14 Ocak 2016 Perşembe

Endülüs'ten Anadolu'ya

Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber’e inmeye başlamasından yaklaşık yüz yıl sonra yani M. 711 yılında Müslümanlar Kuzey Afrika üzerinden İspanya’ya geçtiler. Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik döneminde (705-715) Kuzey Afrika valisi Musa b. Nusayr’ın Tarif b. Malik komutasında gönderdiği keşif birliği İspanya’da ciddi engellerle karşılaşmadan ilerleme imkânı olduğunu tespit edince Müslümanlar Tarık b. Ziyad komutasında, Vizigot hâkimiyetindeki İspanya topraklarına geçerek fetih hareketini başlattılar. Üç yıl içerisinde İspanya’nın fethi tamamlandı ve Müslümanlar Fransa sınırlarına dayandılar. İslâm coğrafyasının parçası hâline gelen bu topraklar elli yıl boyunca valilerle idare edildi. Doğuda Emevileri yıkan Abbasiler, yönetimi ele geçirdi. Ardından da Emevi sülalesinden olanlar katledilmeye başlandı. Emevî hanedanından olup da bu katliamdan kaçmayı başaran I. Abdurrahman, bir müddet Kuzey Afrika’da saklandıktan sonra İspanya’ya geçti. Yönetimi ele geçirip İspanya’da Abbasilerden bağımsız olarak M. 756 yılında Endülüs Emevî Devletini kurdu. Bir süre sonra Avrupa’nın en gelişmiş ve güçlü devletlerinden biri hâline gelen Endülüs Emevîleri 1031 yılında parçalandı. Ardından İspanya’nın Müslüman şehirlerinde küçük devletler (Mulûkü’t-Tavâif) kuruldu. Ne gariptir ki bu devletler birbirleri aleyhinde Hıristiyanlarla zaman zaman ittifaklar gerçekleştirerek kendi nüfuzlarını korumaya çalıştılar. Ardından Kuzey Afrika’daki Murâbıtlar (1090-1147) ve onların devamı olan Muvahhidler (1146-1248) Endülüs’e hâkim oldular ve Müslümanların birliğini yeniden sağladılar. Nihayet Müslüman İspanya’nın son devleti Benî Ahmer, tarih sahnesine çıktı (1231) ve ciddi problemlere rağmen 2 Ocak 1492’ye kadar varlığını güney İspanya’da devam ettirdi. Bu tarihte Gırnata’nın İspanyollara teslim edilmesiyle, İber Yarımadası’nda İslam devletleri sona ermiş oldu. Akabinde Müslümanların varoluş mücadelesi başladıysa da yüz yıl geçmeden din birliği idealini gerçekleştiren İspanya topraklarında Müslüman varlığı silindi.[1] Kısa bir tarihçesini verdiğimiz Müslüman İspanya’nın yani Endülüs’ün kademeli olarak devam eden sekiz yüz yıllık varlık mücadelesinde Müslüman toplumlar için ciddi dersler yer almaktadır. Endülüs’ün fethini gerçekleştiren ilk orduların içerisindeki farklı etnik unsurlar birbirleriyle mücadelelerini içten içe devam ettirmişlerdir. Arapların kendi aralarındaki çatışmalarına bir de Arap-Berberi[2] çekişmesi eklenince ileride doğacak olan büyük fitnelerin tohumları filizlenme imkânı bulmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in hayatı boyunca mücadele ettiği ırkçılık (asabiyet) Endülüs’ün baş belası olmuştur. Müslümanlar, Peygamber öğretilerinden uzaklaşarak birbirlerini Beledli-Suriyeli, Kayslı-Yemenli, Arap-Berberi diye yıpratmaya devam ederken İspanya’nın kuzeyinde dağlık bir bölgede hayatta kalma mücadelesi veren küçük bir grup toparlanmış, teşkilatlanmış yeni krallıklar kurmaya başlamıştı. 750’lerde I. Alfonso’nun liderliğinde tesis edilen Asturias Krallığı ile kurulan birlik, tarihî süreçte çeşitli devletlerin teşekkülüne yol açmıştır. Navarra ve Kastilya krallıkları bunlardan ikisidir. Hıristiyanların İspanya’nın kuzeyinde kurdukları krallıklar zaman zaman birbirleriyle mücadele etseler de “Reconquista” yani İspanya’yı yeniden Hıristiyanlaştırma idealleri için ittifaklar gerçekleştirmişlerdir. Nihâî hedeflerine ise 1492’de ulaşmışlardır. Müslümanlar ise daha fetih yıllarında başlayan ve asabiyet belasının etkisiyle derinleşen çatışmanın pençesinde derin darbelere maruz kalmışlardır. Ama buna rağmen Endülüs hem de uzun dönemleri kapsayan medeniyet yolculuğuna devam etmiştir. Özellikle dirayetli yöneticilerin maharetli idareleriyle yeniden toparlanarak göz kamaştırmaya devam etmiştir. Endülüs toplumunu olumsuz etkileyen husus sadece ırkçılıktan (asabiyet) ibaret değildi. Bunun yanı sıra “Allah rızası için hareket etme” ekseninden uzaklaşılmış olması, dünyevileşme, iktidar mücadeleleri ve saray darbeleri telafisi imkânsız gelişmelere yol açmıştır. Endülüs’ün yetiştirdiği güçlü devlet adamlarından ve tarihçilerinden biri XIV. yüzyılda yaşamış ve Benî Ahmer Devleti’nde vezirlik yapmış olan Lisânüddîn İbnü’l-Hatîb (ö.776/1374) eserlerinde Endülüs’te darbelerin çokluğundan bahsetmiş ve bunların sebeplerini irdelemiştir.[3] Kendisinin de yıllarca idareciliğini yaptığı Benî Ahmer Devletinin yaklaşık iki yüz elli yıllık tarihinde yirminin üzerinde saray darbesi yaşanmıştır. Neredeyse ortalama her on yıla bir darbe düşmektedir. İber Yarımadası’ndaki hâkimiyetlerini bir süre sonra kaybeden Müslümanlar İspanya’nın güneyinde dar bir şeritte Gırnata, Malaga ve Meriyye şehirlerini kapsayan topraklarda son devletlerini kurarak yaşamaya devam ettiler. Bütün bu süreç iyi algılanırsa ve buradan bir yol haritası çıkarılırsa benzer sorunların diğer İslâm coğrafyalarında yaşanması engellenmiş olacaktır. Bu anlamda Anadolu’nun Endülüs’ten alacağı önemli dersler bulunmaktadır. 1071’de başlayan Anadolu’daki varoluş mücadelesi özellikle batı istikametinde Avrupa içlerine kadar devam eden yayılma sonucunda toprak kayıpları yaşayarak Anadolu’da istikrar bulmuştur. Endülüs’te yürütülen Reconquista, Anadolu’da Müslüman Türklerin varlığından rahatsız olanların zihinlerindeki ideallerle benzerlik arz etmektedir. Hıristiyan-Batı âleminin, Müslüman Türk toplumunu yok etmeyi esas alan[4] bu büyük idealin yolu da “Müslüman Türkleri Avrupa’dan ve Anadolu’dan çıkarmak!” ya da diğer bir deyişle “Anadolu’yu Türklerden kurtarmak!” tan geçmektedir.”[5] Kurtuba’da 524 yıl, Gırnata’da 780 yıl ezan okundu. Kurtuba’daki ezanlar 1236’da, Gırnata’nın ezanları da 1492’de sustu. Günümüz İspanya’sında Endülüs’ün güzide şehirlerini Kurtuba (Cordoba), İşbiliye (Sevilla), Tuleytula (Toledo) ve Gırnata (Granada)’yı gezerken namaz kılmak için mescit aramak zorundasınız. “Sen işin yoksa namaz kılmak için mescid ara... Kimi câmi’lerin artık kocaman bir opera; Kiminin göğsüne haç, boynuna takmışlar çan, Kimi olmuş balo vermek için a’lâ meydan! Vuruyor bando şu karşımda duran minberde; O, sizin secdeye baş koyduğunuz, mermerde, Dişi, erkek, bir alay murdar ayak dans ediyor; İşveler, kahkahalar kubbeyi gümbürdetiyor! … Bu sizin ağlamanız benzedi bir dîgerine: Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara, Savuşurken, o güzel mülkü verip ağyâra, Tırmanır bir kayanın sırtına, etrâfa bakar. Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar, Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür! Karşıdan vâlide sultan bunu pek haklı görür, Der ki: «Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla; Şimdi, hiç yoksa, kadınlar gibi olsun ağla!» Bırakın mâtemi, yâhu! Bırakın feryâdı; Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı! Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz? Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz.…”[6]   Anadolu’da bin yıla yakın bir zamandır ezan okumuyor. M. Akif Ersoy’un dediği gibi: “Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli- Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”[7]   Anadolu’daki varlığımızdan rahatsız olanlar, amaçlarına ulaşmak için bir takım faaliyetler içerisindedir. Bunun için toplumumuzda
  • Manevi duyguları dejenere ederek, din duygularını zayıflatmak,
  • Ahlak zafiyeti oluşturmak,
  • Birbirine kuşkuyla bakan, birbiriyle rekabet, hatta birbirinden nefret eden topluluklar oluşturmak,
  • Toplumda güven kaygısı yaratmak suretiyle oluşacak boşluğu kendi değerleriyle doldurup hedeflerine bir adım daha yaklaşmak derdindedirler.
  Bunların önüne geçilebilmesi için
  • Milletimizin, manevi kudretinin başlıca kaynağının ve bu vatanda yaşayan farklı unsurların ortak paydalarının İslam olduğu unutulmamalıdır.
  • Tarihini bilmeyen ve tarih şuurunu taşımayan milletlerin hafıza ve idraklerini kaybedecekleri ve geleceklerini planlayamayacağı akıldan çıkarılmamalıdır.
  • “Milletlerin kendi kültür ve değerlerini ihmali, yalnız kendi varlık ve yaratıcı kabiliyetlerini yıkmaz, bizzat medeniyete ve insanlığa da zararlı olur.”[8] gerçeği genç nesle iyi anlatılmalıdır.
  • “Bir topluma manevi değerler enjekte etmeden, o toplumun ekonomik meselelerini (ve diğer sorunlarını) çözmek mümkün değildir.”[9] Bu çerçevede işe manevî deformasyonun ıslahıyla başlanmalıdır.
  • Bütün bunlar eğitimle, bilgiyle, bilginin davranışa dönüştürülmesiyle bir anlam kazanacaktır.                                                                                   07.2015
[1] Endülüs’ün tarihçesi için bkz: Mehmet Özdemir, Endülüs Müslümanları, I-IIIAnkara, Türkiye Diyanet Vakfı Yay, 1997; Ziya Paşa, Endülüs Tarihi, Sad. Yasemin Çiçek, İst. Timaş, 2012. [2] Kuzey Afrika’nın yerli halkına verilen ad. [3]Lisânüddîn İbnü’l-Hatîb (ö.776/1374), A‘mâlü’l-a‘lâmfîmenbuyi‘akable’l-ihtilâm minmulûki İslâm, (tah. Levi-Provençal), Beyrut 1956, s. 36. [4] Arslan Topçobaşı, Batı ve Şark Meselesi, Ankara 2000, s.12-13, 246. [5] Ali Tayyar Önder, “Türklük ve Anadolu”, 2023, sayı: 51, Ankara, 2005, s: 45-51. [6] Mehmet Akif Ersoy, Safahat, (Tas. Ertuğrul Düzdağ), İst, 1981, 14. Baskı, s. 181-182. [7] Mehmet Akif Ersoy, Safahat, s. 526. [8]Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, I-II, İst., t.y., I, 320. [9] Aydın Taneri, , Makaleler, (Haz. E. Semih Yalçın, Saadet Lüleci), III, Ankara 2004, III, 70.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar