14 Ocak 2016 Perşembe

Hicretin Mahiyeti ve Müslümanların Habeşistan ile Medine’ye Hicretleri Üzerine Mülahazalar

Giriş

İslâm tarihinin başlangıç sürecinde gerek Müslümanların Habeşistan’a hicretleri, gerekse Hz. Peygamber’in (sav) Müslümanlarla birlikte Mekke’den Medine’ye göç etmeleri, sıradan bir vatan değişikliği değil, hususen İslâm tarihinin, umumen de dünya tarihinin en mühim hadiselerinden biridir. Dolayısıyla bu iki tarihî gelişmenin sebep ve neticelerinin bütün boyutlarıyla ortaya konulması gerekir. Hicret, kelime olarak terk etmek, ayrılmak, bir yerden bir yere gitmek anlamlarına gelir. Istılah anlamında ise Hz. Peygamber’in (sav) Mekke’den Medine’ye göç etmesi demektir. Hicret kavramı esasında bir kişinin veya toplumun kendi yurdunu terk ederek geçici bir süre için veya tamamen başka bir yeri yurt edinmesi anlamı vardır. Dolayısıyla ticarî veya turistik gayelerle gerçekleştirilen seyahatleri hicret kapsamına almak uygun olmaz. Zira muhacir kavramı esas olarak çeşitli sebeplerle yurdunu terk eden veya buna mecbur kalan insanlar için kullanılır. Bu sebeple hicret terimimin iltica ve sürgün kelimeleriyle yakın ilişkisi vardır.[1] Nitekim Hicretin bu yönüne Kur’ânı- Kerîm’de şu şekilde işaret edilmiştir: “Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar öldürüldüler. Andolsun ki, ben onların kötülüklerini örteceğim ve altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım”.[2] Hicret esasında Allah’ın dinini insanlara bildirmekle görevli olan peygamberlerin ortak sünnetidir. Nitekim Hz. Peygamber’den (sav) önceki Allah elçilerinin büyük bir kısmı da dinlerini yaymak için yurtlarını terk etmek durumunda kalmışlardır. Rasûl-i Ekrem’in (sav) de zamanı geldiğinde kavminin kendisini yalanlaması sebebiyle yurdunu terk edip hicret etmek zorunda kalacağı ilk vahiy aldığı günlerde Varaka b. Nevfel tarafından kendisine haber verilmiştir.[3] İslâm tarihinin ilk döneminde hicret denildiğinde Müslümanların Habeşistan’a hicretiyle, Allah Rasûlü (sav) başta olmak üzere Mekke’deki Müslümanların Medine’ye hicreti akla gelir.
  1. HABEŞİSTAN HİCRETİ
Tebliğin Mekke döneminde Hz. Peygamber’in (sav) yoğun gayretleri neticesinde Müslümanlar adına gerçekleşen olumlu gelişmeler müşrikleri aynı derecede rahatsız ediyor, neticede onların inananlara baskılarını daha da şiddetlendiriyordu. Bu sebeple bilhassa kabileleri tarafından dinlerinden dönmeleri konusunda ağır baskıya maruz kalan ilk Müslümanlar can güvenlikleri konusunda da endişe duymaya başlamışlardı. Zira İslâm’a girenlerin sayısının artması müşrikleri daha da saldırgan hale getirmişti. Ashâbının mâruz kaldığı her türlü zulüm ve işkenceleri engellemeye gücü yetmeyen, üstelik ölüm korkusu sebebiyle onlardan bir kısmının dinlerini terk etmeleri ihtimalinden endişe duyan Allah Rasûlü (sav), bilhassa kabileleri içinde himayesiz kalan Müslümanlara Habeşistan’a şu sözleriyle hicret etmeleri tavsiyesinde bulundu. “Şayet isterseniz Habeşistan’a sığının. Zira orada ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir hükümdar vardır. Orası bir doğruluk ve hakikat ülkesidir. Allah kolaylık verene kadar sizler orada kalın”. [4] Hz. Peygamber’in (sav) ashabına hicret yurdu olarak işaret ettiği Habeşistan ismini Müslümanlar ilk defa duymuş değillerdi. Zira Arap yarımadasında Yemen halkıyla birlikte özellikle de Kureyşlilerin Habeşistan ile arasında geçmişe dayanan ilişkileri mevcuttu. İki taraf arasında bilhassa iktisadî bağlantıların olduğu bilinmektedir. İslâm öncesi dönemde Habeşistan-Mekke ilişkilerinin en ba­riz örneğini Mekkelilerin bu ülke idarecileriyle akdettikleri ticarî anlaşmalar teşkil eder. Tarih kaynaklarındaki rivayetlere göre iki taraf arasında yapılan imtiyaz anlaşmaları sayesinde Mekkeliler sair komşu ülkelerde olduğu gibi Habeşistan ile doğ­rudan irtibat kurabilmişlerdir. Habeşistan ile Mekke arasındaki ticareti kurumsal hale getiren kişi ise, Hz. Peygamber’in (sav) büyük dedesi Hâşim’dir. Kendisi öncelikli olarak Bizans İmparatoruyla yaptığı anlaşmayla bu ülke topraklarında ticaretin yolunu açmıştır. Kaynakların bildirdiğine Hâşim’in kardeşlerinden Abdüşşems ile Muttalib de Habeşistan kralı Necaşî nezdinde ticarî imtiyaz anlaşmaları imzalamışlardır. Daha sonra da yapılan anlaşmalara dayanarak pek çok Mekkeli ticaret amacıyla Habeşistan'a gitmiştir.[5] Bu hususta zikredilen başka bir rivayetten de Mekkelilerin Habeş kralı ile yakın ilişkiler içinde oldukları anlaşılmaktadır: Buna göre Hâşim'in oğlu ve Hz. Peygamber’in (sav) dedesi Abdülmuttalib ile onun Mekke idaresindeki rakibi konumunda olan Abdüşşems'in torunu Harb arasında meydana gelen anlaşmazlık hususunda taraflar meselenin halli için Habeş Necâşîsi’ne gitmeye karar vermişlerdir. Ne var ki, her iki tarafla da yakın ilişkiler içinde olan kral, aralarındaki dostluk münasebetlerinin bozulmaması için ihtilafa müdahil olamayacağını bildirmiştir.[6] Burada zikredilen rivayetler, Mekkelilerin Habeşlilerle olan iyi ilişkilerine işaret etmektedir. Ancak bu ilişkiler, bir süre sonra Yemen'deki Habeşlilerin Mekke'ye saldırı düzenlemeleri sebebiyle bozulmuştur. Zira Habeşistan’da hüküm süren Aksum Krallığı, Yemen’de yaşayan Hıristiyanların daveti ve Bizans İmparatoru’nun teşvikiyle M. 525 yılında Eryât isimli komutanın emri altında büyük bir orduyu Arap Yarımadası’na göndermişti. Bunun sonucunda Güney Arabistan’daki Himyerîler devleti tarih sahnesinden silinmiş, ülke Hıristiyan Habeşlilerin kontrolüne geçmiştir. Yemen’e kurtarıcı olarak çağrılan Habeşliler zamanla ülkenin yeni istilacısı haline dönüşmüşler, artık Yemen’i merkezden gönderdikleri valilerle yönetmeye başlamışlardır. Arabistan’ın güneyini kontrol altına alan Habeş krallığı, bunun ardından Yemen’i Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri haline getirmek amacıyla Sana’da Kulleys adı verilen bir gösterişli kilise inşa etmiştir. Yemen valisi Ebrehe de hem Hicaz’ın tamamını siyasî hâkimiyetine almak, hem de Kulleys’e rakip gördüğü Kâbe’yi tahrip etmek için M. 570 yılında Mekke‘ye bir askerî harekât düzenlemiş, fakat Kur’ân’da Fil sûresinde de işaret edildiği gibi hedefini gerçekleştiremeden geriye dönmüştür.[7] Habeşlilerin Mekke’yi ve Kâbe’yi hedef alan bu saldırıları Mekke-Habeş ilişkilerini olumsuz şekilde etkilemişse de, bu olumsuz hava uzun sürmemiştir. Zira Mekke’nin istilâsı girişiminin üzerinden fazla bir süre geçmeden Habeşliler, İran’ın yardımını alan yerli halk tarafından Arap Yarımadası’ndan uzaklaştırılmışlardır.[8] Rivayetlerden anla­şıldığı üzere Mekke'nin Habeşistan'la ticareti aralarından yaşadıkları kötü hatıralara rağmen devam etmiştir. Öyle ki, kaynaklarımız Kureyş’in Sehmoğulları kabilesi reislerinden Amr b. el-Âs’ın ticaret amacıyla Habeşistan’a gittiğine, burada onu bizzat kralın misafir ettiğine dair bilgiler aktarırlar.[9] İslâm-öncesi dönemle ilgili olarak bir kaynağın bize aktardığı bilgilere göre, Mekke’nin ihtiyacı olan hububat deniz yoluyla Cidde’ye geliyordu. Bu ticari faaliyette Habeşistanlıların etkin oldukları bilinmektedir. Öyle ki, Mekkeliler gelen malları kervanlarla Cidde’den teslim aldıktan sonra Mekke’ye nakletmişlerdir. Bu süreçte şahsî bir suçu sebebiyle Habeşliler tarafından alıkonulan Kureyşli Hâris b. Alkame’ye karşılık Kureyşliler, Mekke’ye gelen bir grup Habeşli tüccarın mallarını yağmalamak suretiyle muhataplarına karşı misilleme bulunmuşlardır. Tabii olarak bu hadise, Habeş-Mekke ilişkilerinde yeni bir gerginlik sebebi olmuştur.  Bunun üzerine Mekke’nin birçok ileri gelen kabile reisi devreye girerek, özür dilemek ve bundan sonra onun ülkesinden hiçbir tüccarın Mekke’ye gelmesine engel olmamasını rica etmek üzere Aksum kralının huzuruna çıktılar. Kral gelen misafirlere yakın ilgi göstererek kendilerine çok cömert davrandı. Neticede bu ziyaret karşılıklı ilişkilerin yeniden normale dönmesini temin edilmiş oldu. [10] Hz. Peygamber (sav) tarafından Müslümanlar için ilk Hicret yurdu olarak Habeşistan’ın tercih edilmesinin başka önemli gerekçeleri de vardı: Her şeyden  önce Arap töresi herhangi bir kabile mensubunun iznini almayan kimselere sığınma hakkı tanınmasına imkân vermiyordu. Başka bir ifadeyle sığınacak bir yer bulmak, sığınmacının tabii bir hakkı değil, tamamen şansına kalmış bir şeydi. Aralarında sadece erkeklerin değil, kadın ve çocukların da bulunduğu kırk-elli kişilik, hatta bazen yüzlerce kişilik bir topluluğa sığınma hakkı tanımak, herkesin birbiriyle kavgalı olduğu bir ülke olan Arabistan’da o hakkı verecek kişinin rızasının yanında, bu sığınmacıların bölge ekonomisiyle kaynaşıp bütünleşmesi için önemli maddî imkânlara sahip olmalarını da gerekli kılıyordu. Arapların bilinen konukseverliklerine rağmen, Arap Yarımadası’nın bu kadar çok sayıda sığınmacıyı barındıracak herhangi bir yeri yoktu. Ayrıca Arabistan’daki kabileler bu sığınmacıları içlerine almakla Kureyş’in doğrudan düşmanlığına maruz kalacaklarının da farkındaydılar. Bu sebeple Müslümanlar, Mekkelilere karşı kendilerini savunmak için, Arap Yarımadası’nda yaşayan herhangi bir kabile yerine, Kureyş’in muhtemel tehditlere aldırmayacak güçlü bir devlete ihtiyaç duyuyorlardı. Bu hususta Arabistan’a komşu ülkeler arasında ilk aklan gelen İran’dı. Ancak bu devlet, Hîre’de kurulmuş olan Arap krallığını henüz yeni ortadan kaldırmıştı ve tamamen Araplar arasından çıkmış olan bu yeni başkandan (Hz. Peygamber-(sav) tabiatıyla kuşkulanıyordu. Bizans İmparatorluğu ise o sıralarda İranlılara karşı giriştiği mücadelede oldukça ağır kayıplar vermiş ve Şam, Kudüs ve hatta İskenderiye’yi kaybetmişti. (M.613-617). Ayrıca bu dönemde Bizans kralı tarafından özellikle Araplara karşı alınmış olan sıkı ekonomik tedbirler, o dönemin Mekkeli Müslümanlarını Suriye’ye de çekemezdi. Komşu ülkeler arasında ise sadece Habeşistan, en azından uluslar arası karışıklıkların dışında bulunuyordu. Üstelik bu ülkenin kralı Necâşî’nin Araplara karşı oldukça yakın davranacağı da ümit ediliyordu. İşte bütün bu olumlu şartlar dolayısıyla Müslümanlar için ilk hicret yurdu olarak Habeşistan tercih edilmiş oldu.[11] Habeşistan’a hicret konusunda üzerinde durulması gereken diğer bir husus ise, bu hicrete bizzat Hz. Peygamber’in (sav) niçin iştirak etmediği konusudur. Risâletin Mekke döneminin son üç yılı ve faaliyetleri (Arap kabilelerinin tamamıyla görüşme, Medinelilerle ilk irtibatın ardından gerçekleşen Birinci ve İkinci Akabe Biatları)  dikkate alındığında Allah Rasûlü’nün (sav) esasında Arap Yarımadası içinde bir merkez oluşturmak istediği, öncelikli olarak Arapları İslâm bayrağı altında birleştirmeyi düşündüğü, bu sebeple yarımada dışına gitmeyi aklına getirmediği anlaşılır. Kaldı ki şayet Habeşistan’a hicret etseydi burada ancak kralın müsaade ettiği kadarıyla faaliyet gösterebilir, belki de bir süre sonra bölgede Müslüman-Hıristiyan çekişmesi yaşanabilirdi. Az sayıdaki Müslüman muhacirin Habeşlilerle baş etmesi de mümkün olmazdı. Bu nedenle Müslümanların, dinlerini yaşamaları yanında yayabilmeleri için siyasî kontrolü de ellerinde bulundurmaları gerekiyordu ki, bu da ancak Arap yarımadası dahilindeki bir beldede gerçekleşebilirdi. Nitekim Allah Rasûlü (sav) üç yıllık bir hazırlık sürecinin ardından bu imkanı Medine’de bulacaktır. Planlanan hicret hazırlıklarının tamamlanması üzerin tebliğin 5. yılının Recep ayında (M.615) on bir erkekle dört kadından oluşan ilk kafile Habeşistan’a hareket etti. İlk muhacirler arasında Osman b. Affân ile eşi Rasûlüllah’ın (sav) kızı Rukıyye, Ebû Huzeyfe b. Ubte ile hanımı Sehle bint. Süheyl, Ebû Seleme ile hanımı Ümmü Seleme, Âmir b. Rebîa ile hanımı Leylâ bint. Ebû Hamse’nin yanı sıra Zübeyr b. el-Avvâm, Mus’ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz’ûn, Ebû Sebre, Hâtıb b. Amr ve Süheyl b. Beydâ bulunuyordu. [12] Bu gelişmeden yaklaşık bir yıl sonra Cafer b. Ebû Tâlib başkanlığında 82 erkek ve 18 kadından müteşekkil yeni bir Müslüman grup ikinci Habeşistan hicretini gerçekleştirdi. Önceki Muhâcirler gibi onlar da ülke yöneticisi tarafından iyi karşılandılar. Dolayısıyla yeni yurtlarında güvenlik içinde hayatlarını devam ettirdiler.[13] İki yıl üst üste gerçekleştirilen Habeşistan hicretine Kureyş içinde hemen her kabileden Müslümanlar iştirak etmiştir. Bununla birlikte Mekke sakinleri arasında faaliyete en büyük katılım ise başlangıçtan beri içlerinden İslâm’a dâhil olanların büyük baskı gördüğü Mahzumoğulları, Sehmoğulları, Cumahoğulları ve Ümeyyeoğulları kabilesinden oldu. Hicrete Hz. Peygamber’in kabilesi Hâşimoğulları’ndan katılım ise son derece sınırlıdır. Hâlbuki Kureyş kabileleri arasında Hz. Peygamber’in (sav) soyu ve hamisi olmaları sebebiyle en fazla baskı gören kabile Hâşimoğulları’ydı. Dolayısıyla bu şartlardan kurtulmak için en çok bu kabile mensuplarının Habeşistan’a göç etmesi gerekiyordu. Fakat rivayetler hicrete bu aileden sadece Cafer b. Ebû Tâlib ile hanımı Esmâ bint. Umeys’in iştirak ettiklerini zikreder ki, muhtemelen onların katılımından, Cafer’in Hz. Peygamber’in (sav) akrabası olması (hususiyle de onu Mekke müşriklerine karşı himaye eden amcası Ebû Tâlib’in oğlu olması) sebebiyle onu temsil etmesi ve Muhâcirlere sözcülük yapması hedeflenmiştir. Hâşimîler’in Habeşistan hicretine az sayıda temsilciyle katılmış olmalarının asıl sebebi ise, kabile ileri gelenlerinin,-kendilerinden bir kısmı İslâm’a girmemiş olsalar da- kan bağı sebebiyle aileleri içinde Müslüman olanları himaye etmeleri ve onları müşriklere karşı korumalarıdır. Hatta onlar, bu süreçte kendilerine sığınan başka kabile mensubu korumasız Müslümanları da himaye etmişlerdir. Habeş Muhâcirleri yeni yurtlarında emniyet altında yaşamaya başladılar. Öyle ki onlar, orada bulundukları sürede daima Habeş kralı tarafından himaye görmüşler, bu esnada dinlerini korumuşlar, ibadetlerini yapabilmişlerdir.[14] Bir kısım Habeşli din adamı Müslümanların ibadet edip, dinlerini tanıtma faaliyetleri gerçekleştirmelerini tehlikeli görerek onları tehdit ettiklerinde, Necâşî buna müsaade etmediği gibi muhâcirleri tehdit eden her kişiden ceza olarak dört dirhem alınmasını emretmiştir.[15] Gerek ibadet serbestisi, gerekse tebliğ imkanları bulmaları sebebiyle bir kısım Habeşli’nin bu dönemde İslâm’ı kabul ettiğine dair rivayetlere sahibiz. Nitekim Habeşistan’da Hz. Peygamber (sav) ile nikâhlanan Ümmü Habîbe ile birlikte Medine’ye gelen Bereke ve Necâşî’nin hizmetçilerinden Ebrehe Müslüman olmuşlardı. Ayrıca muhacirlerin geri kalanlarının dönüşünün gerçekleştiğin son yolculuğu altmış kişinin katılmış olduğu rivayeti bu grupta İslâmiyeti kabul eden Habeşlilerin varlığını akla getirmektedir. [16] Zira bu tarihe kadar Mekkeli muhacirlerin büyük bir kısmı çoktan Habeşistan’ı terk etmişlerdi. Mültecilerin Habeşistan’a varışlarından kısa bir zaman sonra Cafer ile eşi Esmâ bint. Umeys’in oğulları Abdullah dünyaya geldi. Bir kısım rivayetlerde onların Muhammed ve Avn ismindeki çocuklarının da burada doğmuş oldukları zikredilir.[17] Bu çocuklardan başka Ebû Seleme’nin kızı Berre, Hâlid b. Saîd ile Ümeyne bint Halef çiftinin Saîd, Eme ve Derc isminde çocukları, el-Muttalib b. Ezher ile Ramle bint. Ebî Avf çiftinin Abdullah, Ebû Huzeyfe ile Sehle bint Süheyl çiftinin Muhammed; Hâris b. Hâlid ile Rayta bint el-Hâris çiftinin de Mûsâ, Ayşe, Zeyneb ve Fâtıma ismindeki çocukları da Habeşistan doğumludur. [18] Habeşistan günlerinde dünyaya gelen çocuklar Müslümanlara sürur verirken, bazen onlar için üzücü hadiseler de meydana gelmiştir. Bunlardan biri de Ubeydullah b. Cahş’ın irtidat ederek Hıristiyanlık dinine geçmesidir. Mekke’de bulunduğu sırada Hıristiyanlığı benimseyen Ubeydullah, Hz. Peygamber’in (sav) İslam dinini tebliğe başlamasıyla birlikte yeni dini benimseyerek eşi Ümmü Habibe ile birlikte Habeşistan’a hicret etmişti. Ancak burada Hıristiyanlığın etkisinde kalarak Müslümanlıktan koparak yeniden eski dinine dönmüştür.[19] Diğer taraftan Mekke müşrikleri onların burada iyi halde olmalarından rahatsızlık duymaya başladılar. Halbuki onların beklentileri Habeşistan’a gidenlerin geri dönüp kendilerine teslim olmalarıydı. Ancak umutları gerçekleşmeyince Müslüman sığınmacıların sınır dışı edilmelerini temin maksadıyla Habeşistan’a resmî bir elçi heyeti göndermeye karar verdiler. Mekke adına bu vazifeyle görevlendirilen Amr b. el-Âs ile Abdullah b. Ebû Rebîa Habeşistan’a ulaştılar.[20] Gelen elçiler, Necâşî’nin huzuruna çıkmadan önce, kraliyet sarayındaki tüm askerî ve sivil bürokratlarla, din adamları ve sair yöneticilere hediye edilmek üzere bol miktarda kıymetli Arabistan derilerini yanlarında getirmişlerdi. Mekke elçileri saray erkanına geliş amaçlarını açıklayarak onlardan Necâşî nezdinde kendilerine destek olmalarını ve kralı bu hususta ikna etmeleri ricasında bulundular. Habeşlilerin, sığınmacıları ülkelerinden kovarken vicdanî bir rahatsızlık duymamaları için de onların kendi dinlerinden çıktıkları gibi Hıristiyan dinine girmedikleri hususunu da bilhassa dile getirdiler. Nihayet Kureyş adına gelen elçiler kralın huzuruna çıkarak, bazı ayak takımı insanların Mekke’den ayrılıp Habeşistan’a yerleştiklerini, onların kendi dinlerini terk ettiklerini, fakat sığındıkları insanların dinine de girmediklerini söyleyip Muhâcirleri suçladıktan sonra, geliş amaçlarının bu insanların ülkelerine geri gönderilmelerini temin etmek olduğunu bildirdiler. Daha önceden elçilerin getirdiği kıymetli hediyelerle gönülleri kazanılmış bulunan saray erkânı da kralın huzurunda Kureyş elçilerinin isteklerini hararetle desteklediler. Ancak kral, sığınma hakkına ihanet etme düşüncesine kapıldıkları için bürokratlarını şiddetli bir şekilde azarladı. Ardından da ülkesine gelen insanları dinlemeden bu hususta herhangi bir karar vermeyeceğini söyleyerek Müslümanlar arasından bir temsilcinin huzuruna getirilmesini emretti. Bunun üzerine kendisine ulaşılan Cafer b. Ebû Tâlib herkesin huzurunda şöyle bir konuşma yaptı: “Ey hükümdar, Allah aramızdan birini seçip de onu kendisi için elçi olarak gönderene kadar biz cahillerdendik, putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşuluk haklarını tanımazdık. Güçlü olanlarımız zayıf olanlarımız ezerdi. Uzun bir müddet bu halde yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini, namusluluğunu bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi Yüce Allah’ın birliğini tanımaya ve O’na ibadet etmeye çağırdı. Ağaç ve taştan yaptığımız putlara tapmaktan, Allah’a ortak koşmaktan uzaklaştırdı. Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadına iftira etmekten men etti. O, bize, diğer insanlara kötülük yapmaktan çekinmeyi, sadece Allah’a ibadet etmeyi, sadaka vermeyi ve her çeşit iyi ve güzel ameller işlemeyi öğretti. Bütün bunlar, bize hoş ve cazip geldi ve biz bunları yapmaya başladık. Fakat bunun hemen arkasından kendi insanlarımızdan, vatanımızı terk etmeye ve senin ülkene sığınmaya bizi mecbur eden işkenceler gördük. Biz, seçebileceğimiz bütün krallar arasından sizi tercih etmiş bulunuyoruz; zira sizin yanında bize kimsenin zulmedemeyeceğini ümit ediyoruz”. [21] Habeş kralı bu veciz konuşmayı dinledikten sonra Hz. Peygamber’in (sav) getirdiklerinden kendisine bir örnek sunulmasını istedi. Bunun üzerine Cafer, kendisine Meryem sûresinin ilk âyetlerini okudu: “Kâf Hâ Yâ Ayn Sâd. Bu, Rabbinin, Zekeriya kuluna olan merhametinin anılmasıdır. Hani o Rabbine gizli bir sesle yalvarmıştı. O şöyle demişti: “Rabbim! Şüphesiz kemiklerim gevşedi. Saçım sakalım ağardı. Sana yaptığım dualarda (cevapsız bırakılarak) hiç mahrum olmadım.” “Gerçek şu ki ben, benden sonra gelecek akrabalarım(ın isyankâr olmaların)dan korkuyorum. Eşim ise kısırdır. Bana kendi tarafından; bana ve Ya’kub hanedanına varis olacak bir çocuk bağışla ve onu hoşnutluğuna ulaşmış bir kimse kıl!” (Allah şöyle dedi:) “Ey Zekeriyya! Haberin olsun ki biz sana Yahya adlı bir oğul müjdeliyoruz. Daha önce onun adını kimseye vermedik.” Zekeriyya, “Rabbim!” “Hanımım kısır ve ben de ihtiyarlığın son noktasına ulaşmış iken, benim nasıl çocuğum olur?” Vahiy meleği) dedi ki: “Evet, öyle. (Ancak) Rabbin diyor ki: “Bu bana göre kolaydır. Nitekim daha önce, hiçbir şey değil iken seni de yarattım.” Zekeriyya, “Rabbim, öyleyse bana (çocuğumun olacağına)bir işaret ver”, dedi. Allah da, “Senin işaretin, sapasağlam olduğun halde insanlarla (üç gün) üç gece konuşamamandır” dedi. Derken Zekeriya ibadet yerinden halkının karşısına çıktı. (Konuşmak istedi, konuşamadı) ve onlara “Sabah akşam Allah’ı tespih edin” diye işaret etti. Yahya dünyaya gelip büyüyünce onu peygamber yaptık ve kendisine) “Ey Yahya kitaba sımsıkı sarıl” dedik. Biz ona daha çocuk iken hikmet ve katımızdan kalp yumuşaklığı ve ruh temizliği vermiştik. O, Allah’tan sakınan, anne babasına iyi davranan bir kimse idi. İsyancı bir zorba değildi. Doğduğu gün, öleceği gün ve diriltileceği gün ona selam olsun! (Ey Muhammed!) Kitapta (Kur’ân’da) Meryem’i de an. Hani ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmiş ve (kendini onlardan uzak tutmak için) onlarla arasında bir perde germişti. Biz, ona Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü. Meryem, “Senden, Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan çekinen biri isen (bana kötülük etme)” dedi. Cebrail, “Ben ancak Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir çocuk bağışlamak için gönderildim” dedi. Meryem, “Bana hiçbir insan dokunmadığı ve iffetsiz bir kadın olmadığım halde, benim nasıl çocuğum olabilir?” dedi. Cebrail“Evet, öyle. Rabbin diyor ki: O benim için çok kolaydır. Onu insanlara bir mucize, katımızdan bir rahmet kılmak için böyle takdir ettik. Bu zaten (ezelde) hükme bağlanmış bir iştir” dedi. Böylece Meryem çocuğa gebe kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına yöneltti. “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım!” dedi. Bunun üzerine (Cebrail) ağacın altından ona şöyle seslendi: “Üzülme, Rabbin senin alt tarafında bir dere akıttı.” “Hurma ağacını kendine doğru silkele ki sana taze hurma dökülsün.” “Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, “Şüphesiz ben Rahmân’a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile konuşmayacağım” de Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!” “Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.” Bunun üzerine (Meryem, çocukla konuşun diye) ona işaret etti. “Beşikteki bir bebekle nasıl konuşuruz?” dediler. Bebek şöyle konuştu: “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. Bana kitabı (İncil’i) verdi ve beni bir peygamber yaptı.” “Nerede olursam olayım beni kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve zekâtı emretti.” “Beni anama saygılı kıldı. Beni azgın bir zorba kılmadı.” “Doğduğum gün, öleceğim gün ve diriltileceğim gün bana selâm (esenlik verilmiştir).” Hakkında şüpheye düştükleri hak söze göre Meryem oğlu Îsâ işte budur. Allah’ın çocuk edinmesi düşünülemez. O bundan yücedir, uzaktır. Bir işe hükmettiği zaman ona sadece “ol!” der ve o da oluverir. Şüphesiz, Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse (yalnız) O’na kulluk edin. Bu, dosdoğru bir yoldur. (Fakat hıristiyan) gruplar, aralarında ayrılığa düştüler. Büyük bir günü görüp yaşayacakları için vay kâfirlerin haline! Bize gelecekleri gün (gerçekleri) ne iyi işitip ne iyi görecekler! Ama zalimler bugün apaçık bir sapıklık içindedirler. Onları, gaflet içinde bulunup iman etmezlerken işin bitirileceği o pişmanlık günüyle uyar. Şüphesiz yeryüzüne ve onun üzerindekilere biz varis olacağız, biz! Ancak bize döndürülecekler.” [22]. Kral ve adamları Cafer’in okuduğu âyetlerden son derece etkilenerek ağlamaya başladılar. Necâşî bunun ardından, duyduklarının Hz. Îsâ’ya gelenlerle aynı kaynaktan olduğunu ifade ederek Müslümanlara ülkesinde huzur içinde istedikleri kadar kalabileceklerini açıkladı. Neticede Müslümanları geri alabilme ümidiyle Habeşistan’a gelen Mekke elçileri elleri boş döndüler .[23] Habeş muhacirleri ülke kralının kendilerine göstermiş olduğu kadirşinaslığı hiçbir zaman unutmamışlardır. Nitekim bu dönemde çıkan iş savaş sebebiyle iktisadî sıkıntıya düşen kral Ashama’ya kendi imkanları nispetinde yardımcı olmaya çalışmışlardır. Tarihçilerin çoğu, Habeşistan hanedan mücadelesinde savaşma çağına gelmiş Müslümanların Necâşî’nin safında yer alıp ona destek olduklarını kaydederler. Nitekim onlar arasında yer alan Hz. Zübeyr ülkede meydana gelen iç savaşa fiilen katılmış, bunun sonucunda Necaşî kendisine çok değerli bir mızrak hediye etmiştir. Zübeyr’in dönüşünde bu mızrağı Râsulullah’a (sav) armağan ettiği,onun da bu silahı bütün hayatı boyunca resmi törenlerde kullandığı rivayet edilir.[24] Habeşistan’a gerçekleşen ikinci hicretin hemen akabinde Mekke‘de kalan az sayıdaki Müslümanı bir nebze de olsa ferahlatan iki gelişme meydana geldi ki, bu da Hz. Peygamber’in amcası Hz. Hamza ile Hz. Ömer’in İslâm’a girişleridir. Gerçekten de Miladi 615 yılında Ebû Cehîl‘in Rasûlüllah’a (sav) hakaret etmesinden rahatsız olan Hz. Hamza’nın Müslüman olması, hem Hz. Muhammed (sav) için büyük bir sevinç ve moral kaynağı, hem de Müslümanlar adına güçlü bir destek olmuştu. Hamza zamanının büyük bir kısmını kuşları ve her türlü hayvanı avlamak için çöllerde, tepelerde geçirirdi. Gelişmelerden manevî meselelerin onu pek ilgilendirmediği anlaşılmaktadır. Bir gün, her zamanki gibi av dönüşü şehre girmiş ve adeti olduğu üzere evine gitmeden önce Ka’be’yi tavafa niyetlenmişti. O sırada av silahları da elindeydi. Mekke’deki cariyelerden biri yanına gelip, gündüz vakti Ebû Cehil’in, yeğeni Hz. Muhammed’e (sav) hakarette bulunduğunu haber verdi. Hamza duydukları sebebiyle son derece öfkelenerek hemen Kabe’de bulunan Ebû Cehîl’in yanına koşup, ona demir yayı ile vurarak başını yardı. Ardından da “Sen Muhammed’in akrabaları tarafından terk edildiğini mi sanıyorsun? İyi dinle: Ben de onun dinini kabul ettim. Şimdi ister sen, isterse buna cesareti olan kim varsa çıksın karşıma” demek suretiyle Müslümanlığını ilan etti. [25] Rivayete göre Hz. Muhammed’i (sav) öldürmek niyetiyle harekete geçen Ömer, yolda kız kardeşi Fâtıma ile eniştesi Sa’îd b. Zeyd’in de Müslüman olduklarını haber alınca derhal onların evine gitmiş ve kendilerine şiddetle muamelede bulunmuştur. Daha sonra yaptığından büyük pişmanlık duyarak özür dilemiş ardından da okudukları şeyi kendisine de açıklamalarını istemiştir. Bu esnada dinlediği Kur’ân âyetlerinden son derece etkilenen Hz. Ömer, daha sonra Rasûlüllah’ın (sav) huzuruna giderek Müslümanlığını ilân etmiştir. Onun İslâm’a girişi Mekke’de kalan Müslümanlara cesaret vermiş, onlar artık Kâbe’de toplu olarak namaz kılmaya başlamışlardır.[26] Hz. Ömer’in Müslüman olmasıyla ilgili olarak gelen ikinci rivayete göre, bir gün Hz. Ömer, Kâbe’ye geldiğinde örtünün arkasında saklanarak Allah Rasûlü’nü (sav) izlemiş, onun okuduğu Hakkâ sûresinde geçen ve Kureyşlilerin Kur’ân için söyledikleri “şairlerin, kâhinlerin veya Muhammed’in uydurmasıdır” şeklindeki sözlerine cevap veren âyetlerini duyunca Müslüman olmaya karar vermiş, ardından evine kadar onu takip ederek İslâm’a girdiğini beyan etmiştir.[27] Kaynaklara göre Hz. Ömer Müslüman olduğunu bizzat evine giderek Ebû Cehil’e bildirmiş, ertesi günü de Cemîl b. Ma’mer’de de bu haberin bütün Kureyş’e duyurulmasını istemiştir.[28] Habeşistan’da kalan Muhâcirlerden bir kısmı Hz. Ham­za’nın, ardından Hz. Ömer’in de Müslüman olmasıyla Mekke‘deki din kardeşlerinin feraha kavuştuklarını düşünmeye başladılar. Onlardan bazıları da gerek Habeşistan’a alışamadığından gerekse yurtlarında duydukları özlemden dolayı Mekke’ye geri döndüler.[29] Bununla birlikte onlar yeniden hicretin zorluğunu da göze alamayarak müşriklerden aldıkları himayelerle Mekke’de yaşamaya devam etmişlerdir. Habeşistan’da kalanların bir bölümü Medine‘ye hicretin öncesinde Müslümanlara uygulanan sosyal boykotun ardından  Arap Yarımadası’na geri dönerken[30], geri kalanları ise ancak Hicretin yedinci (M.628) yılında gerçekleşen Hayber fethinden sonra Hz. Peygamber’in (sav) Amr b. Ümeyye ed-Damrî vasıtasıyla Necâ­şî nezdindeki girişimleriyle Medine’ye getirilmişlerdir. Nitekim Rasûlül­lah (sav) onları görünce “Hayber’in fethinin mi, yoksa kardeşim Cafer’in gelmesinin mi daha sevindirici olduğunu bilemi­yorum” diyerek memnuniyetini beyan etmiştir. [31] Habeş Muhacirleri ülkede kaldıkları süre içinde varlıklarını sürdürmüşler ve dinlerini muhafaza etmeyi başarmışlardır. Ancak onlardan ikisi Müslümanlıktan çıkarak bulundukları ülke insanlarının dini olan Hıristiyanlığa geçmişlerdir. Bunlar Ubeydullah b. Cahş ile Sekrân’dır. Bu din değiştirme olayının ayrıntıları arasında, Ubeydullah’ın alkolik biri olduğu ve sarhoş bir halde iken suya düşüp boğulduğu dışında pek bir şey bilinmemektedir. Bununla birlikte din değiştiren her iki şahsın hanımları onların yolundan gitmeyi reddetmişlerdir. Öyle ki Sekrân’ın karısı Sevde kocasından ayrılarak bir süre sonra Mekke’ye dönmüştür.[32] Onun bu tutum ve davranışından çok memnun kalan Allah Rasûlü (sav) kendisiyle evlenerek onu onurlandırdı. Bu olay hicretten önce gerçekleşmiştir.[33] Ubeydullah’ın eşi, aynı zamanda da Mekke müşriklerinin reisi Ebû Süfyan’ın kızı olan Ümmü Habîbe’ye gelince, muhtemelen onun kocası da birkaç yıl sonra din değiştirmiştir. Zira olayı haber alan Rasûlüllah (sav) Necâşî’ye mektup yazarak onunla nikâhını gıyaben kıymasını ve onu Medine’ye göndermesini istemiştir. Bu olay ise Hicretin altıncı yılına (M.628) tesadüf eder .[34] Habeşistan’a yapılan hicret öncelikli olarak Mekke’de can güvenliği endişesi duyan bazı Müslümanların hayatlarını koruma amacıyla gerçekleştirdiği geçici bir çözümdü. Dolayısıyla Habeşistan’a gidenlerin uzun vadeli olarak burayı yurt edinme gibi öncelikli bir hedefleri bulunmuyordu. Nitekim onlardan bir kısmı gitmelerinden kısa süre sonra dönmüş, geri kalanlar da şartlar uygun hale geldiğinde Arabistan’a geri gelmişlerdir. Bu sebeple Habeşistan göçü uzun vadeli ve palanlı stratejik değil, kısa vadeli ve geçici nitelikteki taktik bir hicret faaliyeti olarak değerlendirilmelidir.
  1. MEDİNE’YE HİCRET
Hz. Peygamber (sav) 12 yıl boyunca tüm gayretlerine rağmen Mekke’de Müslümanları hakim duruma getirememişti. Üstelik müşrikler her türlü baskı ve şiddet uygulamak sûretiyle ilk Müslümanlar için Mekke’yi yaşanmaz hale getirmişler, bunun sonucunda Müslümanların önemli bir kısmı yurtlarını terk ederek Habeşistan’a sığınmak zorunda kalmışlardı. Rasûlüllah (sav) ise yanında kalan az sayıdaki Müslümanla birlikte Mekke müşriklerinin işkencelerine katlanmaya devam etmiş, bu süreçte, hem Müslümanlar için kalıcı bir göç yurdu tespit etmek, hem de daveti adına siyasî destekçiler kazanmak ümidiyle Mekke’ye gelen yabancı kabile mensuplarıyla görüşmüştür. Allah Rasûlü (sav) bununla da iktifâ etmeyip destek talebi için bizzat Taif’e gitmiş, ancak onlardan beklediğini ilgiyi bulamamıştır. Rasûl-i Ekrem (sav), sonuçsuz kalan tüm bu girişimlerine rağmen yılmadan Mekke’ye gelen yabancı kabile mensuplarını İslâm’a çağırmaya devam etti. Onun davetine en ciddî cevap Medine’den geldi. Taraflar arasında yapılan görüşmeler sonucunda şehrin Arap sakinleri olan Evs ve Hazrecliler, Hz.Peygamber’i (sav) her şartta destekleyeceklerini açıkladılar. Bunun sonucunda Medine, Müslümanlar için hedef merkez olarak belirlenmiş oldu. Bundan sonra atılacak ilk adım, Medine’deki hareketi daha da kuvvetli hale getirmek için Mekke’de kalan zulüm ve baskı altındaki Müslümanları Medine’ye ulaştırmak, bu sayede Arap yarımadasının iki büyük merkezi olan Mekke ve Medine’nin Müslüman Araplarını birleştirmekti. Hz. Peygamber (sav) bunu sağlamak maksadıyla Kureyşli Müslümanları yeni merkez seçilen Medine’ye hicrete teşvik etti. O kadar ki, hapsedilenler ve engellenenler ile Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali dışında ilk Müslümanların tamamı Hz. Peygamber’den (sav) önce Medine’ye hicret etmişlerdi.[35] Muhâcirler, göçleri sebebiyle bir taraftan Kureyş müşriklerinin baskılarından kurtulup hürriyetlerine kavuşurlarken, diğer taraftan da Medine’de kurulması düşünülen Müslüman birliğinin Kureyş kanadını oluşturmuşlardır. Mekke ve Medine Müslümanlarından teşekkül eden bu siyasî birlik, daha sonra Ensâr-Muhâcir kardeşliği şeklinde dinî bir dayanışma ve bütünleşmeye dönüşecek, İslâm ümmetinin ilk çekirdeğini oluşturacaktır. Diğer taraftan Müslümanların gruplar halinde Yesrib’e göç ettiklerine şahit olan Mekke müşrikleri, Hz. Muhammed’in (sav) de yakında ora­ya giderek kendilerine karşı güç oluşturacağından endişe duymaya başladılar. Bu meselenin hal çaresini bulmak için toplandıkları Dârünnedve’de yaptıkları görüşmeler sonucunda Rasûlüllah’ı (sav) öldürmeye karar verdiler. Yapılan plana göre Kureyş’in her kabilesinden bir kişinin katılacağı suikast ekibi oluşturulacak, onlar da hep birlikte Allah Rasûlü’ne (sav) saldırarak onu öldüreceklerdi. Planları gerçekleşirse Hâşimoğulları bütün kabilelere karşı kan davasına girişemeyeceği için diyete razı olmaktan başka bir çare de bulamayacak, böylece Kureyş’in bu önemli meselesi de çözülmüş olacaktı. Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin bu teşebbüsü şu şekilde dile getirilir: “Bir zaman o kâfirler seni ya bağlayıp hapsetmeleri, ya öldürmeleri, ya da Mekke’den çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar sana tuzak kurarlarken, Allah da onlara karşılık veriyordu. Allah tuzak Kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır”.[36] Müşriklerin suikast kararından vahiy yoluyla haberdar olan Allah Rasûlü (sav),  Hz. Ebû Be­kir ile daha önceden kararlaştırdıkları hicret planını uygulamaya koydu. Bunun için derhal onun evine giderek hareket vaktinin geldiğini bildirdi. Hz. Ebû Bekir yolculuk için hazırladığı develeri daha önce anlaştıkları Abdullah b. Uraykıt isimli kılavuza teslim ettikten sonra onunla üç gün sonra Serv mağarasının önünde buluşmak üzere sözleşti.[37] Hicret haberini yol arkadaşına ileten Hz. Peygamber (sav) tekrar evine dönerek yeğeni Hz. Ali’yi çağırıp elinde bulunan emanetleri sahiplerine iade edilmek üzere kendisine teslim etti. Bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra gece yarısında kendisini öldürmek için bekleyen müşriklerin arasından geçerek evinden ayrılıp Hz. Ebû Bekir ile birlikte Sevr mağarasına doğru hareket etti.[38] Hz. Peygamber’i (sav) bekleyen suikastçılar onun dışarı çıkmadığını fark edince hemen eve girip kendisi aradılar, ancak onun yatağında Hz. Ali’yi buldular. Ondan istedikleri bilgiye alamayınca bu defa Hz. Ebû Bekir’in evine gittiler, fakat oradan da elleri boş döndüler.[39] Bunun üzerine aradıkları kişilerin nereye gideceklerini tahmin ederek Mekke’yi Medine’ye bağlayan yol boyunca araştırmaya koyuldular. Halbuki, Hz. Peygamber (sav) ile Hz. Ebû Bekir Mekke’yi terk ettikten sonra onların tahmin ettikleri yöne gitmemişler, Medine yolunun ters istikametinde bulunan Sevr mağarasına gizlenmişlerdi.[40] Mekkeliler onları aradıkları istikamette bulamayınca şehrin diğer çıkışlarını da kontrol etmeye başladılar. Nihayet Sevr’in ağzına kadar geldiler fakat onları fark edemediler.[41] Kur’ân’da bu hadiseye şöyle değinilir: “Muhammed’e yardım etmezseniz, bilin ki, inkar edenler onu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona yardım etmiştir. Arkadaşına ‘üzülme Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Allah da ona güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştır”.[42] Medine yolcuları şehir sakinleşinceye kadar Sevr’de kaldılar. Bu esnada Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ onlara erzak getiriyor, oğlu Abdullah da gündüz Mekke’de olup bitenler hakkında kendilerine bilgi ulaştırıyordu.[43] Diğer taraftan Hz.Ebû Bekir’in azatlısı Âmir b. Füheyre ise koyunlarını mağara etrafında otlatmak sûretiyle de bir taraftan oraya gelip gidenlerin ayak izlerinin silinmesini sağlıyor, diğer taraftan da hayvanlardan elde ettiği sütü onlara ikram ediyordu.[44] Sevr’deki bekleyişlerinin üçüncü gününde Hz. Ebû Bekir’in daha önce kendilerine kılavuzluk yapması konusunda anlaştığı Abdullah b. Uraykıd yanında yolculuk için hazır beklettiği develerle birlikte oraya ulaştı. Son hazırlıklar da tamamladıktan sonra Allah Rasûlü (sav) Hz. Ebû Bekir ile birlikte yanlarına Âmir b. Füheyre’yi de alıp Mekke-Medine yolunun bilinen güzergahından farklı bir rota takip ederek Yesrib’e doğru harekete geçtiler. (1 Rebîülevvel / 13 Eylül 622).[45] Hz. Peygamber (sav) Mekkelilerin takibinden kurtulmuştu. Ancak onlar Mekke-Medine arasında bulunan kabilelere haber göndererek hicret yolcularının bulunması durumunda 100 deve ödül vereceklerini ilân ettiler. Bu amaçla harekete geçen ödül avcılarından Sürâka isimli bir savaşçı onları buldu. Ancak gerçekleştirdiği üç saldırıda da atının ayakları kuma saplandı. İçine düştüğü durumun fevkalâdeliğini anlayınca, Hz. Peygamber’den (sav) özür dileyerek yanlarından uzaklaştı. Sürâka dönüş yolunda da onları aramaya çıkan başka savaşçıları yanlış yönlendirerek onların kafileye ulaşmalarına engel olmuştur.[46] Hz. Peygamber (sav) ile beraberindekiler, sekiz günlük bir yolcu­luktan sonra Yesrib’e bir saatlik mesa­fede bulunan Kubâ’ya ulaştılar.[47] Rasûl-i Ekrem (sav), Mekke’den gelecek Hz. Ali’yi ve diğer muhâcirleri beklemek üzere birkaç gün kal­dığı köyde bir mescid inşa ettirdi.[48] Kur’ân’da bu mescidden şöyle bahsedilir: “Muhakkak ki bu mescid yapılırken takva ve tevhid temeli üzerine kurulmuş ve böyle devam edegelmiştir. Habibim burada senin namaz kılman çok doğru ve hayırlıdır. Burada temizliği seven Allah’tan korkan bir cemaat vardır. Allah da çok temiz ve faziletli olanları sever”.[49] Allah Rasûlü (sav) Kubâ’daki görevini tamamladıktan sonra yanındakilerle birlikte 12 Rabîülevvel 1 (24 Eylül 622) Cuma günü Yesrib’e doğru hareket etti. Yol üzerinde bulunan Rânûnâ vadisinde ilk cuma hutbesini okudu ve cuma namazı kıldırdı.[50] Hz.Peygamber (sav), Kubâ’dan hareket etmeden önce Medine’de bulunan Neccâroğulları kabilesine mensup dayılarına haber göndermiş, kendisini karşılamasını istemişti. Bunun üzerine onlar da kılıçlarını kuşanarak şehrin dışında onu karşıladılar.[51] Hz. Peygamber (sav) Yesrib’e ula­şınca şehir halkı tarafından büyük bir sevinç ve coşkuyla karşılandı. Müslümanlardan her biri Allah’ın elçisini kendi evinde misafir etmek istiyordu. Allah Rasûlü (sav) ise onlardan hiçbirini kırmamak için, devesinin çöktüğü en yakın evde konaklayacağını bildirdi. Deve Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine yakın bir yerde durunca Rasûlüllah’ın (sav) ev sahibinin kim olduğu ortaya çıktı.[52] Kısa süre sonra Hz. Peygamber (sav) ve Hz. Ebû Bekir’in Mekke’de kalan aileleri de şehre ulaşınca hicret tamamlanmış oldu.[53] Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Mekke’den Medine’ye yapılan hicreti Müslümanlar için bir kaçış ve sığınma olarak görmemek gerekir. Esasında buraya göç, Müslümanların için nihaî hedef değil, daha uzak hedefler için bir başlangıçtır. Bu anlamıyla Medine’ye gerçekleştirilen hicret, daha önce yapılan Habeşistan hicretinden hem sebepleri, hem gerçekleşme şekli, hem de sonuçları itibariyle tamamen farklıdır. Her şeyden önce Habeşistan göçü, Mekke’de can güvenliği endişesi duyan bazı Müslümanların hayatlarını koruma amacıyla gerçekleştirdiği geçici bir çözümdü. Gidenlerin orayı yurt edinme gibi bir hedefleri de bulunmuyordu. Nitekim bir kısmı gitmelerinden kısa süre sonra dönmüş, geri kalanlar da şartlar uygun hale geldiğinde Yarımada’ya geri gelmişlerdir. Habeş muhâcirlerinin gittikleri ülkede dinlerini yayma misyonları da yoktu. Onlar Habeşlileri Müslüman yapmak bir tarafa, kendi aralarından Ubeydullah b. Cahş’ın Hıristiyanlığa geçtiğine şahit olmuşlardır. Bütün bunlara karşılık, Medine’ye göçte Müslümanlar için can güvenliği ve sığınma ihtiyacı talî derecede bir etkiye sahiptir. Buraya hicretteki esas gaye, Müslümanlar için huzur ve güven ortamını tesis etmek, davete daha uygun yeni bir merkez sağlamaktır. Daha açıkçası Medine, yeni bir millet (ümmet) ve yeni bir devletin kuruluş merkezi olarak seçilmiştir. Bu nedenledir ki Allah Rasûlü (sav) Akabe’deki ilk görüşmeden itibaren yaklaşık üç yıllık süren dinî ve siyasî nitelikli hazırlık dönemini tamamladıktan, özellikle de Medineliler ile II. Akabe biatını akdettikten sonra hicret sürecini başlatmış, en sonunda kendisi de Medine’ye gelmiştir. Medine’ye hicretle birlikte İslâmî davet Mekke’de kazandığı dinî boyutun yanına siyasî boyutu da ilave etmiştir. Bundan sonra İslâm, mağdurların, mazlumların, muhalif kabul edilenlerin değil, hakim olanların ve yönetenlerin dini olacak, tebliğ artık devlet destekli olarak gerçekleştirilecektir. Bu durumda Allah Rasûlü’nün (sav), peygamberliğinden sonra siyasî niteliği de ortaya çıkacak ve o Medine şehir devletinin başkanı konumuna gelecektir. İşte bütün bunlar sebebiyle, gerek Hz. Peygamber’in (sav), gerekse diğer Müslümanların Medine’ye hicretini, Mekke’den bir kaçış, Medine’ye sığınma değil, daha koordineli dinî ve siyasî projenin başlangıcı, Mekke’ye daha şerefli dönüşün bir adımı olarak görmek daha doğru olur. Hicret, Kureyşli Müslümanlar için baskıdan kurtulmayı, bağımsızlığı ve müşriklere karşı güvenli bir hayatı temin etmiş, Hz. Peygamber’e (sav) de muâzzam bir tebliğ imkanı sağlamıştır. Mekke’de 13 yıldır gerçekleştirilemeyen ümmet bütünlüğü burada kurulabilmiş, bütün inananlar bir araya gelebilmişlerdir. Ayrıca Müslümanlar burada din düşmanlarıyla mücadele için uygun zemin ve şartlara kavuşmuşlar, yeni yurtlarında siyasal, kültürel ve ekonomik anlamda tam bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Diğer taraftan hicret, Medineli Araplar açısından da büyük bir kazanım olmuştur. Her şeyden önce onlar, uzun yıllar süren ve iki kabileyi de yok olmanın eşiğine getiren Evs-Hazrec çatışmasından kurtularak birlik oluşturmuşlar; bu sayede Yahudîler karşısındaki konumlarını güçlü hale getirmişlerdir. Onların Medine’de teşkil ettikleri birliğe hicret neticesinde Kureyşli muhâcirler de eklenince, Müslümanlar şehirde Yahudîlere karşı büyük bir üstünlük elde etmişler, şehrin hakim unsuru haline gelmişlerdir. Medeniyetlerin kurulmasında hicretin büyük etkisinin olduğuna tarih şahitlik eder. Gerçekten de dünyada meydana gelen büyük değişimlerin hicretle, yani zorunlu nedenlerle gerçekleşen göç hareketleriyle yakın ilişkisi bulunmaktadır. Dolayısıyla büyük medeniyetlerin doğuşu, büyük göç hareketleriyle ve göçmenler eliyle gerçekleştirilmiştir. Böyle olduğu içindir ki, ilkel (bedevî) bir topluluğun, yaşadığı yurdu bırakıp başka bir yere göç etmeden medenileşebildiğine dair tarihte örnek bulmak zordur, olsa da istisnaî mahiyettedir.[54] Buradan hareketle bilhassa Hz. Peygamber’in (sav) ve Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicretini, yeni bir medeniyetin kuruluşunun ilk adımları olarak kabul etmek mümkündür.   [1]     Demircan, Adnan, Nebevi Direniş Hicret, İstanbul 2000, s. 13. [2]     Âl-i İmrân, 3/195. [3]     Buhârî, Bedu’l-vahy 1; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts. I, 252-254, 257. [4]     İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya, 1981, s. 154. [5]     Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), II, 252. [6]     İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I, 87; Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem, 1963, I, 73. [7]     Fîl, 105/1-5. Bu konuda bk. İbn Hişâm, es-Sîre,I, 36-59; Belâzürî, Ensâb, I, 67-68; Taberî, Tarih, II, 139. Ayrıca bk. Cevad Ali, el-Mufassa fî tarihi’l-Arab kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993, III, 480-520. [8]     İbn Hişâm, es-Sîre, I, 32-58, 64-70, 71-73. Taberî, Tarih, II, 147-148. Ayrıca bk. Çağatay, Neşet, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, Ankara 1957, s. 7-22; Fayda, Mustafa, İslâmiyetin Güney Arabistan’a Yayılışı, Ankara 1982, s. 7-23. [9]     bk. İbn İshak, Sîre, s. 149-150; Belâzürî, Ensâb, I, 233. [10]    İbn İshâk, Sîre, 149-150; Belâzürî, Ensâb, I, 233. [11]    Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul 1990-1991, I, 294-295. [12]    İbn İshâk, Sîre, s. 206; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 344-365; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 203-204. [13]    İbn İshâk, Sîre, s. 154-157; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 344-365; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 203-204. [14]    İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 204. [15]    Süheylî, Ravdu’l-Unuf, (thk. Abdurrahman el-Vekîl, I-VII, Kahire 1967-1970, III, 223-224. [16]    İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 97-98. [17]    İbn İshâk, Sîre, s. 208; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 204. [18]    Habeşistan’da doğan çocuklar ile ilgili değerlendirmeler için bk. Öztürk, Levent, Etiopya’da İslamiyet, İstanbul 2001, s. 80-81. [19]    İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 89. [20]    İbn İshâk, Sîre, s. 194; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 358-359. [21]    İbn Hişâm, es-Sîre, I, 359-360. [22]    Meryem, 19/1-40. [23]    İbn Hişâm, es-Sîre, I, 361-362. [24]    Belâzürî, Ensâb , I, 188. [25]    İbn İshak, Sîre, s. 151-153; İbn Hişam, es-Sîre, I, 311-312. [26]    İbn İshâk, Sîre,s. 160-165; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 366-375. [27]   Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 17. [28]   Buhârî, Fedâilu Ashâb, 3, 6. [29]    Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân 53; İbn İshâk, Sîre, s. 158; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 3-9; Belâzürî, Ensâb, I, 227. [30]    Bu konuda bilgi ve değerlendirmeler için bk. Öztürk, Levent, Etiopya’da İslamiyet, s. 113-117. [31]    Buhârî, Farzu’l-Hums 15, Menâkıbu’l-Ensâr 37;  İbn Hişâm, es-Sîre, IV,3; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 108. [32]    İbn Hişâm, es-Sîre, I, 345-355; İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 52. Sekrân’ın Habeşistan’da değil Mekke’de öldüğü de rivayet edilmektedir. (bk. İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 52). [33]    İbn Sa’d, et-Tabakât, VIII, 53. [34]    Buhârî, Farzu’l-Hums 15, Menâkıbu’l-Ensâr 37. [35]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 111-120; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 227-228. [36]    Enfâl, 8/ 30 [37]    Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45. [38]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 124-126; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 228. [39]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 131-132. [40]    Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45. [41]    Belâzürî, Ensâb, I, 260-261. [42]    Tevbe, 9/40. [43]    Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45. [44]    Belâzürî, Ensâb, I, 194, 260. [45]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 130-133: İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 228-229. [46]    Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 134-135. [47]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 136-138; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 227-233. [48]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 139-140; Belâzürî, Ensâb, I, 263-264. [49]    Tevbe, 9/108. [50]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 138-139. [51]    Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 46. [52]    İbn Hişâm, es-Sîre, II, 139-141; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 235-237. [53]    Belâzürî, Ensâb, I, 269-270. [54]    Ali Şeriati, İslâm Sosyolojisi Üzerine, İstanbul 1980, s. 50-51. Hicret konusunda geniş bilgi için bk. Demircan, Adnan, Nevebî Direniş Hicret, İstanbul 2000.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar