8 Şubat 2017 Çarşamba

Evlilik Hazırlıkları − İlk Dönem Medine Toplumu Özelinde −


Yrd. Doç. Dr. Feyza Betül Köse
Bir kıza talip olmaktan başlayarak nişan, düğün merasimlerine ve evlilik kurumunun nasıl yürütüldüğüne dair bir çalışma o toplumun sosyal yaşamının önemli bir bölümüne ışık tutmuş olacaktır. Zira nüfusun hemen hemen tamamını ilgilendiren tüm bu süreçlerde toplumun süregelen âdetleri, algı ve anlayışları söz konusudur. Bu çalışmamızda hedefimiz, Hulefâ-i Râşidîn dönemi Medine’sinde çeşitli yönleriyle evlilik kurumuna hazırlık sürecini inceleyerek referans gösterilen bir toplumun bu konudaki uygulamalarını ortaya koymanın yanında şehrin sosyal hayatına dair bir perspektif sunmaktır.

O günün Medine toplumunda evlenmedeki en önemli amaçlardan birisi çocuk sahibi olmaktı ve bu amaçla özellikle bakirelerle evlenmek istenir ve Hz. Ömer gibi toplumun ileri gelenleri tarafından da bu durum teşvik edilirdi. Ayrıca Araplar, nikâhı uzaktakilerin yakınlaşması, düşmanlıkların dostluğa dönüşmesi, kabileler arasında ülfet meydana gelmesi, dostlukların oluşması için bir araç olarak kullanırlardı (Âlûsî, II, 6).

Evliliğin ilk aşaması olan kız isteme veya evlenme talebi farklı şekillerde olabiliyordu. Kaynaklarımızda bu hususa dair çok çeşitli rivâyetler bulunmaktadır. Bu aşamada esas olan, kızın velisi olan baba, erkek kardeş, amca veya amcaoğlu gibi yakınlarından istenmesiydi. Hz. Ömer’in, Hz. Ali’den kızı Ümmü Gülsüm’ü istemesi, Selmân’ın Hz. Ömer’in kızıyla evlenmek için Hz. Ömer’e müracaat etmesi verilecek sayısız örnekten yalnızca ikisidir. Hukukî sayılan ve geneli ifade eden durum, bu nikâhın velilerin izni ile ve şahitler huzurunda gerçekleşmesiydi. Hz. Ali, nikâhın sadece velinin izni ile ve şahitlerle olabileceğini söylemiştir ki daha öncesinde diğer halifeler de aynı hususu ifade etmişlerdi. Kendisini velisiz evlendiren kadınlar için ise “zina eden kadın” sıfatı kullanıldığı vâkidir (İbn Ebî Şeybe, VI, 17).

Evlilik talepleri her zaman damat adayının evlenmeyi istediği kızın velisine müracaatı şeklinde olmuyor, bazen veli durumunda olanlar da bu talebi damat adayı olarak gördükleri kişiye iletebiliyorlardı ki bu tür taleplerin çeşitli rivâyetlere yansıdığı görülmektedir (Zübeyrî, 352). Bunun yanında bazı babalar, “Benim bir kızım var, onunla kimi evlendirmemi uygun görürsünüz?” diyerek güvendiği kimselere danışırlar ve aldıkları cevaba göre damat adayına teklifi götürürlerdi (İbn Abdirabbih, VII, 107).

Hz. Osman, Mahzûmoğullarının meclisine katıldığında onlardan bazıları, “Bizden birileri ile evlensen ey Emîru’l-müminîn!” demişlerdi. Hz. Osman’ın, “Abdurrahman b. el-Hâris bana dünür olsun” demesi üzerine o da, “Ben senin dünürünüm” cevabını vermiş ve kızını Halife ile evlendirmişti (Belâzurî,  X, 176). Bu rivâyet, bir kabilenin üyelerinin, aradaki bağları kuvvetlendirmek veya dostluk tesis etmek üzere kendilerinden kız almasını bir kişiye teklif etmesine örnektir. Yine, bu amaçla kişinin bir kıza tâlip olduğuna dair örneklerden biri de Hz. Ali ve iki oğlunun, Kudaa’ya emîr tayin edilen İmriu’l-Kays b. Adiyy ile dost olmak için ondan kızlarını istemesi ve onun da üç kızını Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin ile evlendirmesidir (İbn Hacer, I, 165).

Evlenmeyi isteyen dul kadınların, oğullarından kendilerini evlendirmelerini istediklerine de şahit olunabiliyordu. Buna dair bir örnekte dul bir kadın oğlundan kendisini evlendirmesini istemiş, oğlu bunu hoş karşılamayınca da Hz. Ömer’e durumu anlatmıştı. Neticede Hz. Ömer, kadının oğlunu ikna etmiş ve mesele oğlun annesini evlendirmesiyle sonuçlanmıştı (İbn Ebî Şeybe, VI, 338).

Benî Mahzûm kabilesinin üyelerinden bir grubun Hz. Osman’dan (İbn Şebbe, II, 155), Selmân el-Fârisî’nin Halife Ömer’den kendilerini evlendirmelerini talep etmeleri (Zehebî, I, 545) örneklerinde olduğu gibi evlenmeyi isteyen kimselerin halifeye müracaat ettikleri de bazı rivâyetlerde görülmektedir.

Medine toplumunda iki kardeşin aynı kıza talip olması da yaşanabilen ve yadırganmayan bir hâdiseydi. Nitekim Hz. Ali ile kardeşi Âkil aynı anda Fâtıma bnt. Utbe’ye talip olmuşlardı (İbn Asâkir, XLI, 20).

Bazı veli veya yakınlar, kendisine tâlip olunan kıza düşüncesini sormaktaydılar. Hz. Osman’ın, kızlarından birini evlendirmek istediğinde yanına oturup ona danıştığı (İbn Ebî Şeybe, VI, 19) yine Hz. Ömer, Ebû Bekr’in kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmek istediğinde, Hz. Âişe’nin kıza fikrini sorduğu ve onun bu evliliği istememesi üzerine evliliğin gerçekleşmediği (Belâzurî, X, 111) bilinmektedir.

Sadece tâlip olunan kıza değil, kızın yakınlarına veya görüşüne itibar edilen kimselere de evlilik hususunda danışıldığını gösteren örnekler mevcuttur. Örneğin Fâtıma bnt. Utbe, Hz. Osman’a, Hz. Ali ve Âkil’in talepleri konusunda danışmıştı. Yine Hz. Ali, kızı Ümmü Gülsüm’ü Hz. Ömer istediğinde meseleyi Hz. Fâtıma’nın oğulları ile istişâre etmişti (İbn İshâk, 232).

Evlenmenin uygun bulunmasının akabinde mehir belirlenir ve nikâh akdedilirdi. Bu dönemde kadınlar için bir sosyal güvence işlevi gören mehir, tarafların maddi durumuna, toplumdaki konumlarına göre değişiklik arz ediyordu. Hz. Ömer, Ümmü Gülsüm ile kırk bin dirhem mehirle evlenmişti. Yine Hz. Osman’ın çeşitli evliliklerinde otuz-kırk bin dirhem aralığında mehirler ödediği bilinmektedir. Bir hanımıyla otuz bin dirhem karşılığında evlenen Abdurrahman b. Avf’ın başka bir hanımı ile yaklaşık üç buçuk dirhemlik mehir ile evlenmiş olması muhtemelen hanımlarının sosyal konumları ile ilgilidir. Ancak genel olarak sahabîler adeta sembolik olmaktan öteye geçmeyen çok düşük miktarlardaki mehirleri hoş karşılamamaktaydılar.

Fetihlerle birlikte Medine’de yaşanan zenginliğin mehir miktarlarına da yansıdığı dikkati çekmektedir. Hz. Ömer bu durumun olumsuzluklara sebep olduğunu görmüş ve Resulullah’ın kızlarını on iki ukiyyeden fazla miktarda bir mehir ile evlendirmediğini halka hatırlatarak onlardan yüksek miktardaki mehirlerden vazgeçmelerini istese de bu isteği kabul görmemiştir.

Mehir ödemede ve diğer masrafları karşılamada güçlük çeken, maddi durumu yetersiz gençlerin evlendirilmesini şehrin zenginleri üstleniyor ve tüm bu masrafları karşılıyorlardı ki Hz. Ömer’in de kimsesiz ve yardıma muhtaç kişileri birbirleriyle evlendirmeye teşvik ettiği bilinmektedir (İbnu’l-Esîr, II, 586; İbn Hacer, I, 307).

Mehir miktarı belirlendikten sonra nikâh akdine geçilmekteydi. Tarafların, şahitler huzurunda evliliği kabullerini ifade ederek sözlü akit yapmaları ile gerçekleşen nikâhın meşruiyeti şahit bulundurma ve ilân ile sağlanıyordu. Gizli kıyılan nikâhlar halifeler tarafından fâsid olarak tanımlanmıştı (Câhız, Hayevân, IV, 276; İbn Şebbe, I, 379-380). Nikâha dair belirtmemiz gereken bir husus da kadınların nikâh öncesinde çeşitli şartlar ileri sürebilmeleriydi. Örneğin Âkil b. Ebî Tâlib ile evlenen Fâtıma bnt. Utbe b. Rebîa, evlenmeden önce Âkil’e, “Senin evliliğe devamı bana garanti etmen, benim de sana harcama yapmam üzerine seninle evleniyorum” demişti (İbn Sa’d, X, 258-259). Hz. Ömer ve onun vefatından sonra Zübeyr b. el-Avvâm ile evlenen Âtike bnt. Zeyd, kendisine mescide gitmeyi yasaklamamalarını ve vurmamalarını nikâh öncesinde şart olarak ileri sürmüştü (İbnü’l-Esîr, VIII, 182-183).

Hz. Ömer’in yukarıda değindiğimiz kimsesiz ve yardıma muhtaç kimselerin birbirleri ile evlendirilmesi isteği bir yandan da denklik meselesi ile yakından ilgilidir. Zeynep bnt. Cahş ile Zeyd b. Hârise’nin evliliği, o toplumda denklik algısını ortaya koyan çarpıcı bir örnektir. İşte bu anlayıştaki bir toplumda gerek soy, gerek maddiyat gerekse fizikî özellikler bakımından birbirlerine denk görülmeyenlerin evlenmemeleri isteniyordu. Hz. Ömer, “Soylu olan kadınların, kendilerine denk olmayan erkeklerle evlenmelerini kesinlikle men ederim” demişti (İbn Ebî Şeybe, VI, 351). Yine Halife’nin, “Sizden biriniz kızını çirkin bir erkekle evlenmeye zorlamasın” dediği rivâyet edilir (İbn Şebbe, I, 408). Kendisine yaşlı bir adamla evlenmiş ve kocasını öldürmüş genç bir kadın getirildiğinde onu hapseden Halife Ömer insanlara, “Allah’tan sakının, erkekler dengi olan kadınlarla, kadınlar da dengi olan erkeklerle evlensinler” şeklinde ikazda bulunmuştur (İbn Şebbe, I, 408).

Konuya dair Ömer ailesinin taraf olduğu bir rivâyet ilginç bir anekdot teşkil etmektedir. Buna göre Selmân-ı Fârisî, evlenmek için Hz. Ömer’in kızını istediğinde bu durum Abdullah b. Ömer’e zor gelmiş ve Amr b. el-Âs ile karşılaştığında durumu ona anlatmıştı. Meseleyi halledeceğini söyleyen Amr, Selmân ile görüştüğünde ona, “Müminlerin emîri kızı ile evlenmen hususunda Allah rızası için tevâzuda bulunmuş” dedi. Buna öfkelenen Selmân, “Hayır, Allah’a yemin olsun ki onunla asla evlenmem” cevabını vererek bu talebinden vazgeçmişti (İbn Abdirabbih, VII, 97-98).

Taraflar arasındaki denkliğin bir diğer boyutunu da hür ve köleler arasındaki evlilikler oluşturmaktadır. Toplumda sayıları çok fazla olmasa da köle ile hür bir kadının evliliğine rastlanmaktaydı. Fakat buradaki şart kadının, kölenin sahibi olmamasıydı. Şayet kadın kölenin sahibi ise durum değişiyor ve bu evliliğe kesinlikle izin verilmeyerek taraflar cezalandırılıyordu. Bu duruma örnek teşkil eden bir rivâyete göre kadının biri Hz. Ömer’e, “Ey müminlerin emîri! Gördüğün şekilde bir kadınım ve diğer kadınların hepsi de benden daha güzel. Yanımda da dini ve emanetine güvendiğim bir kölem var. Onunla evlenmek istiyorum” demişti. Bunun üzerine Ömer, köleyi getirtip ikisini de ağır şekilde kırbaçlatmış ve köleyi uzak bir yerden kimselere satmıştı (İbn Ebî Şeybe, IX, 412).

Arap toplumunda eşi vefat eden veya boşanan bir kadının tekrar evlenmesi doğal karşılanan bir hadiseydi ki temelinde evliliğin sosyal güvence fonksiyonunun bulunmasının yer aldığı bu duruma dair dönemin Medine toplumunda sayısız örnekler mevcuttur. Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’ün, Hz. Ömer’in vefatından sonra Avn b. Ca’fer ve onun vefatından sonra da Muhammed b. Ca’fer ile evlenmiş olması; Esma bnt. Umeys’in çok sayıda evlilik gerçekleştirmesi bunlardan hemen akla gelenlerdir.

Ayrıca akraba evliliği de Medine toplumunda görülen ve hatta tercih edilen bir evlilik türüydü. Örneğin Zeynep bnt. Ali b. Ebî Tâlib, amcasının oğlu Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib ile evliydi (İbn İshâk, 234-235). Hz. Osman, Hz. Ömer’in vefatından sonra kızı Fâtıma’ya tâlip olmuş ancak velisi durumunda olan abisi Abdullah b. Ömer, “Amcanın oğlu daha fazla hak sahibidir” diyerek kardeşini, Abdurrahman b. Zeyd b. el-Hattâb ile evlendirmişti (Belâzurî,  VI, 116).

Nikâhın akdedilmesinden sonraki süreç düğünün yapılması ve evliliğin gerçekleşmesiydi. Hz. Ömer’in, himâyesinde bulunan Ümmü Ebân’ı Hz. Osman ile evlendirdiğinde düğünden önce kızı Hafsa’ya teslim ederek, “kızın durumunu düzelt, gömleğini değiştir ve onun için iki elbise boya” (İbn Şebbe, II, 112; Belâzurî, VI, 116; İsfehânî, I, 250) şeklindeki sözleri gelin adaylarının eşlerinin evine gitmeden önce yaptıkları hazırlıklara işaret etmektedir. Gelinlerin bu hazırlık kapsamında yıkandıkları, gözlerine sürme çekildiği, tenlerine koku sürüldüğü (İbn Şebbe, II, 111),  saçlarının tarandığı ve yüzlerine devrin imkânları dâhilinde makyaj yapıldığı (İbn Habîb, Muhabber, 95) anlaşılmaktadır. Sadece gelin değil bazı damatların da süslendiği ve bunun için sarı boya kullandıkları nakledilmektedir (Buhârî, Nikâh: 7, 54). 

Kaynaklarımız bu dönemde düğünlerde yemek verildiğini göstermektedir. Genel olarak velime denilen bu yemeklerde çoğunlukla et ikram edilmekte bazen içecek olarak şıra da sunulmaktaydı. Erkeğin ilk veya sonraki evliliği olmasının ise bu yemeğin düzenlenmesinde herhangi bir belirleyiciliği yoktu. Bazı velîmelerde davetli sayısı sınırlı iken bazılarına ise Medine halkının büyük kısmının katılıyordu. Hz. Ebû Bekr’in kız kardeşi Ümmü Ferve’nin velîmesi bu tip geniş katılımlı bir yemekti (İbnu’l-Esîr, I, 250; İbn Hacer, I, 51; Sehâvî, I, 191). Sîrîn’in yedi gün devam eden velîmesinde olduğu gibi Medine’de günlerce devam eden ve her gün bir başka grubunun davet edildiği düğün yemeklerine de rastlanmaktaydı (İbn Ebî Şeybe, VI, 242). Kimi zaman gününden önce haber verilmeksizin verilen bu yemeklerde şayet oruçlu olan davetli var ise onun da gözlerine sürme çekilip kendisine güzel koku sürülmekte ve böylece o davetlinin, kendisine bir ikram yapılmış olarak ayrılması sağlanmaktaydı (İbn Şebbe, II, 113). Bu yemeklerde sahabîler, evlenen çift için dua ederlerdi (İbn Sa’d, IX, 120; İbn Ebî Şeybe, VI, 242).

Düğün kapsamında düzenlenen eğlencelerde şarkı söyleyen kadınlar, def ve davul çalanlar bulunmaktaydılar (Buhârî, Nikâh: 67). Rivâyetler özellikle Ensâr’ın eğlenceyi sevdiğini (Buhârî, Nikâh: 63), gölgeliklerde toplu olarak eğlendiklerini göstermektedir. “Üç şey için uykusuz kalınır” diyen Hz. Âişe, bunlardan birinin düğün eğlencesi olduğunu söylemiştir (Câhız, el-Beyân, II, 298). Halife Ömer ise yüksek ses duyduğunda kaynağını araştırmakta, bu sesin düğün veya sünnet eğlencesinden gelmesi durumunda müdahale etmemekteydi. Yine bu eğlencelerin bazılarında damadın başında def çalındığı nakledilmektedir (İbn Ebî Şeybe, VI, 93).

Medine’deki düğünlerle ilgili bir nakil, dönemin eğlencelerine dair önemli bilgi içermektedir. Olayı aktaran Âmir b. Sa’d’ın ifadesi şöyledir: “Bir düğünde Karaza b. Ka’b ve Ebû Mes’ûd el-Ensârî’nin yanına girdim. Bir de gördüm ki cariyeler şarkı söylüyorlar. Onlara, ‘Siz Resulullah’ın ashabısınız ve yanınızda bunlar yapılıyor’ dedim. Onlar da, ‘Bize düğünde eğlenme izni verildi’ dediler.” (İbn Hacer, I, 218) Bu rivâyette sözü edilen ruhsat ise Resulullah tarafından düğünlerde def ve şarkı söylenmesine verilen izindir (Ahmed b. Hanbel, III, 417; İbn Mâce, Nikâh: 20; Tirmîzî, Nikâh: 6; Nesâî, Nikâh: 72).

Bu şekilde hazırlıkları tamamlanan gelin Mescid’e getirilerek orada namaz kılar, sonra Resulullah’ın hanımlarının yanına giderek onların duasını ve evlilikle ilgili tavsiyelerini alır, sonra da eşinin evine götürülürdü. Zifaf için kocasının yanına giderken geline bir veya daha fazla sayıda kadın eşlik etmekte, şayet koca çok eşliyse düğünden sonra yeni evlendiği eşinin yanında birkaç gün geçirmekteydi (İsfehânî, I, 250).









0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar