3 Ekim 2017 Salı

Kerbelâ Hadisesi’nin İslâm Tarihindeki Yeri ve Neticeleri Üzerine Mülahazalar

Prof. Dr. Adem APAK*
Özet:
Kerbelâ hadisesi sadece siyasî neticeler doğurmamış, politik nitelikli başlayan Şia hareketi ideolojisini belirleyen en önemli âmil olarak kabul edilmiştir. Şiilik bundan sonra sadece Ali taraftarı olma boyutunu aşmış, ona bağlı olanları, Müslümanları yönetmeyi Hz. Ali evladının devredilmez hakkı olduğu inancını bir dini hüküm olarak kabul eden bir grup haline getirmiştir. Şiiler, Emevîlerin veraset yoluyla iktidarın devri anlayışına tepki olarak, hilâfetin sadece Hz. Ali soyundan gelenlerin hakkı olduğu tezini savunmaya, hatta bunu bir akîde olarak benimsemeye başlamışlardır. Nitekim daha sonraki süreçte Ehl-i Beyt adına atılan bütün siyasî adımların ve fikrî temellendirmelerin referans noktası Kerbelâ hadisesi olmuştur. Sonuçta Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi Şia mezhebinin siyasî hayat kaynağı, adeta doğum tarihi olarak telakki edilmiştir. Nitekim Şiiliğin temel şahsiyeti ve hareket noktası resmiyette Hz. Ali olmakla birlikte, bu olay sebebiyle Hz. Hüseyin’in adı daha öne çıkmıştır.
Anahtar Kelimeler: Kerbela, Ali, Kûfe, Şiilik, Hüseyin, Ubeydullah b. Ziyad

The Place of The Karbala Incident in The History of Islam and Its Consequences
Abstract:
The incident of Karbala not only had political results, but also was accepted as the most important reason which determined the ideology of the Shia movement.After this, Shiism exceeded the dimension of being just a supporter of Ali, it made the ones that were loyal to him turn into a group which believed that directing the Muslims happened to be an inalienable right of the sons of Ali (a.s.) and considered this as a religious ruling. As a reaction against the inheritance method that the Umayyad was using to change over the government, the Shias started to defend the thesis that the caliphate was the right of the descendants of Ali (a.s.), and they also began to get this notion accepted. As a matter of fact, throughout the later periods, Karbala incident became the reference point of every political move and idea foundation that were made for the name of Ahl al-bayt. In summary, the martyr of Hussain (a.s.) was considered to be the political source of life, the date of birth of the Shia sect. In fact, even though the fundamental person and the point of movement for the Shiism was Ali (a.s.), because of this incident the name of Hussain (a.s.) became more prominent.
Key Words: Karbala, Ali, Kufa, Shiism, Hussain, Ubayd Allah b. Ziyad
İslâm tarihinde Ali-Muaviye Mücadelesi olarak bilinen rekabetinde Hz. Ali’ye destek veren Iraklılar Muaviye’nin liderliğinde hareket eden Suriyeliler karşısında kaybetmişlerdi. Bunun sonucu olarak devletin merkezi, dolayısıyla hazinesi Kûfe’den Şam’a nakledildi. Daha önce kendilerini devletin asıl sahibi gören Iraklılar yeni şartlarda yönetime bağlı sıradan bir eyalet statüsüne indiler. Onların fethettikleri büyük arazilerin gelirleri artık Şamlıların kontrolüne girmişti. Iraklılar ise yönetimin keyfî tavrına göre bazen artırılan, bazen azaltılan bazen de tamamen kesilen, hiçbir zaman da Şamlıların seviyesine ulaşamayan maaşlarla yetinmek zorunda kalmışlardı. Bu şartlar eski başkentin gururlu sakinlerini son derece rahatsız ediyor, yönetime karşı kinlerini daha da artırıyordu. Onlar bu rahatsızlıklarını göstermek amacıyla fırsat bulduklarında yönetime karşı isyan gerçekleştirdiler. Emevîler aleyhine harekete geçmek istediklerinde ilk önce Hz. Ali’nin çocuklarını ve torunlarını hatırladılar. Zira gerek geçmiş günlere duyulan özlem, gerekse Hz. Ali’ye beslenen muhabbet sebebiyle Iraklıların neredeyse tamamı bu faaliyetlere gönülden destek oluyorlardı. Ancak bu destek bir türlü gönül desteğinden kılıç desteğine dönüşmüyordu. Bunun neticesinde Ehl-i Beyt adına başlangıçta coşkun bir heyecan yaratan, ancak kısa sürede saman alevi gibi parlayıp sönen kıyamlar Emevîlerin gücü karşısında hep etkisiz kaldı. Bu faaliyetlerin pek çoğu hareketin lideri konumundaki Hz. Ali evladı için trajedi ile sonlanmıştır. İslâm tarihinde bu olaylar ve trajediler zincirinin ilk halkası, Hz. Hüseyin’in teşebbüsüne karşı sergilenen kanlı Kerbelâ hadisesidir.
Muaviye’nin ölümünden sonra Yezîd’in halîfe olmasıyla birlikte Kûfe’deki yönetim muhalifleri derhal harekete geçerek Mekke’de bulunan Hz. Hüseyin’i şehirlerine davet etmeyi kararlaştırdılar. Bu amaçla Kûfe’deki yönetim muhalifleri Süleyman b. Surad’ın evinde toplanarak Hz. Hüseyin’e hitaben bir mektup kaleme aldılar. Mektupta onu Kûfe’ye gelerek dağınık durumda olan insanları Yezîd’e karşı toplamaya çağırıyorlar, şayet gelirse kendisini halîfe ilân ederek Yezîd’e karşı savaşacaklarına dair söz veriyorlardı.[1]
Hz. Hüseyin’e davet mektuplarının Kûfelilerden gelmiş olması esasında beklenmeyen bir durum değildir. Zira burası hem babası Hz. Ali, hem de ağabeyi Hz. Hasan’ın siyasî merkez olarak kabul ettiği şehirdi. Üstelik Hz. Ali taraftarlarının büyük bir kısmı burada yaşıyordu. Daha yakın zamanda Muaviye’nin gerek Ziyâd, gerekse oğlu Ubeydullah eliyle onlara yaptıkları da zihinlerde canlılığını devam ettiriyordu. Üstelik 20 yıl süresince Muaviye onların gönlünü almak için de olsa bir kez bile Irak’a gelmemiş, onlara iltifat etmemiştir. Bu durumda Irak halkı nazarında Emevî halîfeliği İslâm toprakları ve eski başkent Kûfe’nin üzerinde bir işgal faaliyeti olarak görülmüştür. Netice olarak Iraklılar, Hz. Ali döneminde elde etmiş oldukları dünyalıkları Muaviye eliyle Şamlılara kaptırmaları sebebiyle Hz. Hüseyin vasıtasıyla bu eski imkânlarını geri alabilmek için tekrar şanslarını denemeye karar vermişlerdir.[2] 
Hz. Hüseyin, hareket etmeden önce amcasının oğlu Müslim b. Akîl’i Kûfe’ye gönderdi. Müslim şehre ulaşınca halkın yakın ilgisiyle karşılaştı. Başlangıçta Muhtar es-Sekafî’nin evini hareket merkezi olarak belirledi. Mülayim bir kişiliğe sahip olan şehrin valisi Numan b. Beşîr’in müsamahasından da istifadeyle Hz. Ali taraftarlarıyla toplantılar düzenlemeye başladı. Gelenlerin pek çoğu Hz. Hüseyin ile birlikte savaşacaklarına dair söz veriyorlardı. Sonuçta şehirde önemli sayıda bir taraftar grubu toplandı. Bu gelişmeler üzerine Müslim, şehre gelmesi için Hz. Hüseyin’e haber gönderdi.[3]
Diğer taraftan Kûfe’de bulunan Emevî taraftarları başkente haber gönderilerek valinin şehirde olup-bitenlere kayıtsız kaldığını, şayet Kûfe’yi elinde tutmak istiyorsa onun yerine güçlü bir valiyi görevlendirmesi gerektiğini bildirdiler. Bunun üzerine halîfenin emriyle şehrin idaresi Basra valisi Ubeydullah b. Ziyâd’a verildi. Yeni vali Kûfe’ye gelir gelmez halkı itaate çağıran aynı zamanda tehdit içeren bir konuşma yaptı.[4]
Valinin ikaz ve tehdidinin ardından Müslim b. Akîl’in yanında toplanmış olan Kûfeliler yavaş yavaş dağılmaya başladılar. Bunun üzerine Müslim, şehirde Hz. Ali taraftarlarının önderlerinden Hânî b. Urve el-Murâdî’nin evine sığınarak Hz. Hüseyin adına faaliyetlerini burada devam ettirmeye başladı. Vali Ubeydullah b. Ziyâd ise onun her hareketini dikkatle takip ediyordu. Nitekim azatlı kölelerinden birisi Hz. Ali taraftarı  görünerek Müslim’nin yanına gidip gelenlerle görüşmeye başladı. Hânî’nin evine kimlerin geldiğini, burada nelerin konuşulduğunu valiye aktardı. Ubeydullah b. Ziyâd daha sonra Hânî’yi çağırarak gelişmeler hakkındaki fikrini sordu. Muhatabı başlangıçta söylenenleri inkâr etmişse de azatlı köle ile yüzleştirince Müslim b. Akîl ile ilişkisini ve evinde gerçekleştirilen faaliyetleri itiraf etmek zorunda kaldı. Bununla birlikte Müslim’i kendisinin çağırmadığını, onu kapısından çeviremediği için misafir olarak tuttuğunu, şayet vali izin verirse gidip kendisini evinden çıkaracağını söyledi. Ancak Ubeydullah, Müslim’i kendilerine getirmesinden başka hiçbir şeye razı olmayacağını bildirince, Hânî, misafirini öldürülmek için teslim etmesinin onur kırıcı bir davranış olacağı gerekçesiyle bu teklifi reddetti. Bunun üzerine Ubeydullah Hânî’yi feci bir şekilde dövdükten sonra hapse attı.[5]
Ev sahibinin başına gelenleri haber alan Müslim b. Akîl kendisine katılma konusunda söz verenlere haber göndererek toplanma ve hareketlerini açıktan halka duyurma zamanının geldiğini bildirdi. Bunun üzerine şehirdeki Hz. Ali taraftarları valilik sarayına doğru harekete geçtiler. Toplanan insanların artmasıyla birlikte durumun aleyhine geliştiğini gören Ubeydullah, yanında bulunan şehir ileri gelenlerine dışarı çıkarak kendi yakınlarını topluluktan ayırmalarını, itaat edenlere mükâfat vaat etmelerini, isyan edecek olanları da korkutmalarını istedi. Kabile reislerinin dışarıya çıkıp yakınlarına hitaben konuşma yapmaları üzerine valilik sarayının etrafındaki kalabalık hızla dağılmaya başladı. O kadar ki Müslim b. Akîl’in yanında sadece 30 kişilik bir grup kaldı. Onların da kısa süre sonra yanından ayrılmaları üzerine Müslim ne yapacağını bilemeden şehrin sokaklarına daldı. Nihayet Kinde kabilesine mensup Tav’a isimli yaşlı bir kadının evine sığındı. Diğer taraftan vali, yatsı namazından sonra halka hitaben bir konuşma yaparak Müslim’i himaye edeni şiddetli bir şekilde cezalandıracağını, onu kendisine getiren veya yerini bildirenlere ise ödül vereceğini ilan etti.[6] Ertesi günün sabahında Müslim’in sığındığı evin sahibi yaşlı kadının oğlu onun kendi evlerinde saklandığını valiye haber verdi. Bunun üzerine Müslim yakalanıp valinin huzuruna getirildi. Daha sonra da sarayın damına çıkarılarak burada öldürüldü. Onun ardından daha önce tutuklanmış olan Hânî b. Urve de valinin emriyle katledildi. (H.9 Zilhicce 60/M.10 Eylül 680).[7]
Hz. Hüseyin, Müslim’in kendisini Kûfe’ye davet eden mektubu alınca harekete geçmeye karar verdi. Onun gitme hazırlıklarından haberdar olan Abdullah b. Abbâs Iraklılara güvenmemesi gerektiğini, onu çağıran insanların kendisini her an terk etme ihtimalinin yüksek olduğunu söyledi. Buna karşılık Abdullah b. Zübeyr Hz. Hüseyin’i Irak’a gitme konusunda teşvik etti.[8] Abdullah b. Abbâs ertesi günü yeniden gelerek Irak’a gitmekten vaz geçmesini, mutlaka bir hareket başlatmak istiyorsa Yemen’i tercih etmesinin daha uygun olacağını, zira oradakilerin kendisini daha gönülden destekleyeceklerini ifade ettiyse de, Hz. Hüseyin’in kararını değiştiremedi.[9]
Hz. Hüseyin yolculuk hazırlıklarını tamamladıktan sonra Hicretin 60. yılı Zilhicce ayının sekizinci günü (9 Eylül 680) ailesiyle birlikte Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıktı. Hareketi esnasından karşılaştığı herkes ona Kûfelilere güvenmeyip geri dönmesi tavsiyesinde bulundu. Bunlar arasında meşhur şair Ferazdak “Kûfelilerin kalbi seninle, kılıçları ise Ümeyyeoğulları’yla birliktedir” diyerek Hz. Hüseyin’e Irak’a gitmemesi gerektiğini bildirdi. Ancak onun ikazı da etkili olamadı.[10] Bu esnada kafileye Mekke’den Abdullah b. Cafer’in gönderdiği mektup ulaştı. Abdullah b. Cafer, Hz. Hüseyin’e geri dönmesi için adeta yalvarıyor, bu hareketin bütün aileyi yok olmaya götürebileceği uyarısında bulunuyordu. Mekke valisi Amr b. Sa‘îd’den kendisi için eman aldığını bildirdi. Ancak onun bu çabası da Hz. Hüseyin’in Irak’a gitme kararını değiştiremedi.[11] 
Diğer taraftan Müslim b. Akîl’i etkisiz hale getiren Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyâd, Hz. Hüseyin’in Mekke’den hareket ettiği haberini alınca, onun geçeceği yolları gözetim altında tutması için Husayn b. Numeyr komutasındaki askerî birliği harekete geçirdi. [12] Bu sırada Hz. Hüseyin de yoluna devam ediyordu. Seâlebiyye denilen yere geldiğinde Müslim b. Akîl’in Ubeydullah b. Ziyâd tarafından öldürüldüğü haberi ulaştı. Bu gelişme üzerine Hz. Hüseyin’in ile birlikte hareket edenlerden bazıları Kûfe’de artık yardımcıları kalmadığı için bu noktadan daha ileri gitmenin fayda sağlamayacağını, üstelik bunun hayatlarını tehlikeye atmak anlamına geleceğini söylediler. Ancak bu defa da Müslim’in çocukları babalarının intikamını almadan geri dönmeyeceklerini ilan ettiler. Hz. Hüseyin bu gelişme üzerine yola devam kararı aldı.[13]
Yürüyüş esnasında Hz. Hüseyin’in Kûfe’de bulunan Müslim’e haberci olarak göndermiş olduğu sütkardeşi Abdullah b. Buktur’un da Husayn b. Numeyr’in devriyeleri tarafından yakalanıp Kûfe’ye götürüldüğü ve burada Ubeydullah tarafından işkence edilerek öldürüldüğü haberi geldi. Hz. Hüseyin bu son gelişme karşısında Kûfe’deki taraftarlarından tamamen ümidini kestiğini, bu noktadan sonra geri dönmek isteyenleri kınamayacağını bildirdi. Bunun üzerine kendisine destek olmak için kafileye sonradan katılanlardan bir kısmı ayrılmaya başladılar. Sonuçta Hz. Hüseyin’in yanında sadece Mekke’den birlikte yola çıktığı akrabası kaldı.[14] Bu esnada Irak’tan gelen Abdullah b. Mutî, Hz. Hüseyin’e gelişmeleri aktararak dönmesi uyarısında bulunduysa da Hz. Hüseyin bu hususta kararlı olduğunu bildirdi.[15] 
Kûfe’ye doğru yoluna devam eden Hz. Hüseyin, Zû Husum denilen yerde Kâdisiye’de konaklamış bulunan Husayn b. Numeyr’in gönderdiği Hürr b. Yezîd komutasındaki askerî birlikle karşılaştı. Onların görevi Mekke’den gelen kafileyi sürekli olarak gözetim altında bulundurmak ve Kûfe’ye ulaştırmaktı. Hz. Hüseyin muhataplarına kesinlikle Ubeydullah’ın yanına gitmeyeceğini bildirdi. Hürr b. Yezîd ise buna izin veremeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Hüseyin Kûfe yolu ile Medine yolu arasında farklı bir güzergâha doğru harekete geçti. Iraklı askerler de kendisini takip ediyorlardı. Kısa süre sonra Ubeydullah b. Ziyâd’ın mektubu geldi. Kûfe valisi, Hürr b. Yezîd’e Hz. Hüseyin’in sarp ve müstahkem yerlere sığınmasına engel olmasını, onu insanların uğramadıkları bir yerde konaklamaya zorlamasını emretti. Bunun üzerine Hz. Hüseyin yanındakilerle birlikte Ninova bölgesinde yer alan ve günümüzde Bağdat’ın 100 km. güneydoğusunda bulunan Kerbelâ[16] denilen yere indirildi. (2 Muharrem 61/2 Ekim 680). [17] Bu arada Kûfe’den gelen bir topluluk, Hz. Hüseyin’in haberci olarak göndermiş olduğu Kays b. Müshir es-Saydâvî’nin Ubeydullah b. Ziyâd tarafından yakalanıp kalenin üzerinden atılmak suretiyle öldürüldüğünü bildirdiler. Artık Hz. Hüseyin için Kûfe’de en küçük bir ümit ışığı kalmamış oldu. [18]
Hz. Hüseyin kafilesinin Kerbelâ’da konaklamasının dördüncü gününde Ömer b. Sa‘d b. Ebû Vakkâs, emrindeki orduyla bölgeye ulaştı. Burada Hz. Hüseyin’e niçin Kûfe’ye gelmeye karar verdiğini sordu. Hz. Hüseyin de kendisini bizzat Kûfelilerin davet ettiğini, fakat yeni şartlar sebebiyle derhal geri dönebileceğini ifade etti. İkisi arasındaki karşılıklı görüşmeler gerek açık, gerekse gizli bir şekilde devam etti. Sonuçta herhangi bir çarpışmaya meydan vermeden meselenin halledilmesini isteyen Ömer, hem Hz. Hüseyin’in tekliflerini ihtiva eden, hem de kendisinin nasıl bir yol takip etmesi gerektiğini soran bir mektubu Ubeydullah’a gönderdi. Kısa süre sonra gelen cevapta vali, ondan Hz. Hüseyin’e halifeye biati teklif etmesini, ayrıca onun su ile bağlantısının da tamamen kesilmesini istedi. Bu hadise Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden üç gün önce gerçekleşti.[19]Yeni şartlarda Hz. Hüseyin’in yanındakiler ancak çok zor şartlarda su alabildiler. Bu esnada Hz. Hüseyin, Kûfe ordusu komutanına ya geri dönmesine, ya sınır şehirlerine gidip cihad etmesine ya da Yezîd’in yanına giderek meseleyi bizzat görüşmesine izin verilmesini istedi. Bu talep de derhal Ubeydullah b. Ziyâd’a ulaştırıldı. Vali kendisine yapılan tekliflerin hiç birini kabul etmedi. Üstelik yanında bulunan Şemir b. Zilcevşen’e talimat vererek Ömer b. Sa‘d’a gitmesini, Hz. Hüseyin’i teslim olmaya çağırmasını, aksi takdirde onunla savaşmasını emrediyor, şayet bu emirlerini yerine getirirse kendisinin de Ömer b. Sa‘d’a itaat etmesini, kabul etmezse onun başını vurarak askerlerin komutasını üstlenip Hz. Hüseyin’e saldırmasını istedi. Vali, ayrıca Şemir ile birlikte doğrudan Ömer b. Sa‘d’a şu şekilde yazılmış bir mektup gönderdi: “Ben seni Hüseyin’e onunla savaşmaktan geri kalman, onu ilerletmen, ona uzun süre tanıman, ya da bana karşı ona şefaat etmen için göndermedim. Şimdi iyi dinle. Şayet Hüseyin ve beraberindekiler benim vereceğim karara razı olup teslim olurlarsa, onları bana gönder, kabul etmeyecek olurlarsa onları öldürünceye kadar savaş. Bizim emirlerimizi uygulayacak olursan, dinleyip itaat edenler nasıl mükâfatlandırılırsa, biz de seni aynı şekilde mükâfatlandırırız. Kabul etmeyecek olursan da askerlerimizin başından ayrıl ve komutayı Şemir’e bırak”. Ömer b. Sa‘d, Kûfe’den gelen bu emir sebebiyle rahatsız oldu, ancak görevini Şemir’e devretmeyerek Hz.Hüseyin’e karşı düzenlenecek saldırıyı bizzat idare etmeye karar verdi. [20]
Ubeydullah b. Ziyâd’dan gelen son talimatla birlikte artık savaş kaçınılmaz hale geldi. Saldırı vaktinin yaklaştığını fark eden Hz. Hüseyin Muharrem’in 9’u Perşembe günü (9 Ekim 680), Ömer b. Sa‘d’a haber göndererek ertesi sabaha kadar saldırıyı ertelemelerini, gece boyu ibadet edip mağfiret dileyeceklerini bildirdi. Komutan bu teklifi kabul etti. Gece yarısı yanındakileri toplayan Hz. Hüseyin, Kûfelilerin asıl hedefinin kendisi olduğunu, dolayısıyla isteyenin burayı terk ederek canını kurtarabileceğini, gidenlerin de hiçbir zaman kınanmayacağını söyledi. Ancak yanında yer alanların tamamı sonuna kadar kendisiyle birlikte olacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin savunma amacıyla çadırların birbirlerine yaklaştırılmasını, kadın ve çocukların da ortada toplanmasını istedi.[21]
Ertesi gün (10 Muharrem Cuma 61/10 Ekim 680) her iki taraf sabah namazını kaldıktan sonra savaş vaziyeti aldı. Hz. Hüseyin saldırı emri bekleyen Kûfelilere tekrar uzun bir konuşma yaptı. Kendisinin bizzat Kûfe ordusunda bulunan kişilerin davet mektupları sebebiyle burada olduğunu söyledikten sonra Mekke’ye mektup gönderenlerin isimlerini saydı. Ancak oradakiler Hz. Hüseyin’e yaptıkları davet çağrılarını inkar ettiler.[22] Bu esnada ilginç bir olay gerçekleşti: Mekke-Kûfe yolunda Hz. Hüseyin’i karşılayan ve onun geri dönmesine engel olan ilk Irak birliğinin komutanı Hürr b. Yezîd, Ömer b. Sa‘d’ın ordusunda ayrılarak Hz. Hüseyin’in saflarına katıldı. Daha önceki davranışlarından dolayı kendisinden özür diledi ve onun yanında savaşacağını bildirdi. Ardından da arkadaşlarını Hz. Hüseyin’e karşı savaşmamaları konusunda uyarmaya çalıştı. Ancak konuşmaları herhangi bir netice vermedi.[23]
Hürr’ün Hz. Hüseyin tarafına geçmesinin ardından Kûfe birliğinin komutanı Ömer b. Sa‘d’ın Hz.Hüseyin tarafına atmış olduğu okla savaş başladı. Hz.Hüseyin’in yanında bulunanlar onu korumak amacıyla etrafını sarmış vaziyette savaşıyorlardı. Bu hususta en fazla gayret gösterenlerden birisi de Kûfeli Hürr b. Yezîd idi. Ancak az sayıdaki Hz. Hüseyin taraftarlarının dört bir yandan yapılan yoğun hücumlara mukavemet göstermeleri mümkün değildi. Diğer taraftan komutan Ömer b. Sa‘d, Husayn b. Numeyr’e doğrudan Hz. Hüseyin’i hedef alan bir saldırı gerçekleştirmesini emretti. Bu saldırı neticesinde Hz. Hüseyin’i korumaya çalışanlar sırasıyla öldürüldüler. Nihayet geride sadece Hz. Hüseyin kaldı. Ancak Kûfeli askerlerden yanına gelen herkes geri dönüyor hiç kimse onu öldürmeye cesaret edemiyordu. Nihayet Şemir’in teşviki ve kesin emriyle askerler hep birlikte saldırdılar. Bu son saldırı neticesinde Hz. Hüseyin şehit edildi. Kûfeliler onu öldürdükten sonra eşyalarını yağmaladılar. Sonuçta Hz. Hüseyin de dâhil olmak üzere Kerbelâ hadisesinde 72 kişi Kûfeliler tarafından öldürüldü. Kaynaklarda çarpışmalar esnasında Kûfelilerin de 88 kayıp verdikleri rivayet edilir.[24]
Hz. Hüseyin ve onunla birlikte öldürülenlerin kesik başları çarpışmaların hemen ardından vali Ubeydullah b. Ziyâd’a götürüldü. Ömer b. Sa‘d da iki gün sonra Hz.Hüseyin’den kalan kadın ve çocukları Kûfe’ye sevketti. Geride bırakılan şehit cesetleri bölgede yaşayan Benî Esed kabilesi mensupları tarafından Hâir denilen yere defnedildi.[25] Hz. Hüseyin’in ve arkadaşlarının başlarıyla kadın ve çocuklar Kûfe’den başkent Şam’a götürüldü. İslâm tarihi kaynaklarında Yezîd b. Muaviye’nin Hz. Hüseyin ve taraftarlarının başına gelenlere çok üzüldüğü, hadisenin bu noktaya gelmesinde Ubeydullah b. Ziyâd’ı sorumlu tuttuğu ve ona lanet okuduğu rivayetleri mevcuttur. Ancak Yezîd’in bu hususta Ubeydullah’a karşı herhangi bir yaptırım uygulamamış olması, onun gelişmeleri gerçek anlamda onaylamadığı görüşüne şüphe düşürür mahiyettedir. Anlaşılan odur ki, Yezîd, hadiseden dolayı üzüntüsünü göstermekle birlikte, bu üzüntüsünün gereğini yerine getirmemiş, zira sorumlular hakkında herhangi bir tahkikat yapmamıştır. Üstelik Ubeydullah, onun zamanında Kûfe’de olağanüstü yetkilerle görev yapmaya devam etmiştir. Bundan dolayı üzülmek bir yana, istemediği yöntemlerle de olsa en büyük siyasî rakibinden kurtulmuş olması sebebiyle Yezîd’in sonuçtan memnuniyet duyduğunu söylemek bile mümkündür. Bununla birlikte Yezîd, yanında bulundukları süre zarfında Hz. Hüseyin’in geride bıraktığı ailesine özel misafiri muamelesi yapmış, bir süre sonra her türlü ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle yanlarına muhafız birlikleri görevlendirerek onların salimen Medine’ye ulaşmalarını sağlamıştır.[26]
İslâm tarihçileri Kerbelâ hadisesini teferruatıyla aktardıktan sonra, bu olaya doğrudan veya dolaylı müdahil olanların sorumlulukları üzerine bir takım değerlendirmeler yapmışlardır. Bunun sonucunda hadisede birinci derecede sorumlu olanlar halîfelik makamında bulunan ve hadisenin siyasî mesuliyetini yüklenen Yezîd, onun Kûfe’deki valisi Ubeydullah b. Ziyâd ve emrindeki komutanlar, Hz. Hüseyin’i şehirlerine davet edip sonra da yalnız bırakan, üstelik Kerbelâ’da bizzat kendi elleriyle katleden Kûfelilerdir. Zira Hz. Hüseyin’in katilleri arasında Ümeyyeli veya Şamlı hiç kimse yoktur. Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyâd, Kerbelâ’da meydana gelen katliamın görünen sorumlusu olmakla birlikte, hadisenin siyasî ve gerçek sorumlusunun devlet başkanlığı makamında bulunan Yezîd’in olduğu açıktır. Hz. Hüseyin başta olmak üzere yakınlarının şehit edilmesi, ayrıca daha sonra gerçekleşecek olan Medine istilâsı ve Mekke’nin muhasarasıyla birlikte Kâbe’nin mancınıklarla tahrip edilmesi hadiselerinin baş sorumlusu olması sebebiyle Yezîd b. Muaviye, İslâm tarihi boyunca Müslümanların hafızasında belki de en çok nefret edilen şahıs olmuştur. O kadar ki, onun ismi insanlar arasında hakaret sıfatı olarak kullanılmıştır ki, bu anlayış günümüzde de devam etmektedir.
Kerbelâ hadisesi, yakın ve uzak neticeleri açısında İslâm tarihinin önemli ve karmaşık olayları arasında kabul edilir. Bu olay sebebiyle gerek devlet başkanı Yezîd, gerekse Emevî hanedanına karşı toplumda büyük infiale sebep olmuştur. Nitekim Hz. Hüseyin’in öldürülmesine tepki olarak çeşitli şahıs ve gruplar tarafından, farklı gayeler güdülerek pek çok isyan gerçekleştirilmiştir. Sonuçta bu hadise Emevîlerin Müslüman kamuoyunun desteğini önemli ölçüde kaybetmesine sebep olmuş ve hanedanın yıkılışına kadar yönetim aleyhtarı faaliyetlerin en önemli propaganda malzemesi haline gelmiştir. Hadiseyi gayeleri uğruna en iyi kullananlar ise Horasan’da başlattıkları isyan sonucunda iktidarı Emevîlerin elinden alan Abbâsîler’dir. Bundan dolayı İslâm tarihçileri Emevî devletinin yıkılış sebepleri arasında Hz. Hüseyin’in öldürülmesini öncelikli olarak zikrederler.
Kerbelâ hadisesi sadece siyasî neticeler doğurmamış, politik nitelikli başlayan Şia hareketi ideolojisini belirleyen en önemli âmil olarak kabul edilmiştir. Şiilik bundan sonra sadece Ali taraftarı olma boyutunu aşmış, ona bağlı olanları, Müslümanları yönetmeyi Hz. Ali evladının devredilmez hakkı olduğu inancını bir dini hüküm olarak kabul eden bir grup haline getirmiştir. Şiiler, Emevîlerin veraset yoluyla iktidarın devri anlayışına tepki olarak, hilâfetin sadece Hz. Ali soyundan gelenlerin hakkı olduğu tezini savunmaya, hatta bunu bir akîde olarak benimsemeye başlamışlardır. Nitekim daha sonraki süreçte Ehl-i Beyt adına atılan bütün siyasî adımların ve fikrî temellendirmelerin referans noktası Kerbelâ hadisesi olmuştur. Sonuçta Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi Şia mezhebinin siyasî hayat kaynağı, adeta doğum tarihi olarak telakki edilmiştir. Nitekim Şiiliğin temel şahsiyeti ve hareket noktası resmiyette Hz. Ali olmakla birlikte, bu olay sebebiyle Hz. Hüseyin’in adı daha öne çıkmıştır. Şiiler tarafından Hz. Hüseyin’in şehit edildiği tarih büyük toplantılarla hatırlanır ve görkemli törenler yapılırken, Hz. Ali’nin şehit edilmesi hadisesi ve yıldönümü aynı ilgiyi hiçbir zaman görmemiştir. Gerçekten Günümüzde de İmâmiyye’nin gönül ve duygu dünyasını Hz. Hüseyin sevgisi yönlendirmektedir. Onun trajik sonu İslâm edebiyatında başlı başına bir tür oluşturmuş ve özellikle taziye törenlerinde okutulmak üzere “maktel”, “Maktel-i Hüseyin” adı verilen mersiyeler kaleme alınmıştır.[27]






*    Prof. Dr.; Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
[1]      Ebû Mihnef, Maktelü’l-İmam el-Hüseyn, (thk. Hasen Abullah Ebû Salih), ? 1997,  s. 17; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, (nşr. Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts. (Dâru’l-Erkam), s. 207-208, 212; Ya‘kûbî, Tarih, I-II, Beyrut 1960, II, 241-242; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk.Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964,  III, 64; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü’l-Meârif--Mektebetü’n-Nasr), VIII,151-152.
[2]      Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslâm Tarihi, (çev. Hayrettin Yücesoy), İstanbul 1991, s. 113; Vida, Della, “Emevîler”, İA, IV, 243.
[3]      Ebû Mihnef, Maktelü Huseyn, s. 19; İbn Kuteybe, el-İmâme ve’s-Siyâse, (thk. Tâhâ Muhammed Zeynî), I-II, Kâhire 1967, II, 4; Ya‘kûbî, Tarih, II, 242; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Abdülkadir Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ), I-XVIII, Beyrut 1992, V, 325; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 152.
[4]      Halîfe b. Hayyât, Tarih, (thk. Süheyl Zekkâr), I-II, Beyrut 1993,  s. 176; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 213-215; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 64; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 326; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, III, 267-269.
[5]      İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 4-5; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 215-219; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; İbn Abdirabbih, Kitabu Ikdi’l-Ferîd, I-VII, Kâhire 1965,  IV, 378; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 66-67; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 154-155.
[6]      Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s.220-221; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 67-68.
[7]      Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 176; İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 5; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 221-223; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243; Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), V, 347-393; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV, 378-379; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 68-70; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 326-327; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 269-275; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 155-157.
[8]      Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 64-65; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 328-329; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 159-160.
[9]      Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 223-224; Taberî, Tarih, V, 382-385; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 160-163. Bu konuda değerlendirmeler için bk. Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezîd b. Muaviye, İstanbul 2001, s. 247-253.
[10]    Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 176; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 226; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV,384.
[11]    Taberî, Tarih, V, 386-389; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 275-277; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 163-164.
[12]    Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 224; Taberî, Tarih, V, 394, 401.
[13]    Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 228-229; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 168-169.
[14]    Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 228; Taberî, Tarih, V, 394-399.
[15]    Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 227; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 277-278.
[16]    Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân,  I-V, Beyrut 1975, IV, 445.
[17]    İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 5-6; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 228-232; Ya‘kûbî, Tarih, II, 243-244; Taberî, Tarih, V, 401-404., 408-409; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV, 379; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III,70; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 335-336; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 169-170, 172-174.
[18]    Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 226; Taberî, Tarih, V, 405.
[19]    Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 233; Taberî, Tarih, V, 410-412.
[20]    İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 6; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 233-235; Taberî, Tarih, V, 413-416; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 336-337; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 170-171, 175-176.
[21]    Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 235; Taberî, Tarih, V, 417-422; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV, 380.
[22]    Taberî, Tarih, V, 423-426; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 339.
[23]    Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 235-236; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 180. Bu konuda bk. Sarıcık, Murat, “Kerbelâ Olayında el-Hürr b. Yezîd ve Hz. Hüseyin’le Mücadelesi”, Süleyman Demirel ÜİFD, sy. 2, Isparta 1995, s. 103-148.
[24]    İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 6; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 236-238; Ya‘kûbî, Tarih, II, 244-245; Taberî, Tarih, V, 427-455; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV, 380; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 71; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 340-341; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 279-296; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 179-188.
[25]    Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 238; Taberî, Tarih, V, 455-459; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 341.
[26]    İbn Kuteybe, el-İmâme, II, 6-7; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 238-240; Taberî, Tarih, V, 459-471; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 341-346; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 296-300; 194-198. Bu konuda ayrıca bk. Apak, Adem, Anahatlarıyla İslâm Tarihi III (Emevîler Dönemi), İstanbul 2008, s. 83-100.
[27]    bk. Fığlalı, E. Ruhi, “Hüseyin”, DİA, XVIII, 521. Bu konuda geniş bilgi için bk. Ebû Mihnef, Maktelü’l-İmam el-Hüseyn, (thk. Hasen Abullah Ebû Salih), ? 1997; Taberî, İstişhâdü’l-Hüseyn, (thk. Seyyid Cemîlî), Beyrut 1985.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar