Yrd. Doç. Dr. Feyza
Betül Köse
Bir kıza talip olmaktan başlayarak nişan,
düğün merasimlerine ve evlilik kurumunun nasıl yürütüldüğüne dair bir çalışma o
toplumun sosyal yaşamının önemli bir bölümüne ışık tutmuş olacaktır. Zira
nüfusun hemen hemen tamamını ilgilendiren tüm bu süreçlerde toplumun süregelen
âdetleri, algı ve anlayışları söz konusudur. Bu çalışmamızda hedefimiz,
Hulefâ-i Râşidîn dönemi Medine’sinde çeşitli yönleriyle evlilik kurumuna
hazırlık sürecini inceleyerek referans gösterilen bir toplumun bu konudaki
uygulamalarını ortaya koymanın yanında şehrin sosyal hayatına dair bir perspektif
sunmaktır.
O günün Medine toplumunda evlenmedeki en
önemli amaçlardan birisi çocuk sahibi olmaktı ve bu amaçla özellikle
bakirelerle evlenmek istenir ve Hz. Ömer gibi toplumun ileri gelenleri
tarafından da bu durum teşvik edilirdi. Ayrıca Araplar, nikâhı uzaktakilerin
yakınlaşması, düşmanlıkların dostluğa dönüşmesi, kabileler arasında ülfet
meydana gelmesi, dostlukların oluşması için bir araç olarak kullanırlardı
(Âlûsî, II, 6).
Evliliğin ilk aşaması olan kız isteme veya
evlenme talebi farklı şekillerde olabiliyordu. Kaynaklarımızda bu hususa dair
çok çeşitli rivâyetler bulunmaktadır. Bu aşamada esas olan, kızın velisi olan
baba, erkek kardeş, amca veya amcaoğlu gibi yakınlarından istenmesiydi. Hz.
Ömer’in, Hz. Ali’den kızı Ümmü Gülsüm’ü istemesi, Selmân’ın Hz. Ömer’in kızıyla
evlenmek için Hz. Ömer’e müracaat etmesi verilecek sayısız örnekten yalnızca
ikisidir. Hukukî sayılan ve geneli ifade eden durum, bu nikâhın velilerin izni
ile ve şahitler huzurunda gerçekleşmesiydi. Hz. Ali, nikâhın sadece velinin
izni ile ve şahitlerle olabileceğini söylemiştir ki daha öncesinde diğer
halifeler de aynı hususu ifade etmişlerdi. Kendisini velisiz evlendiren
kadınlar için ise “zina eden kadın” sıfatı kullanıldığı vâkidir (İbn Ebî Şeybe,
VI, 17).
Evlilik talepleri her zaman damat adayının
evlenmeyi istediği kızın velisine müracaatı şeklinde olmuyor, bazen veli
durumunda olanlar da bu talebi damat adayı olarak gördükleri kişiye
iletebiliyorlardı ki bu tür taleplerin çeşitli rivâyetlere yansıdığı
görülmektedir (Zübeyrî, 352). Bunun yanında bazı babalar, “Benim bir kızım var,
onunla kimi evlendirmemi uygun görürsünüz?” diyerek güvendiği kimselere
danışırlar ve aldıkları cevaba göre damat adayına teklifi götürürlerdi (İbn
Abdirabbih, VII, 107).
Hz. Osman, Mahzûmoğullarının meclisine
katıldığında onlardan bazıları, “Bizden birileri ile evlensen ey
Emîru’l-müminîn!” demişlerdi. Hz. Osman’ın, “Abdurrahman b. el-Hâris bana dünür
olsun” demesi üzerine o da, “Ben senin dünürünüm” cevabını vermiş ve kızını
Halife ile evlendirmişti (Belâzurî, X,
176). Bu rivâyet, bir kabilenin üyelerinin, aradaki bağları kuvvetlendirmek
veya dostluk tesis etmek üzere kendilerinden kız almasını bir kişiye teklif
etmesine örnektir. Yine, bu amaçla kişinin bir kıza tâlip olduğuna dair
örneklerden biri de Hz. Ali ve iki oğlunun, Kudaa’ya emîr tayin edilen
İmriu’l-Kays b. Adiyy ile dost olmak için ondan kızlarını istemesi ve onun da
üç kızını Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin ile evlendirmesidir (İbn Hacer, I, 165).
Evlenmeyi isteyen dul kadınların, oğullarından
kendilerini evlendirmelerini istediklerine de şahit olunabiliyordu. Buna dair
bir örnekte dul bir kadın oğlundan kendisini evlendirmesini istemiş, oğlu bunu
hoş karşılamayınca da Hz. Ömer’e durumu anlatmıştı. Neticede Hz. Ömer, kadının
oğlunu ikna etmiş ve mesele oğlun annesini evlendirmesiyle sonuçlanmıştı (İbn
Ebî Şeybe, VI, 338).
Benî Mahzûm kabilesinin üyelerinden bir grubun
Hz. Osman’dan (İbn Şebbe, II, 155), Selmân el-Fârisî’nin Halife Ömer’den kendilerini
evlendirmelerini talep etmeleri (Zehebî, I,
545) örneklerinde olduğu gibi evlenmeyi isteyen kimselerin halifeye
müracaat ettikleri de bazı rivâyetlerde görülmektedir.
Medine toplumunda iki kardeşin aynı kıza talip
olması da yaşanabilen ve yadırganmayan bir hâdiseydi. Nitekim Hz. Ali ile
kardeşi Âkil aynı anda Fâtıma bnt. Utbe’ye talip olmuşlardı (İbn Asâkir, XLI,
20).
Bazı veli veya yakınlar, kendisine tâlip
olunan kıza düşüncesini sormaktaydılar. Hz. Osman’ın, kızlarından birini
evlendirmek istediğinde yanına oturup ona danıştığı (İbn Ebî Şeybe, VI, 19)
yine Hz. Ömer, Ebû Bekr’in kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmek istediğinde, Hz.
Âişe’nin kıza fikrini sorduğu ve onun bu evliliği istememesi üzerine evliliğin
gerçekleşmediği (Belâzurî, X, 111) bilinmektedir.
Sadece tâlip olunan kıza değil, kızın
yakınlarına veya görüşüne itibar edilen kimselere de evlilik hususunda
danışıldığını gösteren örnekler mevcuttur. Örneğin Fâtıma bnt. Utbe, Hz.
Osman’a, Hz. Ali ve Âkil’in talepleri konusunda danışmıştı. Yine Hz. Ali, kızı
Ümmü Gülsüm’ü Hz. Ömer istediğinde meseleyi Hz. Fâtıma’nın oğulları ile
istişâre etmişti (İbn İshâk, 232).
Evlenmenin uygun bulunmasının akabinde mehir
belirlenir ve nikâh akdedilirdi. Bu dönemde kadınlar için bir sosyal güvence
işlevi gören mehir, tarafların maddi durumuna, toplumdaki konumlarına göre
değişiklik arz ediyordu. Hz. Ömer, Ümmü Gülsüm ile kırk bin dirhem mehirle
evlenmişti. Yine Hz. Osman’ın çeşitli evliliklerinde otuz-kırk bin dirhem
aralığında mehirler ödediği bilinmektedir. Bir hanımıyla otuz bin dirhem
karşılığında evlenen Abdurrahman b. Avf’ın başka bir hanımı ile yaklaşık üç
buçuk dirhemlik mehir ile evlenmiş olması muhtemelen hanımlarının sosyal
konumları ile ilgilidir. Ancak genel olarak sahabîler adeta sembolik olmaktan
öteye geçmeyen çok düşük miktarlardaki mehirleri hoş karşılamamaktaydılar.
Fetihlerle birlikte Medine’de yaşanan
zenginliğin mehir miktarlarına da yansıdığı dikkati çekmektedir. Hz. Ömer bu
durumun olumsuzluklara sebep olduğunu görmüş ve Resulullah’ın kızlarını on iki
ukiyyeden fazla miktarda bir mehir ile evlendirmediğini halka hatırlatarak
onlardan yüksek miktardaki mehirlerden vazgeçmelerini istese de bu isteği kabul
görmemiştir.
Mehir ödemede ve diğer masrafları karşılamada
güçlük çeken, maddi durumu yetersiz gençlerin evlendirilmesini şehrin
zenginleri üstleniyor ve tüm bu masrafları karşılıyorlardı ki Hz. Ömer’in de
kimsesiz ve yardıma muhtaç kişileri birbirleriyle evlendirmeye teşvik ettiği
bilinmektedir (İbnu’l-Esîr, II, 586; İbn Hacer, I, 307).
Mehir miktarı belirlendikten sonra nikâh
akdine geçilmekteydi. Tarafların, şahitler huzurunda evliliği kabullerini ifade
ederek sözlü akit yapmaları ile gerçekleşen nikâhın meşruiyeti şahit bulundurma
ve ilân ile sağlanıyordu. Gizli kıyılan nikâhlar halifeler tarafından fâsid
olarak tanımlanmıştı (Câhız, Hayevân, IV, 276; İbn Şebbe, I, 379-380). Nikâha
dair belirtmemiz gereken bir husus da kadınların nikâh öncesinde çeşitli
şartlar ileri sürebilmeleriydi. Örneğin Âkil b. Ebî Tâlib ile evlenen Fâtıma
bnt. Utbe b. Rebîa, evlenmeden önce Âkil’e, “Senin evliliğe devamı bana garanti
etmen, benim de sana harcama yapmam üzerine seninle evleniyorum” demişti (İbn
Sa’d, X, 258-259). Hz. Ömer ve onun vefatından sonra Zübeyr b. el-Avvâm ile
evlenen Âtike bnt. Zeyd, kendisine mescide gitmeyi yasaklamamalarını ve
vurmamalarını nikâh öncesinde şart olarak ileri sürmüştü (İbnü’l-Esîr, VIII,
182-183).
Hz. Ömer’in yukarıda değindiğimiz kimsesiz ve
yardıma muhtaç kimselerin birbirleri ile evlendirilmesi isteği bir yandan da
denklik meselesi ile yakından ilgilidir. Zeynep bnt. Cahş ile Zeyd b.
Hârise’nin evliliği, o toplumda denklik algısını ortaya koyan çarpıcı bir
örnektir. İşte bu anlayıştaki bir toplumda gerek soy, gerek maddiyat gerekse
fizikî özellikler bakımından birbirlerine denk görülmeyenlerin evlenmemeleri
isteniyordu. Hz. Ömer, “Soylu olan kadınların, kendilerine denk olmayan
erkeklerle evlenmelerini kesinlikle men ederim” demişti (İbn Ebî Şeybe, VI,
351). Yine Halife’nin, “Sizden biriniz kızını çirkin bir erkekle evlenmeye
zorlamasın” dediği rivâyet edilir (İbn Şebbe, I, 408). Kendisine yaşlı bir
adamla evlenmiş ve kocasını öldürmüş genç bir kadın getirildiğinde onu hapseden
Halife Ömer insanlara, “Allah’tan sakının, erkekler dengi olan kadınlarla,
kadınlar da dengi olan erkeklerle evlensinler” şeklinde ikazda bulunmuştur (İbn
Şebbe, I, 408).
Konuya dair Ömer ailesinin taraf olduğu bir
rivâyet ilginç bir anekdot teşkil etmektedir. Buna göre Selmân-ı Fârisî,
evlenmek için Hz. Ömer’in kızını istediğinde bu durum Abdullah b. Ömer’e zor
gelmiş ve Amr b. el-Âs ile karşılaştığında durumu ona anlatmıştı. Meseleyi
halledeceğini söyleyen Amr, Selmân ile görüştüğünde ona, “Müminlerin emîri kızı
ile evlenmen hususunda Allah rızası için tevâzuda bulunmuş” dedi. Buna
öfkelenen Selmân, “Hayır, Allah’a yemin olsun ki onunla asla evlenmem” cevabını
vererek bu talebinden vazgeçmişti (İbn Abdirabbih, VII, 97-98).
Taraflar arasındaki denkliğin bir diğer
boyutunu da hür ve köleler arasındaki evlilikler oluşturmaktadır. Toplumda
sayıları çok fazla olmasa da köle ile hür bir kadının evliliğine
rastlanmaktaydı. Fakat buradaki şart kadının, kölenin sahibi olmamasıydı. Şayet
kadın kölenin sahibi ise durum değişiyor ve bu evliliğe kesinlikle izin
verilmeyerek taraflar cezalandırılıyordu. Bu duruma örnek teşkil eden bir
rivâyete göre kadının biri Hz. Ömer’e, “Ey müminlerin emîri! Gördüğün şekilde
bir kadınım ve diğer kadınların hepsi de benden daha güzel. Yanımda da dini ve
emanetine güvendiğim bir kölem var. Onunla evlenmek istiyorum” demişti. Bunun
üzerine Ömer, köleyi getirtip ikisini de ağır şekilde kırbaçlatmış ve köleyi
uzak bir yerden kimselere satmıştı (İbn Ebî Şeybe, IX, 412).
Arap toplumunda eşi vefat eden veya boşanan
bir kadının tekrar evlenmesi doğal karşılanan bir hadiseydi ki temelinde evliliğin
sosyal güvence fonksiyonunun bulunmasının yer aldığı bu duruma dair dönemin
Medine toplumunda sayısız örnekler mevcuttur. Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’ün,
Hz. Ömer’in vefatından sonra Avn b. Ca’fer ve onun vefatından sonra da Muhammed
b. Ca’fer ile evlenmiş olması; Esma bnt. Umeys’in çok sayıda evlilik
gerçekleştirmesi bunlardan hemen akla gelenlerdir.
Ayrıca akraba evliliği de Medine toplumunda
görülen ve hatta tercih edilen bir evlilik türüydü. Örneğin Zeynep bnt. Ali b.
Ebî Tâlib, amcasının oğlu Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib ile evliydi (İbn
İshâk, 234-235). Hz. Osman, Hz. Ömer’in vefatından sonra kızı Fâtıma’ya tâlip
olmuş ancak velisi durumunda olan abisi Abdullah b. Ömer, “Amcanın oğlu daha
fazla hak sahibidir” diyerek kardeşini, Abdurrahman b. Zeyd b. el-Hattâb ile
evlendirmişti (Belâzurî, VI, 116).
Nikâhın akdedilmesinden sonraki süreç düğünün
yapılması ve evliliğin gerçekleşmesiydi. Hz. Ömer’in, himâyesinde bulunan Ümmü
Ebân’ı Hz. Osman ile evlendirdiğinde düğünden önce kızı Hafsa’ya teslim ederek,
“kızın durumunu düzelt, gömleğini değiştir ve onun için iki elbise boya” (İbn
Şebbe, II, 112; Belâzurî, VI, 116; İsfehânî, I, 250) şeklindeki sözleri gelin
adaylarının eşlerinin evine gitmeden önce yaptıkları hazırlıklara işaret etmektedir.
Gelinlerin bu hazırlık kapsamında yıkandıkları, gözlerine sürme çekildiği,
tenlerine koku sürüldüğü (İbn Şebbe, II, 111),
saçlarının tarandığı ve yüzlerine devrin imkânları dâhilinde makyaj
yapıldığı (İbn Habîb, Muhabber, 95) anlaşılmaktadır. Sadece gelin değil
bazı damatların da süslendiği ve bunun için sarı boya kullandıkları
nakledilmektedir (Buhârî, Nikâh: 7, 54).
Kaynaklarımız bu dönemde düğünlerde yemek
verildiğini göstermektedir. Genel olarak velime denilen bu yemeklerde
çoğunlukla et ikram edilmekte bazen içecek olarak şıra da sunulmaktaydı.
Erkeğin ilk veya sonraki evliliği olmasının ise bu yemeğin düzenlenmesinde
herhangi bir belirleyiciliği yoktu. Bazı velîmelerde davetli sayısı sınırlı
iken bazılarına ise Medine halkının büyük kısmının katılıyordu. Hz. Ebû Bekr’in
kız kardeşi Ümmü Ferve’nin velîmesi bu tip geniş katılımlı bir yemekti
(İbnu’l-Esîr, I, 250; İbn Hacer,
I, 51; Sehâvî, I, 191). Sîrîn’in yedi gün devam eden velîmesinde olduğu
gibi Medine’de günlerce devam eden ve her gün bir başka grubunun davet edildiği
düğün yemeklerine de rastlanmaktaydı (İbn Ebî Şeybe, VI, 242). Kimi zaman
gününden önce haber verilmeksizin verilen bu yemeklerde şayet oruçlu olan
davetli var ise onun da gözlerine sürme çekilip kendisine güzel koku sürülmekte
ve böylece o davetlinin, kendisine bir ikram yapılmış olarak ayrılması
sağlanmaktaydı (İbn Şebbe, II, 113). Bu yemeklerde sahabîler, evlenen çift için
dua ederlerdi (İbn Sa’d, IX, 120; İbn Ebî Şeybe, VI, 242).
Düğün kapsamında düzenlenen eğlencelerde şarkı
söyleyen kadınlar, def ve davul çalanlar bulunmaktaydılar (Buhârî, Nikâh: 67).
Rivâyetler özellikle Ensâr’ın eğlenceyi sevdiğini (Buhârî, Nikâh: 63),
gölgeliklerde toplu olarak eğlendiklerini göstermektedir. “Üç şey için uykusuz
kalınır” diyen Hz. Âişe, bunlardan birinin düğün eğlencesi olduğunu söylemiştir
(Câhız, el-Beyân, II, 298). Halife Ömer ise yüksek ses duyduğunda
kaynağını araştırmakta, bu sesin düğün veya sünnet eğlencesinden gelmesi
durumunda müdahale etmemekteydi. Yine bu eğlencelerin bazılarında damadın
başında def çalındığı nakledilmektedir (İbn Ebî Şeybe, VI, 93).
Medine’deki düğünlerle ilgili bir nakil,
dönemin eğlencelerine dair önemli bilgi içermektedir. Olayı aktaran Âmir b.
Sa’d’ın ifadesi şöyledir: “Bir düğünde Karaza b. Ka’b ve Ebû Mes’ûd
el-Ensârî’nin yanına girdim. Bir de gördüm ki cariyeler şarkı söylüyorlar.
Onlara, ‘Siz Resulullah’ın ashabısınız ve yanınızda bunlar yapılıyor’ dedim.
Onlar da, ‘Bize düğünde eğlenme izni verildi’ dediler.” (İbn Hacer, I, 218) Bu
rivâyette sözü edilen ruhsat ise Resulullah tarafından düğünlerde def ve şarkı
söylenmesine verilen izindir (Ahmed b. Hanbel, III, 417; İbn Mâce, Nikâh: 20;
Tirmîzî, Nikâh: 6; Nesâî, Nikâh: 72).
Bu şekilde hazırlıkları tamamlanan gelin
Mescid’e getirilerek orada namaz kılar, sonra Resulullah’ın hanımlarının yanına
giderek onların duasını ve evlilikle ilgili tavsiyelerini alır, sonra da eşinin
evine götürülürdü. Zifaf için kocasının yanına giderken geline bir veya daha
fazla sayıda kadın eşlik etmekte, şayet koca çok eşliyse düğünden sonra yeni
evlendiği eşinin yanında birkaç gün geçirmekteydi (İsfehânî, I, 250).
0 yorum:
Yorum Gönder