Prof. Dr. Cağfer Karadaş
أَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاء مِنَّا"”
“İçimizdeki beyinsizlerin
işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım?”
Yukarıdaki ayet meâli A’raf Sûresi’nin 155. ayetinin Mehmed Akif
tarafından yapılmış tercümesidir.
Bu ayeti şiirine serlevha yapan
Akif, yaşadığı dönem itibariyle 1300 yıllık İslam tarihi içindeki gördüğü en
hazin durum karşısında sorgulama, İlahî makama şikayet ve ardından dönemin
manzara-i umumiyesini nazma dökme ihtiyacı hissetmiştir. Tıpkı Hz. Yakub’un
(as) “Ben üzüntümü ve kederimi ancak Yüce Allah’a şikayet ederim” (Yûsuf
12/86) demesi
gibi, Akif de üzüntüsünü, kederini, şikayetini, nazını ve niyazını sadece Yüce
Allah’a arz etmiştir. O günleri yaşamamış bu günün tatlı su nesli, belki de onu
isyanlar içinde görecek ve su-i zanda bulunacaktır. Azıcık insaf ve ihsan
sahipleri ise XIX. asır başlarında yaşanan o Kafkas ve Balkan bozgunları ile
yollara düşen muhacirlerinin neler yaşadıklarını, evini, ocağını, barkını nasıl
düşman çizmesine terk edip koca Devlet-i Aliye’nin geniş sınırlarından daracık
Anadolu toprağına sığınmak zorunda kaldıklarını idrak edecektir. Akif,
çaresizliğini İlahî Kelam’dan bir âyet ile dile getirmiş ve bunu İlahî Makama
yazacağı dilekçesinin serlevhası kılmıştır.
O GÜNKÜ MANZARA (1913)
İsterseniz o günkü manzarayı, “Bana
sor sevgili kârî (okuyucu) ben sana söyleyeyim” diyen Akif’in dilinden
okuyalım:
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
*
“Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem
/ Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım” diyen, içi yanan, dışı kavrulan,
ağlamaktan gözü kan çanağına dönen, dudakları titreyen, kalbi sıkışan ve
damarları öfkeden şişen o mübarek zatın şikayeti kimseye değil, sadece
Rabbinedir:
Toprak
kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!
Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn'i
En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn'i
Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz'ın
Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın
Emvâcı hurûş-âver olurken melekûta
Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta?
Sönsün de, İlâhî, şu yanan meş'al-i vahdet
Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet?
Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman
Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?
Enfâs-ı habîsiyle beş on rûh-u leîmin
Solsun mu o parlak yüzü Kur'an-ı Hakîm'in?
İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?
Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!
Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn'i
En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn'i
Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz'ın
Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın
Emvâcı hurûş-âver olurken melekûta
Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta?
Sönsün de, İlâhî, şu yanan meş'al-i vahdet
Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet?
Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman
Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?
Enfâs-ı habîsiyle beş on rûh-u leîmin
Solsun mu o parlak yüzü Kur'an-ı Hakîm'in?
İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?
Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?
*
Akılsızlara, safdillere; yalancı ışıklara, bir yanıp
bir sönen umutlara ve içi yalan dışı süslü sözlere, belki tasasız insanlara,
belki uyuyan koca bir nesle, belki elinden bir şey gelmeyen kendisine eyvahlarını
haykırıyordu Akif:
Eyvâh! Beş
on kâfirin îmanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık …
Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:
Binlerce cevâmi' yıkılıp hâke serildi
Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted:
Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!
Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!
En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından
Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan! … (4 Cemaziyelevvel 1331 - 28 Mart 1329 (1913)
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık …
Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:
Binlerce cevâmi' yıkılıp hâke serildi
Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted:
Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!
Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!
En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından
Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan! … (4 Cemaziyelevvel 1331 - 28 Mart 1329 (1913)
*
BU GÜNKÜ MANZARA (İki binli yıllar)
Bugün manzara o günden çok mu
farklıdır? Afganistan, Suriye, Irak, Tunus, Libya ve Yemen ateşler içinde.
Mısır ve İran nerede durduğu belli değil. Pakistan başına açılan dertlerle
boğuşmakta. Endonezya ve Malezya içine kapanmış. Krallar servetlerinin ve
tahtlarının derdine düşmüş…
Bir zamanlar izzet ile dayandığımız
Avrupa kapılarına zillet içinde varmışız. Onlara el açmışız ve tekmelerine
maruz kalmışız. İşte bir Iraklı, bir Suriyeli, bir Yemenli, bir Arakanlı için
bugünün gerçek tablosu: Açlıktan, korkudan ve ölümden sığınacak bir yer arayan
biçare canlarımız. Dışı medeni içi bedevîlerin çelmeleri, tel örgüleri,
dipçikleri ve azarlamaları karşısında ezilen kardeşlerimiz. Denizlerde boğulan
çocuklarımız. İtilen ve kakılan insanımız. İşte bunlar mazlumların,
ezilenlerin, yıkılanların, biçarelerin gerçek hikayesi.
*
Akif’in ifadesiyle ya o bugünün
zavallı beyinsizlerine ne demeli!?
Kendilerini dinî muteber kavramlarla isimlendirerek makam-mevki
peşinde koşan, toplum içinde fitne odakları oluşturan, kan döken ve Müslümana
gavur eziyeti yapanlara…
Onlar, modern zamanların güç, otorite ve devlet üzerinden insanları
tepeden şekillendirme iddiasında olan XIX ve XX. asırların tektipleştirme ve
toplum mühendisliği anlayışının günümüzdeki yansımalarıdır. Bu anlayışta
olanlara göre hakikat birdir ve bütün insanlar bunların kafasında oluşturulmuş
o tek hakikate inanmak ve boyun eğmek zorundadırlar. Halbuki bu iddia ile
ortaya çıkan bir çok XIX. Yüzyıl ideolojisi yok olup gitmiş olmakla birlikte,
bu anlayış bazı marjinal sol ve sosyalist örgütlerin yanında kendilerini
“selefçi”, “cihatçı” ve hatta zaman zaman “Gerçek Ehl-i Sünnet” ve “Gerçek
Müslüman” olduklarını iddia eden marjinal gruplarda hâlâ varlığını
sürdürmektedir. Bu anlayış, dinden kaynaklanmaktan öte, modern zamanların
toplum mühendisliğinin bir eseridir. İslam coğrafyasındaki cihatçılık,
selefçilik ve sığ Ehl-i Sünnetçilik işte bu tektipçilik ve toplum
mühendisliği düşüncesinin eyleme dönüşmüş şeklidir. Bu tipleri bu günlerde her
yerde görmek mümkündür.
İşte bu, bu günün manzara-i umimiyesi. İşte bu, içimizdeki beyinsizler
yüzünden İslam alemi üzerine düşmüş kara bulut.
ÇÖZÜM
Tek çıkış yolumuz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat birleştiriciliğinde
buluşmaktır. Çünkü Sünnet, Hz. Peygamber ve sahabesinin İslam’ı yaşama
ve yaşatma biçimine tabi olmak, cemaat ise İslam’ın başlangıcından bu
güne bu yol ve yöntem üzerinde bulunan Müslüman ana kitledir. Bu anlamıyla
Ehl-i Sünnet, Müslümanların en geniş manada toparlayıcı ana bünyesini
oluşturmaktadır. Onun tarihteki misyonu bu olmuştur ve bu gün de bu özelliğini
ve vazifesini devam ettirmektedir. Bu yol ve yöntem Müslümanların bir arada,
barış ve sükûnet içinde yaşamasının da tek teminatıdır. Ehl-i Sünnet “Mü’minler
kardeştirler” ilkesi çerçevesinde sadece kendileri gibi düşüneni değil,
bazı görüş ayrılıkları dolayısıyla ana kitlenin dışında kalmış Müslümanları da
kucaklamış, onlar için de geniş bir Ehl-i Kıble şemsiyesi açmıştır. Buna
göre Kabe’yi kıble bilen bütün Müslümanlar İslam çerçevesi içinde, iman
şemsiyesi altındadır. Hiçbir Müslüman görüş, düşünce veya tavrı dolayısıyla
dışlanamaz. Bunu da “Ehl-i Kıble tekfir edilemez” yani Kabe’i kıble
kabul eden hiçbir Müslüman İslam dışında sayılamaz ilkesi ile tayin ve tespit
etmiştir. Öte yandan Ehl-i Sünnet, bütün insanlığı da kucaklamış, inananları ümmet-i
icâbe halkası ile kuşatırken henüz inanmamış olanlara da ümmet-i da’ve
(davete hazır topluluk) çerçevesini açmış, onlara sürekli bir kurtuluş ipi
uzatmıştır. Çünkü inanmış olanlar kurtuluşa ermiştir, inanmamış olanlar ise
kurtuluş için davet bekleyenlerdir. Kin ve nefret yoktur bizim kitabımızda.
Çünkü “Bir topluluğa olan kin ve nefretiniz sizi adaletsizliğe sevk etmesin.
Adil olun!” ayeti ilkemizdir. Ve Peygamberimiz (sav) bütün insanlığa
gönderilmiş peygamberdir.
Bu şemsiyenin altında huzur, sükun ve barış ile toplanmaya ne çok
ihtiyacımız var şimdi… Ama bilelim ki, imtihan dünyasındayız. Rabbimiz bazen
vererek, bazen alarak; bazen yükselterek, bazen de indirerek imtihan eder. Son
kertede Akif’in yaptığı gibi Allah’a sığınmaktan ve derdimizi ona açmaktan
başka çaremiz yoktur. Verince şükrederek, vermeyince sabrederek… Hep O’nun kulu
olduğumuzu ve bir gün huzuruna varacağımızı bilerek…
“Ey Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalbimizi kaydırma.
Bize kendi katından rahmetini bol bol bağışla. Zira Sen yegane bağışlayansın.
Ey Rabbimiz! Gerçekleşeceğinde hiç şüphe bulunmayan bir günde bütün insanları
toplayacak olan Sensin.
Ve Allah sözünden asla caymaz.” (Âl-i İmrân 3/8-9)
Vesselâm…
0 yorum:
Yorum Gönder