Memlük
Devleti (648-923/1250-1517), İslâm tarihindeki en büyük devletlerden
biridir. Onun büyük devletler arasında kabul edilmesini sağlayan sadece
askerî ve siyasî sahalardaki büyük başarıları değildir. İslâm dünyasının
kültürel alandaki gelişimine yaptığı önemli katkı da bu hususta etkili
olmuştur. Esasen Memlük Devleti’nin askerî ve siyasî muvaffakıyetleri
söz konusu ilmî-kültürel gelişimin belirleyici unsurudur. Nitekim
Memlükler’in Moğolları yenerek İslâm dünyasının batısını istiladan
kurtarması ve Suriye’deki Haçlıları tedricen devreden çıkararak bölgeden
uzaklaştırması bahsi geçen bölgeleri Müslüman halk ve tüccarlar kadar
ilim erbabı için de güvenli hâle getirmiştir. Dolayısıyla Müslümanların
siyasî ve ilmî geleneğinin teşekkül ettiği merkezler olan Hicaz, Suriye
ve Mısır gibi bölgeler Haçlı Seferleri ve Moğol istilası gibi sebeplerle
Miladî XI. asırdan itibaren başlayan istikrarsızlıktan kurtarılmış ve
bu sükûnet ortamı ilmî geleneğin yeniden canlanmasında önemli bir amil
olmuştur. Bunun yanı sıra istila altındaki Bağdat gibi mühim ilim
merkezlerinde bulunan ulemanın Şam ve Kahire’ye göç etmesi bu ilmî
hayatiyetin daha da güçlenmesini sağlamıştır. Bu noktada Memlük
sultanları ve devlet adamlarının birçok medrese açarak ve âlimlere büyük
destek sağlayarak yaptıkları katkılardan da bahsetmek gerekir.
Memlük
devlet adamlarının sağladığı bu imkânlar neticesinde oluşan kültürel
ortam semeresini vermiş, Memlükler dönemi ilmî bakımdan İslâm tarihinin
en verimli ve parlak devresi olmuştur. Bu dönemde özellikle tefsir,
hadis, fıkıh, kelâm gibi dinî ilimler başta olmak üzere lügat ilimleri,
tarih, coğrafya ve tabakat gibi beşerî ilimler sahasında çok sayıda âlim
yetişmiş, başka dönemlerle mukayese edilemeyecek miktarda eser kaleme
alınmıştır. Bu eserlerin pek çoğu kendi sahalarında daha sonra birer
başucu kaynak olarak kabul edilmiştir. Memlükler dönemindeki ilmî
faaliyetin belki de en yoğun olduğu saha tarihtir. Bu dönemde birçok
büyük tarihçi yetişmiş, onların siyasî, idarî, kurumsal, mahallî tarih
eserleri, şehir tarihleri, ansiklopedileri, siyer ve biyografi kitapları
daha sonra kendi sahalarında vazgeçilmez kaynaklar hâline gelmiştir.
Dolayısıyla bu eserler kendi çağlarını aşarak farklı dönem ve devletleri
çalışan tarih araştırmacılarına rehber olmuştur. Özellikle biyografi
türünün en güzel ve hacimli ürünleri bu dönemde ortaya çıkmış, bunlar
hem bu dönemin hem de daha önceki devrelerin ilmî, askerî ve siyasî
sahalarında öne çıkan şahsiyetlerini tanıtarak hemen her alandaki
günümüz araştırmacıları için devasa malzeme temin etmiştir.
Memlükler
döneminde böylesine zengin bir tarih külliyatının/malzemesinin
mevcudiyeti muhtelif sahalarda temayüz etmiş çok sayıda âlimin yanı sıra
ümera, devlet adamları ve kâtipler sınıfına mensup kimselerin de bu
alanda eser kaleme almalarının bir sonucudur. Bu dönemde her kesimden
çok sayıda müellifin tarih eseri yazması ise, kanaatimizce toplumun buna
rağbet göstermesiyle alakalıdır. Sultanların tarih ilmine gösterdikleri
alaka da bu sahadaki eserlerin artmasına sebep olmuştur. Nitekim Sultan
el-Melikü’l-Eşref Barsbay’ın (825-841/1422-1438) meşhur tarihçi Aynî
(ö. 855/1451) ile geceleri bir araya gelerek tarih sohbetleri yaptığı,
bahsi geçen tarihçinin Arapça tarih eserlerini Türkçe’ye çevirerek
sultana okuduğu nakledilir.[1]
Bizim
bu çalışmada kısaca ele alacağımız konu bahsi geçen velûd kültürel
ortamın tarih sahasındaki önemli temsilcilerinden Emîr Baybars
el-Mansûrî (ö. 725/1325)’dir. Müellif, Türk Memlükler döneminin
(648-784/1250-1382) önde gelen devlet adamlarındandır.
el-Melikü’l-Mansûr Seyfeddin Kalavun’un (678-689/1279-1290)
memlüklerinden olup hiyerarşide sultandan sonra gelen saltanat nâibliği
başta olmak üzere çeşitli üst düzey vazifeleri yürütmüştür. Hem askerî
sınıfa mensup bulunması hem de zikri geçen görevleri münasebetiyle
devletin kuruluş yıllarından itibaren meydana gelen olayların neredeyse
tamamını ya bizzat içinde yer almak suretiyle ya da konumu gereği
kendisine ulaşan bilgi ve belgeler vasıtasıyla müşahede etme ve öğrenme
imkânına sahip olmuştur. Bu vazifeleri esnasında ilmî faaliyetlerini de
sürdürmüş, Hanefî fıkhı konusunda âlim seviyesine ulaşmıştır. Siyasî
hayattaki çalkantılar sebebiyle, getirildiği makamlarda uzun süre görev
yapamayan müellif, 712-717 (1312-1317) arasında beş yıl hapiste
kalmıştır. Hapis hayatı sona erince kendisini ilim tahsili ve telifine
veren Baybars el-Mansûrî, 725 (1325) senesinde vefat etmiştir.[2]
Tarih sahasında çeşitli kitaplarından bahsedilen müellifin ilk eseri erken dönem Memlük tarihi açısından ehemmiyet arz eden Zübdetü’l-fikre fî târîhi’l-Hicre[3]
adlı umumî bir tarihtir. Bu eserin onlarca ciltten müteşekkil olduğu
belirtilmekteyse de günümüze ancak birkaç cildi ulaşmıştır. Bunlardan
650-709 (1252-1309) seneleri arasını ihtiva eden cilt, Donald S.
Richards tarafından neşredilmiştir. Bu cilt kronolojik olarak Hicrî 650
senesinden başlamaktaysa da müellif eserin mukaddime kısmında özet bir
şekilde Memlük Devleti’nin kuruluşundan bahseder. Bu mukaddimede devleti
kuran Türk asıllı memlüklerin Kıpçak (Orta Asya) havzasından Moğol
istilası sebebiyle ayrılmak zorunda kaldıklarını, bir kısmının
katledildiğini bir kısmının da esir edildiğini ve bunların Eyyûbî
Devleti’nin (567-866/1171-1462) son zamanlarına doğru Mısır ve Şam
bölgelerine getirilerek sultanlara satıldığını belirten Baybars
el-Mansûrî, bu Türklerin ailesinden ve memleketinden ayrılmak, köle
olarak satılmak gibi sıkıntılara karşılık Allah tarafından imana nail
olmakla mükâfatlandırıldığını söyler.[4]
Bu bilgilerden de anlaşıldığı gibi bahse konu eser Memlük Devleti’nin
kuruluşuyla alakalı çalışmalar için ilk eden kaynak hüviyetindedir.
Müellif,
eserin ihtiva ettiği senelerde meydana gelen siyasî gelişmeleri
genellikle tafsilatlı bir şekilde nakleder. Bu siyasî ve askerî
hadiseleri özellikle kendisinin de bulunduğu seferleri aktarırken
nispeten tarafsızdır ve tenkitlerinde nazik bir dil kullanır, olayların
içinde yer aldığını da açıkça belirtir. Anlattığı bir sefere
katılmamışsa bunu da genelde “ben bu savaşa katılmadım ancak
katılanların bana bildirdiğine göre...” şeklinde açıkça ifade eder.
Olaylarla alakalı belge mevcutsa bunu da kaydeder.[5]
Siyasî ve askerî olayları aktarırken verdiği bilgiler, Memlük
Devleti’nin yapısını kavramak açısından büyük öneme sahip olan memlük
askerî grupları arasındaki ilişkilerle bunların eğitim dönemindeki
birliktelikleri (hoşdâşlık[6])
meselesini tespite dair kıymetli malumat sunar. Özellikle kendisinin
askerî rütbelerdeki ilerleyişinden bahseden kısımlarda aktardığı
belgeler ehemmiyet arz eder.[7]
Yine Memlük Devleti için hayatî önemi haiz olan yabancı ülkelerden
getirilen memlüklerin satın alınması ve bunları getiren tacirlerle
alakalı malumat da[8] eserin önemini bir kat daha artırmaktadır.
Siyasî
olaylara geniş yer veren Baybars el-Mansûrî’nin hâl tercümelerinden
(vefeyât) çok az bahsettiği görülmektedir. Bununla birlikte vefeyât
kısmında nispeten uzunca bahsettiği şahıslara da rastlanmaktadır. Ancak
bunların da genellikle ulema sınıfına mensup ya da tasavvuf ehlinden
şahıslar olduğu anlaşılmaktadır.[9]
Baybars el-Mansûrî, haricî gelişmelere oldukça geniş ayırır. Özellikle
Moğollarla alakalı tafsilatlı bilgi verir. Moğolların kurduğu muasır
İlhanlı (1256-1353) veya Altın Ordu/Orda (1241-1502) devletlerinde
meydana gelen saltanat değişimleri, iç mücadeleler ve sultanların
Müslüman oluşu gibi neredeyse bütün önemli gelişmeleri aktarır. Aynı
şekilde muasır ve komşu olan Haçlı devletçikleriyle yapılan savaşlar,
anlaşmalar gibi konularda tafsilatlı malumat verir. Onun bu yaklaşım
tarzı kendisinin de dâhil olduğu memlüklerin Moğollar yüzünden yurtları
ve ailelerinden ayrılmak zorunda kalmalarına, ayrıca müellifin Moğollar
ve Haçlılarla yapılan mücadelelerin bizzat içinde yer almış olmasına
bağlanabilir. Müellifin ilgisi sadece bahsi geçen devletlerle sınırlı da
değildir. Kuzey Afrika’dan İspanya’ya hatta Çin’e kadar uzanan
bölgelerdeki gelişmelere de işaret eder. Dolayısıyla bu eser Memlükler
döneminin siyasî ve diplomatik tarihi hususunda araştırma yapanların
dikkatle takip etmesi gereken kaynakların başında yer almalıdır.
Müellif,
eserinde zor anlaşılan secîli bir üslup kullanmıştır. Bundan dolayı bu
eseri daha sonra temas edeceğimiz Makrîzî (ö. 845/1441) ve Aynî’nin
tarih kitaplarıyla birlikte okumanın ondan istifade etmeyi
kolaylaştıracağı kanaatindeyiz. Yine müellifin özellikle bazı savaşlarda
elde edilen zaferlere ve Seyfeddin Kalavun gibi büyük sultanların
vefatına dair çok sayıda şiir ve mersiyeye yer verdiği de
belirtilmelidir.
Aynı tarihçinin 711 (1312) yılında sona eren ve Zübdetü’l-fikre’nin muhtasarı olduğu belirtilen et-Tuhfetü’l-mülûkiyye fi’d-Devleti’t-Türkiyye[10]
adlı eserinden de bahsedilmelidir. Eserin nâşiri olan Abdülhamid Salih
Hamdân, onun muhtasar değil, ayrı bir eser olduğu kanaatindedir.[11] Donald Presgrave Little ise et-Tuhfetü’l-mülûkiyye’nin, Zübdetü’l-fikre’nin
basit bir muhtasarı olmadığını, bazı teferruat bilgiler bakımından asıl
eserden ileri bir noktada olduğunu örneklerle izah eder.[12]
Little’ın örnek verdiği 699 (1299-1300) senesindeki bazı hadiselerin
anlatımındaki farklar cüzî olmakla birlikte dikkate değerdir. Mesela bu
senenin başında Sultan Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavun’a (birinci
saltanatı: 693-694/1293-1294, ikinci saltanatı: 698-709/1299-1309,
üçüncü saltanatı: 709-741/1309-1341) suikast düzenlenmesi hadisesi ele
alındığında et-Tuhfetü’l-mülûkiyye’de suikastçıyı engelleyen emîrin ismi ilâve bilgi olarak tespit edilmektedir.[13] Yine et-Tuhfetü’l-mülûkiyye’de
aynı senenin başında sultanın Moğollara karşı sefere çıktığı bilgisi
verilirken, bu sırada on beş yaşında olduğuna da işaret edilmekte ve
buna dair bir şiir eklenmektedir.[14]
Eserde önemli bir ilâve de Memlük Devleti’nin kurulmasından hemen önce
gerçekleşen Haçlı Seferi ile Memlükler’in bu sefere karşı büyük bir
mücadele sergileyerek Haçlılar’ın komutanı Fransa kralı IX. Louis’yi
(1226-1270) esir almasından bahsedilmesi ve bu Haçlı komutanı hakkında
yazılmış bir şiirin kaydedilmesidir. Bu kısımda, Zübdetü’l-fikre’de
bulunmayan Mısır’daki son müstakil Eyyûbî sultanı el-Melikü’l-Muazzam
Turan Şah’a da (647-648/1250) kısa bir yer ayrıldığına ve burada onun
liyakatsizliğinden bahsedildiğine işaret edilmelidir.[15]
İki eser arasında başka farklar da bulunmaktadır. Mesela Zübdetü’l-fikre’de vefeyâta yer verilirken, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye için aynı şey söz konusu değildir. Yine elimizde bulunan nüshalar bakımından et-Tuhfetü’l-mülûkiyye’nin hicrî 709 senesinin Zübdetü’l-fikre’de
eksik kalan kısmıyla 710 ve 711 yıllarını da içerdiği, kitabın sonuna
721 senesindeki bir seferin eklendiği belirtilmelidir. Ayrıca bu
kısımların kitabın diğer bölümlerine oranla daha uzun ve tafsilatlı
olduğu da ifade edilmelidir.[16] Baybars el-Mansûrî’nin ele aldığımız bu eseri Hüseyin Polat tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.[17]
Bu noktada Baybars el-Mansûrî’ye ait kabul edilen ve Zübdetü’l-fikre’nin muhtasarı olduğu ileri sürülen Muhtârü’l-ahbâr[18] isimli bir eserden de bahsedilmelidir. Bu eserin de nâşiri olan Hamdân, Muhtârü’l-ahbâr’ın Baybars el-Mansûrî’ye ait olduğu kanaatine ulaştığını ifade eder.[19]
Bu kanaatini teyit için de eserin bazı kısımlarında yer alan
“Kâle’l-müsannif el-Makarr er-Rüknî Baybars ed-Devâdâr (Musannif Devâdâr
Rükneddin Baybars dedi ki…)”[20] şeklindeki ifadelere işaret eder. Oysa aynı nâşir, bu eserden önce neşrettiği et-Tuhfetü’l-mülûkiyye fi’d-Devleti’t-Türkiyye’nin giriş kısmında Claude Cahen’den nakille, Muhtârü’l-ahbâr’ın Baybars el-Mansûrî’ye kâtiplik yapan Şemsürriyâse İbn Keber tarafından kaleme alındığını belirtir.[21] Biz söz konusu nâşirin araştırmaları neticesinde kanaatinin değişmesini makul kabul etmekle birlikte Muhtârü’l-ahbâr’ın
Baybars el-Mansûrî tarafından yazılmış bir tarih eseri olma ihtimalini
bazı gerekçelerle zayıf görüyoruz. Diğer bir ihtimal olarak eserin
temelini Baybars el-Mansûrî’den alınan bilgilerin oluşturduğunu,
Şemsürriyâse İbn Keber’in buna birtakım ilâveler yaptığını düşünüyoruz.[22]
Eserin
Baybars el-Mansûrî’ye ait olma ihtimalinin zayıf görme gerekçelerimize
gelince bunların başında bir muhtasarın, asıl eserin dil, üslup ve
şeklini tamamen olmasa da ana hatlarıyla muhafaza etmesi gerektiği
kanaati gelmektedir. Nitekim asıl eser kabul edilen Zübdetü’l-fikre’de yoğun bir şekilde kullanılan ağdalı dil ve secîli üsluba, Muhtârü’l-ahbâr’da
çok az rastlanır. Ayrıca daha önce ifade ettiğimiz gibi müellif
müşahede ettiği bazı hadiselerde hareketlerini tasvip etmediği kişiler
için dahi mutedil ifadeler kullanır. Nitekim kendisini yetiştiren
Seyfeddin Kalavun’un oğlu el-Melikü’l-Eşref Halil b. Kalavun’un
(689-693/1290-1293) bazı emîrler tarafından katledilmesi olayını sade
bir üslupla ve katillere hakaret etmeksizin aktarır.[23] Oysa Muhtârü’l-ahbâr’da bu hadiseyi gerçekleştirenler için “el-Erâkım es-sûd (siyah, zehirli yılanlar)”[24] şeklinde galiz ifadeler kullanılır. Yine bu iki tarihi şekil/usul bakımından karşılaştırmak gerekirse Zübdetü’l-fikre kronolojik bir eser iken, Muhtârü’l-ahbâr sultanların dönemlerine göre taksim edilerek yazılmıştır.
İkinci
gerekçemiz ise iki eser arasında bazı hadiselerin tarihlendirilmesiyle
ilgili farklılıkların bulunmasıdır. Bunlar tevili muhtemel olan aylar
değil, seneler bazındaki farklılıklardır. Mesela Zübdetü’l-fikre’de[25] 673 (1275) senesi Şaban ayında gerçekleştiği belirtilen bir sefer, Muhtârü’l-ahbâr’da[26] 674 (1276) yılı olayları içerisinde zikredilir. Ayrıca Zübdetü’l-fikre’de bahsi geçen sefere dair yazılan şiirler Muhtârü’l-ahbâr’da bulunmadığı gibi, Zübdetü’l-fikre’de yer almayan bir başka şiir mevcuttur.[27] Daha ilginç olan nokta ise Baybars el-Mansûrî, kendi usulü gereği bu sefere iştirak ettiğini Zübdetü’l-fikre’de açıkça ifade ederken,[28] ona nispet edilen Muhtârü’l-ahbâr’da böyle bir ifadeye rastlanmaz. Bunlara dair örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Son gerekçe olarak şunu belirtmeliyiz ki, müellif Zübdetü’l-fikre’de
kendisini yetiştiren, önemli rütbe ve mevkilere gelmesini sağlayan
Seyfeddin Kalavun için, isminin geçtiği pek çok yerde “Mevlânâ
(Efendimiz)”, “eş-Şehîd” ve “el-Mahdûm (Hizmetinde bulunulan)” gibi
hürmet ifadeleri kullanırken,[29] Muhtârü’l-ahbâr’da bahsi geçen sultanla alakalı kısımda bu tür sözlere yer verilmez.[30] Müellifin Zübdetü’l-fikre’nin
birçok yerinde Seyfeddin Kalavun için bazen abartılı denebilecek ölçüde
sıfatlar kullandığı, övgü ifadelerinin fazlalığından bahse konu
hadiselerin dahi ikinci plana düştüğü görülmektedir. Ancak aynı şey ona
nispet edilen Muhtârü’l-ahbâr’da söz konusu değildir.
Muhtârü’l-ahbâr’ın
nâşiri Hamdân’ın, daha önce zikredilen kanaatini teyit için ortaya
koyduğu ve eserin bazı kısımlarında bulunan “Kâle’l-musannif el-Makarr
er-Rüknî Baybars ed-Devâdâr” şeklindeki ifadelere gelince bunları izah
etmenin kolay olmadığını belirtmeliyiz. Ancak ortaya koyduğumuz
gerekçeleri de göz önünde bulundurarak söz konusu ifadeleri,
Şemsürriyâse İbn Keber’in yıllarca hizmet ettiği ve bilgisine hürmetkâr
olduğu Baybars el-Mansûrî'’den yaptığı nakiller için kullandığı ifadeler
olarak değerlendirmekteyiz. Nitekim birçok tarihçinin de hocalarından
veya hürmet ettikleri âlimlerden yaptıkları iktibaslarda “Kâle Şeyhunâ”
gibi benzer sayılabilecek ifadeler kullandığı bilinmektedir. Bununla
birlikte Hamdân’ın işaret ettiği ibarelerde yer alan “el-Musannif”
kelimesinin bizim ortaya koyduğumuz örneklerle izah edilmesinin zor
olduğunu da itiraf etmeliyiz. Bu noktada daha önce işaret ettiğimiz
nâşirin Cahen’den naklen Muhtârü’l-ahbâr’ın Baybars
el-Mansûrî’ye kâtiplik yapan Şemsürriyâse İbn Keber tarafından kaleme
alındığı şeklindeki ifadeleri akla gelmelidir. Bu kanaat muhtemelen,
Baybars el-Mansûrî’nin biyografisiyle ilgili bilgi veren Safedî’nin (ö.
764/1363) rivayetlerine dayanmaktadır. Safedî, Baybars el-Mansûrî’nin
eserini, kâtibi Şemsürriyâse İbn Keber ve başka kimselerin yardımlarıyla
yazdığını söyler.[31] Baybars el-Mansûrî’nin biyografisiyle ilgili bilgi veren diğer kaynaklar da benzer rivayetler aktarır.[32]
Bu hâl tercümesini aktaran müelliflerin hem Şemsürriyâse İbn Keber’in
yardımıyla ilgili kayıtları hem de Baybars el-Mansûrî’ye ait Muhtârü’l-ahbâr
adlı bir eserden hiç bahsetmemeleri birlikte değerlendirildiğinde
zikredilen eserin Şemsürriyâse İbn Keber tarafından kaleme alındığı ve
onun tarafından Baybars el-Mansûrî’ye nispet edildiği düşünülebilir.[33]
Sonuç
itibariyle, Memlükler döneminin tarih eserleri bakımından altın çağ
kabul edilmesi, her kesimden insanın bu sahayla alakalı birçok kitap
kaleme almalarından kaynaklanmaktadır. Ulemanın yanı sıra ümera
sınıfının da bu sahaya ilgi göstermesi, hem bahsi geçen dönemin bütün
yönleriyle aydınlatılmasına hem de özellikle siyasî-askerî hadiselerin
ilk elden belgeler ışığında tespit edilmesine imkân vermiştir. Baybars
el-Mansûrî de bu dönemdeki ümera sınıfından tarihçilerin ilkidir. Onun
eserlerinde birçok hadiseye dair belgeler sunması, olayları içeriden bir
bakışla kaleme alması ve genelde tarafsız bir tavır takınması Memlük
tarihçiliği bakımından büyük bir talih olarak kabul edilmelidir.
Fatih Yahya Ayaz, Adana, Nisan 2016 .
[1] Bk. Takıyyüddin Ahmed b. Ali el-Makrîzî, Kitâbü’s-Sülûk li-ma‘rifeti düveli’l-mülûk (nşr.
M. Mustafa Ziyâde-Saîd A. Âşûr), I-XII, Kahire 1956-1973, V/2, 617,
698; Ebü’l-Fazl Şihabeddin Ahmed b. Ali İbn Hacer el-Askalânî, İnbâü’l-ğumr bi-ebnâi’l-‘umr (nşr. Hasan Habeşî), I-IV, Kahire 1998, III, 350, 365.
[2] Hayatı hakkında bk. Salâhaddin Halil b. Aybek es-Safedî, Kitâbü’l-Vâfî bi’l-Vefeyât (nşr. Helmut Ritter v.dğr.), I-, Wiesbaden 1962-2004, X, 352; a.mlf., A‘yânü’l-‘asr ve a‘vânü’n-nasr (nşr. Ali Ebû Zeyd v.dğr.), I-VI, Beyrut-Dımaşk 1998, II, 79-80; Makrîzî, Kitâbü’l-Mukaffe’l-kebîr (nşr. Muhammed el-Ya‘lâvî), I-VIII, Beyrut 1991, II, 531-534.
[3] Rükneddin Baybars el-Mansûrî en-Nâsırî ed-Devâdâr el-Hıtâî, Zübdetü’l-fikre fî târîhi’l-Hicre (nşr. Donald S. Richards), Beyrut 1998.
[4] Zübdetü’l-fikre, s. 2-5.
[5] Örnekler için bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 183, 219-227, 254, 266, 278, 289, 293, 330-344, 366-375.
[6]
Memlükler döneminde, memlükler arasındaki ilişkiler, kendilerini
satın alıp yetiştiren ve baba gibi kabul ettikleri efendilerini ifade
eden “üstâziyye” ve aynı üstâdın memlükleri olmaları bakımından
kardeşlik olarak nitelendirdikleri “hoşdâşiyye” kavramları çerçevesinde
şekilleniyordu. Hoşdâş kelimesi bazen “hocdâş” olarak da ifade
edilirken, aynı efendinin hizmetindeki arkadaş anlamında
kullanılmaktaydı. Hoşdâşlar da kendi aralarında ağabey anlamında “ağa”
ve küçük kardeş manasına gelen “ini” şeklinde hiyerarşik bir taksimat
yapıyorlardı. Hoşdâşlık son derece kuvvetli bir bağ olup, sultanların
tahta çıkmasından, hal’edilmesine kadar birçok hadisede önemli rol
oynuyordu. Bu kavramlarla ilgili geniş bilgi için bk. Ahmed Abdürrazık,
“el-‘Alâkâtü’l-üseriyye fi’l-mustalahi’l-Memlûkî”, el-Mecelletü’t-Târîhiyyetü’l-Mısriyye, XXIII (1976), s. 155 vd.; Abdullah Mesut Ağır, “Memlûklarda Asabiyye”, Muğla Ü. SBE Dergisi (İlke), XXI (2008), s. 1-14.
[7] Bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 250-251, 256-257, 373-374.
[8] Bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 216.
[9] Bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 213-214, 265, 291, 312, 362, 409.
[10] Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye fi’d-Devleti’t-Türkiyye (nşr. Abdülhamid S. Hamdân), Kahire 1987.
[11] Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 13.
[12] Donald Presgrave Little, An Introduction to Mamlûk Historiography, Wiesbaden 1970, s. 6-7.
[13] Bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 330 vd; a.mlf., et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 156 vd.
[14] Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 156.
[15] Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 25-26.
[16] Bk. Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 192-241.
[17] Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetu’l-Mulûkiyye fi’d-Devleti’t-Turkiyye (çev.
Hüseyin Polat), TTK Yayınları, Ankara 2016. Bu çevirinin giriş kısmında
Baybars el-Mansûrî’nin hayatıyla ilgili kısımlarda (s. 1-4) senelerle
alakalı birçok hata bulunduğunu belirtmeliyiz.
[18] Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr (nşr. Abdülhamid Salih Hamdân), Kahire 1993.
[19] Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 10-12 (neşredenin girişi).
[20] Bk. Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 86, 112.
[21] Baybars el-Mansûrî, et-Tuhfetü’l-mülûkiyye, s. 12-13; krş. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. XX (neşredenin girişi, İngilizce kısım).
[22] Nitekim Şâkir Mustafa da bu kanaati teyit eden bilgiler aktarır (et-Târîhu’l-‘Arabî ve’l-müerrihûn, I-IV, Beyrut 1983-1990, III, 116).
[23] Zübdetü’l-fikre, s. 295-296.
[24] Bk. Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 96.
[25] Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 144-145.
[26] Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 53.
[27] Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 54.
[28] Zübdetü’l-fikre, s. 144.
[29] Bk. Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. 174, 175, 252, 270.
[30] Bk. Baybars el-Mansûrî, Muhtârü’l-ahbâr, s. 70-90.
[31] el-Vâfî, X, 352; a.mlf., A‘yânü’l-‘asr, II, 80.
[32] Bk. Makrîzî, el-Mukaffe’l-kebîr, II, 533; İbn Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine fî a‘yâni’l-mieti’s-sâmine (nşr. Abdülvâris Muhammed Ali), I-IV, Beyrut 1997, I, 301; Ebü’l-Mehâsin Cemaleddin Yusuf İbnTağriberdî, el-Menhelü’s-sâfî ve’l-müstevfî ba‘de’l-Vâfî (nşr. Muhammed M. Emin-Nebîl Muhammed Abdülaziz), I-XII, Kahire 1984-2006, III, 477.
[33] Müellif ve eseri/eserleri için ayrıca bk. Şâkir Mustafa, et-Târîhu’l-‘Arabî ve’l-müerrihûn, III, 114-117; Little, An Introduction to Mamlûk Historiography, s. 4-10; Baybars el-Mansûrî, Zübdetü’l-fikre, s. XV-XXV (neşredenin girişi, İngilizce kısım); Asri Çubukçu, “Baybars”, DİA, V (1992), s. 220-221.