Giriş
Hz. Muhammed (sav), bir peygamber olarak büyük bir misyon sahibi
idi. Davası uğrunda büyük mücadeleler verdi. Birçok sıkıntıya
maruz kaldı. Gün oldu hakaretlere uğradı. Yeri geldi taşlandı.
Yurdundan oldu. Savaş meydanlarında at koşturduğu zamanlar oldu.
Saldırı ve suikastlara uğradı. Kimi zaman yaralandı. Bu
mücadelede en yakın dava arkadaşlarının katline şahit oldu.
Fakat hiç yılmadı, sonuna kadar davasının takipçisi oldu. Diğer
yandan O, bir aile sahibi idi. Bir dava adamı ve bir peygamber
olmakla birlikte aynı zamanda bir evlat, bir yeğen, bir eş ve bir
baba idi. Aralarında yaşadığı aile bireyleriyle mutlu günler
yaşadı. Ama, gün geldi onların sıkıntı ve acılarına ortak
oldu. Kimisinin acısını yüreğinde hissetti. Kimisi de gözlerinin
önünde yaşamını yitirdi. Peki O, her biri kendisi için ayrı
bir değere sahip olan aile bireylerinin ölümü karşısında nasıl
bir tutum takındı? Onlar, onun için ne anlam ifade ediyordu? Ne
yaptı, onlar yanı başında hayata gözlerini yumarken? İsyan mı
etti? Yoksa metanetle mi karşıladı yaşananları?.. Makalede bu ve
benzeri sorulara cevap aranacaktır. Konu, İslam Tarihi kaynakları,
usul ve esasları çerçevesi içinde işlenecektir.
-
Anne ve Babasını Yitirmesi
Hz. Muhammed’in hayatına baktığımızda, babasını daha
doğmadan yitirdiğini, annesini de küçük yaşlarda kaybettiğini
görüyoruz. Kuşkusuz, bir insanın hayata tutunmasını sağlayan,
onu her türlü tehlikeye karşı koruyan, hayatın zorlukları
karşısında ona destek olan kişiler, anne babalardır. Bu itibarla
insan, her zaman anne ve babasını bizzat yanında görmek ister.
Hayatı boyunca onların şefkat ve merhametlerinden beslenme
arzusunu taşır. Onların varlığı, kişiye emniyet ve güven
verir. Yoklukları ise kişiyi hayatın sıkıntıları ile baş başa
bırakır. Bu durum, kişinin şahsiyetinde sapmalara ve davranış
bozukluklarına yol açabileceği gibi; aksine, kişiye sıkıntıların
üstesinden gelebilme yeteneği, sabır, dayanma gücü ve sağlam
bir irade kazandırabilir. Terbiyesini bizzat Cenâb-ı Hakk’ın
üstlendiği
[1]
Hz. Muhammed için ise ikici şıkkın geçerli olduğu muhakkaktır.
Hz. Muhammed’in Babası Abdullah, Mekke’nin ileri gelen
şahsiyetlerinden Abdülmuttalib b. Hâşim’in oğludur. Annesi
Âmine ise Vehb b. Abdimenaf’ın kızıdır. Her ikisi, Kureyş’in
seçkin ailelerine mensup olup nesepleri Kilâb b. Mürre’de
birleşmektedir.
[2]
Babası Abdullah, bir seyahat dönüşü yolda hayatını kaybetti.
Rivayete göre Abdullah, Kureyş’in ticaret mallarını taşıyan
bir kervanla Gazze’ye gider ve işlemlerini tamamladıktan sonra
geri döner. Ancak Medine’den geçerken rahatsızlanan Abdullah,
“Ben dayılarım Adiy b. Neccâr oğullarında kalacağım.”
der ve onların yanında bir ay kadar hasta bir vaziyette kalır.
Arkadaşları ise yollarına devam ederek Mekke’ye varırlar.
Abdülmuttalib, Abdullah’ı sorunca onun hasta olduğunu ve
dayıları Adiy b. Neccâr oğullarında onu bıraktıklarını
söylerler. Bunun üzerine Abdülmuttalib, büyük oğlu Hâris’i
onu almak için gönderir. Ancak Hâris, yanına vardığında onun
öldüğünü ve Nâbiğa konağında defnedilmiş olduğunu görür.
Dayıları, Abdullah’ın başına gelenleri ona anlatırlar. O da
geri döner ve Abdülmuttalib’e durumu bildirir.
[3]
Abdullah vefat ettiğinde, Âmine, Hz. Muhammed’e daha hamile
idi.
[4]
Bununla birlikte Hz. Muhammed’in, o sırada yedi veya yirmi sekiz
aylık olduğu söylenmektedir.
[5]
Ancak doğru olan, babası vefat ettiğinde annesinin ona hamile
olduğu görüşüdür.
[6]
Hz. Muhammed, Annesi vefat ettiğinde ise altı yaşlarındaydı.
[7]
Âmine, hem kocası Abdullah’ın kabrini ziyaret, hem de oradaki
akrabalarını görmek için Medine’ye gitmişti. Yanında oğlu
Muhammed ve cariyesi Ümmü Eymen vardı. İki deve ile gitmişlerdi.
Abdullah’ın medfun olduğu Nâbiğa konağına indiler. Orada
akrabaları Adiy b. Neccâr oğullarının yanında bir ay kaldılar.
Sonra Mekke’ye geri dönmek üzerek yola çıktılar. Ancak yol
üzerindeki Ebvâ köyüne vardıklarında, Âmine, rahatsızlandı.
Bir kaç gün sonra da vefat etti ve oraya defnedildi. Ümmü Eymen
ise Muhammed’i alıp söz konusu iki devesi ile birlikte onu
Mekke’ye götürdü ve dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti.
[8]
Rasûlullah (sav), anne ve baba yokluğunun acısını ve onların
hasretini ömrü boyunca hissetti. Onları devamlı hayırla yâd
etti. Onlar için gözyaşı dökmekten kendini alamadığı zamanlar
oldu. Örneğin bir seferinde, Adiy b. Neccâr oğullarının evleri
önünden geçerken, bir zamanlar annesiyle birlikte orada yaşadığı
günler, birden gözlerinin önünden geçmişti. Yanındaki
ashabına, orada çocuklarla birlikte nasıl oyunlar oynadıklarını
ve oradaki gölette yüzmeyi nasıl öğrendiğini anlatmıştı.
Annesi ile birlikte kaldıkları konağı göstererek,
“İşte
buraya annem beni getirip yerleşmişti. Babam Abdullah b.
Abdilmuttalib de bu konakta defnedilmiştir.” diyordu.
[9]
Hudeybiye umresi sırasında uğradığı Ebvâ köyünde de
“Allah,
Muhammed’e annesinin kabrini ziyaret etme izni vermiştir.”
buyurarak annesinin kabrini ziyaret etti. Kaybolmaya yüz tutmuş
mezarı düzeltti ve başında oturup gözyaşı döktü. Onun bu
tutumundan etkilenen Müslümanlar da onunla birlikte ağladılar.
Ona, niçin ağladığı sorulduğunda ise annesine duyduğu
özlemden, ona karşı beslediği merhametten dolayı ağladığını
ifade etmişlerdi.
[10]
Yine Mekke’nin fethi sırasında annesinin mezarına uğradı.
Kabrin başında oturdu. Ashabı da biraz uzağında mezarlığın
etrafına dizildiler. Birileriyle konuşuyor gibi bir vaziyet
içindeydi. Sonra ayağa kalktı, ağlıyordu. Girişimci ve atılgan
kişiliği ile bilinen Hz. Ömer, cesaret gösterip yanına yaklaştı
ve ona ağlamasının sebebini sordu. O da
“Şu, annemin
kabridir. Rabbimden onu ziyaret etmek için izin istedim. Bana bu
konuda izin verdi. Onun için bağışlanma diledim, fakat bu isteğim
kabul edilmedi. Onu halini düşündüm, üzüldüm ve ağladım.”
şeklinde cevap verdi. Rivayete göre onun, o günkü kadar ağladığı
hiç görülmemişti.
[11]
Abdullah b. Mes’ud, annesinin kabrini ziyaret eden Rasûlullah’ın
durumunu şöyle tasvir ediyor: “Rasûlullah, Kabirleri ziyaret
etmek üzere çıktı biz de onunla birlikte çıktık. Oturmamızı
emretti, biz de oturduk. Kabirleri tek tek inceledi. Sonra onlardan
birinin başında durdu. Uzun süre sesiz bir şekilde dua ederek
bekledi. Sonra Rasûlullah’ın ağlama sesi yükseldi. Biz de onun
ağlaması üzerine ağlamaya başladık. Sonra Rasûlullah, bize
doğru geldi. Ömer b. Hattâb, onu karşıladı ve “Ya Rasûlallah,
sizi ağlatan nedir? Biz de bundan etkilendik, korktuk ve ağladık.”
dedi. Geldi yanımıza oturdu ve “Ağlamam sizi korkuttu mu?” biz
de: “Evet” dedik. O da: “Beni başında dua ederken gördüğünüz
kabir, Âmine bint Vehb’in kabridir. Ben, Rabbimden onu ziyaret
emek için izin istedim. O da bana bu konuda izin verdi. Sonra
Rabbim’den onun için istiğfar izni istedim. Fakat bana bu konuda
izin vermedi. Ve bana “Müşrikler için istiğfarda bulunmak,
Peygambere ve İman edenlere yaraşmaz…” ayetini (Tevbe: 113-114)
indirdi. Ben de bir çocuğun anne ve babasına karşı beslediği
duyguya kapıldım. İşte bu durum, beni ağlattı.” buyurdu.
[12]
Hz. Muhammed’in annesine olan sevgi ve özlemini bilmelerinden olsa
gerek; Mekkeli müşrikler, Uhud savaşı sırasında Ebvâ’dan
geçerken annesinin kabrini eşeleyip bozmak istemişlerdi. Ancak bu
hareketin ters tepeceğini düşünerek bundan vazgeçmişlerdi.
[13]
-
Dedesi ve Amcasını Yitirmesi
Abdülmuttalib b. Hâşim, genç yaşlarda kaybettiği oğlu
Abdullah için duyduğu üzüntüye karşılık torunu Muhammed’in
doğumuyla teselli bulmuştu. Doğumuna çok sevinmişti. Onu kaptığı
gibi Kâbe’ye koşmuş ve onu kendisine bağışlayan Rabbine uzun
uzun şükretmişti.
[14]
Annesinin vefatıyla birlikte Hz. Muhammed’in yegâne hamisi artık
dedesiydi. Dedesi Abdülmuttalib, onu çok seviyor ve adeta ona özel
muamelede bulunuyordu. Gittiği her yere beraberinde götürüyor ve
onu kimselere bırakmaya kıyamıyordu.
[15]
Onu omuzlarına alarak, Kâbe’yi tavaf ediyor. Kâbe gölgeliğindeki
özel minderine onu oturtuyor. Oturmasına engel olmaya çalışan
amcalarına
“Bırakın oğlumu, ne istiyorsunuz ondan!..”
diyor. Onu öpüp okşuyor, tatlı konuşması ve hareketlerine
bayılıyordu.
[16]
Hz. Muhammed, babasından alamadığı sevgi, şefkat ve merhameti
dedesinden fazlasıyla görüyordu. Ancak dedesi ile olan beraberliği
de uzun sürmeyecek ve sekiz yaşına bastığında onu da
kaybedecektir.
[17]
Olup bitenlerin artık fazlasıyla farkında olan Hz. Muhammed için
bu kayıp, büyük üzüntüye neden olmuştur. Nitekim Ümmü Eymen,
dedesinin vefat ettiği gün onu, dedesinin yattığı döşeğin
arkasında ağlarken gördüğünü anlatmaktadır.
[18]
Rivayete göre, daha önce hiç kimsede benzeri görülmemiş bir
şekilde dedesinin arkasından ağlamıştı.
[19]
Kısacası, babadan mahrum olarak dünyaya gelen, altı yaşına
basınca annesi Âmine’yi, sekiz yaşında da dedesi
Abdülmuttalib’i kaybeden İslam Peygamberi, artık kâinatın
yaratıcısının terbiyesinde ve amcası Ebû Tâlib’in
himayesinde yaşantısına devam edecektir.
[20]
Hz. Muhammed, Abülmuttalib’in vasiyeti gereği, hayatının bundan
sonraki dönemini öz amcası Ebû Tâlib’in yanında geçirdi. Ebû
Tâlib, dar gelirli ve kalabalık bir aile sahibi olmasına rağmen,
ona devamlı itina ile davranırdı. O sofraya oturmadan çocuklarını
yemeğe başlatmazdı. Öncelikle kendisine emanet edilen bu yetimin
karnının doyurulmasına çalışırdı. Hz. Peygamber, burada
gördüğü sevgi ve saygıyı devamlı anmıştır. Özellikle Ebû
Tâlib’in eşi Fatma Hatunu “annesinden sonra gelen anne”
olarak takdir etmiş, ona karşı derin bir sevgi ve saygı
beslemiştir.
[21]
Ebû Tâlib, ölümüne dek, kırk yıldan fazla Hz. Muhammed’e öz
babası gibi davrandı. Onu gerçekten çok sevdi. Üzerine titredi,
korudu ve yetişmesi için elinden geleni yaptı.
[22]
Kısacası ona, anne baba yokluğunu hissettirmemeye çalıştı.
Nitekim; Şam’a yapacağı ticari bir yolculukta, şartların
zorluğundan dolayı on iki yaşlarındaki Muhammed’i yanında
götürmek istememişti. Ancak O, gitmek için ısrar etmiş,
amcasının devesinin dizginlerinden tutup:
“Ne annem var, ne
de babam! Beni kime bırakıyorsun?..” serzenişinde
bulunmuştu. Bunun üzerine Ebû Tâlib, duygulanmış ve
“Vallahi
seni de yanımda götüreceğim ve birbirimizden bir daha asla
ayrılmayacağız.” demişti.
[23]
Özellikle Nübüvvetin ilk on yılında Ebû Tâlib, iman etmemiş
olmakla birlikte ona davasında büyük destek sağladı. Müşriklerin
baskılarına karşı ona kalkan oldu. Oysa daha önceleri ona
ilişmeye cesaret edemeyen müşrikler, Ebû Tâlib’in ölümüyle
birlikte açıkça saldırılar düzenlemeye başladılar. Artık
Kureyş’in en basit adamları bile ona sataşıyor, başına toprak
saçıyorlardı.
[24]
Hz. Peygamber de amcası Ebû Tâlib’in babacanlığını ve ona
olan desteğini her zaman takdir etti.
“Ebû Tâlib ölünceye
kadar Kureyş, bana ilişemedi.”[25]
sözleriyle onun yaptığı yardımın kıymetini vurguladı. Diğer
yandan, kendisi için değeri tartışmasız olan Ebû Tâlib’in
Müslüman olması için çok uğraştı. Ölüm döşeğinde
yattığını duyduğu zaman, en azından son nefesini iman ile
vermesi için büyük çaba harcadı. Bunu başaramayınca da
fevkalade üzüldü, gözyaşı döktü. Ölümünden sonra da
Rabbinden onu bağışlaması için niyazda bulundu, günlerce dua
etti.
[26]
-
Eşinin Vefatı
Amcası Ebû Tâlib’in vefatından sonra Hz. Muhammed’i üzen
diğer bir olay, ilk Müslüman ve sevgili eşi Hz. Hatice’nin
ölümüdür. Hatice, Ebû Tâlib’in son günlerinde hastalanarak
yatağa düştü. Ebû Tâlib’in vefatından üç gün sonra da
vefat etti.
[27]
Huveylid b. Esed’in kızı Hatice, Mekke’nin soylu ve zengin
kadınlarından biri idi. Hz. Muhammed ile yaptıkları ticari
faaliyetler neticesinde birbirlerini yakından tanımış ve
evlenmişlerdi.
[28]
Hz. Peygamber, onunla ömrünün yirmi beş yılını geçirmişti.
Peygamberliğini ilk o tasdik etmiş ve davasını desteklemişti.
Bütün malını onun davası uğruna harcamıştı. Herkesin ondan
yüz çevirdiği günlerde ona güç vermişti.
[29]
Davasında onun en samimi yardımcısı ve kendisinde huzur bulduğu
yegâne dostuydu.
[30]
Hz. Peygamber, çok eşliliğin yaygın olduğu bir dönemde, hem dul
hem de yaşça kendisinde epeyce büyük olan Hz. Hatice’nin
sağlığında, üstüne ikinci bir evlilik yapmadı.
[31]
Vefatından sonra da onu sürekli hayırla yâd etti. Hatırasını
devamlı taze tutmaya çalıştı. Öyle ki onun vefatından sonra
evlendiği eşleri, özellikle de Hz. Aişe, Rasûlullah’ın bu
tutumunu yadırgamış ve kıskanmışlardır.
[32]
Bedir Savaşında, müşrik saflarında savaşıp esir düşen
kocasını kurtarmak için kızı Zeynep’in gönderdiği gerdanlığı
gördüğünde duygulanmıştı. Zira o gerdanlık, Hatice’ye ait
idi. Düğün hediyesi olarak kızına takmıştı. Hz. Peygamber’in
gönlü, kendisi için manevi değeri büyük olan bu gerdanlığın
harcanmasından yana değildi. Onun için ashabına ricada bulunmuş,
damadının bedelsiz olarak serbest bırakılmasını sağlamış ve
gerdanlığı kızına geri göndermişti.
[33]
Netice itibariyle; Nübüvvetin onuncu yılında ardı ardına hem
amcası Ebû Tâlib, hem de eşi Hatice’nin vefatı, Rasûlullah’ın
peş peşe maruz kaldığı “iki musibet” olmuştur.
[34]
Gerek bu musibetler, gerek Hz. Peygamber ve ashabına yönelik
psikolojik ve fiziki baskıların artması nedeniyle o sene,
Müslümanlar arasında “Hüzün Yılı” olarak kabul
edilmiştir.
[35]
Hz. Peygamberin daha sonraları evlendiği eşlerinden Zeynep bint
Huzeyme de onun sağlığında vefat etmiştir. Diğer eşleri ise
onun Alem-i Bekâ’ya irtihalinden sonra vefat ettiler.
[36]
Bu hanımı, fakir fukaraya olan düşkünlüğü ve onları kollayıp
korumasından dolayı, yoksulların annesi anlamında
“Ümmü’l-Mesâkîn” lakabıyla anılıyordu.
[37]
Onun Rasûlullah ile beraberliği kısa sürdü. Hicretin üçüncü
senesindeki evliliklerinden sekiz ay sonra vefat etti. Rasûlullah,
cenaze namazını bizzat kıldırmış ve onu Bakî mezarlığına
defnetmiştir.
[38]
-
Çocuklarının Vefatı
Rasûlullah, Hz. Hatice ile olan evliliğinden altı çocuk sahibi
oldu. Bunların dördü kız, ikisi erkektirler. Onlar, Zeynep,
Rukiye, Ümmü Gülsüm, Fatma, Kâsım ve Abdullah’tır.
[39]
Kaynaklarda Tâhir ve Tayyip adından iki çocuktan da söz
ediliyor.
[40]
Fakat bunlar, Abdullah adındaki çocukla aynı kişi olup ona
verilen farklı isimler olmalıdır.
[41]
Erkek çocuklar, cahiliye döneminde doğmuş ve ömürlerinin ilk
yıllarında ölmüşlerdir.
[42]
Kız çocuklar ise Nübüvvet dönemine yetiştiler. Müslüman olmuş
ve hicrete katılmışlardı.
[43]
Diğer bir çocuk da Medine döneminde, Mısır Mukavkıs’ının
hediye olarak gönderdiği Mâriye adındaki cariyeden doğan
İbrahim’dir.
[44]
Bu başlık altında, Rasûlullah’ın bir nevi çocukları ve
torunları ile olan imtihanı ele alınacaktır. Zira yedi çoğundan
biri hariç, diğerlerinin hepsi onun sağlığında vefat
etmişlerdir. Aynı şekilde bazı torunlarının vefatlarına şahit
olmuş ve bunun acısını yüreğinde yaşamıştır.
-
Kâsım
Hz. Muhammed’in ilk vefat eden çocuğu Kâsım’dır. O, aynı
zamanda Rasûlullah’ın ilk doğan çocuğudur. Onun için
Rasûlullah, adet olduğu üzere bu çocuğa atfen Ebü’l-Kâsım
künyesini kullanmıştır. Kâsım, cahiliye döneminde iki
yaşlarında iken vefat etti.
[45]
-
Abdullah
Daha sonra Rasûlullah’ın diğer oğlu Abdullah da vefat etti.
Onun ölümü, erkek çocuk sahibi olmanın asalet, şan ve şöhret
vesilesi olarak kabul gördüğü toplumda, artık geride erkek
çocuğu kalmayan Rasûlullah’a karşı bir baskı unsuru olarak
kullanılmıştır. Bu çerçevede, yaşadığı toplumda “soyu
kesik” anlamında “ebter” itabına maruz kalmıştır.
[46]
-
Zeynep
Zeynep, Rasûlullah’ın en büyük kızıdır.
[47]
Teyzesi Hâle bint Huveylid’in oğlu Ebü’l-Âs b. er-Rebî’
ile evlendirilmişti. Nübüvvetten sonra Zeynep, Müslüman oldu.
Ancak kocası, müşrik olarak kalmaya devam etti. Müşriklerin
bütün ısrarlarına rağmen Zeynep’i boşamadı. Müslümanlığından
dolayı da ona baskı uygulamadı.
[48]
Fakat onun müşrik saflarında olması, hem Zeynep’i, hem de
Rasûlullah’ı zor durumda bırakmıştır. Nitekim Ebü’l-Âs,
Bedir savaşında müşriklerin yanında savaşırken esir düşmüş;
o zamanlar henüz hicret etmemiş olan Zeynep, annesinden yadigâr
kalan kolyesini onu kurtarmak için fidye olarak göndermişti. Ancak
Rasûlullah, Hatice’nin hatırasını çiğnemek istememiş ve
damadının bedelsiz olarak serbest bırakılması için aracı
olmuştur.
[49]
Başka bir seferinde, Mekkelilerin mallarını işletmek üzere
gittiği Şam’dan dönerken bir Müslüman birliğine yakalanmış
ve esir edilerek mallarıyla birlikte Medine’ye getirilmişti.
Mekke’nin fethinden hemen öncesine tekabül eden bu olayda, o
sırada Medine’de bulunan Zeynep, olaya müdahil olmuş ve
kocasının mallarla birlikte salıverilmesini sağlamıştır.
Serbest bırakılan Ebü’l-Âs, Mekke’ye gitmiş, mallarını
sahiplerine verdikten sonra tekrar Medine’ye dönerek Müslüman
olmuş ve eşi Zeynep ile hayatını devam ettirmiştir.
[50]
Diğer yandan Zeynep, babasının davasından dolayı birçok
sıkıntıya maruz kalmış ve bu sıkıtılar Rasûlullah’a
doğrudan yansımıştır. Örneğin Medine’ye hicret edeceği
sırada Müşriklerin takibine uğramış, yakalanınca da uygulanan
sert müdahale neticesinde düşük yapmıştı. Rasûlullah ise
kızına reva görülen bu zulüm karşısında hiddetlenmiş ve ona
bu muameleyi yapanların yakılması emrini vermişti. Ancak daha
sonra bu kararından vazgeçmiştir.
[51]
Hicretin sekizinci yılı başlarında, Zeynep, vefat etti.
Rasûlullah, teçhiz ve tekfininde eşlerini görevlendirdi. Onlara
gerekli talimatları verdi ve yıkanma işlemi bitince kendisine
haber verilmesin rica etti. Hanımlar, cenazeyi yıkadıktan sonra
ona haber verdiler. O da izârını onlara verip onunla Zeynep’i
kefenlemelerini istedi.
[52]
Daha sonra cenaze namazını bizzat kıldırdı ve onu elleriyle
kabre indirdi.
[53]
Zeynep’in Ali ve Ümâme adında iki çocuğu vardı. Ali daha
çocukken öldü. Ümâme ise büyüdü ve daha sonraları, teyzesi
Fatma’nın vefatını müteakip Ali b. Ebî Tâlib ile evlendi.
[54]
Rasûlullah, torunu Ümâme’yi çok severdi. Çocukluğunda onu
kucağında taşır, oynar, şakalaşırdı. Öyle ki namazlarında
bile onu omuzlarından indirmediği zamanlar olurdu.
[55]
-
Rukiye
Diğer kızları Rukiye ve Ümmü Gülsüm, neredeyse aynı kaderi
paylaşmışlardır. Her ikisi Ebû Leheb’in oğullarıyla
evliydiler. Nübüvvetten sonra Rasûlullah’la araları açılınca
oğullarına baskı yaparak kızları boşamalarını sağladı.
[56]
Rukiye, boşandıktan sonra Osman b. Affân ile evlendi. Onunla
birlikte Habeşistan’a hicret etti. Hz. Osman’dan hamile
kalmıştı. Ancak hicret sırasında düşük yaptı. Sonraları bir
çocuğu daha doğdu. Abdullah adındaki bu çocuk, iki yaşlarında
iken, bir horozun onu başından gagalaması sonucu hayatını
kaybetti.
[57]
Rasûlullah, torunu Abdullah’ın cansız bedenini kucağına almış
ve gözyaşları içinde
“Allah, ancak merhametli kullarına
rahmet eder.” buyurmuşlardı. Ardından da cenaze namazını
kıldırmıştı.
[58]
Rukiye, babasının Medine’ye hicretinden sonra Habeşistan’dan
ayrılıp yanına geçti. Ancak Bedir savaşı hazırlıkları
yapıldığı sırada hastalandı. Rasûlullah savaştan döndüğünde,
Rukiye ölmüştü. Kadınlar üzerine mersiyeler okuyup
ağlıyorlardı. O sırada Hz. Ömer, kadınlara engel olmak
istemişti. Fakat Rasûlullah, buna müsaade etmedi.
“Ağlayın
hanımlar! Ancak, şeytanın çığlığından sakının. Şayet
ağlama, gözden ve kalpten geliyorsa o Allah’tandır ve rahmettir.
Yok eğer elden ve dilden çıkıyorsa işte o şeytandandır.”
buyurdu. Fatma, kabrin başında Rasûlullah’ın yanında
oturmuş ağlıyor, o da elbisesinin kenarıyla onun gözyaşlarını
siliyordu.
[59]
-
Ümmü Gülsüm
Ümmü Gülsüm ise Ebû Leheb’in baskısıyla kocasından
ayrıldıktan sonra bir başkasıyla evlenmedi. Baba evinde kaldı.
Daha sonra diğer aile fertleri ile birlikte Medine’ye hicret etti.
Kız kardeşi Rukiye ölünce, onun kocası Osman ile evlendi.
Hicretin dokuzuncu yılında vefat edinceye kadar, onun yanında
kaldı. Hiç çocuğu olmadı.
[60]
Enes b. Mâlik, Rukiye’nin cenaze törenini şöyle anlatıyor:
Kabrin başında Rasûlullah’ın oturduğunu gördüm, gözyaşları
yanaklarından süzülüyordu.
“Aranızda bu gece nefisine
uymayan var mı?” dedi. Ebû Talha,
“Ben ya Rasulallah!”
dedi. Bunun üzerine ona,
“Öyleyse in kabre.”
buyurdu.
[61]
Rasûlullah, kızlarına çok düşkündü. Onları kıskanırdı.
Kendisi çok eşli olmasına rağmen, onları kuma olarak
evlendirmez; üstlerine kuma getirilmesine de müsaade etmezdi.
Mesela, Hz. Ali, Ebû Cehil’in kızı ile evlenmek istediğinde,
“Fatma canımdan bir parçadır. Onu üzmene gönlüm asla razı
olmaz.” buyurarak ona şiddetle tepki göstermişti. O da:
“Sizi üzecek bir şey yapmam.” şeklinde cevap vererek geri
adım atmış ve Fatma’nın vefatına kadar tek eşli olarak
hayatını sürdürmüştür.
[62]
-
İbrahim
Hz. Muhammed’in son göz ağrısı, oğlu İbrahim’dir.
Rasûlullah, Hudeybiye dönüşü hicretin altıncı yılında Mısır
Mukavkıs’ına davet mektubu göndermişti. Mukavkıs da ona iyi
niyet göstergesi olarak birtakım hediyeler göndermişti. O
hediyeler arasında İbrahim’i doğuracak olan Mâriye adındaki
cariye de vardı.
[63]
Rasûlullah, İbrahim doğduğu zaman, ashabına haber vererek:
“Dün
bir oğlum doğdu. Ona babam İbrahim’in ismini verdim.”
şeklinde sevincini dile getirdi.
[64]
O böylece, kendisi için çok kıymetli olan bir şahsın adını
oğluna vererek, ona verdiği değeri göstermişti. Rasûlullah,
İbrahim’in doğumunun yedinci gününde kurban kestirdi. Saçlarını
kestirip ağırlığınca, fakir fukaraya gümüş tasadduk etti.
Ardından, kesilen saçların gömülmesini emretti.
[65]
Onu, adet olduğu üzere sütanneye, dayıları Adiy b. Neccâr
oğullarından Ümmü Bürde bint Münzire teslim etti. İbrahim’in
kaldığı yer, Rasûlullah’ın bir zamanlar en güzel günlerini
geçirdiği yerdi. Sürekli yanına uğrardı. Onula oynar, öpüp
okşardı.
[66]
Bazen de onu eve götürür, hanımlarına gösterir ve
“Bakın
nasıl da bana benziyor!.. Şu beyaz tombul vücuduna bakın!..”
derdi.
[67]
Ancak Rasûlullah’ın bu neşe kaynağı da çok geçmeden
kuruyacaktır. Hicretin sekizinci yılı Zilhicce ayında doğan
İbrahim,
[68]
on sekiz aylık iken vefat etti.
[69]
Rasûlullah, İbrahim’in ölüm döşeğinde olduğunu duyduğu
zaman adeta yıkılmıştı. Çocuğun yanına, Abdurrahman b. Avf’ın
omuzlarına dayanarak ancak gidebilmişti. Yanına vardığında
çocuk son nefeslerini veriyordu.
[70]
Onu kucağına alarak, göz yaşları içinde:
“Senin için
yapabileceğim bir şey yok oğlum!..” diyordu.
[71]
Çocuk ruhunu teslim edince, onun cansız bedenini bağrına basmış
ve
“İbrahim! Eğer bu, bir emr-i hakk olmasaydı ve vaat
edilen gün olmasaydı; eğer bu, kaçınılmaz bir yol olmasaydı;
eğer en sonuncumuzun en baştakine kavuşacağı gerçeği
olmasaydı, işte o zaman senin için şu anda üzüldüğümüzden
daha fazla üzülürdük! Kuşkusuz senin için çok üzülüyoruz;
gözler yaşarıyor, kalpler mahzun oluyor. Ancak biz, Yüce Rabbin
kızgınlığını celp edecek bir şey demeyiz.”
buyurmuşlardı.
[72]
Yine o sırada, yaşadığı acıyı tarif babından, karşısındaki
dağa yönelerek:
“Ey dağ! Eğer benim başıma gelenler senin
başına gelmiş olsaydı, yerle bir olurdun!.. Ancak biz, Allah’ın
bize emrettiği gibi, biz Allah’a aidiz ve biz yine ona döneceğiz
(innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn) deriz. Âlemlerin Rabbine
hamdolsun.” buyurmuşlardı.
[73]
Daha sonra Rasûlullah, İbrahim’in cenaze namazını kıldırdı.
[74]
Ardından, Bakî mezarlığında özenle hazırlattığı kabre
cenazeyi defnetti. Mezar taşını elleriyle yerleştirdi ve mezarın
üstüne bir miktar su serpiştirdi.
[75]
Rasûlullah’ın bu şekilde üzülmesi ve ağlayıp gözyaşlarına
hâkim olamamasının, bazen etrafındakilerce yadırgandığı
olmuştur. Bu minvalde,
“Ya Rasûlallah, ağlıyor musunuz? Hem
siz, ağlamayı yasaklamamış mıydınız?..” şeklindeki
sorulara muhatap olmuştur. Ancak O:
“Ben dövünmeyi ve feryat
figan etmeyi yasakladım!.. Musibet sırasında yüzü tırmalama,
üstünü başını yırtma ve şeytan işi çığlığı yasakladım.
Yoksa bu yaptığım rahmettir, merhametten kaynaklanıyor. Zira
rahmet etmeyene merhamet edilmez!..”[76]
şeklinde meseleye açıklık getirmiştir. Hz. Muhammed, ölüm
döşeğine düştüğünde geride çocuklarından sadece kızı
Fatma kalmıştı. Ancak, hayata gözlerini kapamadan önce onun da
kulağına şöyle fısıldamıştı:
“En kısa zamanda sen de
yanıma geleceksin!..”[77]
Ve altı ay sonra,
[78]
Fatma hastalandı. Öldüğü günün sabahında kalktı, suyunu
hazırlattı. Ardından güzelce yıkandı ve en yeni elbiselerini
giydi. Yatağını odanın ortasına kurdurdu. Sonra yatağa uzanıp
kıbleye yöneldi.
“Şimdi ölüyorum. Guslümü de yaptım.
Öldükten sonra kimse üstümü soymaya kalkmasın.” dedi ve
öldü!..
[79]
Sonuç Kısacası; Hz. Muhammed, daha doğmadan
babasını, altı yaşlarında da annesini kaybetti. Öksüz ve yetim
büyümenin acısını hayatı boyunca yüreğinde taşıdı. Onların
hasretiyle yaşadı. Kabirlerini ziyaret etti. Onlar için gözyaşı
döktü. Müşrik olarak ölmüş olmalarından dolayı,
bağışlanmaları için istiğfarda bulundu, dua etti. Dedesi
Abdülmuttalib ve amcası Ebû Tâlib, ömürleri boyunca ona destek
oldular. Anne ve baba yokluğunu hissettirmemeye çalıştılar.
Özellikle Nübüvvetin ilk on yılında Ebû Talib’in, Müslüman
olmadığı halde ona vermiş olduğu destek, onun için çok
kıymetliydi. Rasûlullah, baba yerine koyduğu bu insanlar vefat
ettiği zaman, fevkalade üzülmüş ve gözyaşlarına hâkim
olamamıştı. Eşleri Hatice bint Huveylid ve Zeynep bint
Huzeyme’nin vefatlarına tanık oldu. Hem maddi hem de manevi
desteğini her zaman gördüğü eşi Hatice’yi mücadelesinin en
kritik döneminde kaybetmişti. Hatice, onun için çok kıymetli
idi. Yirmi beş yıl onunla aynı yastığa baş koymuştu. Altı
çocuğunun annesi idi. Hayatı boyunca, onun hatırasını diri
tuttu. Her seferinde, hatırası karşısında duygulandı ve onu
hayırla yâd etti. Kızı Fatma hariç, çocuklarının hepsi onun
sağlığında vefat ettiler. Cenaze namazlarını bizzat kıldırdı.
Kendi elleriyle onları toprağa verdi. Mezarları başında oturarak
gözyaşı döktü. Onları kaybetmenin acısını yüreğinin
derinliklerinde hissetti. Aslında Rasûlullah’ın yaşadıkları,
tam anlamıyla bir dramdır. Bütün bunlar, her insanın
katlanabileceği cinsten şeyler değildir. Ancak O, metanetini
hiçbir zaman kaybetmedi. Gayretullah’a dokunacak bir şey ağzından
çıkmadı. Başına gelen bu musibetleri her seferinde “sabr-ı
cemîl” ile karşıladı.
[1]
Sarıçam, İbrahim,
Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı,
Ankara 2001, s. 51.
[2]
Bk. İbn İshâk, Muhammed (151/768),
es-Sîretü’n-Nebeviyye,
thk. Ahmed Ferid el-Mezidî, I-II, Beyrut 2004, I, 76; İbn Hişâm,
Abdülmelik (218/833),
es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Ömer
Abdüsselam Tedmürî, I-IV, Beyrut 1990, I, 125; İbn Sa’d,
Muhammed (230/845),
Kitâbü’t-Tabakâti’l-Kebîr, thk.
Ali Muhammed Ömer, I-XI, Kahire 2001, I, 37, vd.; Belâzurî, Ahmed
b. Yahya (279/892),
Ensâbü’l-Eşrâf, thk. Muhammed
Hamidullah (I, Mısır 1959), Suheyl Zekkâr – Riyâz Ziriklî
(II-XIII, Beyrut 1996), I, 91.
[3]
İbn Sa’d, I, 79-80. Ayrıca bk. Taberî, Muhammed b. Cerîr
(310/922),
Tarîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, thk. Muhammed
Ebu’l-Fadl İbrahim, I-XI, Kahire 1968, II, 165.
[4]
İbn İshâk, I, 97; İbn Hişâm, I, 181.
[5]
Bk. İbn İshâk, I, 97; İbn Sa’d, I, 80; Taberî, II, 165.
[6]
İbn Sa’d, I, 80; Belâzurî, I, 92.
[7]
İbn İshâk, I, 115; İbn Hişâm, I, 193.
[8]
İbn Sa’d, I, 95; Belâzurî, I, 94. Bk. İbn İshâk, I, 115-116;
İbn Hişâm, I, 193; Taberî, II, 165-166.
[9]
İbn Sa’d, I, 95.
[10]
İbn Sa’d, I, 95.
[11]
İbn Sa’d, I, 96.
[12]
Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin (458/1065) Delâilü’n-Nübüvve
ve Ma’rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, thk. Abdülmu’tî
Kal’acî, I-VII, Beyrut 1988, I, 189-190.
[13]
Belâzurî, I, 94-95.
[14]
İbn Hişâm, I, 184-185. Abdülmuttalib’in yaptığı dua ve
sevincinden dolayı okuduğu şiirler için bk. İbn İshâk, I, 97;
İbn Sa’d, I, 83-84; Belâzurî, I, 81.
[15]
Hizmetli, Sabri,
İslam Tarihi – İlk Dönem, Ankara,
2001, s. 176.
[16]
Belâzurî, I, 81. Bk. İbn Sa’d, I, 96-97.
[17]
İbn İshâk, I, 116.
[18]
İbn Sa’d, I, 97.
[19]
İbn İshâk, I, 119.
[20]
Hizmetli, s. 176.
[21]
İbn İshâk, I, 120; İbn Hişâm, I, 204; İbn Sa’d, I, 98;
Taberî, II, 166.
[22]
Sarıçam, 44.
[23]
İbn İshâk, I, 122.
[24]
İbn Hişâm, II, 64-65.
[25]
İbn İshâk, I, 270.
[26]
İbn İshâk, I, 267-269; İbn Sa’d, I, 100-102.
[27]
Hizmetli, s. 235-236.
[28]
İbn İshâk, I, 128-129; İbn Hişâm, I, 212-214; İbn Sa’d, I,
109-110; Taberî, II, 280-282.
[29]
Sarıçam, s. 84.
[30]
İbn İshâk, I, 271.
[31]
İbn Hişâm, I, 215.
[32]
İbn İshâk, I, 271-271.
[33]
İbn Hişâm, II, 294-295; Belâzurî, II, 23.
[34]
İbn Sa’d, I, 103. Bk. İbn İshâk, I, 271.
[35]
Azimli, s. 177.
[36]
İbn İshâk, II, 705.
[37]
İbn Hişâm, IV, 295.
[38]
Belâzurî, II, 62.
[39]
İbn İshâk, I, 272.
[40]
İbn İshâk, I, 130.
[41]
İbn Sa’d, I, 111.
[42]
İbn İshâk, I, 130.
[43]
İbn İshâk, I, 130.
[44]
İbn Hişâm, I, 216.
[45]
İbn Sa’d, I, 110-111.
[46]
İbn Sa’d, I, 110-111.
[47]
İbn Sa’d, X, 31; Belâzurî, II, 23.
[48]
Belâzurî, II, 23.
[49]
İbn Sa’d, X, 31-32.
[50]
Belâzurî, II, 26-27.
[51]
Belâzurî, II, 24-25.
[52]
İbn Sa’d, X, 34.
[53]
Belâzurî, II, 28.
[54]
İbn İshâk, I, 273.
[55]
İbn Sa’d, X, 39.
[56]
Belâzurî, II, 28, 29.
[57]
İbn Sa’d, X, 36.
[58]
Belâzurî, II, 28-29.
[59]
İbn Sa’d, X, 36-37.
[60]
İbn Sa’d, X, 38. Bk. Belâzurî, II, 29.
[61]
İbn Sa’d, X, 38.
[62]
İbn İshâk, I, 278-279.
[63]
İbn Sa’d, I, 111.
[64]
İbn İshâk, I, 289.
[65]
İbn Sa’d, I, 112.
[66]
İbn Sa’d, I, 113; Belâzurî, II, 86.
[67]
İbn Sa’d, I, 114; Belâzurî, II, 87.
[68]
İbn Sa’d, I, 112; Belâzurî, II, 87.
[69]
İbn İshâk, I, 288; Belâzurî, II, 88.
[70]
İbn Sa’d, I, 114.
[71]
İbn İshâk, I, 288.
[72]
İbn Sa’d, I, 115. Bk. İbn İshâk, I, 289; Belâzurî, II, 88.
[73]
Belâzurî, II, 89.
[74]
İbn Sa’d, I, 117.
[75]
Belâzurî, II, 88.
[76]
İbn İshâk, I, 288-289; İbn Sa’d, I, 115; Belâzurî, II, 89.
[77]
İbn Sa’d, X, 27.
[78]
İbn Sa’d, X, 29.
[79]
İbn Sa’d, X, 28; Belâzurî, II, 30. Rivayetin devamında, Hz.
Fatma’nın bu vasiyeti gereği öldükten sonra ayrıca bir daha
yıkanmadan defnedildiği ifade edilmektedir. Ancak onun, vefatından
sonra Hz. Ali tarafından yıkandığı yönünde rivayet de
mevcuttur. Doğrusunun da bu olması gerekir. Bk. İbn Sa’d, X, 28;
Belâzurî, II, 34.