark
Geldi bir akkuş
kanadıyla revân
Arkamı sığadı
kuvvetle hemân
Doğdu ol sâatde
ol Sultân-ı dîn
Nûra gark oldu
semâvât ü zemîn”
*
Bütün Nesneler
Dile Geldiler Dediler Merhabâ
Hele o merhaba
sahnesi var ki, sanki Hz. Adem’in yaratılışına veya Hz. İsa’nın mucizevî
doğumuna nazire kılınmış. Hurilerin etrafta dört dönmesi, yeni doğmuş bebeğin Kâbe’ye
yönelmesi, Kâbe’nin secde etmesi, o haldeyken tazarru ve niyazda bulunması…
Bütün bunlar şairin hayal dünyasında en ince ve zarif çizgilerle çizilmiş, resmedilmiş;
söze gelmiş, terennüm olmuş, dudaklardan dökülmüş… Kâinatın her zerresi adeta
dile gelip “hoş sefâ geldin!” nidasında bulunmuş, her yeri nur kaplamış…
“Cümle zerrât-ı
cihân idüp nidâ
Çağrışuben dediler
kim merhabâ
Merhabâ ey âlî
Sultan merhabâ
Merhabâ ey
kân-ı irfân merhabâ”
*
O Rahmet
Nebisi’nin dünyadaki ve ahiretteki halini ve görevini ayet ve hadislere
gönderme yaparak ne güzel ifade etmiş Çelebi! Yaşayanlara rahmet vesilesi,
ahirette günahkârlara son umut kapısı… O’nun insanlığa getirdiği hidayet,
rahmet ve bereket ile ahiretteki şefaat niyazı bu kadar güzel anlatılabilirdi!
“Merhabâ ey
rahmeten li’l-âlemîn
Merhabâ sensin
şefîu’l-müznibîn”
*
Yaratılmışlar
içindeki yeri, peygamberler arasındaki konumu, ulema ve evliya için ne anlam
ifade ettiğini ayrı bir güzellikte dile getirmiş Çelebi beyitlerinde.
“Ey gönüller
derdinin dermânı sen
Ey
yaradılmışların Sultânı sen
Sensin ol
Sultân-ı cümle enbiyâ
Nûr-ı çeşm-i
evliyâ vü asfıyâ”
*
Nübüvvet mührü O’nunla
vurulacaktı, vuruldu. Son nebi, son resul, son peygamber hâsılı Yüce Allah’ın
insanlığa gönderdiği son elçi. O’nun getirdiği din, son haber; bütün insanlığa
yetecek ta kıyamete kadar.
“Ey risâlet
tahtının sen hâtemi
Ey nübüvvet
mihrinin sen hâtemi”
*
Şairin hayal
dünyasında, eşsiz şairane kurgusunda ne Mekke ne Kâbe, ne de O’nun içinde
doğduğu toplum unutulmuş. Mekke aydınlığa gark olmuş, Kâbe secdeye kapanmış,
toplumun her kesimi şaşkın, büyük bir olayın olduğu zannına kapılmış, hayırlı
ve nurlu bir doğumun arefesinde, belki de tam içinde, bir şeyler olduğunu fark
etmişler ama tam da anlayamamışlar. Çözmeye çalışmışlar, çözememişler. Bir taşı
bile yerinden oynamadan Kâbe’nin nasıl secde ettiğinin şaşkınlığını yaşamışlar.
Onların şaşkın bakışları karşısında Kâbe dile gelmiş neler neler söylemiş, mübarek
doğumu müjdelemiş, kendisini putlardan kurtaracak, tevhîd bayrağını Mekke
semalarında dalgalandıracak ‘Büyük Erin’ gelişini haber vermiş.
“Secde kıldı
Ka‘be gördü hâs u âm
Düşmedi bir
taşı hoş kıldı kıyâm
Rüknü rükne
Ka‘be’nin virdi selâm
Dediler kim
doğdu ol hayru’l-enâm
Ka’be bir savt
etdi ol dem nâgehân
Dedi doğdu bu
gice şems-i cihân
Pâk edüp küfr
ile putlardan Resûl
Kurtarıser beni
müşriklerden ol”
*
Rahmet
Nebisi’nin peygamberlik görevini alması, risaletine delil kılınan mucizelerle
anlatılır. Her şeyin zamanı vardı, nübüvvetin de zamanı yaşının kırka baliğ
olmasıydı. Yaşı kırka erince Hz. Muhammed Mustafa’nın başına risâlet tacı
kondu, çok mucizeler zahir oldu. En büyük mucizesi Kur’an’dı, ayet ayet indi,
alemi nuruyla aydınlattı.
“Fahr-ı âlem erdi
çün kırk yaşına
Kondu pes tâc-ı
risâlet başına
Dem-be-dem âvâz
gelürdi yâ Emîn
Seni kıldım
rahmeten li’l-âlemîn
İndi Kur’an
âyet âyet beyyinât
Zâhir oldu nice
türlü mu‘cizât”
*
Hz. Cebaril
oldu onun yol arkadaşı hem dindaşı hem sırdaşı. En büyük hissî mucizesi
Mekke’de gerçekleşti, Yüce Allah’ın inayeti ve izniyle, ay ikiye yarıldı, iki
parça olup birbirinden ayrıldı; inananın inancını artırdı, inkârcıyı yerin
dibine batırdı.
“Çün işâret
kıldı ol mahbûb-ı Hak
Parmağıyla ay
oldu iki şak”
*
Cihan Şâhının Mi‘râcı
Burakın Aşkı Cebrail’le Söyleşisi
Çelebi’nin en
coşkulu ve hararetli anlattığı bölüm Mirac bahsidir. Şairin hayal hanesinde
kurduğu sahneler, hayal perdemize adeta canlıymış gibi yansır. Her şey ve
herkes dile gelir, bu olağanüstü olayı ve olayın büyük kahramanı Rahmet
Nebi’sini anlatır. En ilginç sahne de O’na olan aşkından yemeden içmeden
kesilmiş, erimiş, bitap düşmüş Burak’ın bülbül misali dile gelip yüreğinde
yeşeren aşkı ve içinde çağlayan duyguyu anlatması ve Cebrail ile söyleşmesidir.
“Cebrâîl çün
cennete vardı revân
Gördü kim
bî-had burâk otlar hemân
İçlerinde bir
burak ağlar katı
Yimez içmez
kalmamış hiç tâkatı
Gözlerinden
yaşı ceyhûn eylemiş
Ciğerini derd
ile hûn eylemiş
…
Dedi Cebrâîl nedir ağladığın
Hüzn ile cân u
ciğer dağladığın
Bâkî yoldaşın
yiyüp içüp gezer
Sen inilersin
de cânın ne sezer
Dedi kırk bin yıl durur kim yâ emîn
Aşkdır bana
yemek içmek hemîn
Nâgehân bir ün
işitdi kulağım
Gitdi aklım
bilmezem solum sağım
Yâ Muhammed deyüben
çağırdılar
Bir sadâ birle
ki yürekler deler
Ol zamândan
bilmezem ki no’lmuşam
Ol adın ıssına
âşık olmuşam”
*
Böyledir şiir; hayal
dağının zirvesinden kopunca, kendi etrafında döner, döndükçe büyür, büyüdükçe hacmi
ve hızı artar, kocaman bir kütleye dönüşür; sanki olur büyük bir kâinat, içinde
taşır zübde-i kâinat. Bir de şair Çelebi gibi Rahmet Nişanesi’nin aşığı olunca
bu hayalin hızını ve çapını matematikle hesap etmek, istatistiklerle ölçmek, içindeki
sakladıklarını kuru bakışla fark etmek öyle kolay değildir!
“Dinle gel
mi‘râcın ol şâhın ayân
Âşık isen aşk oduna
durma yan”
Bu beyit, tam
da bunu anlatır. Âşık olmadan bunu anlayamaz ve anlatamaz hiç kimse. Böylesine
dile gelemezdi yoksa şairin hayalinde hiçbir nesne, bunlar değildir basit bir
efsane, şairin hayal dünyasından kopan hisle, aşkın sıcaklığını taşıyan nefesle;
gökleri çınlatan sesle, dile gelen ve dudaklardan dökülen terennümlerdir.
Anlamak istersen, hele bir gönülden dinle, içten gelen hevesle, kalbinden
yansıyan sezişle…
“Çekdi ol demde
burâkı Cebrâîl
Önüne düşdü ana
oldu delil
Hoş süvâr oldu
ana şâh-ı cihân
Açdı berrini
burâk uçdu hemân
Tarfetü’l-ayn
içre Sultân-ı ümem
Geldi Kuds’e
irdi vü basdı kadem
Enbiyâ ervâhı
karşu geldiler
Mustafâ’ya
cümle ikrâm kıldılar
…
Hep gök ehli
cümle karşu geldiler
Mustafa’ya
izzet ikram kıldılar
“Merhabân bik”
yâ Muhammed dediler
Ey şefâat kânı
Ahmed dediler
Her biri
kutluladı mi’racını
Dediler giydin
saâdet tacını
Yürü kim meydan
senindir bu gece”
*
Tövbe Edip
İsyanımıza Âmîn Diyelim Çelebi’nin Duasına
Çelebi, tazarru
ve dua ile hitama erdirir mesnevisini, böylece almış görünür hevesini,
toplayacaktır ötede bütün bunların meyvesini, cennet-i ala da Havz-ı Kevser kıyısında
giyer inşallah cennetlik kisvesini.
“İmdi gel
isyânımız yâd edelim
Nâle vü zârı vü
feryâd edelim
…
Cümlemiz
isyânımızı bilmişiz
Hazretine
rahmet uma gelmişiz
Umarız senden
inâyetler ola
Rahmet irişe
şefâatler ola
…
Afv idüp
isyânımız kıl rahmeti
Ol habîbin yüzü
suyu hürmeti
Sana lâyık
kullar ile hem-dem et
Ehl-i derdin
sohbetine mahrem et
Hem Süleyman
fakîre rahmet et
Yoldaşın îmân
makâmın cennet et
Yâ ilâhî kılma
bizi dâllîn
Bu duâya
cümleniz deyin âmîn”
Amîn, amîn,
amîn…
*
MEVLİDİN
KIYMETİ ve ZİHİN DÜNYAMIZDAKİ YERİ
Süleyman
Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât’ı, çağları aşarak bugüne kadar gelen ve kıymetinden
bir şey kaybetmeden her dönemde gönülleri fetheden halkın Mevlid’i,
edebiyatın mesnevisidir. Onun bu yönünü görmek ve bu çerçeveden değerlendirmek
gerekir. Bunun dışına çıkan değerlendirmeler ya boşa kürek çekmek ya da metni
amacının dışına çıkarmak anlamına gelir. Çünkü Vesîletü’n-Necât, duygusal
bir şiir, hayal zenginliğinin ürünü eşsiz bir eser, kurgusal bir dünya,
isminden de anlaşılacağı üzere kurtuluşa vesile olma niyetinde bir metindir.
Özellikle
vesile olma yönüyle Mevlid, bir bilinç inşası amacı ve iddiası
taşımaktadır. Çelebi, somut bir gerçeklik olan Rahmet Peygamberi’nin hayatı
üzerinden giderek hayalin sunduğu atmosfer içinde dilin mecaz imkânlarını
kullanarak temsili bir anlatımla sahih inanç etrafında sahici bir bilinç oluşturma
çabasında olmuştur. Onun bu çabası, lafızlara dökülmüş, kelimelere bürünmüş,
derlenmiş toparlanmış bir mana bohçasına dönüşmüştür. Bir başka benzetmeyle o, bir
hat şaheserinin etrafını tezyin ve tezhip eden müzeyyin ve müzehhibdir. Nitekim
Çelebi’nin mesnevide ortaya koyduğu doğum sahnesi, doğum esnasında görünen,
görünmeyen, canlı ve cansız bütün bir dünyanın adeta dile gelmesi; miraç
serüveni içinde geçen olgular, olaylar ve söyleşiler bunun belgesidir. Siyer
kitaplarında geçmeyen Âmine Hatun’un doğum sahnesine dair anlatısı, Kâbe’nin
dile gelip konuşması, Cebrail ile Burak’ın karşılıklı söyleşisi, şairin hayal
dünyasının ürünleridir. Ama bunlar Hz. Peygamber’in gerçek hayatına, Kâbe’nin
sahih anlamına ve İsrâ-Mirac olayının gerçekliğine zarar veren değil, hayalin,
mecazın ve temsilin katkılarıyla bunların etrafında ilmek ilmek işlenen duygusal
zenginlik örgüleridir. Bu tür anlatım
bilinç inşa etmede, duygusal bir atmosfer oluşturmada ve heyecan meydana
getirmede çok etkili ve işe yarar bir yöntemdir. Halkımız da Mevlid’i bu
yönüyle görmüş, bu amacıyla beğenmiş ve duygusal heyecan uyandıran cihetiyle
sevmiştir.
Çelebi’nin Mevlid’ini
bir itikad, siyer, tarih ve tasavvuf kaynağı gibi görmek doğru değildir. Bu tür
yaklaşım Mevlid’i amacı ve işlevi dışına çıkarmak anlamına gelir. Maalesef
biri selefi diğeri aşırı tutucu iki yaklaşım Mevlid’i bu şekilde amaç ve
işlevi dışında değerlendirmeye tabi tutmakta ve buradan yola çıkarak aslı ve
dayanağı olmayan yargılamalara gitmektedirler. Selefi yaklaşım, sanki halkımız Mevlid’i
bir inanç ve siyer kaynağı görüyormuş gibi bir kaygıya kapılarak inanç noktasından
değerlendirmelere gitmekte ve buradan büyük günahtan küfre/şirke giden bir
yargılama yapmaktadır. Tutucu kesim ise aşırı duygusal tepki vererek Mevlid’i
bir itikad, siyer ve tarih metni gibi görme yanlışlığına düşmektedir. Umut
veren durum ise halkın her iki kesime de kulak asmadan Mevlid’e gerçek işlevi
ve amacı doğrultusunda sahip çıkmasıdır.
Süleyman
Çelebi’nin her bahrin sonunda “Ger dilersiz bulasız oddan necât / Aşk ile derd
ile eydin es-Salât” dediği gibi, her müminin temel amacı cehennem azabından
kurtulmak ve ilahî rahmete ulaşmaktır. Bu öyle rastgele değil; dileme, niyetine
girme ve azmetmenin sonucunda gönülden ve kalpten istemeyle, salatı yerine
getirmekle ve Rahmet Nebisi’nin ahlakıyla ahlaklanmakla mümkündür. Salatın dua,
istiğfar ve namaz şeklinde üç anlamı bulunmaktadır. Bir dördüncüsü ise
Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’ya salat ve selam getirmektir.
Nitekim Mevlid merasimlerinde bu beytin okunmasının ardı sıra salat ve selam
getirilir. Aslında namazın her rekatında okunan Fatiha Suresinde bu dört
anlamın hepsi bulunmaktadır. Fatiha’yı okurken bizler Rabbimize hamd ile
şükürde bulunuruz, dünya ve ahiretin yegâne yaratıcısı ve yöneticisinin Yüce
Allah olduğunu ifade ve itiraf ederiz, sadece O’na ibadet edeceğimize ve O’ndan
yardım isteyeceğimize söz veririz, ardından bizleri iyilerin ve nimete
ermişlerin yanında kılması, asilerden ve ilahi gazaba uğramışlardan uzak
tutması için dua ve niyazda bulunuruz, âmîn diye de bitiririz.
Çelebi’nin son
beyitlerinde Fatiha Suresindeki bütün bu anlamlar bulunmakta, Mevlid
Mesnevisi de aynen onun gibi âmîn nidalarıyla nihayete ermektedir.
NOT:
1. Metinde zikredilen
“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” sözü için bak. Aclunî, Keşfü’l-hafâ
ve müzîlü’l-ilbâs, nşr. Ahmed el-Kallâş, Beyrut 1405/2005, II, 214.
İlk yaratılanın
Hz. Peygamber’in nuru olduğu anlayışı için bakınız: Leknevî, el-Âsâru’l-merfu’a
fi’l-ahbâri’l mevdû’a, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, I, 42-43; Nâyif el-Abbas, Tehzîbü
hâşiyeti’l-Beycûrî alâ’l-Cevhere fi’t-Tevhîd, Beyrut 1407/1987, s. 48.
Bazı Şii
grupların Hz. Adem’den önce Ehl-i Beyt’in suretlerinin veya isimlerinin varlığı
anlayışı ve söylemi için bk. Şeyh Müfîd, Ecvibetü’l-mesaili’l-Hacibiyye,
nşr. Ali el-Horasanî, Beyrut 1435/1392, s. 38-41.
2. Mevlid metni
için şu iki kaynaktan istifade edilmiştir:
Mehmet Akkuş, “Vesiletü’n-Necât”, Mevlid
Külliyâtı, edit: Bilal Kemikli, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.
79-103, https://diniyayinlar.diyanet.gov.tr/Documents/MevlidKulliyati1.pdf,
17.03.2021, 22:37;
Bilal Kemikli, Süleyman
Çelebi ve Mevlid, Ketebe Yayınları, İstanbul 2018, s. 23-67.
14
Şaban 1442 / 27 Mart 2021
0 yorum:
Yorum Gönder