Müslümanların
dördüncü halifesi Hz. Ali, İslâmî tebliğin başlangıcından
itibaren pek çok hadisede etkin rol alması sebebiyle hakkında en
çok atıf/müzakere/münakaşa/tartışma yapılan tarihî
şahsiyetlerdendir. Onun Müslümanlar arasındaki tartışmalarda
gündem konusu olmasının asıl sebebi ise tarihsel kişiliği
değil, daha ziyade siyasî kişiliğidir. Öyle ki, zamanla onun
siyasî konumu ve politik tercihleri adeta tarihî kişiliğinden
koparılmış, böylece Hz. Ali, çeşitli gerekçelerle tarihte
olduğundan çok farklı bir şahsiyet haline getirilmiştir. Başka
bir ifadeyle tarihî/gerçek Hz. Ali’nin yerini siyasî-dinî
mezheplerin şekillendirdiği ve zamanla kendileştirdiği kurgusal
Hz. Ali almış, hatta zamanla neredeyse her siyasî fırka ve
mezhebin kendine göre bir Hz. Ali anlayışı oluşmuştur. Bilhassa
onun vefatından çok sonraki dönemlerde sistemleşen çeşitli
fırka, mezhep ve hatta tarikatlar, varlıklarını, görüş ve
prensiplerini onun siyasî-dinî şahsiyeti üzerine bina etme
ihtiyacı duymuşlardır. Bazen de onun kişiliği, görüşleri ve
siyasî konumu Şia’da olduğu gibi inanç esasları arasına dahil
edilmiştir. Şia dışındaki gruplar da, Hz. Ali anlayışlarını
büyük ölçüde bu mezhebin Hz. Ali telakkisine göre
belirlemişlerdir. Bütün bunların neticesinde Hz. Ali, adeta
tarihin konusu olmaktan çıkarılarak siyasetin, hatta günlük
politikanın konusu haline gelmiştir. Onun siyasî şahsiyet olarak
görülme/gösterilme anlayışı etkisini etkinliğini günümüzde
de devam etmektedir. Hz. Ali’nin siyasî figür olarak kabul
edilmesinin en önemli sebebi, İslâm siyaset ve düşünce
tarihinde önemli bir yer tutan ve günümüzde de özellikle
Ortadoğu’yu merkez alan uluslar arası ilişkilerde özellikle
İran coğrafyasının patronajında etkinliğini sürdüren Şia
geleneğinin onun ismi ve kişiliği üzerine temellendirilmiş
olmasıdır. Öyle ki, Şia düşüncesine göre Hz. Peygamber’in
(sav) vefatından sonra Müslümanları idare etme görevi hilâfet
(Şiilere göre İmamet) mutlak anlamda Hz. Ali’ye verilmiş, ancak
Müslümanlar onu değil, başkalarını halifeliğe getirmek
suretiyle ilahi emri yerine getirmemişler, dolayısıyla Hz. Ali’ye
büyük haksızlık yapmışlardır. İbn Hazm’a göre, Şiilerin
nazarında Hz. Ali, Rasûlüllah’tan sonra insanların en
üstünüdür. Kendisi, ondan sonra da çocukları hilafete en layık
kişidirler. Bu hususta başka görüşlere sahip olanlar Şiî
olamaz. (İbn Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’n-Nihal,
Beyrut 1986, II, 113). Benzer şekilde Şehristânî, “Onlar,
Ali’nin hilafetinin gizli veya açık nass ve vasiyete dayandığını
ileri sürürler. Onlara göre İmâmet, Ali’nin oğullarından
başkasında olamaz. Şayet olursa, ya zulümle, ya da takiyye ile
olur” der. (Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, thk. M. Seyyid
Keylânî, Beyrut 1975, I, 146-147). Şii müellif Kuleynî’ni ye
göre ise Hz. Ali’nin imameti hususu imanın konusudur:
“Emîru’l-Mü’minî (Hz. Ali) imamdır. Sonra Hasan, sonra
Hüseyin imamdır. Sonra Muhammed b. Ali imamdır. Bunu inkar eden,
Allah ve Rasûlü’nün bilinmesini inkâr etmiş olur”.(Kuleynî,
el-Usûl mine’l-Kâfî, (nşr. Muhammed el-Ahvendî), Tahran 1388,
I, 180-181). Hz. Muhammed’in (sav) vefatıyla peygamberlik görevi
sona ermiş, risalet zinciri tamamlanmıştır. Dolayısıyla onun
ardından Müslümanları idare edenler ise ancak onun dünyevî
yönünü temsil etme yetkisine sahip olabileceklerdir. Binaenaleyh
halîfeyi, Hz. Peygamber’in (sav) siyasî misyonunu
yürüten/sürdüren bir halef olarak değerlendirmek gerekir. Buna
göre Halîfe dinî bir meselede karar verme (ictihad) konusunda o
tek yetkili olmayıp onun bu hususta diğer sahâbeye göre bir
ayrıcalığı veya üstünlüğü de yoktur. Halîfeyi ictihad
noktasında sahâbeden farklı kılan özelliği ise, yürütmenin
başı olarak dinî hükümleri uygulamak, Müslümanlara imamlık
yapmaktır ki, bu da sadece halîfenin değil, sonraki dönemlerde
yönetimi üstlenen her müslüman devlet başkanının yapması
gereken görevler arasındadır. Halîfe ile ilgili olarak yapılan
bu değerlendirmeler, genel hatlarıyla Sünnî anlayışın hilâfet
görşünü yansıtır. Hz. Ali’nin, onun ardından da çocuklarının
imametini esas alan Şia’ya göre ise durum tamamen farklıdır.
Onların genel kanaatinde halîfenin (imâm) siyasî yönü gibi,
dinî yetki ve gücü -Hz. Peygamber (sav) kadar olmasa da- devam
etmektedir. Başka bir ifadeyle Şiîler, halîfenin kimliği,
halîfelik makamı ve halîfeliğe geçiş usulünün nass ile tespit
edildiğini, yani hilâfet meselesinin dinin esası içinde
değerlendirilmesi gerektiğini, imamet makamının insanların
tercihine bırakılamacak kadar önemli olduğunu savunurlar. O kadar
ki Şia, hilâfet meselesini dinin herhangi bir konusu olarak kabul
etmeyip, bunu özellikle iman esasları içinde mutâlea etmiştir.
Onlar bu doğrultuda imametin Hz. Ali ve onun evladının hakkı
olduğunu kesin bir şekilde iman etmişlerdir. (Öz, Mustafa, Avni
İlhan, “İmamet”, DİA, XXII, 202; Aydın, M. Akif, “İmamet”,
DİA, XXII, 204). Buna karşılık Ehl-i Sünnet’e göre halîfenin
kimliği, halîfelik makamı ve halîfeliğe geçiş usulü nass ile
tespit edilmeyip Müslümanların tercihine bırakılmıştır;
dolayısıyla hilâfet, dinin konusu sayılmaz. Böyle olduğu
içindir ki, ilk dört halîfenin seçimi tamamen o dönemin şartları
gereği ve çok çeşitli şekillerde ve Müslümanların tercihleri
doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. Sünnî siyaset
teorisyenlerine göre Kur’ân’da ve hadîslerde hakka ve ada¬lete
bağlı olma, meşveretle iş yapma, zulmü önleme, İslâm’ın
emir ve yasaklarına uygun davranma gibi kamu yönetimini
ilgilendiren genel il¬kelerden söz edilmiş olsa da; devlet
başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, bu
kişinin görev ve sorumlulukla¬rı gibi konularda ayrıntılı
hükümlere yer verilmemiştir. Esasen üst bir ku¬rum olan devletin
yönetim biçimi ve siya¬sî yapılanması, toplumların gelenek,
kültür ve sosyal değerleriyle yakın¬dan ilgili olduğundan,
İslâm dininin bu konularda ayrıntıya girmemesi onun temel
niteliklerinin tabiî bir gereğidir de. (Bu konuda geniş bilgi,
değerlendirme ve Ehli- Sünnet ile Şia’nın görüşlerinin
karşılaştırılması için bk. Mustafa Hilmi, Nizâmü’l-Hilâfe
beyne Ehli’s-Sünne ve’ş-Şîa, İskenderiye 1988; Rayyis, M.
Ziyaüddin, İslâm’da Siyasî Düşünce Tarihi, (çev. Ahmet
Sarıkaya), İstanbul 1990, s. 167-231; Muhammed Mescid-i Cami, Ehl-i
sünnet ve Şia’da Siyasî Düşüncenin Temelleri, (çev. Malik
Eşter), İstanbul 2003, s. 17-33, 115-192). Hilafet ile ilgili
olarak genel anlamda halife seçiminin Müslümanların reyine
bırakıldığını kabul etmiş bulunan Sünnî geleneğin aksine
Şia düşüncesi bir kısım hadiselerden yola çıkmak suretiyle
Hz. Ali’nin imametini nass ile delillendirme yoluna gitmiştir. Bu
hususta Şiî kaynaklarda zikredilen en güçlü delil ise Gadîr-i
Hum hadisesidir. Buna göre Hz. Peygamber (sav) Veda haccından
dönerken Gadîr-Hum denilen yere gelindiğinde “Ey Peygamber,
Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun
elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur”
(Mâide, 5/67) âyeti nazil olur. Hz. Peygamber (sav) bu âyetin
hemen ardından ashâbını bir araya topladıktan sonra “Ben kimin
mevlâsıysam, Ali’de onun mevlâsıdır” demek suretiyle Hz.
Ali’nin imametini ilan eder. (Kuleynî, el-Usûl mine’l-Kâfî,
I, 293-294; Tabersî, İ’lâmu’l-Verâ, Beyrut 1979, s. 138-139).
Hadis ve İslâm tarihi kaynakların çoğunda da bu yerin Gadîr-i
Hum olduğuyla ilgili netlik söz konusu değildir. Nitekim Ahmed b.
Hanbel’de geçen Büreyde rivayetine göre, Büreyde Hz. Ali ile
birlikte Yemen’e gitmiş, orada Hz. Ali’nin bazı kusurlarını
görmüş, Hz. Peygamber’in (sav) yanına gelince ona anlatınca
Allah Rasûlü (sav), “Ey Büreyde, ben müminlerin nefislerinden
daha evlâ değil miyim? Büreyde, “evet” cevabını verince. Ben
kimin mevlâsı ise Ali ‘de onun mevlâsıdır” buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-VI, Kahire 1313, V, 347). Şiilerin, Hz.
Peygamber’in (sav) vefatından sonra Hz. Ali’nin halife (imam)
olması gerektiğine dair dayanak, görüş ve kanaatlerini
zikrettikten sonra şu değerlendirmelere ulaşmak mümkündür: Hz.
Peygamber’in (sav) veda haccı dönüşünde “Ben kimim mevlâsı
isem Ali de onun mevlasıdır” demiş olması muteber Sünni
kaynakların büyük bir bölümünde zikredilmemiştir. Nitekim İbn
İshâk, İbn Hişâm, Vâkıdî, Buhârî ve Taberî gibi büyük
müellifler bu konuda rivayet aktarmamışlardır. Bunun birkaç
sebebi olabilir. Birincisi müelliflerin takip ettikleri usül ve
rivayetleri değerlendirme esasları itibariyle bu olaya
değinmedikleridir. Bu metod daha ziyade hadis uleması için
geçerlidir. İkinci olarak onların böyle bir olayın
gerçekleştiğine inanmamış olmalarıdır. Üçüncüsü bilhassa
tarihçilerin bu hadisenin zikre değer bir gelişme olarak kabul
etmemiş olmaları, dördüncüsü ise bu gelişmenin bilinmekle
birlikte Şiiler tarafından istismar konusu yapılmasından duyulan
endişe olabilir. (Demircan, Adnan, Gadîr-i Hum Olayı, İstanbul
1997, s. 16-17). Gadîr-i Hum rivayetini az sayıdaki bir kısım
Sünnî kaynaklar da aktarmışlardır. (Bk. Hâkim, el-Mustedrek
Ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1335, III, 110). Ancak burada zikredilen
ifadeden Hz. Ali’nin imam tayin edildiğini çıkarmak ne kadar
mümkün olur? Şayet, Hz. Peygamber (sav) onun imam olarak
atandığını söylemek isteseydi, rumuzlu olarak değil, daha açık
ifadelerle bu kararını ashâbına ilan ederdi. Bu kanaati destekler
mahiyette Zeydî imamlardan İbn Murtazâ da şu görüşü dile
getirir: “Râfizîlerin mezhepleri, ilk devir geçtikten sonra
ortaya çıkmıştır. Sahabe arasında hiç kimsenin Ali hakkında
açık, mütevatir nassdan söz ettiği duyulmamıştır. Onlar, önce
Ammâr, Ebû Zer, Mikdâd b. Esved’in Hz. Ali’nin imam olduğu
görüşünde olduklarını ileri sürmüşlerdir. Lakin isimleri
zikredilen bu kimseler, ilk iki halifeye biat etmişler, üstelik
Ammâr Kûfe’de, Selmân Medain’de ikinci halife Hz. Ömer’in
amilleri olarak görev yapmışlardır”. (İbn Murtaza,
Tabakâtü’l-Mutezile, (thk. Susanna Diwald Wilzer, Beyrut 1961, s.
5). Dolayısıyla onların gayr-i meşru olarak gördükleri bir
halifenin emrinde idareci olarak çalışmış olmaları mümkün
değildir. (Bu konuda bk. Demircan, Adnan, Gadîr-i Hum Olayı, s.
22-77). Bu hadisle ilgili olarak Şianın Hadis Anlayışı isimli
kitabında Sofuoğlu şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Bu
hadisin mevzu olduğuna dair herhangi bir işarete rastlamadık.
Ehl-i Sünnet uleması hadisi reddetmemekte, bilakis doğruluğunu
tasdik etmektedir. Ancak onlar, hadisi Şiîlerin anladığı gibi
anlamamaktadırlar.” (Sofuoğlu, Cemal, Şia’nın Hadis Anlayışı,
(Basılmamış Doktora Tezi), 1997, s. 27). “Kanaatimiz odur ki,
Humm hadisini inkar etmek ne kadar imkansız ise, bu hadis ile Hz.
Peygamber’in Ali’yi halife olarak bıraktığını iddia etmek de
o kadar imkansızdır. Hz. Peygamber Gadîr-i Humm denilen mevkide
namaz kılıp dinlenmiş ve Ashabıyla sohbet etmiş olabilir. Eğer
Ali’yi gerçekten halife tayin etseydi Hz. Peygamberin (sav) bu
vasiyetini duyanlardan hiç olmazsa birisi bu açıklardı. Öyle
anlaşılıyor ki, Şiiler daha sonraları Humm hadisi diye şöhret
buldurdukları bu hadise bir vürûd (hadisin söylenme sebebi) icad
etmişler ve bunu Humm mevkiine ıtlak etmişlerdir. Zaten başta
Şiiler olmak üzere hadis uyduranların metodlarından birisi de
budur”. (Sofuoğlu, s. 32). Hadisin Şia’nın anladığı gibi
anlaşılmaması gerektiğini Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsenna
da şu şekilde ifade eder: “Evet Hz. Peygamber, ‘ben kimin
mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır demiştir.’ Fakat vallahi
Rasûlüllah bununla emirliği ve sultanlığı kastetmemiştir. O,
bunu kastetmiş olsaydı, Rasûlüllah ‘Ey insanlar bu, işinizin
velisi ve benden sonra size hükmedecek kimsedir. Onun dinleyin ve
itaat edin’ derdi. Vallahi eğer Allah ve Rasûlü bu iş için
Ali’yi seçip, onu Hz. Peygamber’den sonra Müslümanlara idareci
yapsalardı ve Ali de Allah ve Rasûlü’nün emrini yerine
getirmeseydi, bu takdirde o, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrini
ilk terk eden kimse olurdu”. (İbnü’l-Arabî, el-Avâsım
Mine’l-Kavâsım, (thk. Muhibbüddin el-Hatîb, Kahire 1399, s.
185-186. Ayrıca bk. İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kubrâ, Beyrut
1985, V, 320). Burada şu hususa da dikkat çekmek gerekir ki, Şayet
Hz. Ali, Allah Rasûlü (sav) tarafından halife tayin edilmiş
olsaydı, bütün Müslümanları ilgilendiren bu husus, Hz. Ebû
Bekir’in ilk halife seçildiği aynı zamanda Ensâr ile Muhâcirûn
arasında hilafet konusunda ciddi tartışmalara sahne olan Benî
Saide Toplantısı’nda mutlaka gündeme getirilirdi. Hz. Ali’nin
ilk halife seçimi sonrasında Hz. Ebû Bekir’e geç de olsa biat
etmesinin sebebi ise kaynakların bildirdiğine göre, kendi hakkının
gasp edilmesi gerekçesiyle değil, kendilerine danışılmadan
hilafet meselesinin karara bağlanmasına duyulan rahatsızlıktan ve
kırgınlıktan başka bir şey değildir. (bk. Zorlu, Cem, İslam’da
İlk İktidar Mücadelesi, Konya 2002, s.184-245). Nitekim benzer
durum Hz. Ömer’in halife tayin edilmesinde de yaşanmamış, Hz.
Ali, halife seçilen Hz. Ömer’e itirazsız biat etmiştir. Hz.
Ali, Hz. Ömer’in teşkil ettiği halife seçimi şurasını
katılmış. Bu hususta erken davranarak kendisine halife ilan etmesi
için kendisine amcası Abbas tarafından yapılan telkinler
aldırmayıp, şura sonucunda halife seçilen Hz. Osman’a biat
etmiştir. (Taberî, Tarih, I-XI, Beyrut ts. IV, 229-230). Diğer
yandan o, üçüncü halife Hz. Osman’ın asiler tarafından
öldürülmesinin ardından halife olması için kendisine teklifte
bulunanları geri çevirmiştir. Kendisinin yerine Hz. Ömer’in
tespit ettiği şûrânın diğer üyeleri Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve
Hz. Sa‘d b. Ebû Vakkâs’tan birine biat edilmesini istemiştir.
Fakat onlar da hilâfet görevini üstlenmeye razı olmayınca gerek
Medinelilerin ısrarlı talepleri, gerekse asilerin baskılarıyla
Hz. Ali halîfeliği kabul etmek durumunda kalmıştır. (Taberî,
Tarih, IV, 428-429). Burada Hz. Ali’nin halifeliği kabulü, kendi
hakkını alması olarak değil, Müslümanların menfaati adına
zorunlu bir vazifenin üstlenilmesi olarak görülmelidir. Görüldüğü
gibi Şia’ya göre Hz. Ali, Hz. Peygamber (sav) tarafından iman
tayin edildiği öne sürülen Hz. Ali, hiçbir dönemde halifeliğin
sadece kendi hakkı olduğunu, peygamberin onu tayin ettiği görüşünü
dile getirmemiştir. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Hz.
Peygamber (sav) vefatından önce kendi yerine hiç kimseyi idareci
olarak bırakmamıştır. Şayet böyle olsaydı, gerek Medinelilerin
kendi içlerinden birini halife seçmek için toplanmaları, gerekse
onlarla bir araya gelip halifenin Kureyş’ten olması gerektiğini
dile getiren Muhâcir önderlerinin onlarla görüşmeleri anlamsız
olurdu. Eğer böyle vasiyet söz konusu olsaydı o dönemi yaşayan
bütün Müslümanlar Hz. Peygamber’in (sav) açık emrini ve
nasihatini dinlememiş duruma gelirlerdi ki, bu bütün ashaba büyük
bir bühtan olur. Açıkta bilinmektedir ki, bu tartışmalar
esnasında hiç kimse Hz. Ali’nin halife olması gerektiğini dile
getirmemiştir. (Bu konuda bk. Onat, Hasan, “Şiilik”, Evrensel
Mesajlar-İslam’a Giriş, İstanbul, 2010, s. 184-192). Şia’nın
fikrinin temelini teşkil eden Hz. Ali’nin imameti hususu, esasında
sahabe döneminin değil, daha sonraki siyasî fırkalaşma
faaliyetleri döneminin bir meselesi, başka bir ifadeyle Şia’nın
geriye dönük olarak tarihi yeniden kurgulama ve
siyasallaştırmasından başka bir şey değildir. Öyle ki bu
mezhep mensupları hilafetle ilgili tartışmalarda Hz. Ali’nin
imameti bahsinde Kur’ân-ı Kerîm’de kendilerine delil
bulamadıkları için, çoğunlukla hadislere müracaatla bazı
hadislere ilgisiz anlamlar vermek ve tarihi bağlamından koparmak
suretiyle kendi görüşlerini destekleyen deliller çıkarmaya
çalışmışlardır. Böyle olduğu içindir ki, tarih boyunca
oluşan Hz. Ali portresi, bir tarihî şahsiyet görüntüsü değil,
zamanla gelişen tartışmaların yansımasının bir neticesi olarak
günümüze kadar ulaşan kurgusal şahsiyet niteliğine bürünmüştür.
14 Ocak 2016 Perşembe
Ana Sayfa »
Makale
,
Prof. Dr. Adem Apak
» Tarihsel Hz. Ali’den Kurgusal Hz. Ali’ye Dönüşümün Temelleri Üzerine
0 yorum:
Yorum Gönder