14 Ocak 2016 Perşembe

Tarihsel Hz. Ali’den Kurgusal Hz. Ali’ye Dönüşümün Temelleri Üzerine

Müslümanların dördüncü halifesi Hz. Ali, İslâmî tebliğin başlangıcından itibaren pek çok hadisede etkin rol alması sebebiyle hakkında en çok atıf/müzakere/münakaşa/tartışma yapılan tarihî şahsiyetlerdendir. Onun Müslümanlar arasındaki tartışmalarda gündem konusu olmasının asıl sebebi ise tarihsel kişiliği değil, daha ziyade siyasî kişiliğidir. Öyle ki, zamanla onun siyasî konumu ve politik tercihleri adeta tarihî kişiliğinden koparılmış, böylece Hz. Ali, çeşitli gerekçelerle tarihte olduğundan çok farklı bir şahsiyet haline getirilmiştir. Başka bir ifadeyle tarihî/gerçek Hz. Ali’nin yerini siyasî-dinî mezheplerin şekillendirdiği ve zamanla kendileştirdiği kurgusal Hz. Ali almış, hatta zamanla neredeyse her siyasî fırka ve mezhebin kendine göre bir Hz. Ali anlayışı oluşmuştur. Bilhassa onun vefatından çok sonraki dönemlerde sistemleşen çeşitli fırka, mezhep ve hatta tarikatlar, varlıklarını, görüş ve prensiplerini onun siyasî-dinî şahsiyeti üzerine bina etme ihtiyacı duymuşlardır. Bazen de onun kişiliği, görüşleri ve siyasî konumu Şia’da olduğu gibi inanç esasları arasına dahil edilmiştir. Şia dışındaki gruplar da, Hz. Ali anlayışlarını büyük ölçüde bu mezhebin Hz. Ali telakkisine göre belirlemişlerdir. Bütün bunların neticesinde Hz. Ali, adeta tarihin konusu olmaktan çıkarılarak siyasetin, hatta günlük politikanın konusu haline gelmiştir. Onun siyasî şahsiyet olarak görülme/gösterilme anlayışı etkisini etkinliğini günümüzde de devam etmektedir. Hz. Ali’nin siyasî figür olarak kabul edilmesinin en önemli sebebi, İslâm siyaset ve düşünce tarihinde önemli bir yer tutan ve günümüzde de özellikle Ortadoğu’yu merkez alan uluslar arası ilişkilerde özellikle İran coğrafyasının patronajında etkinliğini sürdüren Şia geleneğinin onun ismi ve kişiliği üzerine temellendirilmiş olmasıdır. Öyle ki, Şia düşüncesine göre Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra Müslümanları idare etme görevi hilâfet (Şiilere göre İmamet) mutlak anlamda Hz. Ali’ye verilmiş, ancak Müslümanlar onu değil, başkalarını halifeliğe getirmek suretiyle ilahi emri yerine getirmemişler, dolayısıyla Hz. Ali’ye büyük haksızlık yapmışlardır. İbn Hazm’a göre, Şiilerin nazarında Hz. Ali, Rasûlüllah’tan sonra insanların en üstünüdür. Kendisi, ondan sonra da çocukları hilafete en layık kişidirler. Bu hususta başka görüşlere sahip olanlar Şiî olamaz. (İbn Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’n-Nihal, Beyrut 1986, II, 113). Benzer şekilde Şehristânî, “Onlar, Ali’nin hilafetinin gizli veya açık nass ve vasiyete dayandığını ileri sürürler. Onlara göre İmâmet, Ali’nin oğullarından başkasında olamaz. Şayet olursa, ya zulümle, ya da takiyye ile olur” der. (Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, thk. M. Seyyid Keylânî, Beyrut 1975, I, 146-147). Şii müellif Kuleynî’ni ye göre ise Hz. Ali’nin imameti hususu imanın konusudur: “Emîru’l-Mü’minî (Hz. Ali) imamdır. Sonra Hasan, sonra Hüseyin imamdır. Sonra Muhammed b. Ali imamdır. Bunu inkar eden, Allah ve Rasûlü’nün bilinmesini inkâr etmiş olur”.(Kuleynî, el-Usûl mine’l-Kâfî, (nşr. Muhammed el-Ahvendî), Tahran 1388, I, 180-181). Hz. Muhammed’in (sav) vefatıyla peygamberlik görevi sona ermiş, risalet zinciri tamamlanmıştır. Dolayısıyla onun ardından Müslümanları idare edenler ise ancak onun dünyevî yönünü temsil etme yetkisine sahip olabileceklerdir. Binaenaleyh halîfeyi, Hz. Peygamber’in (sav) siyasî misyonunu yürüten/sürdüren bir halef olarak değerlendirmek gerekir. Buna göre Halîfe dinî bir meselede karar verme (ictihad) konusunda o tek yetkili olmayıp onun bu hususta diğer sahâbeye göre bir ayrıcalığı veya üstünlüğü de yoktur. Halîfeyi ictihad noktasında sahâbeden farklı kılan özelliği ise, yürütmenin başı olarak dinî hükümleri uygulamak, Müslümanlara imamlık yapmaktır ki, bu da sadece halîfenin değil, sonraki dönemlerde yönetimi üstlenen her müslüman devlet başkanının yapması gereken görevler arasındadır. Halîfe ile ilgili olarak yapılan bu değerlendirmeler, genel hatlarıyla Sünnî anlayışın hilâfet görşünü yansıtır. Hz. Ali’nin, onun ardından da çocuklarının imametini esas alan Şia’ya göre ise durum tamamen farklıdır. Onların genel kanaatinde halîfenin (imâm) siyasî yönü gibi, dinî yetki ve gücü -Hz. Peygamber (sav) kadar olmasa da- devam etmektedir. Başka bir ifadeyle Şiîler, halîfenin kimliği, halîfelik makamı ve halîfeliğe geçiş usulünün nass ile tespit edildiğini, yani hilâfet meselesinin dinin esası içinde değerlendirilmesi gerektiğini, imamet makamının insanların tercihine bırakılamacak kadar önemli olduğunu savunurlar. O kadar ki Şia, hilâfet meselesini dinin herhangi bir konusu olarak kabul etmeyip, bunu özellikle iman esasları içinde mutâlea etmiştir. Onlar bu doğrultuda imametin Hz. Ali ve onun evladının hakkı olduğunu kesin bir şekilde iman etmişlerdir. (Öz, Mustafa, Avni İlhan, “İmamet”, DİA, XXII, 202; Aydın, M. Akif, “İmamet”, DİA, XXII, 204). Buna karşılık Ehl-i Sünnet’e göre halîfenin kimliği, halîfelik makamı ve halîfeliğe geçiş usulü nass ile tespit edilmeyip Müslümanların tercihine bırakılmıştır; dolayısıyla hilâfet, dinin konusu sayılmaz. Böyle olduğu içindir ki, ilk dört halîfenin seçimi tamamen o dönemin şartları gereği ve çok çeşitli şekillerde ve Müslümanların tercihleri doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. Sünnî siyaset teorisyenlerine göre Kur’ân’da ve hadîslerde hakka ve ada¬lete bağlı olma, meşveretle iş yapma, zulmü önleme, İslâm’ın emir ve yasaklarına uygun davranma gibi kamu yönetimini ilgilendiren genel il¬kelerden söz edilmiş olsa da; devlet başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, bu kişinin görev ve sorumlulukla¬rı gibi konularda ayrıntılı hükümlere yer verilmemiştir. Esasen üst bir ku¬rum olan devletin yönetim biçimi ve siya¬sî yapılanması, toplumların gelenek, kültür ve sosyal değerleriyle yakın¬dan ilgili olduğundan, İslâm dininin bu konularda ayrıntıya girmemesi onun temel niteliklerinin tabiî bir gereğidir de. (Bu konuda geniş bilgi, değerlendirme ve Ehli- Sünnet ile Şia’nın görüşlerinin karşılaştırılması için bk. Mustafa Hilmi, Nizâmü’l-Hilâfe beyne Ehli’s-Sünne ve’ş-Şîa, İskenderiye 1988; Rayyis, M. Ziyaüddin, İslâm’da Siyasî Düşünce Tarihi, (çev. Ahmet Sarıkaya), İstanbul 1990, s. 167-231; Muhammed Mescid-i Cami, Ehl-i sünnet ve Şia’da Siyasî Düşüncenin Temelleri, (çev. Malik Eşter), İstanbul 2003, s. 17-33, 115-192). Hilafet ile ilgili olarak genel anlamda halife seçiminin Müslümanların reyine bırakıldığını kabul etmiş bulunan Sünnî geleneğin aksine Şia düşüncesi bir kısım hadiselerden yola çıkmak suretiyle Hz. Ali’nin imametini nass ile delillendirme yoluna gitmiştir. Bu hususta Şiî kaynaklarda zikredilen en güçlü delil ise Gadîr-i Hum hadisesidir. Buna göre Hz. Peygamber (sav) Veda haccından dönerken Gadîr-Hum denilen yere gelindiğinde “Ey Peygamber, Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur” (Mâide, 5/67) âyeti nazil olur. Hz. Peygamber (sav) bu âyetin hemen ardından ashâbını bir araya topladıktan sonra “Ben kimin mevlâsıysam, Ali’de onun mevlâsıdır” demek suretiyle Hz. Ali’nin imametini ilan eder. (Kuleynî, el-Usûl mine’l-Kâfî, I, 293-294; Tabersî, İ’lâmu’l-Verâ, Beyrut 1979, s. 138-139). Hadis ve İslâm tarihi kaynakların çoğunda da bu yerin Gadîr-i Hum olduğuyla ilgili netlik söz konusu değildir. Nitekim Ahmed b. Hanbel’de geçen Büreyde rivayetine göre, Büreyde Hz. Ali ile birlikte Yemen’e gitmiş, orada Hz. Ali’nin bazı kusurlarını görmüş, Hz. Peygamber’in (sav) yanına gelince ona anlatınca Allah Rasûlü (sav), “Ey Büreyde, ben müminlerin nefislerinden daha evlâ değil miyim? Büreyde, “evet” cevabını verince. Ben kimin mevlâsı ise Ali ‘de onun mevlâsıdır” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-VI, Kahire 1313, V, 347). Şiilerin, Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra Hz. Ali’nin halife (imam) olması gerektiğine dair dayanak, görüş ve kanaatlerini zikrettikten sonra şu değerlendirmelere ulaşmak mümkündür: Hz. Peygamber’in (sav) veda haccı dönüşünde “Ben kimim mevlâsı isem Ali de onun mevlasıdır” demiş olması muteber Sünni kaynakların büyük bir bölümünde zikredilmemiştir. Nitekim İbn İshâk, İbn Hişâm, Vâkıdî, Buhârî ve Taberî gibi büyük müellifler bu konuda rivayet aktarmamışlardır. Bunun birkaç sebebi olabilir. Birincisi müelliflerin takip ettikleri usül ve rivayetleri değerlendirme esasları itibariyle bu olaya değinmedikleridir. Bu metod daha ziyade hadis uleması için geçerlidir. İkinci olarak onların böyle bir olayın gerçekleştiğine inanmamış olmalarıdır. Üçüncüsü bilhassa tarihçilerin bu hadisenin zikre değer bir gelişme olarak kabul etmemiş olmaları, dördüncüsü ise bu gelişmenin bilinmekle birlikte Şiiler tarafından istismar konusu yapılmasından duyulan endişe olabilir. (Demircan, Adnan, Gadîr-i Hum Olayı, İstanbul 1997, s. 16-17). Gadîr-i Hum rivayetini az sayıdaki bir kısım Sünnî kaynaklar da aktarmışlardır. (Bk. Hâkim, el-Mustedrek Ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1335, III, 110). Ancak burada zikredilen ifadeden Hz. Ali’nin imam tayin edildiğini çıkarmak ne kadar mümkün olur? Şayet, Hz. Peygamber (sav) onun imam olarak atandığını söylemek isteseydi, rumuzlu olarak değil, daha açık ifadelerle bu kararını ashâbına ilan ederdi. Bu kanaati destekler mahiyette Zeydî imamlardan İbn Murtazâ da şu görüşü dile getirir: “Râfizîlerin mezhepleri, ilk devir geçtikten sonra ortaya çıkmıştır. Sahabe arasında hiç kimsenin Ali hakkında açık, mütevatir nassdan söz ettiği duyulmamıştır. Onlar, önce Ammâr, Ebû Zer, Mikdâd b. Esved’in Hz. Ali’nin imam olduğu görüşünde olduklarını ileri sürmüşlerdir. Lakin isimleri zikredilen bu kimseler, ilk iki halifeye biat etmişler, üstelik Ammâr Kûfe’de, Selmân Medain’de ikinci halife Hz. Ömer’in amilleri olarak görev yapmışlardır”. (İbn Murtaza, Tabakâtü’l-Mutezile, (thk. Susanna Diwald Wilzer, Beyrut 1961, s. 5). Dolayısıyla onların gayr-i meşru olarak gördükleri bir halifenin emrinde idareci olarak çalışmış olmaları mümkün değildir. (Bu konuda bk. Demircan, Adnan, Gadîr-i Hum Olayı, s. 22-77). Bu hadisle ilgili olarak Şianın Hadis Anlayışı isimli kitabında Sofuoğlu şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Bu hadisin mevzu olduğuna dair herhangi bir işarete rastlamadık. Ehl-i Sünnet uleması hadisi reddetmemekte, bilakis doğruluğunu tasdik etmektedir. Ancak onlar, hadisi Şiîlerin anladığı gibi anlamamaktadırlar.” (Sofuoğlu, Cemal, Şia’nın Hadis Anlayışı, (Basılmamış Doktora Tezi), 1997, s. 27). “Kanaatimiz odur ki, Humm hadisini inkar etmek ne kadar imkansız ise, bu hadis ile Hz. Peygamber’in Ali’yi halife olarak bıraktığını iddia etmek de o kadar imkansızdır. Hz. Peygamber Gadîr-i Humm denilen mevkide namaz kılıp dinlenmiş ve Ashabıyla sohbet etmiş olabilir. Eğer Ali’yi gerçekten halife tayin etseydi Hz. Peygamberin (sav) bu vasiyetini duyanlardan hiç olmazsa birisi bu açıklardı. Öyle anlaşılıyor ki, Şiiler daha sonraları Humm hadisi diye şöhret buldurdukları bu hadise bir vürûd (hadisin söylenme sebebi) icad etmişler ve bunu Humm mevkiine ıtlak etmişlerdir. Zaten başta Şiiler olmak üzere hadis uyduranların metodlarından birisi de budur”. (Sofuoğlu, s. 32). Hadisin Şia’nın anladığı gibi anlaşılmaması gerektiğini Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsenna da şu şekilde ifade eder: “Evet Hz. Peygamber, ‘ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır demiştir.’ Fakat vallahi Rasûlüllah bununla emirliği ve sultanlığı kastetmemiştir. O, bunu kastetmiş olsaydı, Rasûlüllah ‘Ey insanlar bu, işinizin velisi ve benden sonra size hükmedecek kimsedir. Onun dinleyin ve itaat edin’ derdi. Vallahi eğer Allah ve Rasûlü bu iş için Ali’yi seçip, onu Hz. Peygamber’den sonra Müslümanlara idareci yapsalardı ve Ali de Allah ve Rasûlü’nün emrini yerine getirmeseydi, bu takdirde o, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrini ilk terk eden kimse olurdu”. (İbnü’l-Arabî, el-Avâsım Mine’l-Kavâsım, (thk. Muhibbüddin el-Hatîb, Kahire 1399, s. 185-186. Ayrıca bk. İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kubrâ, Beyrut 1985, V, 320). Burada şu hususa da dikkat çekmek gerekir ki, Şayet Hz. Ali, Allah Rasûlü (sav) tarafından halife tayin edilmiş olsaydı, bütün Müslümanları ilgilendiren bu husus, Hz. Ebû Bekir’in ilk halife seçildiği aynı zamanda Ensâr ile Muhâcirûn arasında hilafet konusunda ciddi tartışmalara sahne olan Benî Saide Toplantısı’nda mutlaka gündeme getirilirdi. Hz. Ali’nin ilk halife seçimi sonrasında Hz. Ebû Bekir’e geç de olsa biat etmesinin sebebi ise kaynakların bildirdiğine göre, kendi hakkının gasp edilmesi gerekçesiyle değil, kendilerine danışılmadan hilafet meselesinin karara bağlanmasına duyulan rahatsızlıktan ve kırgınlıktan başka bir şey değildir. (bk. Zorlu, Cem, İslam’da İlk İktidar Mücadelesi, Konya 2002, s.184-245). Nitekim benzer durum Hz. Ömer’in halife tayin edilmesinde de yaşanmamış, Hz. Ali, halife seçilen Hz. Ömer’e itirazsız biat etmiştir. Hz. Ali, Hz. Ömer’in teşkil ettiği halife seçimi şurasını katılmış. Bu hususta erken davranarak kendisine halife ilan etmesi için kendisine amcası Abbas tarafından yapılan telkinler aldırmayıp, şura sonucunda halife seçilen Hz. Osman’a biat etmiştir. (Taberî, Tarih, I-XI, Beyrut ts. IV, 229-230). Diğer yandan o, üçüncü halife Hz. Osman’ın asiler tarafından öldürülmesinin ardından halife olması için kendisine teklifte bulunanları geri çevirmiştir. Kendisinin yerine Hz. Ömer’in tespit ettiği şûrânın diğer üyeleri Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Sa‘d b. Ebû Vakkâs’tan birine biat edilmesini istemiştir. Fakat onlar da hilâfet görevini üstlenmeye razı olmayınca gerek Medinelilerin ısrarlı talepleri, gerekse asilerin baskılarıyla Hz. Ali halîfeliği kabul etmek durumunda kalmıştır. (Taberî, Tarih, IV, 428-429). Burada Hz. Ali’nin halifeliği kabulü, kendi hakkını alması olarak değil, Müslümanların menfaati adına zorunlu bir vazifenin üstlenilmesi olarak görülmelidir. Görüldüğü gibi Şia’ya göre Hz. Ali, Hz. Peygamber (sav) tarafından iman tayin edildiği öne sürülen Hz. Ali, hiçbir dönemde halifeliğin sadece kendi hakkı olduğunu, peygamberin onu tayin ettiği görüşünü dile getirmemiştir. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Hz. Peygamber (sav) vefatından önce kendi yerine hiç kimseyi idareci olarak bırakmamıştır. Şayet böyle olsaydı, gerek Medinelilerin kendi içlerinden birini halife seçmek için toplanmaları, gerekse onlarla bir araya gelip halifenin Kureyş’ten olması gerektiğini dile getiren Muhâcir önderlerinin onlarla görüşmeleri anlamsız olurdu. Eğer böyle vasiyet söz konusu olsaydı o dönemi yaşayan bütün Müslümanlar Hz. Peygamber’in (sav) açık emrini ve nasihatini dinlememiş duruma gelirlerdi ki, bu bütün ashaba büyük bir bühtan olur. Açıkta bilinmektedir ki, bu tartışmalar esnasında hiç kimse Hz. Ali’nin halife olması gerektiğini dile getirmemiştir. (Bu konuda bk. Onat, Hasan, “Şiilik”, Evrensel Mesajlar-İslam’a Giriş, İstanbul, 2010, s. 184-192). Şia’nın fikrinin temelini teşkil eden Hz. Ali’nin imameti hususu, esasında sahabe döneminin değil, daha sonraki siyasî fırkalaşma faaliyetleri döneminin bir meselesi, başka bir ifadeyle Şia’nın geriye dönük olarak tarihi yeniden kurgulama ve siyasallaştırmasından başka bir şey değildir. Öyle ki bu mezhep mensupları hilafetle ilgili tartışmalarda Hz. Ali’nin imameti bahsinde Kur’ân-ı Kerîm’de kendilerine delil bulamadıkları için, çoğunlukla hadislere müracaatla bazı hadislere ilgisiz anlamlar vermek ve tarihi bağlamından koparmak suretiyle kendi görüşlerini destekleyen deliller çıkarmaya çalışmışlardır. Böyle olduğu içindir ki, tarih boyunca oluşan Hz. Ali portresi, bir tarihî şahsiyet görüntüsü değil, zamanla gelişen tartışmaların yansımasının bir neticesi olarak günümüze kadar ulaşan kurgusal şahsiyet niteliğine bürünmüştür.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar