Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber’e inmeye başlamasından yaklaşık yüz
yıl sonra yani M. 711 yılında Müslümanlar Kuzey Afrika üzerinden
İspanya’ya geçtiler. Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik döneminde
(705-715) Kuzey Afrika valisi Musa b. Nusayr’ın Tarif b. Malik
komutasında gönderdiği keşif birliği İspanya’da ciddi engellerle
karşılaşmadan ilerleme imkânı olduğunu tespit edince Müslümanlar Tarık
b. Ziyad komutasında, Vizigot hâkimiyetindeki İspanya topraklarına
geçerek fetih hareketini başlattılar. Üç yıl içerisinde İspanya’nın
fethi tamamlandı ve Müslümanlar Fransa sınırlarına dayandılar. İslâm
coğrafyasının parçası hâline gelen bu topraklar elli yıl boyunca
valilerle idare edildi. Doğuda Emevileri yıkan Abbasiler, yönetimi ele
geçirdi. Ardından da Emevi sülalesinden olanlar katledilmeye başlandı.
Emevî hanedanından olup da bu katliamdan kaçmayı başaran I. Abdurrahman,
bir müddet Kuzey Afrika’da saklandıktan sonra İspanya’ya geçti.
Yönetimi ele geçirip İspanya’da Abbasilerden bağımsız olarak M. 756
yılında Endülüs Emevî Devletini kurdu. Bir süre sonra Avrupa’nın en
gelişmiş ve güçlü devletlerinden biri hâline gelen Endülüs Emevîleri
1031 yılında parçalandı. Ardından İspanya’nın Müslüman şehirlerinde
küçük devletler (Mulûkü’t-Tavâif) kuruldu. Ne gariptir ki bu devletler
birbirleri aleyhinde Hıristiyanlarla zaman zaman ittifaklar
gerçekleştirerek kendi nüfuzlarını korumaya çalıştılar. Ardından Kuzey
Afrika’daki Murâbıtlar (1090-1147) ve onların devamı olan Muvahhidler
(1146-1248) Endülüs’e hâkim oldular ve Müslümanların birliğini yeniden
sağladılar. Nihayet Müslüman İspanya’nın son devleti Benî Ahmer, tarih
sahnesine çıktı (1231) ve ciddi problemlere rağmen 2 Ocak 1492’ye kadar
varlığını güney İspanya’da devam ettirdi. Bu tarihte Gırnata’nın
İspanyollara teslim edilmesiyle, İber Yarımadası’nda İslam devletleri
sona ermiş oldu. Akabinde Müslümanların varoluş mücadelesi başladıysa da
yüz yıl geçmeden din birliği idealini gerçekleştiren İspanya
topraklarında Müslüman varlığı silindi.
[1]
Kısa bir tarihçesini verdiğimiz Müslüman İspanya’nın yani Endülüs’ün
kademeli olarak devam eden sekiz yüz yıllık varlık mücadelesinde
Müslüman toplumlar için ciddi dersler yer almaktadır. Endülüs’ün fethini
gerçekleştiren ilk orduların içerisindeki farklı etnik unsurlar
birbirleriyle mücadelelerini içten içe devam ettirmişlerdir. Arapların
kendi aralarındaki çatışmalarına bir de Arap-Berberi
[2]
çekişmesi eklenince ileride doğacak olan büyük fitnelerin tohumları
filizlenme imkânı bulmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in hayatı boyunca
mücadele ettiği ırkçılık (asabiyet) Endülüs’ün baş belası olmuştur.
Müslümanlar, Peygamber öğretilerinden uzaklaşarak birbirlerini
Beledli-Suriyeli, Kayslı-Yemenli, Arap-Berberi diye yıpratmaya devam
ederken İspanya’nın kuzeyinde dağlık bir bölgede hayatta kalma
mücadelesi veren küçük bir grup toparlanmış, teşkilatlanmış yeni
krallıklar kurmaya başlamıştı. 750’lerde I. Alfonso’nun liderliğinde
tesis edilen Asturias Krallığı ile kurulan birlik, tarihî süreçte
çeşitli devletlerin teşekkülüne yol açmıştır. Navarra ve Kastilya
krallıkları bunlardan ikisidir. Hıristiyanların İspanya’nın kuzeyinde
kurdukları krallıklar zaman zaman birbirleriyle mücadele etseler de
“Reconquista” yani İspanya’yı yeniden Hıristiyanlaştırma idealleri için
ittifaklar gerçekleştirmişlerdir. Nihâî hedeflerine ise 1492’de
ulaşmışlardır. Müslümanlar ise daha fetih yıllarında başlayan ve
asabiyet belasının etkisiyle derinleşen çatışmanın pençesinde derin
darbelere maruz kalmışlardır. Ama buna rağmen Endülüs hem de uzun
dönemleri kapsayan medeniyet yolculuğuna devam etmiştir. Özellikle
dirayetli yöneticilerin maharetli idareleriyle yeniden toparlanarak göz
kamaştırmaya devam etmiştir. Endülüs toplumunu olumsuz etkileyen husus
sadece ırkçılıktan (asabiyet) ibaret değildi. Bunun yanı sıra “Allah
rızası için hareket etme” ekseninden uzaklaşılmış olması, dünyevileşme,
iktidar mücadeleleri ve saray darbeleri telafisi imkânsız gelişmelere
yol açmıştır. Endülüs’ün yetiştirdiği güçlü devlet adamlarından ve
tarihçilerinden biri XIV. yüzyılda yaşamış ve Benî Ahmer Devleti’nde
vezirlik yapmış olan Lisânüddîn İbnü’l-Hatîb (ö.776/1374) eserlerinde
Endülüs’te darbelerin çokluğundan bahsetmiş ve bunların sebeplerini
irdelemiştir.
[3]
Kendisinin de yıllarca idareciliğini yaptığı Benî Ahmer Devletinin
yaklaşık iki yüz elli yıllık tarihinde yirminin üzerinde saray darbesi
yaşanmıştır. Neredeyse ortalama her on yıla bir darbe düşmektedir. İber
Yarımadası’ndaki hâkimiyetlerini bir süre sonra kaybeden Müslümanlar
İspanya’nın güneyinde dar bir şeritte Gırnata, Malaga ve Meriyye
şehirlerini kapsayan topraklarda son devletlerini kurarak yaşamaya devam
ettiler. Bütün bu süreç iyi algılanırsa ve buradan bir yol haritası
çıkarılırsa benzer sorunların diğer İslâm coğrafyalarında yaşanması
engellenmiş olacaktır. Bu anlamda Anadolu’nun Endülüs’ten alacağı önemli
dersler bulunmaktadır. 1071’de başlayan Anadolu’daki varoluş mücadelesi
özellikle batı istikametinde Avrupa içlerine kadar devam eden yayılma
sonucunda toprak kayıpları yaşayarak Anadolu’da istikrar bulmuştur.
Endülüs’te yürütülen Reconquista, Anadolu’da Müslüman Türklerin
varlığından rahatsız olanların zihinlerindeki ideallerle benzerlik arz
etmektedir. Hıristiyan-Batı âleminin, Müslüman Türk toplumunu yok etmeyi
esas alan
[4]
bu büyük idealin yolu da “Müslüman Türkleri Avrupa’dan ve Anadolu’dan
çıkarmak!” ya da diğer bir deyişle “Anadolu’yu Türklerden kurtarmak!”
tan geçmektedir.”
[5]
Kurtuba’da 524 yıl, Gırnata’da 780 yıl ezan okundu. Kurtuba’daki
ezanlar 1236’da, Gırnata’nın ezanları da 1492’de sustu. Günümüz
İspanya’sında Endülüs’ün güzide şehirlerini Kurtuba (Cordoba), İşbiliye
(Sevilla), Tuleytula (Toledo) ve Gırnata (Granada)’yı gezerken namaz
kılmak için mescit aramak zorundasınız. “Sen işin yoksa namaz kılmak
için mescid ara... Kimi câmi’lerin artık kocaman bir opera; Kiminin
göğsüne haç, boynuna takmışlar çan, Kimi olmuş balo vermek için a’lâ
meydan! Vuruyor bando şu karşımda duran minberde; O, sizin secdeye baş
koyduğunuz, mermerde, Dişi, erkek, bir alay murdar ayak dans ediyor;
İşveler, kahkahalar kubbeyi gümbürdetiyor! … Bu sizin ağlamanız benzedi
bir dîgerine:
Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara,
Savuşurken, o güzel mülkü verip ağyâra, Tırmanır bir kayanın sırtına,
etrâfa bakar. Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar, Başlar
ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür! Karşıdan vâlide sultan bunu pek haklı
görür, Der ki: «Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla; Şimdi, hiç yoksa,
kadınlar gibi olsun ağla!»
Bırakın mâtemi, yâhu! Bırakın feryâdı; Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı! Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz? Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz.…”
[6]
Anadolu’da bin yıla yakın bir zamandır ezan okumuyor. M. Akif
Ersoy’un dediği gibi: “Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin
temeli- Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”
[7]
Anadolu’daki varlığımızdan rahatsız olanlar, amaçlarına ulaşmak için
bir takım faaliyetler içerisindedir. Bunun için toplumumuzda
- Manevi duyguları dejenere ederek, din duygularını zayıflatmak,
- Ahlak zafiyeti oluşturmak,
- Birbirine kuşkuyla bakan, birbiriyle rekabet, hatta birbirinden nefret eden topluluklar oluşturmak,
- Toplumda
güven kaygısı yaratmak suretiyle oluşacak boşluğu kendi değerleriyle
doldurup hedeflerine bir adım daha yaklaşmak derdindedirler.
Bunların önüne geçilebilmesi için
- Milletimizin,
manevi kudretinin başlıca kaynağının ve bu vatanda yaşayan farklı
unsurların ortak paydalarının İslam olduğu unutulmamalıdır.
- Tarihini
bilmeyen ve tarih şuurunu taşımayan milletlerin hafıza ve idraklerini
kaybedecekleri ve geleceklerini planlayamayacağı akıldan
çıkarılmamalıdır.
- “Milletlerin kendi kültür ve değerlerini
ihmali, yalnız kendi varlık ve yaratıcı kabiliyetlerini yıkmaz, bizzat
medeniyete ve insanlığa da zararlı olur.”[8] gerçeği genç nesle iyi anlatılmalıdır.
- “Bir topluma manevi değerler enjekte etmeden, o toplumun ekonomik meselelerini (ve diğer sorunlarını) çözmek mümkün değildir.”[9] Bu çerçevede işe manevî deformasyonun ıslahıyla başlanmalıdır.
- Bütün
bunlar eğitimle, bilgiyle, bilginin davranışa dönüştürülmesiyle bir
anlam kazanacaktır.
07.2015
[1] Endülüs’ün tarihçesi için bkz: Mehmet Özdemir,
Endülüs Müslümanları, I-IIIAnkara, Türkiye Diyanet Vakfı Yay, 1997; Ziya Paşa,
Endülüs Tarihi, Sad. Yasemin Çiçek, İst. Timaş, 2012.
[2] Kuzey Afrika’nın yerli halkına verilen ad.
[3]Lisânüddîn İbnü’l-Hatîb (ö.776/1374),
A‘mâlü’l-a‘lâmfîmenbuyi‘akable’l-ihtilâm minmulûki İslâm, (tah. Levi-Provençal), Beyrut 1956, s. 36.
[4] Arslan Topçobaşı,
Batı ve Şark Meselesi, Ankara 2000, s.12-13, 246.
[5] Ali Tayyar Önder, “Türklük ve Anadolu”,
2023, sayı: 51, Ankara, 2005, s: 45-51.
[6] Mehmet Akif Ersoy,
Safahat, (Tas. Ertuğrul Düzdağ), İst, 1981, 14. Baskı, s. 181-182.
[7] Mehmet Akif Ersoy,
Safahat, s. 526.
[8]Osman Turan,
Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, I-II, İst., t.y., I, 320.
[9] Aydın Taneri, ,
Makaleler, (Haz. E. Semih Yalçın, Saadet Lüleci), III, Ankara 2004, III, 70.
0 yorum:
Yorum Gönder