Giriş
İslâm tarihinin başlangıç sürecinde gerek Müslümanların
Habeşistan’a hicretleri, gerekse Hz. Peygamber’in (sav)
Müslümanlarla birlikte Mekke’den Medine’ye göç etmeleri,
sıradan bir vatan değişikliği değil, hususen İslâm tarihinin,
umumen de dünya tarihinin en mühim hadiselerinden biridir.
Dolayısıyla bu iki tarihî gelişmenin sebep ve neticelerinin bütün
boyutlarıyla ortaya konulması gerekir. Hicret, kelime olarak terk
etmek, ayrılmak, bir yerden bir yere gitmek anlamlarına gelir.
Istılah anlamında ise Hz. Peygamber’in (sav) Mekke’den
Medine’ye göç etmesi demektir. Hicret kavramı esasında bir
kişinin veya toplumun kendi yurdunu terk ederek geçici bir süre
için veya tamamen başka bir yeri yurt edinmesi anlamı vardır.
Dolayısıyla ticarî veya turistik gayelerle gerçekleştirilen
seyahatleri hicret kapsamına almak uygun olmaz. Zira muhacir kavramı
esas olarak çeşitli sebeplerle yurdunu terk eden veya buna mecbur
kalan insanlar için kullanılır. Bu sebeple hicret terimimin iltica
ve sürgün kelimeleriyle yakın ilişkisi vardır.
[1]
Nitekim Hicretin bu yönüne Kur’ânı- Kerîm’de şu şekilde
işaret edilmiştir:
“Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından
çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar
öldürüldüler. Andolsun ki, ben onların kötülüklerini
örteceğim ve altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım”.
[2]
Hicret esasında Allah’ın dinini insanlara bildirmekle görevli
olan peygamberlerin ortak sünnetidir. Nitekim Hz. Peygamber’den
(sav) önceki Allah elçilerinin büyük bir kısmı da dinlerini
yaymak için yurtlarını terk etmek durumunda kalmışlardır.
Rasûl-i Ekrem’in (sav) de zamanı geldiğinde kavminin kendisini
yalanlaması sebebiyle yurdunu terk edip hicret etmek zorunda
kalacağı ilk vahiy aldığı günlerde Varaka b. Nevfel tarafından
kendisine haber verilmiştir.
[3]
İslâm tarihinin ilk döneminde hicret denildiğinde Müslümanların
Habeşistan’a hicretiyle, Allah Rasûlü (sav) başta olmak üzere
Mekke’deki Müslümanların Medine’ye hicreti akla gelir.
-
HABEŞİSTAN HİCRETİ
Tebliğin Mekke döneminde Hz. Peygamber’in (sav) yoğun
gayretleri neticesinde Müslümanlar adına gerçekleşen olumlu
gelişmeler müşrikleri aynı derecede rahatsız ediyor, neticede
onların inananlara baskılarını daha da şiddetlendiriyordu. Bu
sebeple bilhassa kabileleri tarafından dinlerinden dönmeleri
konusunda ağır baskıya maruz kalan ilk Müslümanlar can
güvenlikleri konusunda da endişe duymaya başlamışlardı. Zira
İslâm’a girenlerin sayısının artması müşrikleri daha da
saldırgan hale getirmişti. Ashâbının mâruz kaldığı her türlü
zulüm ve işkenceleri engellemeye gücü yetmeyen, üstelik ölüm
korkusu sebebiyle onlardan bir kısmının dinlerini terk etmeleri
ihtimalinden endişe duyan Allah Rasûlü (sav), bilhassa kabileleri
içinde himayesiz kalan Müslümanlara Habeşistan’a şu sözleriyle
hicret etmeleri tavsiyesinde bulundu. “Şayet isterseniz
Habeşistan’a sığının. Zira orada ülkesinde hiç kimseye
zulmedilmeyen bir hükümdar vardır. Orası bir doğruluk ve hakikat
ülkesidir. Allah kolaylık verene kadar sizler orada kalın”.
[4]
Hz. Peygamber’in (sav) ashabına hicret yurdu olarak işaret ettiği
Habeşistan ismini Müslümanlar ilk defa duymuş değillerdi. Zira
Arap yarımadasında Yemen halkıyla birlikte özellikle de
Kureyşlilerin Habeşistan ile arasında geçmişe dayanan ilişkileri
mevcuttu. İki taraf arasında bilhassa iktisadî bağlantıların
olduğu bilinmektedir. İslâm öncesi dönemde Habeşistan-Mekke
ilişkilerinin en bariz örneğini Mekkelilerin bu ülke
idarecileriyle akdettikleri ticarî anlaşmalar teşkil eder. Tarih
kaynaklarındaki rivayetlere göre iki taraf arasında yapılan
imtiyaz anlaşmaları sayesinde Mekkeliler sair komşu ülkelerde
olduğu gibi Habeşistan ile doğrudan irtibat kurabilmişlerdir.
Habeşistan ile Mekke arasındaki ticareti kurumsal hale getiren kişi
ise, Hz. Peygamber’in (sav) büyük dedesi Hâşim’dir. Kendisi
öncelikli olarak Bizans İmparatoruyla yaptığı anlaşmayla bu
ülke topraklarında ticaretin yolunu açmıştır. Kaynakların
bildirdiğine Hâşim’in kardeşlerinden Abdüşşems ile Muttalib
de Habeşistan kralı Necaşî nezdinde ticarî imtiyaz anlaşmaları
imzalamışlardır. Daha sonra da yapılan anlaşmalara dayanarak pek
çok Mekkeli ticaret amacıyla Habeşistan'a gitmiştir.
[5]
Bu hususta zikredilen başka bir rivayetten de Mekkelilerin Habeş
kralı ile yakın ilişkiler içinde oldukları anlaşılmaktadır:
Buna göre Hâşim'in oğlu ve Hz. Peygamber’in (sav) dedesi
Abdülmuttalib ile onun Mekke idaresindeki rakibi konumunda olan
Abdüşşems'in torunu Harb arasında meydana gelen anlaşmazlık
hususunda taraflar meselenin halli için Habeş Necâşîsi’ne
gitmeye karar vermişlerdir. Ne var ki, her iki tarafla da yakın
ilişkiler içinde olan kral, aralarındaki dostluk münasebetlerinin
bozulmaması için ihtilafa müdahil olamayacağını
bildirmiştir.
[6]
Burada zikredilen rivayetler, Mekkelilerin Habeşlilerle olan iyi
ilişkilerine işaret etmektedir. Ancak bu ilişkiler, bir süre
sonra Yemen'deki Habeşlilerin Mekke'ye saldırı düzenlemeleri
sebebiyle bozulmuştur. Zira Habeşistan’da hüküm süren Aksum
Krallığı, Yemen’de yaşayan Hıristiyanların daveti ve Bizans
İmparatoru’nun teşvikiyle M. 525 yılında Eryât isimli
komutanın emri altında büyük bir orduyu Arap Yarımadası’na
göndermişti. Bunun sonucunda Güney Arabistan’daki Himyerîler
devleti tarih sahnesinden silinmiş, ülke Hıristiyan
Habeşlilerin kontrolüne geçmiştir. Yemen’e kurtarıcı olarak
çağrılan Habeşliler zamanla ülkenin yeni istilacısı haline
dönüşmüşler, artık Yemen’i merkezden gönderdikleri valilerle
yönetmeye başlamışlardır. Arabistan’ın güneyini kontrol
altına alan Habeş krallığı, bunun ardından Yemen’i
Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri haline getirmek
amacıyla Sana’da Kulleys adı verilen bir gösterişli kilise
inşa etmiştir. Yemen valisi Ebrehe de hem Hicaz’ın tamamını
siyasî hâkimiyetine almak, hem de Kulleys’e rakip gördüğü
Kâbe’yi tahrip etmek için M. 570 yılında Mekke‘ye bir askerî
harekât düzenlemiş, fakat Kur’ân’da Fil sûresinde de işaret
edildiği gibi hedefini gerçekleştiremeden geriye dönmüştür.
[7]
Habeşlilerin Mekke’yi ve Kâbe’yi hedef alan bu saldırıları
Mekke-Habeş ilişkilerini olumsuz şekilde etkilemişse de, bu
olumsuz hava uzun sürmemiştir. Zira Mekke’nin istilâsı
girişiminin üzerinden fazla bir süre geçmeden Habeşliler,
İran’ın yardımını alan yerli halk tarafından Arap
Yarımadası’ndan uzaklaştırılmışlardır.
[8]
Rivayetlerden anlaşıldığı üzere Mekke'nin Habeşistan'la
ticareti aralarından yaşadıkları kötü hatıralara rağmen devam
etmiştir. Öyle ki, kaynaklarımız Kureyş’in Sehmoğulları
kabilesi reislerinden Amr b. el-Âs’ın ticaret amacıyla
Habeşistan’a gittiğine, burada onu bizzat kralın misafir
ettiğine dair bilgiler aktarırlar.
[9]
İslâm-öncesi dönemle ilgili olarak bir kaynağın bize aktardığı
bilgilere göre, Mekke’nin ihtiyacı olan hububat deniz yoluyla
Cidde’ye geliyordu. Bu ticari faaliyette Habeşistanlıların etkin
oldukları bilinmektedir. Öyle ki, Mekkeliler gelen malları
kervanlarla Cidde’den teslim aldıktan sonra Mekke’ye
nakletmişlerdir. Bu süreçte şahsî bir suçu sebebiyle Habeşliler
tarafından alıkonulan Kureyşli Hâris b. Alkame’ye karşılık
Kureyşliler, Mekke’ye gelen bir grup Habeşli tüccarın mallarını
yağmalamak suretiyle muhataplarına karşı misilleme
bulunmuşlardır. Tabii olarak bu hadise, Habeş-Mekke ilişkilerinde
yeni bir gerginlik sebebi olmuştur. Bunun üzerine Mekke’nin
birçok ileri gelen kabile reisi devreye girerek, özür dilemek ve
bundan sonra onun ülkesinden hiçbir tüccarın Mekke’ye gelmesine
engel olmamasını rica etmek üzere Aksum kralının huzuruna
çıktılar. Kral gelen misafirlere yakın ilgi göstererek
kendilerine çok cömert davrandı. Neticede bu ziyaret karşılıklı
ilişkilerin yeniden normale dönmesini temin edilmiş oldu.
[10]
Hz. Peygamber (sav) tarafından Müslümanlar için ilk Hicret yurdu
olarak Habeşistan’ın tercih edilmesinin başka önemli
gerekçeleri de vardı: Her şeyden önce Arap töresi herhangi
bir kabile mensubunun iznini almayan kimselere sığınma hakkı
tanınmasına imkân vermiyordu. Başka bir ifadeyle sığınacak bir
yer bulmak, sığınmacının tabii bir hakkı değil, tamamen
şansına kalmış bir şeydi. Aralarında sadece erkeklerin değil,
kadın ve çocukların da bulunduğu kırk-elli kişilik, hatta bazen
yüzlerce kişilik bir topluluğa sığınma hakkı tanımak,
herkesin birbiriyle kavgalı olduğu bir ülke olan Arabistan’da o
hakkı verecek kişinin rızasının yanında, bu sığınmacıların
bölge ekonomisiyle kaynaşıp bütünleşmesi için önemli maddî
imkânlara sahip olmalarını da gerekli kılıyordu. Arapların
bilinen konukseverliklerine rağmen, Arap Yarımadası’nın bu
kadar çok sayıda sığınmacıyı barındıracak herhangi bir yeri
yoktu. Ayrıca Arabistan’daki kabileler bu sığınmacıları
içlerine almakla Kureyş’in doğrudan düşmanlığına maruz
kalacaklarının da farkındaydılar. Bu sebeple Müslümanlar,
Mekkelilere karşı kendilerini savunmak için, Arap Yarımadası’nda
yaşayan herhangi bir kabile yerine, Kureyş’in muhtemel tehditlere
aldırmayacak güçlü bir devlete ihtiyaç duyuyorlardı. Bu hususta
Arabistan’a komşu ülkeler arasında ilk aklan gelen İran’dı.
Ancak bu devlet, Hîre’de kurulmuş olan Arap krallığını henüz
yeni ortadan kaldırmıştı ve tamamen Araplar arasından çıkmış
olan bu yeni başkandan (Hz. Peygamber-(sav) tabiatıyla
kuşkulanıyordu. Bizans İmparatorluğu ise o sıralarda İranlılara
karşı giriştiği mücadelede oldukça ağır kayıplar vermiş ve
Şam, Kudüs ve hatta İskenderiye’yi kaybetmişti. (M.613-617).
Ayrıca bu dönemde Bizans kralı tarafından özellikle Araplara
karşı alınmış olan sıkı ekonomik tedbirler, o dönemin
Mekkeli Müslümanlarını Suriye’ye de çekemezdi. Komşu ülkeler
arasında ise sadece Habeşistan, en azından uluslar arası
karışıklıkların dışında bulunuyordu. Üstelik bu ülkenin
kralı Necâşî’nin Araplara karşı oldukça yakın davranacağı
da ümit ediliyordu. İşte bütün bu olumlu şartlar dolayısıyla
Müslümanlar için ilk hicret yurdu olarak Habeşistan tercih
edilmiş oldu.
[11]
Habeşistan’a hicret konusunda üzerinde durulması gereken diğer
bir husus ise, bu hicrete bizzat Hz. Peygamber’in (sav) niçin
iştirak etmediği konusudur. Risâletin Mekke döneminin son üç
yılı ve faaliyetleri (Arap kabilelerinin tamamıyla görüşme,
Medinelilerle ilk irtibatın ardından gerçekleşen Birinci ve
İkinci Akabe Biatları) dikkate alındığında Allah
Rasûlü’nün (sav) esasında Arap Yarımadası içinde bir merkez
oluşturmak istediği, öncelikli olarak Arapları İslâm bayrağı
altında birleştirmeyi düşündüğü, bu sebeple yarımada dışına
gitmeyi aklına getirmediği anlaşılır. Kaldı ki şayet
Habeşistan’a hicret etseydi burada ancak kralın müsaade ettiği
kadarıyla faaliyet gösterebilir, belki de bir süre sonra bölgede
Müslüman-Hıristiyan çekişmesi yaşanabilirdi. Az sayıdaki
Müslüman muhacirin Habeşlilerle baş etmesi de mümkün olmazdı.
Bu nedenle Müslümanların, dinlerini yaşamaları yanında
yayabilmeleri için siyasî kontrolü de ellerinde bulundurmaları
gerekiyordu ki, bu da ancak Arap yarımadası dahilindeki bir beldede
gerçekleşebilirdi. Nitekim Allah Rasûlü (sav) üç yıllık bir
hazırlık sürecinin ardından bu imkanı Medine’de bulacaktır.
Planlanan hicret hazırlıklarının tamamlanması üzerin tebliğin
5. yılının Recep ayında (M.615) on bir erkekle dört kadından
oluşan ilk kafile Habeşistan’a hareket etti. İlk muhacirler
arasında Osman b. Affân ile eşi Rasûlüllah’ın (sav) kızı
Rukıyye, Ebû Huzeyfe b. Ubte ile hanımı Sehle bint. Süheyl, Ebû
Seleme ile hanımı Ümmü Seleme, Âmir b. Rebîa ile hanımı Leylâ
bint. Ebû Hamse’nin yanı sıra Zübeyr b. el-Avvâm, Mus’ab b.
Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz’ûn, Ebû Sebre, Hâtıb b.
Amr ve Süheyl b. Beydâ bulunuyordu.
[12]
Bu gelişmeden yaklaşık bir yıl sonra Cafer b. Ebû
Tâlib başkanlığında 82 erkek ve 18 kadından müteşekkil
yeni bir Müslüman grup ikinci Habeşistan hicretini gerçekleştirdi.
Önceki Muhâcirler gibi onlar da ülke yöneticisi tarafından iyi
karşılandılar. Dolayısıyla yeni yurtlarında güvenlik içinde
hayatlarını devam ettirdiler.
[13]
İki yıl üst üste gerçekleştirilen Habeşistan hicretine Kureyş
içinde hemen her kabileden Müslümanlar iştirak etmiştir. Bununla
birlikte Mekke sakinleri arasında faaliyete en büyük katılım ise
başlangıçtan beri içlerinden İslâm’a dâhil olanların büyük
baskı gördüğü Mahzumoğulları, Sehmoğulları, Cumahoğulları
ve Ümeyyeoğulları kabilesinden oldu. Hicrete Hz. Peygamber’in
kabilesi Hâşimoğulları’ndan katılım ise son derece
sınırlıdır. Hâlbuki Kureyş kabileleri arasında Hz.
Peygamber’in (sav) soyu ve hamisi olmaları sebebiyle en fazla
baskı gören kabile Hâşimoğulları’ydı. Dolayısıyla bu
şartlardan kurtulmak için en çok bu kabile mensuplarının
Habeşistan’a göç etmesi gerekiyordu. Fakat rivayetler hicrete bu
aileden sadece Cafer b. Ebû Tâlib ile hanımı Esmâ bint.
Umeys’in iştirak ettiklerini zikreder ki, muhtemelen onların
katılımından, Cafer’in Hz. Peygamber’in (sav) akrabası olması
(hususiyle de onu Mekke müşriklerine karşı himaye eden amcası
Ebû Tâlib’in oğlu olması) sebebiyle onu temsil etmesi ve
Muhâcirlere sözcülük yapması hedeflenmiştir. Hâşimîler’in
Habeşistan hicretine az sayıda temsilciyle katılmış olmalarının
asıl sebebi ise, kabile ileri gelenlerinin,-kendilerinden bir kısmı
İslâm’a girmemiş olsalar da- kan bağı sebebiyle aileleri
içinde Müslüman olanları himaye etmeleri ve onları müşriklere
karşı korumalarıdır. Hatta onlar, bu süreçte kendilerine
sığınan başka kabile mensubu korumasız Müslümanları da himaye
etmişlerdir. Habeş Muhâcirleri yeni yurtlarında emniyet
altında yaşamaya başladılar. Öyle ki onlar, orada bulundukları
sürede daima Habeş kralı tarafından himaye görmüşler, bu
esnada dinlerini korumuşlar, ibadetlerini yapabilmişlerdir.
[14]
Bir kısım Habeşli din adamı Müslümanların ibadet edip,
dinlerini tanıtma faaliyetleri gerçekleştirmelerini tehlikeli
görerek onları tehdit ettiklerinde, Necâşî buna müsaade
etmediği gibi muhâcirleri tehdit eden her kişiden ceza olarak dört
dirhem alınmasını emretmiştir.
[15]
Gerek ibadet serbestisi, gerekse tebliğ imkanları bulmaları
sebebiyle bir kısım Habeşli’nin bu dönemde İslâm’ı kabul
ettiğine dair rivayetlere sahibiz. Nitekim Habeşistan’da Hz.
Peygamber (sav) ile nikâhlanan Ümmü Habîbe ile birlikte Medine’ye
gelen Bereke ve Necâşî’nin hizmetçilerinden Ebrehe Müslüman
olmuşlardı. Ayrıca muhacirlerin geri kalanlarının dönüşünün
gerçekleştiğin son yolculuğu altmış kişinin katılmış olduğu
rivayeti bu grupta İslâmiyeti kabul eden Habeşlilerin varlığını
akla getirmektedir.
[16]
Zira bu tarihe kadar Mekkeli muhacirlerin büyük bir kısmı çoktan
Habeşistan’ı terk etmişlerdi. Mültecilerin Habeşistan’a
varışlarından kısa bir zaman sonra Cafer ile eşi Esmâ bint.
Umeys’in oğulları Abdullah dünyaya geldi. Bir kısım
rivayetlerde onların Muhammed ve Avn ismindeki çocuklarının da
burada doğmuş oldukları zikredilir.
[17]
Bu çocuklardan başka Ebû Seleme’nin kızı Berre, Hâlid b. Saîd
ile Ümeyne bint Halef çiftinin Saîd, Eme ve Derc isminde
çocukları, el-Muttalib b. Ezher ile Ramle bint. Ebî Avf çiftinin
Abdullah, Ebû Huzeyfe ile Sehle bint Süheyl çiftinin Muhammed;
Hâris b. Hâlid ile Rayta bint el-Hâris çiftinin de Mûsâ, Ayşe,
Zeyneb ve Fâtıma ismindeki çocukları da Habeşistan doğumludur.
[18]
Habeşistan günlerinde dünyaya gelen çocuklar Müslümanlara sürur
verirken, bazen onlar için üzücü hadiseler de meydana gelmiştir.
Bunlardan biri de Ubeydullah b. Cahş’ın irtidat ederek
Hıristiyanlık dinine geçmesidir. Mekke’de bulunduğu sırada
Hıristiyanlığı benimseyen Ubeydullah, Hz. Peygamber’in (sav)
İslam dinini tebliğe başlamasıyla birlikte yeni dini benimseyerek
eşi Ümmü Habibe ile birlikte Habeşistan’a hicret etmişti.
Ancak burada Hıristiyanlığın etkisinde kalarak Müslümanlıktan
koparak yeniden eski dinine dönmüştür.
[19]
Diğer taraftan Mekke müşrikleri onların burada iyi halde
olmalarından rahatsızlık duymaya başladılar. Halbuki onların
beklentileri Habeşistan’a gidenlerin geri dönüp kendilerine
teslim olmalarıydı. Ancak umutları gerçekleşmeyince Müslüman
sığınmacıların sınır dışı edilmelerini temin maksadıyla
Habeşistan’a resmî bir elçi heyeti göndermeye karar verdiler.
Mekke adına bu vazifeyle görevlendirilen Amr b. el-Âs ile
Abdullah b. Ebû Rebîa Habeşistan’a ulaştılar.
[20]
Gelen elçiler, Necâşî’nin huzuruna çıkmadan önce, kraliyet
sarayındaki tüm askerî ve sivil bürokratlarla, din adamları ve
sair yöneticilere hediye edilmek üzere bol miktarda kıymetli
Arabistan derilerini yanlarında getirmişlerdi. Mekke elçileri
saray erkanına geliş amaçlarını açıklayarak onlardan Necâşî
nezdinde kendilerine destek olmalarını ve kralı bu hususta ikna
etmeleri ricasında bulundular. Habeşlilerin, sığınmacıları
ülkelerinden kovarken vicdanî bir rahatsızlık duymamaları için
de onların kendi dinlerinden çıktıkları gibi Hıristiyan dinine
girmedikleri hususunu da bilhassa dile getirdiler. Nihayet Kureyş
adına gelen elçiler kralın huzuruna çıkarak, bazı ayak takımı
insanların Mekke’den ayrılıp Habeşistan’a yerleştiklerini,
onların kendi dinlerini terk ettiklerini, fakat sığındıkları
insanların dinine de girmediklerini söyleyip Muhâcirleri
suçladıktan sonra, geliş amaçlarının bu insanların ülkelerine
geri gönderilmelerini temin etmek olduğunu bildirdiler. Daha
önceden elçilerin getirdiği kıymetli hediyelerle gönülleri
kazanılmış bulunan saray erkânı da kralın huzurunda Kureyş
elçilerinin isteklerini hararetle desteklediler. Ancak kral, sığınma
hakkına ihanet etme düşüncesine kapıldıkları için
bürokratlarını şiddetli bir şekilde azarladı. Ardından da
ülkesine gelen insanları dinlemeden bu hususta herhangi bir karar
vermeyeceğini söyleyerek Müslümanlar arasından bir temsilcinin
huzuruna getirilmesini emretti. Bunun üzerine kendisine ulaşılan
Cafer b. Ebû Tâlib herkesin huzurunda şöyle bir konuşma
yaptı:
“Ey hükümdar, Allah aramızdan birini seçip de onu
kendisi için elçi olarak gönderene kadar biz cahillerdendik,
putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık
bağlarına riayet etmez, komşuluk haklarını tanımazdık. Güçlü
olanlarımız zayıf olanlarımız ezerdi. Uzun bir müddet bu halde
yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu,
güvenilirliğini, namusluluğunu bildiğimiz bir peygamber gönderdi.
O bizi Yüce Allah’ın birliğini tanımaya ve O’na ibadet etmeye
çağırdı. Ağaç ve taştan yaptığımız putlara tapmaktan,
Allah’a ortak koşmaktan uzaklaştırdı. Bize doğru söylemeyi,
emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel
geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı emretti. Fuhuştan,
yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadına iftira etmekten men
etti. O, bize, diğer insanlara kötülük yapmaktan çekinmeyi,
sadece Allah’a ibadet etmeyi, sadaka vermeyi ve her çeşit iyi ve
güzel ameller işlemeyi öğretti. Bütün bunlar, bize hoş ve
cazip geldi ve biz bunları yapmaya başladık. Fakat bunun hemen
arkasından kendi insanlarımızdan, vatanımızı terk etmeye ve
senin ülkene sığınmaya bizi mecbur eden işkenceler gördük.
Biz, seçebileceğimiz bütün krallar arasından sizi tercih etmiş
bulunuyoruz; zira sizin yanında bize kimsenin zulmedemeyeceğini
ümit ediyoruz”. [21]
Habeş kralı bu veciz konuşmayı dinledikten sonra Hz.
Peygamber’in (sav) getirdiklerinden kendisine bir örnek
sunulmasını istedi. Bunun üzerine Cafer, kendisine Meryem
sûresinin ilk âyetlerini okudu:
“Kâf Hâ Yâ Ayn Sâd. Bu,
Rabbinin, Zekeriya kuluna olan merhametinin anılmasıdır. Hani o
Rabbine gizli bir sesle yalvarmıştı. O şöyle demişti: “Rabbim!
Şüphesiz kemiklerim gevşedi. Saçım sakalım ağardı. Sana
yaptığım dualarda (cevapsız bırakılarak) hiç mahrum olmadım.”
“Gerçek şu ki ben, benden sonra gelecek akrabalarım(ın isyankâr
olmaların)dan korkuyorum. Eşim ise kısırdır. Bana kendi
tarafından; bana ve Ya’kub hanedanına varis olacak bir çocuk
bağışla ve onu hoşnutluğuna ulaşmış bir kimse kıl!” (Allah
şöyle dedi:) “Ey Zekeriyya! Haberin olsun ki biz sana Yahya adlı
bir oğul müjdeliyoruz. Daha önce onun adını kimseye vermedik.”
Zekeriyya, “Rabbim!” “Hanımım kısır ve ben de ihtiyarlığın
son noktasına ulaşmış iken, benim nasıl çocuğum olur?” Vahiy
meleği) dedi ki: “Evet, öyle. (Ancak) Rabbin diyor ki: “Bu bana
göre kolaydır. Nitekim daha önce, hiçbir şey değil iken seni de
yarattım.” Zekeriyya, “Rabbim, öyleyse bana (çocuğumun
olacağına)bir işaret ver”, dedi. Allah da, “Senin işaretin,
sapasağlam olduğun halde insanlarla (üç gün) üç gece
konuşamamandır” dedi. Derken Zekeriya ibadet yerinden halkının
karşısına çıktı. (Konuşmak istedi, konuşamadı) ve onlara
“Sabah akşam Allah’ı tespih edin” diye işaret etti. Yahya
dünyaya gelip büyüyünce onu peygamber yaptık ve kendisine) “Ey
Yahya kitaba sımsıkı sarıl” dedik. Biz ona daha çocuk iken
hikmet ve katımızdan kalp yumuşaklığı ve ruh temizliği
vermiştik. O, Allah’tan sakınan, anne babasına iyi davranan bir
kimse idi. İsyancı bir zorba değildi. Doğduğu gün, öleceği
gün ve diriltileceği gün ona selam olsun! (Ey Muhammed!) Kitapta
(Kur’ân’da) Meryem’i de an. Hani ailesinden ayrılarak doğu
tarafında bir yere çekilmiş ve (kendini onlardan uzak tutmak için)
onlarla arasında bir perde germişti. Biz, ona Cebrail’i
göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü.
Meryem, “Senden, Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan
çekinen biri isen (bana kötülük etme)” dedi. Cebrail, “Ben
ancak Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir çocuk bağışlamak
için gönderildim” dedi. Meryem, “Bana hiçbir insan dokunmadığı
ve iffetsiz bir kadın olmadığım halde, benim nasıl çocuğum
olabilir?” dedi. Cebrail“Evet, öyle. Rabbin diyor ki: O benim
için çok kolaydır. Onu insanlara bir mucize, katımızdan bir
rahmet kılmak için böyle takdir ettik. Bu zaten (ezelde) hükme
bağlanmış bir iştir” dedi. Böylece Meryem çocuğa gebe kaldı
ve onunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma
ağacına yöneltti. “Keşke bundan önce ölseydim de unutulup
gitmiş olsaydım!” dedi. Bunun üzerine (Cebrail) ağacın
altından ona şöyle seslendi: “Üzülme, Rabbin senin alt
tarafında bir dere akıttı.” “Hurma ağacını kendine doğru
silkele ki sana taze hurma dökülsün.” “Ye, iç, gözün aydın
olsun. İnsanlardan birini görecek olursan, “Şüphesiz ben
Rahmân’a susmayı adadım. Bugün hiçbir insan ile
konuşmayacağım” de Kucağında çocuğu ile halkının yanına
geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey
yaptın!” “Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir
kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.” Bunun üzerine
(Meryem, çocukla konuşun diye) ona işaret etti. “Beşikteki bir
bebekle nasıl konuşuruz?” dediler. Bebek şöyle konuştu:
“Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. Bana kitabı (İncil’i)
verdi ve beni bir peygamber yaptı.” “Nerede olursam olayım beni
kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve
zekâtı emretti.” “Beni anama saygılı kıldı. Beni azgın bir
zorba kılmadı.” “Doğduğum gün, öleceğim gün ve
diriltileceğim gün bana selâm (esenlik verilmiştir).” Hakkında
şüpheye düştükleri hak söze göre Meryem oğlu Îsâ işte
budur. Allah’ın çocuk edinmesi düşünülemez. O bundan yücedir,
uzaktır. Bir işe hükmettiği zaman ona sadece “ol!” der ve o
da oluverir. Şüphesiz, Allah, benim de Rabbim, sizin de
Rabbinizdir. Öyleyse (yalnız) O’na kulluk edin. Bu, dosdoğru bir
yoldur. (Fakat hıristiyan) gruplar, aralarında ayrılığa
düştüler. Büyük bir günü görüp yaşayacakları için vay
kâfirlerin haline! Bize gelecekleri gün (gerçekleri) ne iyi işitip
ne iyi görecekler! Ama zalimler bugün apaçık bir sapıklık
içindedirler. Onları, gaflet içinde bulunup iman etmezlerken işin
bitirileceği o pişmanlık günüyle uyar. Şüphesiz yeryüzüne ve
onun üzerindekilere biz varis olacağız, biz! Ancak bize
döndürülecekler.” [22].
Kral ve adamları Cafer’in okuduğu âyetlerden son derece
etkilenerek ağlamaya başladılar. Necâşî bunun ardından,
duyduklarının Hz. Îsâ’ya gelenlerle aynı kaynaktan olduğunu
ifade ederek Müslümanlara ülkesinde huzur içinde istedikleri
kadar kalabileceklerini açıkladı. Neticede Müslümanları geri
alabilme ümidiyle Habeşistan’a gelen Mekke elçileri elleri
boş döndüler .
[23]
Habeş muhacirleri ülke kralının kendilerine göstermiş olduğu
kadirşinaslığı hiçbir zaman unutmamışlardır. Nitekim bu
dönemde çıkan iş savaş sebebiyle iktisadî sıkıntıya düşen
kral Ashama’ya kendi imkanları nispetinde yardımcı olmaya
çalışmışlardır. Tarihçilerin çoğu, Habeşistan hanedan
mücadelesinde savaşma çağına gelmiş Müslümanların Necâşî’nin
safında yer alıp ona destek olduklarını kaydederler. Nitekim
onlar arasında yer alan Hz. Zübeyr ülkede meydana gelen iç savaşa
fiilen katılmış, bunun sonucunda Necaşî kendisine çok değerli
bir mızrak hediye etmiştir. Zübeyr’in dönüşünde bu mızrağı
Râsulullah’a (sav) armağan ettiği,onun da bu silahı bütün
hayatı boyunca resmi törenlerde kullandığı rivayet edilir.
[24]
Habeşistan’a gerçekleşen ikinci hicretin hemen akabinde Mekke‘de
kalan az sayıdaki Müslümanı bir nebze de olsa ferahlatan iki
gelişme meydana geldi ki, bu da Hz. Peygamber’in amcası Hz. Hamza
ile Hz. Ömer’in İslâm’a girişleridir. Gerçekten de Miladi
615 yılında Ebû Cehîl‘in Rasûlüllah’a (sav) hakaret
etmesinden rahatsız olan Hz. Hamza’nın Müslüman olması, hem
Hz. Muhammed (sav) için büyük bir sevinç ve moral kaynağı, hem
de Müslümanlar adına güçlü bir destek olmuştu. Hamza
zamanının büyük bir kısmını kuşları ve her türlü hayvanı
avlamak için çöllerde, tepelerde geçirirdi. Gelişmelerden manevî
meselelerin onu pek ilgilendirmediği anlaşılmaktadır. Bir gün,
her zamanki gibi av dönüşü şehre girmiş ve adeti olduğu üzere
evine gitmeden önce Ka’be’yi tavafa niyetlenmişti. O sırada av
silahları da elindeydi. Mekke’deki cariyelerden biri yanına
gelip, gündüz vakti Ebû Cehil’in, yeğeni Hz. Muhammed’e (sav)
hakarette bulunduğunu haber verdi. Hamza duydukları sebebiyle son
derece öfkelenerek hemen Kabe’de bulunan Ebû Cehîl’in yanına
koşup, ona demir yayı ile vurarak başını yardı. Ardından da
“Sen Muhammed’in akrabaları tarafından terk edildiğini mi
sanıyorsun? İyi dinle: Ben de onun dinini kabul ettim. Şimdi ister
sen, isterse buna cesareti olan kim varsa çıksın karşıma”
demek suretiyle Müslümanlığını ilan etti.
[25]
Rivayete göre Hz. Muhammed’i (sav) öldürmek niyetiyle harekete
geçen Ömer, yolda kız kardeşi Fâtıma ile eniştesi Sa’îd
b. Zeyd’in de Müslüman olduklarını haber alınca derhal onların
evine gitmiş ve kendilerine şiddetle muamelede bulunmuştur. Daha
sonra yaptığından büyük pişmanlık duyarak özür dilemiş
ardından da okudukları şeyi kendisine de açıklamalarını
istemiştir. Bu esnada dinlediği Kur’ân âyetlerinden son derece
etkilenen Hz. Ömer, daha sonra Rasûlüllah’ın (sav) huzuruna
giderek Müslümanlığını ilân etmiştir. Onun İslâm’a girişi
Mekke’de kalan Müslümanlara cesaret vermiş, onlar artık Kâbe’de
toplu olarak namaz kılmaya başlamışlardır.
[26]
Hz. Ömer’in Müslüman olmasıyla ilgili olarak gelen ikinci
rivayete göre, bir gün Hz. Ömer, Kâbe’ye geldiğinde örtünün
arkasında saklanarak Allah Rasûlü’nü (sav) izlemiş, onun
okuduğu Hakkâ sûresinde geçen ve Kureyşlilerin Kur’ân için
söyledikleri “şairlerin, kâhinlerin veya Muhammed’in
uydurmasıdır” şeklindeki sözlerine cevap veren âyetlerini
duyunca Müslüman olmaya karar vermiş, ardından evine kadar onu
takip ederek İslâm’a girdiğini beyan etmiştir.
[27]
Kaynaklara göre Hz. Ömer Müslüman olduğunu bizzat evine giderek
Ebû Cehil’e bildirmiş, ertesi günü de Cemîl b. Ma’mer’de
de bu haberin bütün Kureyş’e duyurulmasını istemiştir.
[28]
Habeşistan’da kalan Muhâcirlerden bir kısmı Hz. Hamza’nın,
ardından Hz. Ömer’in de Müslüman olmasıyla Mekke‘deki din
kardeşlerinin feraha kavuştuklarını düşünmeye başladılar.
Onlardan bazıları da gerek Habeşistan’a alışamadığından
gerekse yurtlarında duydukları özlemden dolayı Mekke’ye geri
döndüler.
[29]
Bununla birlikte onlar yeniden hicretin zorluğunu da göze
alamayarak müşriklerden aldıkları himayelerle Mekke’de yaşamaya
devam etmişlerdir. Habeşistan’da kalanların bir bölümü
Medine‘ye hicretin öncesinde Müslümanlara uygulanan sosyal
boykotun ardından Arap Yarımadası’na geri dönerken
[30],
geri kalanları ise ancak Hicretin yedinci (M.628) yılında
gerçekleşen Hayber fethinden sonra Hz. Peygamber’in (sav)
Amr b. Ümeyye ed-Damrî vasıtasıyla Necâşî nezdindeki
girişimleriyle Medine’ye getirilmişlerdir. Nitekim Rasûlüllah
(sav) onları görünce
“Hayber’in fethinin mi, yoksa
kardeşim Cafer’in gelmesinin mi daha sevindirici olduğunu
bilemiyorum” diyerek memnuniyetini beyan etmiştir.
[31]
Habeş Muhacirleri ülkede kaldıkları süre içinde varlıklarını
sürdürmüşler ve dinlerini muhafaza etmeyi başarmışlardır.
Ancak onlardan ikisi Müslümanlıktan çıkarak bulundukları ülke
insanlarının dini olan Hıristiyanlığa geçmişlerdir. Bunlar
Ubeydullah b. Cahş ile Sekrân’dır. Bu din değiştirme olayının
ayrıntıları arasında, Ubeydullah’ın alkolik biri olduğu ve
sarhoş bir halde iken suya düşüp boğulduğu dışında pek bir
şey bilinmemektedir. Bununla birlikte din değiştiren her iki
şahsın hanımları onların yolundan gitmeyi reddetmişlerdir. Öyle
ki Sekrân’ın karısı Sevde kocasından ayrılarak bir süre
sonra Mekke’ye dönmüştür.
[32]
Onun bu tutum ve davranışından çok memnun kalan Allah Rasûlü
(sav) kendisiyle evlenerek onu onurlandırdı. Bu olay hicretten önce
gerçekleşmiştir.
[33]
Ubeydullah’ın eşi, aynı zamanda da Mekke müşriklerinin reisi
Ebû Süfyan’ın kızı olan Ümmü Habîbe’ye gelince,
muhtemelen onun kocası da birkaç yıl sonra din değiştirmiştir.
Zira olayı haber alan Rasûlüllah (sav) Necâşî’ye mektup
yazarak onunla nikâhını gıyaben kıymasını ve onu Medine’ye
göndermesini istemiştir. Bu olay ise Hicretin altıncı yılına
(M.628) tesadüf eder .
[34]
Habeşistan’a yapılan hicret öncelikli olarak Mekke’de can
güvenliği endişesi duyan bazı Müslümanların hayatlarını
koruma amacıyla gerçekleştirdiği geçici bir çözümdü.
Dolayısıyla Habeşistan’a gidenlerin uzun vadeli olarak burayı
yurt edinme gibi öncelikli bir hedefleri bulunmuyordu. Nitekim
onlardan bir kısmı gitmelerinden kısa süre sonra dönmüş, geri
kalanlar da şartlar uygun hale geldiğinde Arabistan’a geri
gelmişlerdir. Bu sebeple Habeşistan göçü uzun vadeli ve palanlı
stratejik değil, kısa vadeli ve geçici nitelikteki taktik bir
hicret faaliyeti olarak değerlendirilmelidir.
-
MEDİNE’YE HİCRET
Hz. Peygamber (sav) 12 yıl boyunca tüm gayretlerine rağmen
Mekke’de Müslümanları hakim duruma getirememişti. Üstelik
müşrikler her türlü baskı ve şiddet uygulamak sûretiyle ilk
Müslümanlar için Mekke’yi yaşanmaz hale getirmişler, bunun
sonucunda Müslümanların önemli bir kısmı yurtlarını terk
ederek Habeşistan’a sığınmak zorunda kalmışlardı. Rasûlüllah
(sav) ise yanında kalan az sayıdaki Müslümanla birlikte Mekke
müşriklerinin işkencelerine katlanmaya devam etmiş, bu süreçte,
hem Müslümanlar için kalıcı bir göç yurdu tespit etmek, hem de
daveti adına siyasî destekçiler kazanmak ümidiyle Mekke’ye
gelen yabancı kabile mensuplarıyla görüşmüştür. Allah Rasûlü
(sav) bununla da iktifâ etmeyip destek talebi için bizzat Taif’e
gitmiş, ancak onlardan beklediğini ilgiyi bulamamıştır. Rasûl-i
Ekrem (sav), sonuçsuz kalan tüm bu girişimlerine rağmen yılmadan
Mekke’ye gelen yabancı kabile mensuplarını İslâm’a çağırmaya
devam etti. Onun davetine en ciddî cevap Medine’den geldi.
Taraflar arasında yapılan görüşmeler sonucunda şehrin Arap
sakinleri olan Evs ve Hazrecliler, Hz.Peygamber’i (sav) her şartta
destekleyeceklerini açıkladılar. Bunun sonucunda Medine,
Müslümanlar için hedef merkez olarak belirlenmiş oldu. Bundan
sonra atılacak ilk adım, Medine’deki hareketi daha da kuvvetli
hale getirmek için Mekke’de kalan zulüm ve baskı altındaki
Müslümanları Medine’ye ulaştırmak, bu sayede Arap
yarımadasının iki büyük merkezi olan Mekke ve Medine’nin
Müslüman Araplarını birleştirmekti. Hz. Peygamber (sav) bunu
sağlamak maksadıyla Kureyşli Müslümanları yeni merkez seçilen
Medine’ye hicrete teşvik etti. O kadar ki, hapsedilenler ve
engellenenler ile Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali dışında ilk
Müslümanların tamamı Hz. Peygamber’den (sav) önce Medine’ye
hicret etmişlerdi.
[35]
Muhâcirler, göçleri sebebiyle bir taraftan Kureyş müşriklerinin
baskılarından kurtulup hürriyetlerine kavuşurlarken, diğer
taraftan da Medine’de kurulması düşünülen Müslüman
birliğinin Kureyş kanadını oluşturmuşlardır. Mekke ve Medine
Müslümanlarından teşekkül eden bu siyasî birlik, daha sonra
Ensâr-Muhâcir kardeşliği şeklinde dinî bir dayanışma ve
bütünleşmeye dönüşecek, İslâm ümmetinin ilk çekirdeğini
oluşturacaktır. Diğer taraftan Müslümanların gruplar halinde
Yesrib’e göç ettiklerine şahit olan Mekke müşrikleri, Hz.
Muhammed’in (sav) de yakında oraya giderek kendilerine karşı
güç oluşturacağından endişe duymaya başladılar. Bu meselenin
hal çaresini bulmak için toplandıkları Dârünnedve’de
yaptıkları görüşmeler sonucunda Rasûlüllah’ı (sav)
öldürmeye karar verdiler. Yapılan plana göre Kureyş’in her
kabilesinden bir kişinin katılacağı suikast ekibi oluşturulacak,
onlar da hep birlikte Allah Rasûlü’ne (sav) saldırarak onu
öldüreceklerdi. Planları gerçekleşirse Hâşimoğulları bütün
kabilelere karşı kan davasına girişemeyeceği için diyete razı
olmaktan başka bir çare de bulamayacak, böylece Kureyş’in bu
önemli meselesi de çözülmüş olacaktı. Kur’ân-ı Kerim’de
müşriklerin bu teşebbüsü şu şekilde dile getirilir:
“Bir
zaman o kâfirler seni ya bağlayıp hapsetmeleri, ya öldürmeleri,
ya da Mekke’den çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı.
Onlar sana tuzak kurarlarken, Allah da onlara karşılık veriyordu.
Allah tuzak Kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır”.
[36]
Müşriklerin suikast kararından vahiy yoluyla haberdar olan Allah
Rasûlü (sav), Hz. Ebû Bekir ile daha önceden
kararlaştırdıkları hicret planını uygulamaya koydu. Bunun için
derhal onun evine giderek hareket vaktinin geldiğini bildirdi. Hz.
Ebû Bekir yolculuk için hazırladığı develeri daha önce
anlaştıkları Abdullah b. Uraykıt isimli kılavuza teslim ettikten
sonra onunla üç gün sonra Serv mağarasının önünde buluşmak
üzere sözleşti.
[37]
Hicret haberini yol arkadaşına ileten Hz. Peygamber (sav) tekrar
evine dönerek yeğeni Hz. Ali’yi çağırıp elinde bulunan
emanetleri sahiplerine iade edilmek üzere kendisine teslim etti.
Bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra gece yarısında
kendisini öldürmek için bekleyen müşriklerin arasından geçerek
evinden ayrılıp Hz. Ebû Bekir ile birlikte Sevr mağarasına doğru
hareket etti.
[38]
Hz. Peygamber’i (sav) bekleyen suikastçılar onun dışarı
çıkmadığını fark edince hemen eve girip kendisi aradılar,
ancak onun yatağında Hz. Ali’yi buldular. Ondan istedikleri
bilgiye alamayınca bu defa Hz. Ebû Bekir’in evine gittiler, fakat
oradan da elleri boş döndüler.
[39]
Bunun üzerine aradıkları kişilerin nereye gideceklerini tahmin
ederek Mekke’yi Medine’ye bağlayan yol boyunca araştırmaya
koyuldular. Halbuki, Hz. Peygamber (sav) ile Hz. Ebû Bekir Mekke’yi
terk ettikten sonra onların tahmin ettikleri yöne gitmemişler,
Medine yolunun ters istikametinde bulunan Sevr mağarasına
gizlenmişlerdi.
[40]
Mekkeliler onları aradıkları istikamette bulamayınca şehrin
diğer çıkışlarını da kontrol etmeye başladılar. Nihayet
Sevr’in ağzına kadar geldiler fakat onları fark edemediler.
[41]
Kur’ân’da bu hadiseye şöyle değinilir:
“Muhammed’e
yardım etmezseniz, bilin ki, inkar edenler onu Mekke’den
çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah
ona yardım etmiştir. Arkadaşına ‘üzülme Allah bizimle
beraberdir’ diyordu. Allah da ona güven vermiş, görmediğiniz
askerlerle onu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü
alçaltmıştır”.
[42]
Medine yolcuları şehir sakinleşinceye kadar Sevr’de kaldılar.
Bu esnada Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ onlara erzak getiriyor,
oğlu Abdullah da gündüz Mekke’de olup bitenler hakkında
kendilerine bilgi ulaştırıyordu.
[43]
Diğer taraftan Hz.Ebû Bekir’in azatlısı Âmir b. Füheyre ise
koyunlarını mağara etrafında otlatmak sûretiyle de bir taraftan
oraya gelip gidenlerin ayak izlerinin silinmesini sağlıyor, diğer
taraftan da hayvanlardan elde ettiği sütü onlara ikram
ediyordu.
[44]
Sevr’deki bekleyişlerinin üçüncü gününde Hz. Ebû Bekir’in
daha önce kendilerine kılavuzluk yapması konusunda anlaştığı
Abdullah b. Uraykıd yanında yolculuk için hazır beklettiği
develerle birlikte oraya ulaştı. Son hazırlıklar da tamamladıktan
sonra Allah Rasûlü (sav) Hz. Ebû Bekir ile birlikte yanlarına
Âmir b. Füheyre’yi de alıp Mekke-Medine yolunun bilinen
güzergahından farklı bir rota takip ederek Yesrib’e doğru
harekete geçtiler. (1 Rebîülevvel / 13 Eylül 622).
[45]
Hz. Peygamber (sav) Mekkelilerin takibinden kurtulmuştu. Ancak onlar
Mekke-Medine arasında bulunan kabilelere haber göndererek hicret
yolcularının bulunması durumunda 100 deve ödül vereceklerini
ilân ettiler. Bu amaçla harekete geçen ödül avcılarından
Sürâka isimli bir savaşçı onları buldu. Ancak gerçekleştirdiği
üç saldırıda da atının ayakları kuma saplandı. İçine
düştüğü durumun fevkalâdeliğini anlayınca, Hz. Peygamber’den
(sav) özür dileyerek yanlarından uzaklaştı. Sürâka dönüş
yolunda da onları aramaya çıkan başka savaşçıları yanlış
yönlendirerek onların kafileye ulaşmalarına engel olmuştur.
[46]
Hz. Peygamber (sav) ile beraberindekiler, sekiz günlük bir
yolculuktan sonra Yesrib’e bir saatlik mesafede bulunan
Kubâ’ya ulaştılar.
[47]
Rasûl-i Ekrem (sav), Mekke’den gelecek Hz. Ali’yi ve diğer
muhâcirleri beklemek üzere birkaç gün kaldığı köyde bir
mescid inşa ettirdi.
[48]
Kur’ân’da bu mescidden şöyle bahsedilir:
“Muhakkak ki bu
mescid yapılırken takva ve tevhid temeli üzerine kurulmuş ve
böyle devam edegelmiştir. Habibim burada senin namaz kılman çok
doğru ve hayırlıdır. Burada temizliği seven Allah’tan korkan
bir cemaat vardır. Allah da çok temiz ve faziletli olanları
sever”.
[49]
Allah Rasûlü (sav) Kubâ’daki görevini tamamladıktan sonra
yanındakilerle birlikte 12 Rabîülevvel 1 (24 Eylül 622) Cuma günü
Yesrib’e doğru hareket etti. Yol üzerinde bulunan Rânûnâ
vadisinde ilk cuma hutbesini okudu ve cuma namazı kıldırdı.
[50]
Hz.Peygamber (sav), Kubâ’dan hareket etmeden önce Medine’de
bulunan Neccâroğulları kabilesine mensup dayılarına haber
göndermiş, kendisini karşılamasını istemişti. Bunun üzerine
onlar da kılıçlarını kuşanarak şehrin dışında onu
karşıladılar.
[51]
Hz. Peygamber (sav) Yesrib’e ulaşınca şehir halkı
tarafından büyük bir sevinç ve coşkuyla karşılandı.
Müslümanlardan her biri Allah’ın elçisini kendi evinde misafir
etmek istiyordu. Allah Rasûlü (sav) ise onlardan hiçbirini
kırmamak için, devesinin çöktüğü en yakın evde
konaklayacağını bildirdi. Deve Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine
yakın bir yerde durunca Rasûlüllah’ın (sav) ev sahibinin kim
olduğu ortaya çıktı.
[52]
Kısa süre sonra Hz. Peygamber (sav) ve Hz. Ebû Bekir’in Mekke’de
kalan aileleri de şehre ulaşınca hicret tamamlanmış oldu.
[53]
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Mekke’den Medine’ye yapılan
hicreti Müslümanlar için bir kaçış ve sığınma olarak
görmemek gerekir. Esasında buraya göç, Müslümanların için
nihaî hedef değil, daha uzak hedefler için bir başlangıçtır.
Bu anlamıyla Medine’ye gerçekleştirilen hicret, daha önce
yapılan Habeşistan hicretinden hem sebepleri, hem gerçekleşme
şekli, hem de sonuçları itibariyle tamamen farklıdır. Her şeyden
önce Habeşistan göçü, Mekke’de can güvenliği endişesi duyan
bazı Müslümanların hayatlarını koruma amacıyla
gerçekleştirdiği geçici bir çözümdü. Gidenlerin orayı yurt
edinme gibi bir hedefleri de bulunmuyordu. Nitekim bir kısmı
gitmelerinden kısa süre sonra dönmüş, geri kalanlar da şartlar
uygun hale geldiğinde Yarımada’ya geri gelmişlerdir. Habeş
muhâcirlerinin gittikleri ülkede dinlerini yayma misyonları da
yoktu. Onlar Habeşlileri Müslüman yapmak bir tarafa, kendi
aralarından Ubeydullah b. Cahş’ın Hıristiyanlığa geçtiğine
şahit olmuşlardır. Bütün bunlara karşılık, Medine’ye göçte
Müslümanlar için can güvenliği ve sığınma ihtiyacı talî
derecede bir etkiye sahiptir. Buraya hicretteki esas gaye,
Müslümanlar için huzur ve güven ortamını tesis etmek, davete
daha uygun yeni bir merkez sağlamaktır. Daha açıkçası Medine,
yeni bir millet (ümmet) ve yeni bir devletin kuruluş merkezi olarak
seçilmiştir. Bu nedenledir ki Allah Rasûlü (sav) Akabe’deki ilk
görüşmeden itibaren yaklaşık üç yıllık süren dinî ve
siyasî nitelikli hazırlık dönemini tamamladıktan, özellikle de
Medineliler ile II. Akabe biatını akdettikten sonra hicret sürecini
başlatmış, en sonunda kendisi de Medine’ye gelmiştir. Medine’ye
hicretle birlikte İslâmî davet Mekke’de kazandığı dinî
boyutun yanına siyasî boyutu da ilave etmiştir. Bundan sonra
İslâm, mağdurların, mazlumların, muhalif kabul edilenlerin
değil, hakim olanların ve yönetenlerin dini olacak, tebliğ artık
devlet destekli olarak gerçekleştirilecektir. Bu durumda Allah
Rasûlü’nün (sav), peygamberliğinden sonra siyasî niteliği de
ortaya çıkacak ve o Medine şehir devletinin başkanı konumuna
gelecektir. İşte bütün bunlar sebebiyle, gerek Hz. Peygamber’in
(sav), gerekse diğer Müslümanların Medine’ye hicretini,
Mekke’den bir kaçış, Medine’ye sığınma değil, daha
koordineli dinî ve siyasî projenin başlangıcı, Mekke’ye daha
şerefli dönüşün bir adımı olarak görmek daha doğru olur.
Hicret, Kureyşli Müslümanlar için baskıdan kurtulmayı,
bağımsızlığı ve müşriklere karşı güvenli bir hayatı temin
etmiş, Hz. Peygamber’e (sav) de muâzzam bir tebliğ imkanı
sağlamıştır. Mekke’de 13 yıldır gerçekleştirilemeyen ümmet
bütünlüğü burada kurulabilmiş, bütün inananlar bir araya
gelebilmişlerdir. Ayrıca Müslümanlar burada din düşmanlarıyla
mücadele için uygun zemin ve şartlara kavuşmuşlar, yeni
yurtlarında siyasal, kültürel ve ekonomik anlamda tam
bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Diğer taraftan hicret,
Medineli Araplar açısından da büyük bir kazanım olmuştur. Her
şeyden önce onlar, uzun yıllar süren ve iki kabileyi de yok
olmanın eşiğine getiren Evs-Hazrec çatışmasından kurtularak
birlik oluşturmuşlar; bu sayede Yahudîler karşısındaki
konumlarını güçlü hale getirmişlerdir. Onların Medine’de
teşkil ettikleri birliğe hicret neticesinde Kureyşli muhâcirler
de eklenince, Müslümanlar şehirde Yahudîlere karşı büyük bir
üstünlük elde etmişler, şehrin hakim unsuru haline gelmişlerdir.
Medeniyetlerin kurulmasında hicretin büyük etkisinin olduğuna
tarih şahitlik eder. Gerçekten de dünyada meydana gelen büyük
değişimlerin hicretle, yani zorunlu nedenlerle gerçekleşen göç
hareketleriyle yakın ilişkisi bulunmaktadır. Dolayısıyla büyük
medeniyetlerin doğuşu, büyük göç hareketleriyle ve göçmenler
eliyle gerçekleştirilmiştir. Böyle olduğu içindir ki, ilkel
(bedevî) bir topluluğun, yaşadığı yurdu bırakıp başka bir
yere göç etmeden medenileşebildiğine dair tarihte örnek bulmak
zordur, olsa da istisnaî mahiyettedir.
[54]
Buradan hareketle bilhassa Hz. Peygamber’in (sav) ve Müslümanların
Mekke’den Medine’ye hicretini, yeni bir medeniyetin kuruluşunun
ilk adımları olarak kabul etmek mümkündür.
[1]
Demircan, Adnan,
Nebevi Direniş Hicret,
İstanbul 2000, s. 13.
[2]
Âl-i İmrân, 3/195.
[3]
Buhârî,
Bedu’l-vahy 1; İbn Hişâm,
es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim
el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts. I, 252-254,
257.
[4]
İbn İshâk,
Sîretü İbn İshâk, (thk.
Muhammed Hamidullah), Konya, 1981, s. 154.
[5]
Taberî,
Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk,
(thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts.
(Dâru’s-Süveydân), II, 252.
[6]
İbn Sa‘d,
et-Tabakâtü’l-kübrâ,
I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I, 87; Belâzürî,
Ensâbü’l-eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem,
1963, I, 73.
[7]
Fîl, 105/1-5. Bu konuda bk. İbn Hişâm,
es-Sîre,I, 36-59; Belâzürî,
Ensâb, I, 67-68;
Taberî,
Tarih, II, 139. Ayrıca bk. Cevad Ali,
el-Mufassa
fî tarihi’l-Arab kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993, III,
480-520.
[8]
İbn Hişâm,
es-Sîre, I, 32-58, 64-70,
71-73. Taberî,
Tarih, II, 147-148. Ayrıca bk. Çağatay,
Neşet,
İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, Ankara
1957, s. 7-22; Fayda, Mustafa,
İslâmiyetin Güney Arabistan’a
Yayılışı, Ankara 1982, s. 7-23.
[9]
bk. İbn İshak,
Sîre, s. 149-150; Belâzürî,
Ensâb,
I, 233.
[10]
İbn İshâk,
Sîre, 149-150; Belâzürî,
Ensâb,
I, 233.
[11]
Hamidullah, Muhammed,
İslâm Peygamberi, (çev.
Salih Tuğ), I-II, İstanbul 1990-1991, I, 294-295.
[12]
İbn İshâk,
Sîre, s. 206; İbn Hişâm,
es-Sîre, I, 344-365; İbn Sa’d,
et-Tabakât, I,
203-204.
[13]
İbn İshâk,
Sîre, s. 154-157; İbn Hişâm,
es-Sîre, I, 344-365; İbn Sa’d,
et-Tabakât, I,
203-204.
[14]
İbn Sa’d,
et-Tabakât, I, 204.
[15]
Süheylî,
Ravdu’l-Unuf, (thk. Abdurrahman
el-Vekîl, I-VII, Kahire 1967-1970, III, 223-224.
[16]
İbn Sa’d,
et-Tabakât, VIII, 97-98.
[17]
İbn İshâk,
Sîre, s. 208; İbn Sa’d,
et-Tabakât, I, 204.
[18]
Habeşistan’da doğan çocuklar ile ilgili
değerlendirmeler için bk. Öztürk, Levent,
Etiopya’da
İslamiyet, İstanbul 2001, s. 80-81.
[19]
İbn Sa’d,
et-Tabakât, III, 89.
[20]
İbn İshâk,
Sîre, s. 194; İbn Hişâm,
es-Sîre, I, 358-359.
[21]
İbn Hişâm,
es-Sîre, I, 359-360.
[22]
Meryem, 19/1-40.
[23]
İbn Hişâm,
es-Sîre, I, 361-362.
[24]
Belâzürî,
Ensâb , I, 188.
[25]
İbn İshak,
Sîre, s. 151-153; İbn Hişam,
es-Sîre, I, 311-312.
[26]
İbn İshâk,
Sîre,s. 160-165; İbn Hişâm,
es-Sîre, I, 366-375.
[27]
Ahmed b. Hanbel,
Müsned, I, 17.
[28]
Buhârî,
Fedâilu Ashâb, 3, 6.
[29]
Buhârî,
Tefsîru’l-Kur’ân 53; İbn
İshâk,
Sîre, s. 158; İbn Hişâm,
es-Sîre, II,
3-9; Belâzürî,
Ensâb, I, 227.
[30]
Bu konuda bilgi ve değerlendirmeler için bk. Öztürk,
Levent,
Etiopya’da İslamiyet, s. 113-117.
[31]
Buhârî,
Farzu’l-Hums 15,
Menâkıbu’l-Ensâr
37
; İbn Hişâm,
es-Sîre, IV,3; İbn Sa’d,
et-Tabakât, II, 108.
[32]
İbn Hişâm,
es-Sîre, I, 345-355; İbn Sa’d,
et-Tabakât, VIII, 52. Sekrân’ın Habeşistan’da değil
Mekke’de öldüğü de rivayet edilmektedir. (bk. İbn Sa’d,
et-Tabakât, VIII, 52).
[33]
İbn Sa’d,
et-Tabakât, VIII, 53.
[34]
Buhârî,
Farzu’l-Hums 15,
Menâkıbu’l-Ensâr
37.
[35]
İbn Hişâm,
es-Sîre, II, 111-120; İbn Sa‘d,
et-Tabakât, I, 227-228.
[36]
Enfâl, 8/ 30
[37]
Buhârî,
Menâkıbu’l-Ensâr 45.
[38]
İbn Hişâm,
es-Sîre, II, 124-126; İbn Sa‘d,
et-Tabakât, I, 228.
[39]
İbn Hişâm,
es-Sîre, II, 131-132.
[40]
Buhârî,
Menâkıbu’l-Ensâr 45.
[41]
Belâzürî,
Ensâb, I, 260-261.
[42]
Tevbe, 9/40.
[43]
Buhârî,
Menâkıbu’l-Ensâr 45.
[44]
Belâzürî,
Ensâb, I, 194, 260.
[45]
İbn Hişâm,
es-Sîre, II, 130-133: İbn Sa‘d,
et-Tabakât, I, 228-229.
[46]
Buhârî,
Menâkıbu’l-Ensâr 45; İbn Hişâm,
es-Sîre, II, 134-135.
[47]
İbn Hişâm,
es-Sîre, II, 136-138; İbn Sa‘d,
et-Tabakât, I, 227-233.
[48]
İbn Hişâm,
es-Sîre, II, 139-140; Belâzürî,
Ensâb, I, 263-264.
[49]
Tevbe, 9/108.
[50]
İbn Hişâm,
es-Sîre, II, 138-139.
[51]
Buhârî,
Menâkıbu’l-Ensâr 46.
[52]
İbn Hişâm,
es-Sîre, II, 139-141; İbn Sa‘d,
et-Tabakât, I, 235-237.
[53]
Belâzürî,
Ensâb, I, 269-270.
[54]
Ali Şeriati,
İslâm Sosyolojisi Üzerine,
İstanbul 1980, s. 50-51. Hicret konusunda geniş bilgi için bk.
Demircan, Adnan,
Nevebî Direniş Hicret, İstanbul 2000.
0 yorum:
Yorum Gönder