7 Şubat 2017 Salı

Akif ve İçimizdeki Beyinsizler

Prof. Dr. Cağfer Karadaş

أَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاء مِنَّا"

İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım?”

Yukarıdaki ayet meâli A’raf Sûresi’nin 155. ayetinin Mehmed Akif tarafından yapılmış tercümesidir.

Bu ayeti şiirine serlevha yapan Akif, yaşadığı dönem itibariyle 1300 yıllık İslam tarihi içindeki gördüğü en hazin durum karşısında sorgulama, İlahî makama şikayet ve ardından dönemin manzara-i umumiyesini nazma dökme ihtiyacı hissetmiştir. Tıpkı Hz. Yakub’un (as) “Ben üzüntümü ve kederimi ancak Yüce Allah’a şikayet ederim” (Yûsuf 12/86) demesi gibi, Akif de üzüntüsünü, kederini, şikayetini, nazını ve niyazını sadece Yüce Allah’a arz etmiştir. O günleri yaşamamış bu günün tatlı su nesli, belki de onu isyanlar içinde görecek ve su-i zanda bulunacaktır. Azıcık insaf ve ihsan sahipleri ise XIX. asır başlarında yaşanan o Kafkas ve Balkan bozgunları ile yollara düşen muhacirlerinin neler yaşadıklarını, evini, ocağını, barkını nasıl düşman çizmesine terk edip koca Devlet-i Aliye’nin geniş sınırlarından daracık Anadolu toprağına sığınmak zorunda kaldıklarını idrak edecektir. Akif, çaresizliğini İlahî Kelam’dan bir âyet ile dile getirmiş ve bunu İlahî Makama yazacağı dilekçesinin serlevhası kılmıştır.

O GÜNKÜ MANZARA (1913)

İsterseniz o günkü manzarayı, “Bana sor sevgili kârî (okuyucu) ben sana söyleyeyim” diyen Akif’in dilinden okuyalım:

Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?

Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

*

“Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem / Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım” diyen, içi yanan, dışı kavrulan, ağlamaktan gözü kan çanağına dönen, dudakları titreyen, kalbi sıkışan ve damarları öfkeden şişen o mübarek zatın şikayeti kimseye değil, sadece Rabbinedir:

Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!
Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn'i
En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn'i
Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz'ın
Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın
Emvâcı hurûş-âver olurken melekûta
Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta?
Sönsün de, İlâhî, şu yanan meş'al-i vahdet
Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet?
Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman
Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?
Enfâs-ı habîsiyle beş on rûh-u leîmin
Solsun mu o parlak yüzü Kur'an-ı Hakîm'in?
İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?
Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?

*

Akılsızlara, safdillere; yalancı ışıklara, bir yanıp bir sönen umutlara ve içi yalan dışı süslü sözlere, belki tasasız insanlara, belki uyuyan koca bir nesle, belki elinden bir şey gelmeyen kendisine eyvahlarını haykırıyordu Akif:

Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık …
Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:
Binlerce cevâmi' yıkılıp hâke serildi
Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted:
Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!
Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!
En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından
Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan! … 
(4 Cemaziyelevvel 1331 - 28 Mart 1329 (1913)

*

BU GÜNKÜ MANZARA (İki binli yıllar)

Bugün manzara o günden çok mu farklıdır? Afganistan, Suriye, Irak, Tunus, Libya ve Yemen ateşler içinde. Mısır ve İran nerede durduğu belli değil. Pakistan başına açılan dertlerle boğuşmakta. Endonezya ve Malezya içine kapanmış. Krallar servetlerinin ve tahtlarının derdine düşmüş…

Bir zamanlar izzet ile dayandığımız Avrupa kapılarına zillet içinde varmışız. Onlara el açmışız ve tekmelerine maruz kalmışız. İşte bir Iraklı, bir Suriyeli, bir Yemenli, bir Arakanlı için bugünün gerçek tablosu: Açlıktan, korkudan ve ölümden sığınacak bir yer arayan biçare canlarımız. Dışı medeni içi bedevîlerin çelmeleri, tel örgüleri, dipçikleri ve azarlamaları karşısında ezilen kardeşlerimiz. Denizlerde boğulan çocuklarımız. İtilen ve kakılan insanımız. İşte bunlar mazlumların, ezilenlerin, yıkılanların, biçarelerin gerçek hikayesi.

*

Akif’in ifadesiyle ya o bugünün zavallı beyinsizlerine ne demeli!?

Kendilerini dinî muteber kavramlarla isimlendirerek makam-mevki peşinde koşan, toplum içinde fitne odakları oluşturan, kan döken ve Müslümana gavur eziyeti yapanlara…

Onlar, modern zamanların güç, otorite ve devlet üzerinden insanları tepeden şekillendirme iddiasında olan XIX ve XX. asırların tektipleştirme ve toplum mühendisliği anlayışının günümüzdeki yansımalarıdır. Bu anlayışta olanlara göre hakikat birdir ve bütün insanlar bunların kafasında oluşturulmuş o tek hakikate inanmak ve boyun eğmek zorundadırlar. Halbuki bu iddia ile ortaya çıkan bir çok XIX. Yüzyıl ideolojisi yok olup gitmiş olmakla birlikte, bu anlayış bazı marjinal sol ve sosyalist örgütlerin yanında kendilerini “selefçi”, “cihatçı” ve hatta zaman zaman “Gerçek Ehl-i Sünnet” ve “Gerçek Müslüman” olduklarını iddia eden marjinal gruplarda hâlâ varlığını sürdürmektedir. Bu anlayış, dinden kaynaklanmaktan öte, modern zamanların toplum mühendisliğinin bir eseridir. İslam coğrafyasındaki cihatçılık, selefçilik ve sığ Ehl-i Sünnetçilik işte bu tektipçilik ve toplum mühendisliği düşüncesinin eyleme dönüşmüş şeklidir. Bu tipleri bu günlerde her yerde görmek mümkündür.

İşte bu, bu günün manzara-i umimiyesi. İşte bu, içimizdeki beyinsizler yüzünden İslam alemi üzerine düşmüş kara bulut. 

ÇÖZÜM

Tek çıkış yolumuz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat birleştiriciliğinde buluşmaktır. Çünkü Sünnet, Hz. Peygamber ve sahabesinin İslam’ı yaşama ve yaşatma biçimine tabi olmak, cemaat ise İslam’ın başlangıcından bu güne bu yol ve yöntem üzerinde bulunan Müslüman ana kitledir. Bu anlamıyla Ehl-i Sünnet, Müslümanların en geniş manada toparlayıcı ana bünyesini oluşturmaktadır. Onun tarihteki misyonu bu olmuştur ve bu gün de bu özelliğini ve vazifesini devam ettirmektedir. Bu yol ve yöntem Müslümanların bir arada, barış ve sükûnet içinde yaşamasının da tek teminatıdır. Ehl-i Sünnet “Mü’minler kardeştirler” ilkesi çerçevesinde sadece kendileri gibi düşüneni değil, bazı görüş ayrılıkları dolayısıyla ana kitlenin dışında kalmış Müslümanları da kucaklamış, onlar için de geniş bir Ehl-i Kıble şemsiyesi açmıştır. Buna göre Kabe’yi kıble bilen bütün Müslümanlar İslam çerçevesi içinde, iman şemsiyesi altındadır. Hiçbir Müslüman görüş, düşünce veya tavrı dolayısıyla dışlanamaz. Bunu da “Ehl-i Kıble tekfir edilemez” yani Kabe’i kıble kabul eden hiçbir Müslüman İslam dışında sayılamaz ilkesi ile tayin ve tespit etmiştir. Öte yandan Ehl-i Sünnet, bütün insanlığı da kucaklamış, inananları ümmet-i icâbe halkası ile kuşatırken henüz inanmamış olanlara da ümmet-i da’ve (davete hazır topluluk) çerçevesini açmış, onlara sürekli bir kurtuluş ipi uzatmıştır. Çünkü inanmış olanlar kurtuluşa ermiştir, inanmamış olanlar ise kurtuluş için davet bekleyenlerdir. Kin ve nefret yoktur bizim kitabımızda. Çünkü “Bir topluluğa olan kin ve nefretiniz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adil olun!” ayeti ilkemizdir. Ve Peygamberimiz (sav) bütün insanlığa gönderilmiş peygamberdir.

Bu şemsiyenin altında huzur, sükun ve barış ile toplanmaya ne çok ihtiyacımız var şimdi… Ama bilelim ki, imtihan dünyasındayız. Rabbimiz bazen vererek, bazen alarak; bazen yükselterek, bazen de indirerek imtihan eder. Son kertede Akif’in yaptığı gibi Allah’a sığınmaktan ve derdimizi ona açmaktan başka çaremiz yoktur. Verince şükrederek, vermeyince sabrederek… Hep O’nun kulu olduğumuzu ve bir gün huzuruna varacağımızı bilerek…

Ey Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalbimizi kaydırma. Bize kendi katından rahmetini bol bol bağışla. Zira Sen yegane bağışlayansın. Ey Rabbimiz! Gerçekleşeceğinde hiç şüphe bulunmayan bir günde bütün insanları toplayacak olan Sensin.

Ve Allah sözünden asla caymaz.” (Âl-i İmrân 3/8-9)

Vesselâm… 




0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar