30 Nisan 2021 Cuma

HİLAFETİN HİKÂYESİ, Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN

 


HİLAFETİN HİKÂYESİ

Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN

Beyan Yayınları, İstanbul-2020

1. Baskı, Sayfa sayısı 78

Tanıtım/Değerlendirme: Edip AKYOL[1]


Şüphesiz Adnan DEMİRCAN hocamız ülkemizin yetiştirdiği en üretken İslam Tarihçilerinden biridir. Gerek telif ettiği kitaplar gerekse çeviri ve editörlüğünü yaptığı çalışmalarla alana yaptığı katkılar azımsanmayacak derecededir. Bununla birlikte gündeme gelen konuları tarihi arka plan ve gerçekliği ile ele alarak gündeme katkı sunmaktadır.

‘Hilafetin Hikâyesi’ adlı elimizdeki bu çalışma; son zamanlarda gündeme gelen Hilâfet meselesinin tarihini daha çok yönetimsel ve siyasi açıdan ele almaktadır.

Bugüne kadar hilafet hakkında birçok kitabın yazıldığı ve söz konusu kitaplarda hilafet kurumunun ya ideolojik çatışmaların konusu yapıldığı ya da kurumla ilgili teorik bilgi verilmekle yetinildiği ifade edildikten sonra, elimizdeki çalışmanın amacı; hilafetin meşruiyetini tartışmanın ötesinde, kurumun tarihî süreçte geçirdiği aşamaları ele almak, olduğu belirtilmektedir. Bu çerçevede hilafet ve saltanat kurumlarının kökenine ve gelişim sürecine inilerek kurumun yapısı tasvir edilmiştir.

İdeolojik ve günübirlik siyasî tartışmalara kurban edilen Yönetim, Hilafet Saltanat, Cumhuriyet ve Demokrasi gibi kavramların bilimsel veriler ışığında incelenmesinin İslâm ümmeti için daha faydalı olacağının altını çizen yazar, ahlakî kirlenmenin her yere sirayet ettiği bir dönemde fikrî temizliğin ve fikir namusunun değerinin pek kalmadığı gerçeğini de önümüze sermektedir. Bununla birlikte, Hilafetin ve saltanatın tarihsel birer olgu olarak değerlendirilmesinin hem bilime hem de insanlığa yapılabilecek en doğru hizmetin olduğunu ve “Biz iyiyiz, başkaları kötü!” anlayışının bugüne kadar bize pek bir şey kazandırmadığını ortaya koymaktadır.

Yazar daha önceki çalışmalarında, özellikle de ideoloji ile gerçeklik arasında sıkışıp kalmış “Kerbelâ, Gadir-i Hum, Ali-Muaviye Kavgası, Fitne” gibi konularda olduğu gibi “Hilâfetin Hikayesi”ni ele aldığı bu çalışmada da ideolojik bir saplantıya girmeden, tarafsızlığını koruyarak hilafet kurumunun tarihî gelişimini tasvir etmektedir.

“Hilâfetin Hikayesi”ni konu edinen elimizdeki çalışma; giriş, dört ana başlık (İslâm’dan Önce Hicâz ve Çevresinde Siyaset, İslâm Medeniyetinde Siyaset, Teori ve Pratik Arasında Hilafet, Geçmişten Geleceğe Hilafet) ve sonuç kısmından oluşmakla birlikte kitaba ek olarak Emeviler’den Osmanlı’ya kadar bütün halifelerin ve Safevî Hükümdarlarının isimleri ve iktidarda kaldıkları süreleri ile halifelerin şecereleri tablolar halinde yer almaktadır.

Giriş kısmında; İnsanoğlunun, sosyal ilişkilerinin adalet zemininde gerçekleştirilmesine ihtiyacı olduğu, aksi takdirde gücü elinde bulunduran ve daha güçlü olanın zalim olmasının kaçınılmaz olacağı belirtilerek gücün ölçüsüzce ve ahlakî ilkeler gözetilmeden kullanılmasının, birey için sorunlu olduğu gibi devlet için de sorunlu olduğu vurgulanmaktadır.

Siyaset ahlakının dayandığı önemli temellerden birinin din olduğu ve dinin olmadığı bir toplum olmadığına göre insanın ürettiği değerlerin ahlak inşa etmek isteyen dinlerden bağımsız şekillenmesinin mümkün olamayacağı belirtilmektedir. Bununla birlikte, dinin siyasî ahlakı şekillendiren temel etkenlerden olması, dine dayandırılan ya da din üzerinden meşrulaştırılan eylemlerin sorunlu olmasını engellemediği de vurgulanırken, birçok diktatörün yedeğine dini ve dinî kurumları alarak otoritesini kurmaya çalıştığının da altı çizilmektedir.

Tarihte şekillenmiş tecrübelerden hareketle devlet yönetimiyle ilgili farklı sistemlerin varlığını belirten yazar, Teokrasi, Oligarşi, Monarşi, Demokrasi gibi isimlerin, bölgesel ve dönemsel olarak birbirinden farklı şekillerde tanımlandığını, isimlendirmeler benzer olsa da uygulamaların birbirine zıt olabildiğini vurgulamakta ve yönetimlerin isimlerinin değil, icraatlarının önemli olduğunun altını çizmektedir.

Giriş bölümünde son olarak yazar, İslâm’ın doğduğu ve yayıldığı coğrafyanın yönetimin şekillenmesi üzerinde önemli etkisinin olduğunu, İslâm medeniyetinde toplumun nasıl yönetildiğini ve yönetime ilişkin kurumların nasıl geliştiğini anlatmadan önce Araplarda siyasetin ve yönetimin temel dinamiklerini ve tarihî gelişimini ele almanın önemini ifade ederek, konuyu İslâm öncesi dönemden başlayarak ele almaktadır.

İslâm’dan Önce Hicâz ve Çevresinde Siyaset (s. 9-14) isimli birinci bölümde; İslam’dan önceki siyasetin, güçlünün var olduğu, zayıfın ise yaşama alanı bulamadığı bir anlayışın üzerine kurulduğu, bu nedenle zayıf kişilerin ve kabilelerin ezilmemek için güçlü birisine ya da güçlü bir kabileye sığınmak zorunda olduklarını belirten yazar, İslâm medeniyetinde siyasî düşüncenin gelişmesinde ve kurumların şekillenmesinde Arapların geleneklerinin ve siyasî kültürlerinin etkisinin göz ardı edilmemesi gerektiğini, aksi takdirde birçok gelişmenin sağlıklı bir şekilde çözümlenmesinin mümkün olamayacağına dikkat çekmektedir.

“İslâm Medeniyetinde Siyaset (s.14-48)” başlığıyla ikinci bölümde; yazar, Hz. Peygamberin dönemine ayrı parantez açarak; bu dönemde Rasulullah’ın (s) Mekke toplumuna lider olmasını sağlayan şeyin Peygamberlik görevi olduğunu, vahyin dini otoritesi kadar siyasi otoritesini güçlendirip şekillendirdiğini, din ile siyasetin iç içe olduğunu ve bunu net çizgilerle ayırt etmenin mümkün olmadığını belirtmektedir. Yazar, ayrıca ‘Saadet Asrında’ İslâm toplumunda, büyük ölçüde Hz. Peygamber (sas) tarafından şekillendirilen bir siyaset söz konusuyken onun vefatıyla beraber birçok etkenle şekillenen ve zamanla değişiklik gösteren bir siyasal yapının meydana geldiğinin altını çizmektedir.

Bununla birlikte Rasulullah’ın, o danemin şartlarında bir devlet yönetmekle birlikte modern dönemde kabul edildiği üzere kurumsallaşmasını tamamlamış bir sistem bırakmadığına, ancak Onun aldığı vahiy ve ortaya koyduğu pratik üzerinden Müslümanlara miras bıraktığı devlet yönetiminde dikkate alınabilecek adalet, meşveret, ehliyet ve liyakat gibi ilkelerin varlığına dikkat çekilmektedir.

Ayrıca Hz. Muhammed’in (s), hayatta olduğu müddet boyunca bir vâris tâyin etmediği gibi Müslümanların kendilerini nasıl yöneteceklerine dair bir usul ya da yöntemi de miras bırakmamıştı. Dolayısıyla devlet başkanlığı görevine kimin getirileceği açıkça belirtilmediği ve bu konuda Müslümanların uymak zorunda oldukları herhangi bir açıklama da yapılmadığı için sonraki yallarda ortaya çıkan bazı ayrılıkların, Hz. Peygamber’in yerine kimin geçmesi gerektiği sorusu etrafında üretilen cevaplardan kaynaklandığı belirtilmektedir.

Bundan sonra yazar, Hilafet ve Siyaset ile Halife Kavramını ele almaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de yönetsel meselelerde referans kabul edilecek düzeyde şûraya vurgu yapılmasına karşın, bir devlet ya da yönetme formuna işaret eden ayetler bulunmadığı ve bu sebeple, Hz. Peygamber’in (s) vefatıyla beraber, kabilelerin ve sahip oldukları özelliklerin etkili olduğu bir hilâfet tartışmasının yaşandığı ifade edilmiştir. Bununla birlikte yazar gerek Kur’ân’da gerekse hadislerde halife kelimesinin geçtiğini, ancak Kur’ân’daki halife kelimesinin, yönetim anlamında olmayıp, daha genel anlamlar taşırken hadislerde kelimenin Râşid Halifeler döneminde başlayıp asırlarca kullanılan bir tabir olarak “yönetici” anlamına yakın anlamlar taşıdığını belirtmektedir.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de geçen halife kelimesinin bugünkü bildiğimiz siyasî anlamda “Müslümanların devletini yöneten kişi” anlamına sahip olmadığı, ancak kelimede güce ve bir bakıma otoriteye varis olma anlamının olduğu, bu nedenle Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Peygamber’den sonra bu kelimeyi isim olarak seçmesinin arkasında yatan amacın bu olduğuna dikkat çekilmektedir.

Bununla birlikte “Müslümanların yöneticisi” şeklinde özel anlam içeren rivayetlerin Hz. Peygamber’e ait olmadığını ya da bazı düzeltmelere uğradığını ifade eden yazar, kendisini bu görüşe yönelten en önemli gerekçenin de ilk dönemlerden itibaren hilafetle ilgili mücadelelerin olmasıdır. İktidarı elde etme çabası içerisinde zaman zaman Hz. Peygamber’e sözler isnat edilmiş olmasının mümkün olduğuna da değinen yazar söz konusu rivayetlerin İslâm tarihinin ilk döneminde meydana gelen iktidar mücadelelerinden sonra kaydedildiğinin altını çizmektedir.

Son olarak “Râşid Halifeler” kavramının hadise isnadının da sorunlu olduğu, zira Hz. Peygamber döneminde bunun bir makam adı olarak kullanılmasının ihtimal dahilinde olmadığıdır.

Devlet ve Hilafet konusuna gelindiğinde ise; ilk Halifelerin dördünün de farklı yöntemlerle iktidara geldiği ve bu farklı uygulamalara giden ashâbın, aslında söz konusu uygulamalarla Müslümanların önünü açtığı, ancak ashâbın farklı yöntemleri kullanırken ileride Müslümanları rahatlatmak amacıyla böyle bir yola gittiklerini söylemenin tarihî realiteye uymayacağı ifade edilmiştir. Amacın, kendi dönemlerindeki sorunları çözmek ve bunu yaparken de konjonktürden, gelenekten, dinî birikimden yani Kur’ân ve Rasulullah’ın (s) uygulamalarından yararlanmaya çalıştıklarının olduğu belirtilmiştir.

Günümüzde siyasî ihtilafların toplumsal gerginlikte belirleyici olduğu gibi ilk dönem İslâm toplumunda da siyasî eğilimlerin önemli bir farklılık ve ihtilaf konusu olduğu, ancak ortaya çıkan ihtilafların hemen hepsinin -dinî yorum farklılığından değil- siyasî görüş ayrılığı ya da çıkar ilişkisi veya çatışmasından ortaya çıktığı belirtilmektedir.

Yazar, ilk asırlarda Müslümanların en önemli sorununun siyaset etrafında şekillendiğini ve bu sorunun sonraki süreçte dinî-itikadî ihtilafları besleyen önemli problemlerden birisi olduğunu, hatta dinî-itikadî ihtilafların ve ortaya çıkan fırka ve mezheplerin daha sonraki dönemlerde siyaseti belirleyen bir etken haline de dönüştüğünü ifade etmiştir. Başka bir ifadeyle siyasetle dinin birbirini besleyen kurumlar haline geldiğinin altını çizmiştir.

Emevîler ile hilafet açısından yeni bir sayfanın açıldığı ve otoritenin artık bir ailenin mülkü haline geldiği ve baştaki halife tarafından hanedandan belirlenen kişinin iktidara gelmeye başladığı görülmektedir.  Yazar, bundan sonra halkın iradesinin yönetime yansımasının eskiye göre çok daha zayıfladığı ve ilk Halifeler döneminde bir seçim yöntemi olan biatın, halkın halifeyi seçmesi ve onaylaması anlamından uzaklaşarak şeklî bir faaliyete dönüştüğünün altını çizmektedir.

Hilafetin Emevîlere geçiciyle birlikte bir saltanata dönüştüğü, Bizans ve Sasani hükümdarları iktidara nasıl gelmişlerse halifelerin de aynı şekilde iktidara geldiği ve iktidarın bir mülk olarak babadan oğula, kardeşten kardeşe geçtiği, bundan sonra da Osmanlı döneminin sonuna kadar yönetime geliş şeklinde önemli bir değişikliğin olmadığına dikkat çekilmiştir.

Abbasîlerin iktidar olmasıyla birlikte hilafet merkezi Şam’dan Irak’a taşınmış oldu. Eserde, Abbasîlerin ilk asrında iktidara gelen kudretli halifelerle devlet yönetimindeki etkisi yaklaşık bir asır sürdüğü, bundan sonra gelen halifelerin komutanların ve emirü’l-ümeraların etkisi altında siyasî nüfuzlarını kaybetmeye başladıkları ve daha sonra devletin yaklaşık 130 yıl Büveyhoğullarının (932-1062) hâkimiyetinde kaldığı anlatılmaktadır. Ayrıca Büveyhîler’e son veren Selçuklular’la birlikte İranlıların etkisinden uzaklaşan hilafet, zamanla yerini Türklerin etkisine bırakmış oldu.

Bu bölümde yazarın dikkat çektiği önemli hususlardan birisi de halifelerin konumlarını dinî açıdan temellendirme çabası içerisinde oldukları, bu sebeple Hz. Peygamber’i sembolize etmesi muhtemel maddî varlıklar (Kutsal Emanetler) korunarak ve hatta büyük bir ihtimalle bir kısmı üretilerek halifelerin iktidarlarının sembolü olarak kullanılmış olmasıdır. Kutsal emanetleri sahiplenmenin gerçekte şekli olduğu ve asıl hedefin siyasi otoriteyi güçlendirmek olduğuna da vurgu yapılmıştır.

Dikkat çekilen diğer bir husus da Bağdat’ta bir halife varken aynı zamanda Endülüs Emevîleri emiri III. Abdurrahman’ın ve Fatımîler’in de halife unvanını kullanmış olması, ayrıca 1130-1269 yılları arasında Kuzey Afrika ve Endülüs’te hükümran olan Muvahhid yöneticilerin de halife olarak biat almış olmalarıdır.

Abbasî Devleti’nin yıkılışından (1258) sonra siyasî ise nüfuzunu ya da varlığını Mısır’da, Memluklerin (1250-1517) hâkimiyeti altında devam ettiren Abbasî ailesinin halifeliklerinin sembolik olmaktan öteye gidemediği, Mısır’da, Memluklerin meşruiyetlerini savunmak amacıyla kullandıkları argümanlardan birisi olan hilâfetin Osmanlı Devleti’nin Memlukler Devletine son verip Mısır’a hâkim olmasından sonra ve son Abbasî halifesi Mütevekkil’in de İstanbul’a götürülmesiyle zaten sembolik olan hilafetin siyasî gündemin dışına itilmiş olduğu görülmektedir.

Osmanlılar döneminde de hilâfet kurumu açısından çok bir şeyin değişmediği görülmektedir. Yazar, bu denemde de hilafetin sembolik bir kurum olduğunu ve bugün taşıdığı anlamın çok gerisine düştüğünü, Yavuz Sultan Selim döneminden sonra son Abbasî halifesinin ölümüyle birlikte Abbasî hilafetinin fiilen sona erdiğini belirtmektedir.

Osmanlı Devleti’nin oluşturduğu sistemde halifeliğin önemli bir yere sahip olmadığına vurgu yapan yazar, Halife unvanının da baştaki yöneticinin görev unvanı olarak değil, sultanın unvanlarından biri olarak ve daha çok ‘Halifetullah’ anlamıyla ilişkili olarak Osmanlı sultanları için kullanıldığının altını çizmiştir.

Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nde hilafetin, Osmanlının son asırlarında uluslararası siyasî konjonktürün bir parçası olarak önemli hale gelmeye başladığına ve Hilafetin, Osmanlı sultanlarına hâkim olmadıkları bölgelerde yaşayan Müslümanların liderliği gibi önemli bir avantaj sağladığına, hilafetin sahip olduğu dinî-siyasî gücün fark edildiği son dönemlerde halife olanların özellikle bu gücü kullanmaya çalıştıklarına dikkat çekilmiştir.

Osmanlı’nın son dönemlerinde hilafet etrafındaki tartışmaların çok karmaşık ve uluslararası Mücadele alanlarından biri olduğunun unutulmaması gerektiğine değinen yazar, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldıktan bir süre sonra artık hilâfetin de devam ettirilmesinin mümkün olmadığı düşünülerek 3 Mart 1924 tarihinde kaldırıldığı ve hilafetin kaldırılmasıyla birlikte İslâm dünyasında o güne kadar Müslümanların alışkın oldukları liderlik anlayışının böylece ortadan kalkmış olduğunu belirtmiştir.

        Son zamanlarda hilafetin yeniden ihyasına yönelik bazı düşünceler olsa da, eserde, bugün bunun gerçekleştirilmesini sağlayacak sosyal ve siyasî bir ortamın olmadığı, kısa vadede Müslümanların bir halife etrafında toplanmalarının pek mümkün görülmediği, İslâm dünyasındaki bölünmüşlük, siyasî çatışmalar, emperyalistlerin İslâm dünyasındaki faaliyetleri, siyasî hâkimiyetleri ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasî tavrı halifeliği tekrar ihya etme beklentilerini akim bıraktığı belirtilmiştir.

“Teori ve Pratik Arasında Hilafet (s. 48-61konusunun ele alındığı bu bölümde; Hanedan, Veliaht Tayini, Nesep Koşulu (İmamlar Kureyş’tendir), Otoritenin Tekliği, İtaat Zorunluluğu, Biat, Halifede Aranan özellikler, Görev ve Yetkiler, Birden çok Halife, Çocuk Halifeler, Hilafet ve Kadın, Görev Süresi, Görevden Uzaklaştırma, Görevden Ayrılma, Muhalefet, İstihdam konularının tartışıldığı bu bölümde yazar hilafetin teori ile pratik arasında nasıl sıkıştığını ortaya koymaktadır.

Teorik olarak İslâm dünyasında otoritenin tek olduğu düşüncesi ve halifenin sadece bir kişi olması gerektiğini ifade eden bazı dinî metinler de oluşturulmuş olmasına rağmen pratikte birden fazla otorite bulunduğuna dikkat çekilirken, İslâm dünyasında halifeye itaati belirleyen ana ritüel olan biatin yönetimin hanedanların eline geçmesinden sonra büyük ölçüde sembolik bir anlam taşımaya başladığı da vurgulanmıştır.

Halife olacak kişinin hangi özelliklere sahip olması gerektiği hususunda Abbasîler döneminde yazılan bazı kitaplarda kimi kriterlere yer verilmişse de gerçekte halifenin makama oturmasını sağlayan şeyin güç olduğunun altı çizilmiştir.

Bununla birlikte Müslümanlar tarafından biat edilerek iktidara getirilen halifenin yine Müslümanlar tarafından kurallar çerçevesinde görevden alınamaması ciddi bir problem olarak değerlendirilmekte olup sistemin, göreve getirme yolunu açtığı kişilerin görevlerine son verme yolunu açmadığından muhaliflerin ‘şiddeti’ bir muhalefet yöntemi olarak meşrulaştırmalarına sebep olan etkenler arasında gösterilmektedir.

         Ayrıca yazar, Tarihî tecrübeden hareketle çağdaş devletlerde süreli biatin (seçimin) elzem olduğu bir sürece girildiğini belirterek İslâm siyasi geleneği çerçevesinde oluşan iktidar süresiyle ilgili anlayışın günümüzde tartışılmasının kaçınılmaz olduğunun da altını çizmektedir.

“Geçmişten Geleceğe Hilafet (s. 61-64); Siyaset tartışmaları veya hilafetin bir yönetim şekli olarak ortaya çıkması meselesinin sadece geçmişe ait bir olgu olmayıp günümüzde de tartışılması gereken konulardan birisi olduğuna vurgu yapan yazar, kitabın bu son bölümünde çağdaş bir problem olarak hilafet konusuyla ilgili bir çerçeve çizmektedir.

        Hilafetin, bugün için Müslümanlar açısından geçmişte kalan, olumlu ve olumsuz taraflarıyla Müslümanların tarihî tecrübesi çerçevesinde şekillenen bir kurum olduğu ifade edilerek bugünden geçmişe bakıldığında; Hilafetin Müslümanları tek bir çatı altında toplayabilme gücünü genellikle fiiliyatta gerçekleştirememesine rağmen hilafetin göz kamaştırıcı birleştirici yönünün bugün için de birçok Müslüman tarafından bir çıkış yolu olarak görüldüğü ifade edilmektedir.

        Yazar, Müslümanların geçmişte uzun bir süre gerçekleştiremedikleri tek bir devlet ve bir dünya devleti olma iddialarının bugünden bakıldığında çok daha zor olduğunu söylemekle birlikte İslâm dünyasının, İslâm birliği, İslâm fikriyatı, İslâm ülküsü etrafında birleşme, hareket etme ve ortak bir siyaset belirleme potansiyeli taşıdığını, tek tek devletler şeklinde organize olmasalar dahi Müslümanların küllenmiş potansiyellerini kullandıklarında dünyadaki algıyı değiştirebilecek güçlü bir tavır ortaya koyabileceklerine de altını çizmektedir.

        Bugünden geleceğe bakıldığında ise yazar, hilafetle ilgili zamanla oluşan bir literatürün var olduğu ve Müslümanların bu literatüre literal okuma çerçevesinde bağlı kalmaları durumunda çok farklı alternatifler oluşturmalarının zor olduğuna, ancak Müslümanların, literatürle ilgili farklı bir bakış açısı oluşturup geçmişte üretilen değerlerle günümüzün imkânlarını bir araya getirirlerse yeni bakış açıları kazanmalarının mümkün olacağına dikkat çekmektedir.

        Sonuç olarak

        Halife seçiminde, halefinin Kureyş’ten olması gerektiği tezinin Ensar’a kabul ettirilmesiyle birlikte, 1517 yılında Mısır’ın Yavuz Sultan Selim tarafından ele geçirilmesine kadar, halife olanların tamamının Kureyşî olduğu ve Kureyş’in bu konudaki otoritesini dinî argümanlarla da beslediği,

        Kureyşîlik koşulunun, Ehl-i Sünnet’in ve Mutezilî bazı âlimlerin kabul ettiği siyasî bir ilke olarak, otoritenin karşısına çıkanların aşamadıkları bir bariyer olduğu,

        Halifeliğe dinî bir kurum olarak bakılmasının sadece Osmanlı dönemindeki anlayışın geliştirdiği bir şey olmayıp geleneğin beslediği, halifenin ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ olduğu şeklindeki anlayışın etkili olduğu,

        İslâm tarihinin adeta Müslüman liderlerin birbirleriyle mücadele tarihi olduğu, özellikle gücü elinde bulunduranların, otoriteleri tehdit edildiğinde tepkilerini çok sert bir şekilde göstermekten çekinmedikleri ve bunun için nassın kullanılmasından da kaçınılmadığı, belirtilmiştir.

Bugün ise, İslâm dünyasının içinde bulunduğu duruma bakıldığında ve tahammül sınırlarının çok daha az olduğu bir ortamda, Müslümanların birlik olabilmelerinin oldukça güç olduğuna değinen yazar, sürekli geçmişe öykünmek yerine bugünün koşullarında adil bir yönetim oluşturmaya çalışmanın daha makul ve gerçekçi olduğuna, ayrıca dünyada, insanı ve toplumları yönetme şeklinin değiştiği bir dönemde Müslümanların kendi zamanlarına uygun, ancak dinin ruhuna aykırı olmamak üzere yeni açılımlarla gelecek perspektifini, geçmişi unutmadan ama mevcut koşulları da ıskalamadan oluşturmaları gerektiğine dikkat çekmektedir.

 

 

 



[1] İstanbul Üniversitesi SBE. İslam Tarihi ve Sanatları Doktora Öğrencisi, edip4708@hotmail.com


0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar