2 Mayıs 2017 Salı

Hadisin Siyere Kaynaklığı Üzerine

Prof. Dr. Âdem Apak
Müslümanlar tarafından tarih boyunca Hz. Muhammed’in (sav) insanlığa tanıtılması gayesiyle siyer türünden farklı tasavvurlar ve sunumlar geliştirilmiş, zamanla bu konuda muazzam bir literatür meydana gelmiştir. Benzer mahiyette siret çalışmaları günümüzde de artarak devam etmektedir, hatta etmelidir. Zaman ve şartların değişmesiyle birlikte insanların anlayışları ve dünya görüşlerinin de farklılık arz ettiği için, bu değişimleri doğru olarak algılamak suretiyle günümüz insanına Allah Rasûlü’nü (sav) örnek sunulabilen bir anlayışla tanıtmak bilhassa bu alan üzerinde çalışan ilim adamlarının esaslı görevidir. Bu görevin en iyi şekilde gerçekleştirilebilmesi için Hz. Peygamber’in (sav) insanlığa tanıtılmasına vesile olacak eserlerin en sağlam kaynaklara dayalı bir şekilde yazılması gerekir ki, sahih siyer yazımında temel kayakların en başında şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm gelir.
Siyer ilminin doğuşunu resmen Kur’ân’ın inzâl tarihi kabul edilen M. 610 yılından itibaren başlatmak mümkündür. Zira bu ilmin ilk ve temel kaynağı Kur’ân’dır. Ayrıca Müslümanların tarihle bağlantılı ilk önemli adımları ise Kur’ân’ın yazıya geçirilmesidir. Hz. Peygamber’in (sav) söz ve davranışları anlamındaki sünnet ise İslâm tarih ilminin Kur’ân’dan sonraki ikinci kaynağı kabul edilir. Hz. Peygamber (sav), başlangıçta vahiyle karıştırılması endişesiyle hadislerin yazılmasına izin vermemiş[1], ancak bu ihtimal ortadan kalktıktan sonra hadislerin kaydedilmesine ruhsat çıkmıştır. Nitekim sahâbeden Abdullah b. Amr b. el-Âs (H.65/M.685), Allah Rasûlü’nden (sav) aldığı izinle es-Sahîfetü’s-Sâdıka adını verdiği bir hadis risâlesi kaleme almıştır.[2] Daha sonra Ebû Hüreyre (H.58/M.678), Enes b. Mâlik (M.91/M.709), Abdullah b. Abbâs (H.68/M.687) da benzer şekilde hadis yazımına başlamışlardır.[3]
İlk siyer ve meğâzî çalışmaları aynı zamanda hadis rivayetlerinin ilk halkasını teşkil eden sahâbe nesliyle başlamıştır. Fakat onlar bu konuda müstakil kitap yazmamışlar, sadece buldukları rivayetleri bir taraftan düzensiz bir şekilde kaydederken, diğer taraftan da bildiklerini sonraki kuşağa sözlü olarak nakletmişlerdir. Siyer ve meğâzîye ait ilk eserleri yazmak ise Müslümanların ikinci nesli olan Tâbiûna nasip olmuştur.[4] Öyle ki, onlar Hz. Peygamber (sav) zamanına ait bazı yazılı vesikalar yanında, ashâbdan kendilerine sözlü olarak ulaşan haberleri nakletmeye ve kaydetmeye başlamışlardır. Bu süreçte hadis rivayetleriyle siyer ve meğazi rivayetleri ikinci nesle herhangi bir ayrıma ve usül farklılığı uğramadan birlikte aktarılmışlardır. Nihayetinde hicretin birinci asrında rivayetlerin risaleler halinde yazımı aşamasına gelinmiş, neticede Emevîlerin sonu ile Abbâsîlerin başında ilk büyük siyer ve meğâzî eserleri ortaya çıkmıştır.[5] Zikri geçen dönemin en mühim simaları aynı zamanda İbn Şihâb ez-Zührî (H.124/M.742) ile yazdığı Kitâbu’l-Meğâzî isimli eseri günümüze kadar ulaşan İbn İshâk‘tır (H.150/M.767).
Siyer alanında ana kaynaklar sıralamasında Kur’ân-ı Kerîm‘den sonra gelen hadislerde Hz. Peygamber’in (sav) hayatının çeşitli yönleriyle ilgili farklı bablarda bilgiler ve ayrıntılar bulunmaktadır. Hadis kaynaklarının en başta gelenleri ise İmam Mâlik’in (H.179/ M.975) Muvatta’ı, Ahmed b. Hanbel’in (H.241/M.855) Müsned’i, Dârimî’nin (H.255/M.868) Sünen’i, Buhârî’nin (H.256/M.870) Sahîh’i, Müslim’in (H.276/M.889) Sahîh’i, EbûDâvûd (H.275/M.889), Tirmizî (H.279/M.892) ve Nesaî’nin (H.303/M.915) Sünen’leridir.[6]
Şüphesiz hadîsin, siyer açısından yönünden önemini artıran unsurların başında Hz. Peygamber’in hayatı hakkında esaslı bilgiler vermesi gelir. Bu sebeple Hz. Peygamber’in fiilleri, sözleri ve faaliyetleri ile ilgili hadîsler siyer inşasında temel kaynaklık eder. Diğer taraftan râvilerin ve haberlere esas teşkil eden rivâyetlerin tesbitinde hadîs kaynaklarının siyer rivayetinde büyük değeri vardır. Unutulmamalıdır ki, hadîs âlimlerinin, rivâyetleri metin ve sened yönünden tespit etmeye, râvilerin durumlarım açıklamaya (ricâl ilmi) ehemmiyet vermeleri, siyer ve megâzî kitaplarının muhtevasının da daha sağlam bir zemine dayanmasına vesile olmuştur. Hadîsin, siyer yönünden ehemmiyetini artıran bir başka husus ise, İslâm’ın ilk dönemlerine ait siyeri konu edinen haberlerin aynen hadisler gibi rivâyet şeklinde aktarılmış olmasıdır.[7]
Hadîs âlimlerine göre Hz. Peygamber’e (sas) izafe ve isnad olunan herşey (her haber) hadîstir. Bu bakımdan onlar Hz. Peygamber’den (sav) duyulanları ve rivâyet edilenleri büyük bir titizlikle kayıt altına almışlardır. Onun içindir ki, Siyer ilminin esas menbaı ve İslâm tarihinin en mühim kaynaklarından biri hadîs olduğu gibi, Siyerin, dolayısıyla da tarih ilminin kurucuları da Urve b. Zübeyr, İbn Şihâb ez-Zûhrî, Eban b. Osman, Vehb b. Münebbih, İbn İshâk ve benzeri âlimler esasında birer hadîsçilerdir. Buradan yola çıkarak hadis ilminin aslında siyer ilmi, siyer ilminin de hadis ilmi olduğunu, kısacası her iki ilmin de pek çok ortak noktası bulunması sebebiyle özdeş olduğunu ileri sürmek yanlış olmaz. Zira tarih haberler rivâyetlere, tarihçilik de rivâyetçiliğe dayanır. Rivâyetler ve râviler “tarih olayı”nın baş kahramanlandırlar. Hadîs ilmi ise, işte bu rivâyetlerin rivâyet edilme esaslarını, rivâyetçiliğin ilkelerini ve râvinin niteliklerini belirler. Râvi nasıl olmalıdır ki rivâyeti kabul edilebilsin? Hangi şartlarda râvi ve rivâyeti kabul edilebilir (ta’dil), hangi şartlarda kabul edilemez (cerh)? Bütün bunu tesbit etmek için hadîs ilmi, râvinin güvenirliğini (sika) ortadan kaldıran yalancılık (kizb), hafıza zayıflığı, unutkanlık v.s. özellikleri olup olmadığını araştırır. Sonuca göre rivâyetin mahiyeti ve kıymeti değerlendirilerek mütevatir, sahîh, hasen, mürsel, muntakı, ahadzayıf v.s. şeklinde derecelendirilir. Böylece, “cerh ve ta’dil” usûlü hadisle birlikte aynı zamanda siyer ve tarihin kaynaklarının da sıhhatini tespit etmiş olur.[8]
Hadîs âlimleri râvilerin ve onların rivâyetlerinin kabul edilebilir olmaları hususunda çok hassas davranmışlar,bu sebeple rivâyetleri metin ve sened itibariyle tenkide tabi tutmuşlardır. Bu çabaların sonucunda “metinlerin eleştirisi” (nakd-ı mutûn) ve “râvilerin eleştirisi” (nakd-ı ricâl) adlarında iki ayrı eleştiri ilmi ortaya çıkmış, nihayetinde bu bahiste çok sayıda eser telif edilmiştir. Benzer şekilde siyer ile alâkalı malûmatın zabt edilip korunmasında en çok katkıda bulunanların başında hadîs âlimleri gelir. Onların çabaları sayesindedir ki, İslam’ın temel kaynakları büyük oranda bir tahrife ve tağyire uğramadan günümüze kadar gelebilmiştir.
Rivayetlerde isnadın soruşturulmaya başlanması daha erken dönemlere kadar gitse de, hadisçiler esas olarak H. 2. Asırdan itibaren isnad kullanmaya başlamışlardır. İstisnai olarak İmâm Mâlik ve Ma’mer b. Râşid’de görüldüğü gibi az da olsa bazı kaynaklarda “beleğanî” veya meçhul ravilerden nakiller yapılmakta bir beis görülmemekle birlikte, genel olarak hadisçiler muttasıl ve sahih isnad vermeye gayret etmişlerdir. Buna karşılık İbn İshâk başta olmak üzere tarihçilerini se muttasıl sened yerine “fîmâyezumûne”, “fî mâzükira”, “huddistu”, “fî mâbellağanî” , “haddesenî men lâ etthimu” gibi ifadeleri sıklıkla isnadlarda kullandıkları sıkça görülmüştür. Meslekleri gereği hadisçiler isnadın sıhhatine önem verdikleri için zayıf ravilerden mümkün mertebe rivayet aktarmazlarken, siyer alimleri zayıf rivayet aktarmakta beis görmemişlerdir. Bu sebeple hadisçiler, İbn İshâk ve Vâkıdî gibi tarihçileri cerh etmişlerdir.[9]
Şu bir gerçektir ki, kendilerinden tarihteki olayları tüm yönleriyle açıklamaları, olayların sebep-sonuçlarıyla takdim etmeleri beklenen, üstelik hadiseyle ilgili pek çok soruya muhatap olan ve açıklama istenen tarihçinin sadece hadisçilerin metod ve kurallarıyla ve hadisçilerin kendilerine sunduğu rivayet malzemesiyle beklentileri karşılayabilmesi mümkün değildir. Onun vazifesini yerine getirmesi için gerek metod, gerekse kaynak tercihi ve çeşidinde son derece serbest hareket etmesi; hadis rivayet tekniğinden faydalanmasının yanında esas olarak tarih metodolojisinin imkânlarını kullanması gerekir. Zira salt hadis medolojisinin imkânlarıyla tarihçilik yapmak neredeyse mümkün değildir. Şayet bu mümkün olsaydı, ayrıca siyer veya tarih ilmi ortaya çıkmaz, bu alanlardaki ilmî faaliyetler pekâla hadisçiler tarafından gerçekleştirilebilirdi. Oysa hadisçi daha çok Hz. Peygamber’in (sav) sünnet ve hadislerini nakletmekle yetindiği için tarihçiden talep edilen konulara değinmeyecektir. Buna karşılık siyer ve meğâzi türü yazılan eserlerde Allah Rasûlü’nün (sav) genel olarak hayatı, özel olarak da savaşları bütün teferruatıyla verilmektedir. Aynı şekilde hadisçi, hadisçilik faaliyetinde hem isnad, hem de metin bakımından belli tercihlerde bulunmak suretiyle rivayetlerden seçme yapabilirken, tarihçi ise bir olayla ilgili olarak elde ettiği rivayetlerden ve güvendiği kişilerden aldığı bilgileri kullanarak ve birçok rivayeti cem ederek okuyucuyu ilgilendiği olay hakkında tutarlı bir açıklama ve bilgilendirmeyi hedeflemektedir. Bütün bunlar sebebiyle gerek bilginin sıhhati, gerek kaynağı, gerekse isnadı bakımından tarihçilerden hadisçilerde olduğu gibi bir hassasiyet beklemek mümkün değildir.[10]

SONUÇ
Siyerin Kur’an’ı Kerim’den sonraki en önemli kaynağı hadislerdir. Hadisler, Kur’ân âyetleri kadar kesin ve kuvvetli bir delil olmasalar da, diğer rivayetlerle karşılaştırıldığında rivayet ve dirayet tenkidi süzgecinden geçmesi sebebiyle kaynak değeri daha yüksek bilgilerdir. Bu sebeple siyer çalışmalarında hadis kaynaklarından, özellikle de hadisin vakıayla ilişkisini kurmada önemli bir işlev gören ve sebeb-i vürudu izah eden hadis şerhlerinden mutlak anlamda ve azami derecede istifade etmek gerekir. Ancak tabiatı itibariyle hadisler sadece konu edinilen olay veya şahısla ilgili ellerinde olan ayrıca kronolojik açıdan düzensiz sınırlı rivayetleri sunarlar ki, bu bilgiler kastedilen hadiseyi açıklamada büyük oranda yeterli olmaz. Bu durumda hadiselerin sebep ve sonuçları dâhil bütün yönlerini araştırma ve hadiseyle ilgili muhtemel, hatta muhayyel sorulara cevap verme gibi vazife üstlenmiş olan tarihçi hadisleri vakıaya mutabıklık veya açıklamaya uygunluk çerçevesinde değerlendirecek, kendisine kaynaklık eden rivayetler arasında salt hadis metodolojisine göre değil, tarih metodolojisi çerçevesinde tercihlerde bulunacak, bazen de hadisçinin kendi usulüyle makbul sayıp sunduğu rivayeti değil, hadis tekniği açısında ikinci derecede kuvvetli, hatta zayıf sayılan başka rivayet ve şahitliklere istinaden hadiseleri açıklayacaktır. Bu anlayış ve metod farkının sebebi ise hadisçi ile tarihçinin misyonunun ve gayesinin, başka bir ifadeyle kendilerinden beklenin farklı olmasından başka bir şey değildir.



* Bu bildiri Meridyen Hadis-Siyer Araştırmaları Merkezi'nde siyer toplantısında tebliğ olarak sunulmuştur.

[1]    Buhârî, İlim 38; Müslim, İman 112, Zühd 72.
[2]    İbnSa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru’s-Sâdır), II, 373.
[3]    Terzi, Mustafa Zeki, İlk Siyer-Meğâzî Yazarları ve Eserleri,Samsun 1995, s. 6-7.
[4]    Şeşen, Ramazan, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul 1998, s. 21.
[5]    Fayda, Mustafa, “Siyer Sahasındaki İlk Telif Çalışmaları”, Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, İzmir 1985, s. 360.
[6]    Hizmetli, Sabri, İslâm Tarihçiliği Üzerine, Ankara 1991, s. 168 - 193.
[7]    Hizmetli, Sabri, İslam Tarihçiliği Üzerine, s. 168-169.
[8]    Hizmetli, Sabri, İslam Tarihçiliği Üzerine, s. 172-173.

[9]    Erul, Bünyamin, Siret Tedkikleri, Ankara 2013, s. 247.
[10]   Erul, Bünyamin, SiretTedkikleri, s. 249.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar