Yüce
Allah, insanoğlunu varlıkların en mükemmeli olarak yaratmıştır. Fakat bu
mükemmelliğine rağmen insan, ilahî hitaba doğrudan muhatap olacak yapıya da
sahip değildir. Bu sebeple Allah, insanların arasından seçtiği peygamberleri
kendisiyle kulları arasındaki irtibatı kurmak ve emirlerini açıklamakla
görevlendirmiştir.
Bütün
peygamberler, Allah'ın emir ve nehiylerini O'nun kullarına ulaştırmak ve onlara
doğru yolu göstermekle görevlendirilmiş hidayet elçileridir. Son peygamber Hz.
Muhammed (sav) de, ümmetine Allah’ın istediği şekilde yaşamaları için gerekli
bilgileri uygulamalı olarak aktarmıştır. Çünkü her peygamber gibi onun da iki
temel görevi vardı: Tebliğ ve beyan (duyurma ve açıklama).
"Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et,
eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun".(Mâide,
5/67).
"İnsanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça
anlatasın diye sana da Kur’ân'ı indirdik". (Nahl,
16/44).
Âyetlerde
de belirtildiği gibi Peygamber Efendimiz (sav) vahiy yoluyla Allah'tan aldığı emirleri
insanlara sadece ulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda açıklamıştır da. Bu
anlamda sünnet, Kur’ân'ın evrensel planda Hz. Peygamber (sav) tarafından
yorumlanması demektir.
Sünnet,
Hz. Peygamber’den (sav) Kur’ân-ı Kerîm dışında sadır olmuş her türlü söz, fiil
ve takrirlerden oluşmaktadır. Şer'î delillerin ikincisi olan sünnetin tarifinde
"peygamberlik", vazgeçilmez
unsurdur. Rasûl-i Ekrem’in (sav) peygamberliğinin başlangıcından vefatına
kadar, Kur’ân dışında söylemiş olduğu her söz veya yaptığı her fiil, kısacası
onun yaşadığı hayatın her anı (sîret, siyer) sünnet kavramı içinde yer alır.
Kur’ân-ı
Kerîm'in eksiksiz, yeterli olmasına ve dinimizin de ikmal edilmiş bulunmasına
rağmen, sünnetin ifade ettiği bir yorum ve anlatıma ihtiyaç duyulduğu
muhakkaktır. Yüce kitabımızın yeterli, açık ve açıklayıcı oluşu elbette bir
hakikattir. Ancak onun bu niteliklerine rağmen, muhatapları olan insanların
anlayış seviyeleri farklı olduğu için, onu tek tek doğru olarak anlayıp
kavramaları mümkün değildir. Diğer taraftan, sorumluluk için duymak değil,
anlamak gerekmektedir. Çünkü insanlar, anlamadıkları şeylerden sorumlu tutulamazlar.
Bu sebeple kim, neyi anlamak ihtiyacında ise, ona onu anlatmak lazımdır. En
iyi, en güzel, en doğru açıklamayı da elbette Kur'ân ayetlerini tebliğ eden
Peygamber yapacaktır.
Müslümanları
geçmiş din mensuplarından ayıran en önemli özelliklerinden biri, kendilerine
gönderilen kitapla birlikte, bu kitabı hayatında tatbik eden Peygamber'in (sav)
yaşantısını sahih biçimde muhafaza etmeyi başarmış olmalarıdır. Kendilerine
kitap verilen önceki ümmetler bunu başaramadıkları için onların kitapları, dolayısıyla
da dinleri tahrif olmuştur. Nitekim Tevrat ve İncil'in gereği gibi muhafaza
edilemeyişinin en önemli sebebi, bu kitapların indirildiği Mûsâ (as) ve Îsâ (as)
peygamberlerin hayatlarının, yani dinin pratiğinin sağlıklı bir şekilde
aktarılamayışıdır. Hz. Muhammed (sav) bu gerçeğin farkında olarak vasiyet
kabilinden ashâbını şu sözleriyle uyarmıştır: "Size iki şey bırakıyorum,
onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmayacaksınız: Kur'ân ve
Sünnet" (Malik b. Enes, Muvattaa, Kader, 3). Kur’ân-ı Kerîm’de bu
hususu defaatle dile getirmiştir:
“De ki, siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana
uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok
esirgeyici ve bağışlayıcıdır. “De ki, Allah’a ve Peygamber’e itaat edin! Eğer
aksine giderlerse, şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez.” ( Âl-i İmrân, 3/31-32
).
“Allah’a ve elçisine itaat edin ki, merhamet
olunasınız .’’ (Âl-i İmrân, 3/132).
“Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat
etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.’’ (
Nisâ, 4/80).
“ Ey
iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman,
Allah’a ve Resul’e icabet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına
girer. Ve siz kesinkes O’nun huzurunda toplanacaksınız.” ( Enfâl, 8/24).
“De ki: Allah’a itaat edin; Peygambere de itaat
edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamberin sorumluluğu kendine
yüklenen, sizin sorumluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz,
doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygambere düşen, sadece açık açık duyurmaktır.” (
Nûr, 24/54)
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin,
Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi
bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten
inanıyorsanız, onu Allah ve Rasûlü’ne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç
bakımından da daha güzeldir.” (Nur, 24/59).
"Kim
Rasul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur, kim de yüz çevirirse seni onlara
bekçi ol diye göndermiş değiliz" (Nisa, 4/80). Bir başka âyette de
"Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan
vazgeçin. Allah'a karşı gelmekten sakının." (Haşr 59/7).
Yine
Kur'ân’da Hz. Peygamber’e (sav) itaatin yanı sıra, onun emrine razı olmak da
bir iman meselesi haline getirilmiştir:
"Hayır!
Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp,
sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir
teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar" (Nisâ, 4/65).
“Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman,
mu’min bir erkek ve mu’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme
hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, artık gerçekten o apaçık
bir sapıklığa düşmüştür.” ( Ahzâb, 33/36).
Kur’ân’da
da işaret edildiği gibi Yüce Allah ile birlikte kendisine itaat edilmesi şeref
ve mertebesi Hz. Muhammed’den (sav) başka dünyada başka hiçbir kişiye verilmiş
değildir. Hz. Peygamber'i (sav) bu üstün mertebeye yücelten unsur ise, O'nun
Allah’dan aldığı yetki ile hayatı boyunca Kur'ân'ın canlı bir örneği olarak
ortaya koyduğu sünnetidir. O'nun sünneti, müminler için en güzel örnektir:
"Andolsun, Allah'ın Rasûlü’nde, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı uman,
Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır" (Ahzâb 33/21).
Hz.
Peygamber'in (sav) sünneti sıradan bir insanın din yorumu değil, vahye doğrudan
muhatap olan bir yüce şahsiyetin her daim Allah’ın kontrolünde olmak kaydıyla
ortaya koyduğu prensipler manzumesidir. Bu sebeple sünnet, dinî deliller
hiyerarşisinde Kur'ân-ı Kerîm'le birlikte yer alır. Başka bir ifadeyle Kur'ân-ı
Kerîm ve Sünnet, bütün dinî delillerin esas dayanağı olan iki asıl, yani
kaynaktır. Bu hususu vurgulama sadedinde Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Dikkat ediniz! Bana Kitap ve onunla birlikte bir
benzeri verildi." (Ebû Dâvûd, Sünne, 6; Ahmed İbn Hanbel, Müsned,
IV, 131). İslâm âlimleri Hz. Peygamber'in (sav), "bana Kur'ân ve bir
benzeri verildi" sözüyle kastettiğinin sünnet olduğu hususunda hemfikirdirler.
Hz. Peygamber'in (sav) sünnetinin de bir nevi vahiy ürünü olduğu hususu başka
bir rivâyette ise şöyle ifade edilmektedir: "Cibril, Hz. Peygamber'e Kur’ân'ı
indirdiği gibi Sünnet'i de indirirdi." (Dârimî, Mukaddime, 49). Bu
sebeple, Sünnet'in Kur'ân ile ortak yönü olarak, her ikisinin de vahiy ürünü
oluşu gösterilir. Sünnetin şer'î bir delil oluşu, yani dini hükümler için bir
kaynak oluşunda hiçbir şüphe yoktur. Nitekim Allah Rasûlü (sav), Sünnet'i göz
ardı etmek isteyen yahut onun delil oluşunu kabul etmeyenleri de şiddetle
uyarmaktadır: "İçinizden hiçbirinizi benim bir emrim veya yasağımı duyduğu
vakit ‘biz anlamayız, bize Kur'ân'daki helâl ve haramlar yeter' derken
görmeyeyim!" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).
Hz.
Peygamber’in (sav) Sünneti, bütün İslam tarihi boyunca âlimler tarafından daima
dinin en önemli iki kaynağından biri olarak kabul edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de
anlaşılamayan bir âyetle karşılaşılması durumunda, ilk olarak Hz. Peygamber'in
(sav) bu konuda bir açıklamasının olup olmadığı araştırılmıştır. Dolayısıyla
Kur'ân'ın ilk müfessiri Allah Rasûlü’dür. O'nun bu görevine, Kur'ân-ı Kerîm’de
de işaret edilmektedir: "İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve
onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’ân'ı indirdik." (Nahl
16/44).
Sünnetin
Kur'ân-ı Kerîm'i açıklamak dışındaki ikinci bir vazifesi, dinin Kur'ân'da yer
almayan emir ve yasaklarını bildirmesidir. Sünnetin bu yönü, diğer birçok
özelliğine nazaran çok daha belirgindir. Çünkü dinin özünü oluşturan ibadetler
ve diğer konularla ilgili birçok meselenin hükmü bizzat Allah Rasûlü (sav)
tarafından belirlenmiştir. Öyle ki, Müslümanların gündelik hayatlarında karşı
karşıya oldukları birçok meselenin hükmünün yer aldığı fıkıh kitapları, en
önemli referanslarını Hz. Peygamber'in (sav) sünnetini teşkil eden hadislerden
almaktadır. Öyle ki, klâsik yahut modern hiçbir fıkıh âlimi, herhangi bir
mesele hakkında hüküm vermede Hz. Peygamber'in (sav) sünnetinden bigane
kalamaz. Aslında sadece bu gerçek bile tek başına Sünnet'in dindeki yeri ve
ehemmiyetini açıklamaya kâfîdir. Eğer Hz. Peygamber’in (sav) sünnetinin dinde
yeri olmasa ve din sadece Kur'ân-ı Kerîm'den ibaret bulunsaydı, İslâm dini son
derece kısır, çok dar bir alanı kapsayan, dolayısıyla hayatın bütün alanlarına
hitap etmekten uzak, netice olarak da kısa zaman içinde yok olmaya mahkum
biçimde ortaya çıkmış olurdu. Oysa dine hayatın her alanına hitap etme imkanını
ve iddiasını kazandıran şey, bizzat bu hayatın içinde yer alan, dini hayatın
içinde yaşayan ve karşılaşılan muhtelif problemlere çözüm üreten Hz. Peygamber'in
tüm yaşamının bir hülasası olan Sünnettir.
Sonuç
olarak ifade etmek gerekirse, Kur'ân-ı Kerîm'le birlikte Hz. Peygamber’in (sav)
sünneti, sünnetinin görünür şeklini teşkil eden hayatı yani sîreti İslam
toplumunun bin dört yüz yıldır ayakta duran zihin dünyasının omurgasını
oluşturmaktadır. Bu ikisinden birisinin eksik olması halinde bu bünyenin hayatiyetini
sürdürmesi mümkün değildir. Bu yüzden Müslümanlar tarihin her döneminde
Kur'ân'a atfettikleri değeri Hz. Peygamber’in (sav) sîretine ve onun sünnetine de
atfetmişler, ikisini bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak görmüşlerdir. Öyle
ki, Modern dönemde İslam dünyasının karşılaştığı ve yüzleştiği çok ciddi
problemlere rağmen Sünnet, Müslümanları ayakta tutan en önemli iki birleştirici
unsurdan biri olmaya devam etmektedir.
Takdir'e şâyan bir yazı" Mekânet'ûs Sünne ve Hüccetûhu"
YanıtlaSil