HİLAFETİN HİKÂYESİ
Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN
Beyan Yayınları, İstanbul-2020
1. Baskı, Sayfa sayısı 78
Tanıtım/Değerlendirme: Edip AKYOL[1]
Şüphesiz Adnan DEMİRCAN hocamız ülkemizin yetiştirdiği en üretken İslam Tarihçilerinden biridir. Gerek telif ettiği kitaplar gerekse çeviri ve editörlüğünü yaptığı çalışmalarla alana yaptığı katkılar azımsanmayacak derecededir. Bununla birlikte gündeme gelen konuları tarihi arka plan ve gerçekliği ile ele alarak gündeme katkı sunmaktadır.
‘Hilafetin Hikâyesi’ adlı
elimizdeki bu çalışma; son zamanlarda gündeme gelen Hilâfet meselesinin tarihini
daha çok yönetimsel ve siyasi açıdan ele almaktadır.
Bugüne kadar hilafet hakkında birçok kitabın yazıldığı ve söz
konusu kitaplarda hilafet kurumunun ya ideolojik çatışmaların konusu yapıldığı
ya da kurumla ilgili teorik bilgi verilmekle yetinildiği ifade edildikten
sonra, elimizdeki çalışmanın amacı; hilafetin meşruiyetini tartışmanın
ötesinde, kurumun tarihî süreçte geçirdiği aşamaları ele almak, olduğu
belirtilmektedir. Bu çerçevede hilafet ve saltanat kurumlarının kökenine ve
gelişim sürecine inilerek kurumun yapısı tasvir edilmiştir.
İdeolojik ve günübirlik siyasî tartışmalara kurban edilen Yönetim,
Hilafet Saltanat, Cumhuriyet ve Demokrasi gibi kavramların bilimsel veriler
ışığında incelenmesinin İslâm ümmeti için daha faydalı olacağının altını çizen
yazar, ahlakî kirlenmenin her yere sirayet ettiği bir dönemde fikrî temizliğin
ve fikir namusunun değerinin pek kalmadığı gerçeğini de önümüze sermektedir.
Bununla birlikte, Hilafetin ve saltanatın tarihsel birer olgu olarak
değerlendirilmesinin hem bilime hem de insanlığa yapılabilecek en doğru
hizmetin olduğunu ve “Biz iyiyiz, başkaları kötü!” anlayışının bugüne kadar
bize pek bir şey kazandırmadığını ortaya koymaktadır.
Yazar daha önceki çalışmalarında, özellikle de ideoloji ile
gerçeklik arasında sıkışıp kalmış “Kerbelâ, Gadir-i Hum, Ali-Muaviye Kavgası,
Fitne” gibi konularda olduğu gibi “Hilâfetin Hikayesi”ni ele aldığı bu
çalışmada da ideolojik bir saplantıya girmeden, tarafsızlığını koruyarak
hilafet kurumunun tarihî gelişimini tasvir etmektedir.
“Hilâfetin Hikayesi”ni konu edinen
elimizdeki çalışma; giriş, dört ana başlık (İslâm’dan Önce Hicâz ve Çevresinde
Siyaset, İslâm Medeniyetinde Siyaset, Teori ve Pratik Arasında Hilafet,
Geçmişten Geleceğe Hilafet) ve sonuç kısmından oluşmakla birlikte kitaba ek
olarak Emeviler’den Osmanlı’ya kadar bütün halifelerin ve Safevî
Hükümdarlarının isimleri ve iktidarda kaldıkları süreleri ile halifelerin
şecereleri tablolar halinde yer almaktadır.
Giriş kısmında; İnsanoğlunun, sosyal
ilişkilerinin adalet zemininde gerçekleştirilmesine ihtiyacı olduğu, aksi
takdirde gücü elinde bulunduran ve daha güçlü olanın zalim olmasının kaçınılmaz
olacağı belirtilerek gücün ölçüsüzce ve ahlakî ilkeler gözetilmeden
kullanılmasının, birey için sorunlu olduğu gibi devlet için de sorunlu olduğu
vurgulanmaktadır.
Siyaset ahlakının dayandığı önemli temellerden birinin din olduğu
ve dinin olmadığı bir toplum olmadığına göre insanın ürettiği değerlerin ahlak
inşa etmek isteyen dinlerden bağımsız şekillenmesinin mümkün olamayacağı
belirtilmektedir. Bununla birlikte, dinin siyasî ahlakı şekillendiren temel
etkenlerden olması, dine dayandırılan ya da din üzerinden meşrulaştırılan
eylemlerin sorunlu olmasını engellemediği de vurgulanırken, birçok diktatörün
yedeğine dini ve dinî kurumları alarak otoritesini kurmaya çalıştığının da altı
çizilmektedir.
Tarihte şekillenmiş tecrübelerden hareketle devlet yönetimiyle ilgili
farklı sistemlerin varlığını belirten yazar, Teokrasi, Oligarşi, Monarşi,
Demokrasi gibi isimlerin, bölgesel ve dönemsel olarak birbirinden farklı
şekillerde tanımlandığını, isimlendirmeler benzer olsa da uygulamaların
birbirine zıt olabildiğini vurgulamakta ve yönetimlerin isimlerinin değil,
icraatlarının önemli olduğunun altını çizmektedir.
Giriş bölümünde son olarak yazar, İslâm’ın doğduğu ve yayıldığı
coğrafyanın yönetimin şekillenmesi üzerinde önemli etkisinin olduğunu, İslâm
medeniyetinde toplumun nasıl yönetildiğini ve yönetime ilişkin kurumların nasıl
geliştiğini anlatmadan önce Araplarda siyasetin ve yönetimin temel
dinamiklerini ve tarihî gelişimini ele almanın önemini ifade ederek, konuyu
İslâm öncesi dönemden başlayarak ele almaktadır.
İslâm’dan Önce Hicâz ve Çevresinde Siyaset (s. 9-14) isimli birinci
bölümde; İslam’dan önceki siyasetin,
güçlünün var olduğu, zayıfın ise yaşama alanı bulamadığı bir anlayışın üzerine
kurulduğu, bu nedenle zayıf kişilerin ve kabilelerin ezilmemek için güçlü
birisine ya da güçlü bir kabileye sığınmak zorunda olduklarını belirten yazar,
İslâm medeniyetinde siyasî düşüncenin gelişmesinde ve kurumların
şekillenmesinde Arapların geleneklerinin ve siyasî kültürlerinin etkisinin göz
ardı edilmemesi gerektiğini, aksi takdirde birçok gelişmenin sağlıklı bir
şekilde çözümlenmesinin mümkün olamayacağına dikkat çekmektedir.
“İslâm Medeniyetinde Siyaset (s.14-48)”
başlığıyla ikinci bölümde; yazar, Hz. Peygamberin dönemine ayrı parantez
açarak; bu dönemde Rasulullah’ın (s) Mekke toplumuna lider olmasını sağlayan
şeyin Peygamberlik görevi olduğunu, vahyin dini otoritesi kadar siyasi
otoritesini güçlendirip şekillendirdiğini, din ile siyasetin iç içe olduğunu ve
bunu net çizgilerle ayırt etmenin mümkün olmadığını belirtmektedir. Yazar,
ayrıca ‘Saadet Asrında’ İslâm toplumunda, büyük ölçüde Hz. Peygamber (sas)
tarafından şekillendirilen bir siyaset söz konusuyken onun vefatıyla beraber
birçok etkenle şekillenen ve zamanla değişiklik gösteren bir siyasal yapının
meydana geldiğinin altını çizmektedir.
Bununla birlikte Rasulullah’ın, o danemin şartlarında bir devlet yönetmekle
birlikte modern dönemde kabul edildiği üzere kurumsallaşmasını tamamlamış bir
sistem bırakmadığına, ancak Onun aldığı vahiy ve ortaya koyduğu pratik üzerinden
Müslümanlara miras bıraktığı devlet yönetiminde dikkate alınabilecek adalet,
meşveret, ehliyet ve liyakat gibi ilkelerin varlığına dikkat çekilmektedir.
Ayrıca Hz. Muhammed’in (s), hayatta olduğu müddet boyunca bir vâris
tâyin etmediği gibi Müslümanların kendilerini nasıl yöneteceklerine dair bir
usul ya da yöntemi de miras bırakmamıştı. Dolayısıyla devlet başkanlığı görevine
kimin getirileceği açıkça belirtilmediği ve bu konuda Müslümanların uymak
zorunda oldukları herhangi bir açıklama da yapılmadığı için sonraki yallarda
ortaya çıkan bazı ayrılıkların, Hz. Peygamber’in yerine kimin geçmesi gerektiği
sorusu etrafında üretilen cevaplardan kaynaklandığı belirtilmektedir.
Bundan sonra yazar, Hilafet ve Siyaset ile Halife Kavramını ele
almaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de yönetsel meselelerde referans kabul edilecek
düzeyde şûraya vurgu yapılmasına karşın, bir devlet ya da yönetme formuna
işaret eden ayetler bulunmadığı ve bu sebeple, Hz. Peygamber’in (s) vefatıyla
beraber, kabilelerin ve sahip oldukları özelliklerin etkili olduğu bir hilâfet
tartışmasının yaşandığı ifade edilmiştir. Bununla birlikte yazar gerek
Kur’ân’da gerekse hadislerde halife kelimesinin geçtiğini, ancak Kur’ân’daki
halife kelimesinin, yönetim anlamında olmayıp, daha genel anlamlar taşırken
hadislerde kelimenin Râşid Halifeler döneminde başlayıp asırlarca kullanılan
bir tabir olarak “yönetici” anlamına yakın anlamlar taşıdığını belirtmektedir.
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de geçen halife kelimesinin bugünkü
bildiğimiz siyasî anlamda “Müslümanların devletini yöneten kişi” anlamına sahip
olmadığı, ancak kelimede güce ve bir bakıma otoriteye varis olma anlamının
olduğu, bu nedenle Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Peygamber’den sonra bu kelimeyi isim
olarak seçmesinin arkasında yatan amacın bu olduğuna dikkat çekilmektedir.
Bununla birlikte “Müslümanların yöneticisi” şeklinde özel anlam
içeren rivayetlerin Hz. Peygamber’e ait olmadığını ya da bazı düzeltmelere
uğradığını ifade eden yazar, kendisini bu görüşe yönelten en önemli gerekçenin
de ilk dönemlerden itibaren hilafetle ilgili mücadelelerin olmasıdır. İktidarı
elde etme çabası içerisinde zaman zaman Hz. Peygamber’e sözler isnat edilmiş
olmasının mümkün olduğuna da değinen yazar söz konusu rivayetlerin İslâm
tarihinin ilk döneminde meydana gelen iktidar mücadelelerinden sonra
kaydedildiğinin altını çizmektedir.
Son olarak “Râşid Halifeler” kavramının hadise isnadının da sorunlu
olduğu, zira Hz. Peygamber döneminde bunun bir makam adı olarak kullanılmasının
ihtimal dahilinde olmadığıdır.
Devlet ve Hilafet konusuna
gelindiğinde ise; ilk Halifelerin dördünün de farklı yöntemlerle
iktidara geldiği ve bu farklı uygulamalara giden ashâbın, aslında söz konusu
uygulamalarla Müslümanların önünü açtığı, ancak ashâbın farklı yöntemleri
kullanırken ileride Müslümanları rahatlatmak amacıyla böyle bir yola
gittiklerini söylemenin tarihî realiteye uymayacağı ifade edilmiştir. Amacın,
kendi dönemlerindeki sorunları çözmek ve bunu yaparken de konjonktürden,
gelenekten, dinî birikimden yani Kur’ân ve Rasulullah’ın (s) uygulamalarından
yararlanmaya çalıştıklarının olduğu belirtilmiştir.
Günümüzde siyasî ihtilafların toplumsal gerginlikte belirleyici
olduğu gibi ilk dönem İslâm toplumunda da siyasî eğilimlerin önemli bir
farklılık ve ihtilaf konusu olduğu, ancak ortaya çıkan ihtilafların hemen
hepsinin -dinî yorum farklılığından değil- siyasî görüş ayrılığı ya da çıkar
ilişkisi veya çatışmasından ortaya çıktığı belirtilmektedir.
Yazar, ilk asırlarda Müslümanların en önemli sorununun siyaset
etrafında şekillendiğini ve bu sorunun sonraki süreçte dinî-itikadî ihtilafları
besleyen önemli problemlerden birisi olduğunu, hatta dinî-itikadî ihtilafların
ve ortaya çıkan fırka ve mezheplerin daha sonraki dönemlerde siyaseti
belirleyen bir etken haline de dönüştüğünü ifade etmiştir. Başka bir ifadeyle
siyasetle dinin birbirini besleyen kurumlar haline geldiğinin altını çizmiştir.
Emevîler ile hilafet açısından yeni bir
sayfanın açıldığı ve otoritenin artık bir ailenin mülkü haline geldiği ve
baştaki halife tarafından hanedandan belirlenen kişinin iktidara gelmeye
başladığı görülmektedir. Yazar, bundan
sonra halkın iradesinin yönetime yansımasının eskiye göre çok daha zayıfladığı
ve ilk Halifeler döneminde bir seçim yöntemi olan biatın, halkın halifeyi
seçmesi ve onaylaması anlamından uzaklaşarak şeklî bir faaliyete dönüştüğünün
altını çizmektedir.
Hilafetin Emevîlere geçiciyle birlikte bir saltanata dönüştüğü,
Bizans ve Sasani hükümdarları iktidara nasıl gelmişlerse halifelerin de aynı
şekilde iktidara geldiği ve iktidarın bir mülk olarak babadan oğula, kardeşten
kardeşe geçtiği, bundan sonra da Osmanlı döneminin sonuna kadar yönetime geliş
şeklinde önemli bir değişikliğin olmadığına dikkat çekilmiştir.
Abbasîlerin iktidar
olmasıyla birlikte hilafet merkezi Şam’dan Irak’a taşınmış oldu. Eserde,
Abbasîlerin ilk asrında iktidara gelen kudretli halifelerle devlet yönetimindeki
etkisi yaklaşık bir asır sürdüğü, bundan sonra gelen halifelerin komutanların
ve emirü’l-ümeraların etkisi altında siyasî nüfuzlarını kaybetmeye başladıkları
ve daha sonra devletin yaklaşık 130 yıl Büveyhoğullarının (932-1062)
hâkimiyetinde kaldığı anlatılmaktadır. Ayrıca Büveyhîler’e son veren
Selçuklular’la birlikte İranlıların etkisinden uzaklaşan hilafet, zamanla
yerini Türklerin etkisine bırakmış oldu.
Bu bölümde yazarın dikkat çektiği önemli hususlardan birisi de
halifelerin konumlarını dinî açıdan temellendirme çabası içerisinde oldukları,
bu sebeple Hz. Peygamber’i sembolize etmesi muhtemel maddî varlıklar (Kutsal
Emanetler) korunarak ve hatta büyük bir ihtimalle bir kısmı üretilerek
halifelerin iktidarlarının sembolü olarak kullanılmış olmasıdır. Kutsal
emanetleri sahiplenmenin gerçekte şekli olduğu ve asıl hedefin siyasi otoriteyi
güçlendirmek olduğuna da vurgu yapılmıştır.
Dikkat çekilen diğer bir husus da Bağdat’ta bir halife varken aynı
zamanda Endülüs Emevîleri emiri III. Abdurrahman’ın ve Fatımîler’in de halife
unvanını kullanmış olması, ayrıca 1130-1269 yılları arasında Kuzey Afrika ve
Endülüs’te hükümran olan Muvahhid yöneticilerin de halife olarak biat almış
olmalarıdır.
Abbasî Devleti’nin yıkılışından (1258) sonra siyasî ise nüfuzunu ya
da varlığını Mısır’da, Memluklerin (1250-1517) hâkimiyeti altında devam ettiren
Abbasî ailesinin halifeliklerinin sembolik olmaktan öteye gidemediği, Mısır’da,
Memluklerin meşruiyetlerini savunmak amacıyla kullandıkları argümanlardan
birisi olan hilâfetin Osmanlı Devleti’nin Memlukler Devletine son verip Mısır’a
hâkim olmasından sonra ve son Abbasî halifesi Mütevekkil’in de İstanbul’a
götürülmesiyle zaten sembolik olan hilafetin siyasî gündemin dışına itilmiş
olduğu görülmektedir.
Osmanlılar döneminde de
hilâfet kurumu açısından çok bir şeyin değişmediği görülmektedir. Yazar, bu
denemde de hilafetin sembolik bir kurum olduğunu ve bugün taşıdığı
anlamın çok gerisine düştüğünü, Yavuz Sultan Selim döneminden sonra son Abbasî
halifesinin ölümüyle birlikte Abbasî hilafetinin fiilen sona erdiğini
belirtmektedir.
Osmanlı Devleti’nin oluşturduğu sistemde halifeliğin önemli bir
yere sahip olmadığına vurgu yapan yazar, Halife unvanının da baştaki yöneticinin
görev unvanı olarak değil, sultanın unvanlarından biri olarak ve daha çok ‘Halifetullah’
anlamıyla ilişkili olarak Osmanlı sultanları için kullanıldığının altını
çizmiştir.
Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nde hilafetin, Osmanlının son
asırlarında uluslararası siyasî konjonktürün bir parçası olarak önemli hale
gelmeye başladığına ve Hilafetin, Osmanlı sultanlarına hâkim olmadıkları
bölgelerde yaşayan Müslümanların liderliği gibi önemli bir avantaj sağladığına,
hilafetin sahip olduğu dinî-siyasî gücün fark edildiği son dönemlerde halife
olanların özellikle bu gücü kullanmaya çalıştıklarına dikkat çekilmiştir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde hilafet etrafındaki tartışmaların çok
karmaşık ve uluslararası Mücadele alanlarından biri olduğunun unutulmaması
gerektiğine değinen yazar, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldıktan bir süre
sonra artık hilâfetin de devam ettirilmesinin mümkün olmadığı düşünülerek 3
Mart 1924 tarihinde kaldırıldığı ve hilafetin kaldırılmasıyla birlikte İslâm
dünyasında o güne kadar Müslümanların alışkın oldukları liderlik anlayışının
böylece ortadan kalkmış olduğunu belirtmiştir.
Son zamanlarda hilafetin yeniden ihyasına yönelik bazı düşünceler
olsa da, eserde, bugün bunun gerçekleştirilmesini sağlayacak sosyal ve siyasî
bir ortamın olmadığı, kısa vadede Müslümanların bir halife etrafında
toplanmalarının pek mümkün görülmediği, İslâm dünyasındaki bölünmüşlük, siyasî
çatışmalar, emperyalistlerin İslâm dünyasındaki faaliyetleri, siyasî
hâkimiyetleri ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nin siyasî tavrı halifeliği tekrar ihya etme beklentilerini akim
bıraktığı belirtilmiştir.
“Teori ve Pratik Arasında Hilafet (s. 48-61” konusunun ele alındığı bu bölümde; Hanedan,
Veliaht Tayini, Nesep Koşulu (İmamlar Kureyş’tendir), Otoritenin Tekliği, İtaat
Zorunluluğu, Biat, Halifede Aranan özellikler, Görev ve Yetkiler, Birden çok
Halife, Çocuk Halifeler, Hilafet ve Kadın, Görev Süresi, Görevden Uzaklaştırma,
Görevden Ayrılma, Muhalefet, İstihdam konularının tartışıldığı bu bölümde yazar
hilafetin teori ile pratik arasında nasıl sıkıştığını ortaya koymaktadır.
Teorik olarak İslâm dünyasında otoritenin tek olduğu düşüncesi ve
halifenin sadece bir kişi olması gerektiğini ifade eden bazı dinî metinler de
oluşturulmuş olmasına rağmen pratikte birden fazla otorite bulunduğuna dikkat
çekilirken, İslâm dünyasında halifeye itaati belirleyen ana ritüel olan biatin
yönetimin hanedanların eline geçmesinden sonra büyük ölçüde sembolik bir anlam
taşımaya başladığı da vurgulanmıştır.
Halife olacak kişinin hangi özelliklere sahip olması gerektiği
hususunda Abbasîler döneminde yazılan bazı kitaplarda kimi kriterlere yer
verilmişse de gerçekte halifenin makama oturmasını sağlayan şeyin güç olduğunun
altı çizilmiştir.
Bununla birlikte Müslümanlar tarafından biat edilerek iktidara
getirilen halifenin yine Müslümanlar tarafından kurallar çerçevesinde görevden
alınamaması ciddi bir problem olarak değerlendirilmekte olup sistemin, göreve
getirme yolunu açtığı kişilerin görevlerine son verme yolunu açmadığından
muhaliflerin ‘şiddeti’ bir muhalefet yöntemi olarak meşrulaştırmalarına sebep
olan etkenler arasında gösterilmektedir.
Ayrıca yazar, Tarihî tecrübeden hareketle çağdaş devletlerde süreli
biatin (seçimin) elzem olduğu bir sürece girildiğini belirterek İslâm siyasi
geleneği çerçevesinde oluşan iktidar süresiyle ilgili anlayışın günümüzde
tartışılmasının kaçınılmaz olduğunun da altını çizmektedir.
“Geçmişten Geleceğe Hilafet (s. 61-64)”;
Siyaset tartışmaları veya hilafetin bir yönetim şekli olarak ortaya çıkması
meselesinin sadece geçmişe ait bir olgu olmayıp günümüzde de tartışılması
gereken konulardan birisi olduğuna vurgu yapan yazar, kitabın bu son bölümünde
çağdaş bir problem olarak hilafet konusuyla ilgili bir çerçeve çizmektedir.
Hilafetin, bugün için
Müslümanlar açısından geçmişte kalan, olumlu ve olumsuz taraflarıyla
Müslümanların tarihî tecrübesi çerçevesinde şekillenen bir kurum olduğu ifade
edilerek bugünden geçmişe bakıldığında; Hilafetin Müslümanları tek bir çatı
altında toplayabilme gücünü genellikle fiiliyatta gerçekleştirememesine rağmen
hilafetin göz kamaştırıcı birleştirici yönünün bugün için de birçok Müslüman
tarafından bir çıkış yolu olarak görüldüğü ifade edilmektedir.
Yazar, Müslümanların
geçmişte uzun bir süre gerçekleştiremedikleri tek bir devlet ve bir dünya
devleti olma iddialarının bugünden bakıldığında çok daha zor olduğunu söylemekle
birlikte İslâm dünyasının, İslâm birliği, İslâm fikriyatı, İslâm ülküsü
etrafında birleşme, hareket etme ve ortak bir siyaset belirleme potansiyeli
taşıdığını, tek tek devletler şeklinde organize olmasalar dahi Müslümanların
küllenmiş potansiyellerini kullandıklarında dünyadaki algıyı değiştirebilecek
güçlü bir tavır ortaya koyabileceklerine de altını çizmektedir.
Bugünden geleceğe
bakıldığında ise yazar, hilafetle ilgili zamanla oluşan bir literatürün var
olduğu ve Müslümanların bu literatüre literal okuma çerçevesinde bağlı
kalmaları durumunda çok farklı alternatifler oluşturmalarının zor olduğuna,
ancak Müslümanların, literatürle ilgili farklı bir bakış açısı oluşturup
geçmişte üretilen değerlerle günümüzün imkânlarını bir araya getirirlerse yeni
bakış açıları kazanmalarının mümkün olacağına dikkat çekmektedir.
Sonuç olarak
Halife seçiminde,
halefinin Kureyş’ten olması gerektiği tezinin Ensar’a kabul ettirilmesiyle
birlikte, 1517 yılında Mısır’ın Yavuz Sultan Selim tarafından ele geçirilmesine
kadar, halife olanların tamamının Kureyşî olduğu ve Kureyş’in bu konudaki
otoritesini dinî argümanlarla da beslediği,
Kureyşîlik koşulunun,
Ehl-i Sünnet’in ve Mutezilî bazı âlimlerin kabul ettiği siyasî bir ilke olarak,
otoritenin karşısına çıkanların aşamadıkları bir bariyer olduğu,
Halifeliğe dinî bir
kurum olarak bakılmasının sadece Osmanlı dönemindeki anlayışın geliştirdiği bir
şey olmayıp geleneğin beslediği, halifenin ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’
olduğu şeklindeki anlayışın etkili olduğu,
İslâm tarihinin adeta
Müslüman liderlerin birbirleriyle mücadele tarihi olduğu, özellikle gücü elinde
bulunduranların, otoriteleri tehdit edildiğinde tepkilerini çok sert bir
şekilde göstermekten çekinmedikleri ve bunun için nassın kullanılmasından da
kaçınılmadığı, belirtilmiştir.
Bugün ise, İslâm dünyasının içinde bulunduğu duruma bakıldığında ve
tahammül sınırlarının çok daha az olduğu bir ortamda, Müslümanların birlik olabilmelerinin
oldukça güç olduğuna değinen yazar, sürekli geçmişe öykünmek yerine bugünün
koşullarında adil bir yönetim oluşturmaya çalışmanın daha makul ve gerçekçi olduğuna,
ayrıca dünyada, insanı ve toplumları yönetme şeklinin değiştiği bir dönemde
Müslümanların kendi zamanlarına uygun, ancak dinin ruhuna aykırı olmamak üzere
yeni açılımlarla gelecek perspektifini, geçmişi unutmadan ama mevcut koşulları da
ıskalamadan oluşturmaları gerektiğine dikkat çekmektedir.
0 yorum:
Yorum Gönder