Prof. Dr. Âdem Apak
Müslümanlar tarafından tarih boyunca Hz. Muhammed’in
(sav) insanlığa tanıtılması gayesiyle siyer türünden farklı tasavvurlar ve
sunumlar geliştirilmiş, zamanla bu konuda muazzam bir literatür meydana
gelmiştir. Benzer mahiyette siret çalışmaları günümüzde de artarak devam
etmektedir, hatta etmelidir. Zaman ve şartların değişmesiyle birlikte
insanların anlayışları ve dünya görüşlerinin de farklılık arz ettiği için, bu
değişimleri doğru olarak algılamak suretiyle günümüz insanına Allah Rasûlü’nü
(sav) örnek sunulabilen bir anlayışla tanıtmak bilhassa bu alan üzerinde
çalışan ilim adamlarının esaslı görevidir. Bu görevin en iyi şekilde gerçekleştirilebilmesi
için Hz. Peygamber’in (sav) insanlığa tanıtılmasına vesile olacak eserlerin en
sağlam kaynaklara dayalı bir şekilde yazılması gerekir ki, sahih siyer
yazımında temel kayakların en başında şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm gelir.
Siyer ilminin doğuşunu resmen Kur’ân’ın inzâl tarihi kabul edilen M. 610
yılından itibaren başlatmak mümkündür. Zira bu ilmin ilk ve temel kaynağı
Kur’ân’dır. Ayrıca Müslümanların tarihle bağlantılı ilk önemli adımları ise
Kur’ân’ın yazıya geçirilmesidir. Hz. Peygamber’in (sav) söz ve davranışları
anlamındaki sünnet ise İslâm tarih ilminin Kur’ân’dan sonraki ikinci kaynağı
kabul edilir. Hz. Peygamber (sav), başlangıçta vahiyle karıştırılması
endişesiyle hadislerin yazılmasına izin vermemiş[1],
ancak bu ihtimal ortadan kalktıktan sonra hadislerin kaydedilmesine ruhsat
çıkmıştır. Nitekim sahâbeden Abdullah b. Amr b. el-Âs (H.65/M.685), Allah Rasûlü’nden (sav) aldığı
izinle es-Sahîfetü’s-Sâdıka adını verdiği bir hadis risâlesi kaleme
almıştır.[2] Daha
sonra Ebû Hüreyre (H.58/M.678), Enes b. Mâlik (M.91/M.709), Abdullah b. Abbâs (H.68/M.687) da benzer şekilde hadis yazımına
başlamışlardır.[3]
İlk siyer ve meğâzî çalışmaları aynı zamanda hadis
rivayetlerinin ilk halkasını teşkil eden sahâbe nesliyle başlamıştır. Fakat
onlar bu konuda müstakil kitap yazmamışlar, sadece buldukları rivayetleri bir
taraftan düzensiz bir şekilde kaydederken, diğer taraftan da bildiklerini
sonraki kuşağa sözlü olarak nakletmişlerdir. Siyer ve meğâzîye ait ilk eserleri
yazmak ise Müslümanların ikinci nesli olan Tâbiûna nasip olmuştur.[4] Öyle
ki, onlar Hz. Peygamber (sav) zamanına ait bazı yazılı vesikalar yanında,
ashâbdan kendilerine sözlü olarak ulaşan haberleri nakletmeye ve kaydetmeye
başlamışlardır. Bu süreçte hadis rivayetleriyle siyer ve meğazi rivayetleri
ikinci nesle herhangi bir ayrıma ve usül farklılığı uğramadan birlikte
aktarılmışlardır. Nihayetinde hicretin birinci asrında rivayetlerin risaleler
halinde yazımı aşamasına gelinmiş, neticede Emevîlerin sonu ile Abbâsîlerin
başında ilk büyük siyer ve meğâzî eserleri ortaya çıkmıştır.[5] Zikri
geçen dönemin en mühim simaları aynı zamanda İbn Şihâb ez-Zührî (H.124/M.742) ile yazdığı Kitâbu’l-Meğâzî
isimli eseri günümüze kadar ulaşan İbn İshâk‘tır (H.150/M.767).
Siyer alanında ana kaynaklar sıralamasında Kur’ân-ı Kerîm‘den sonra gelen hadislerde Hz. Peygamber’in
(sav) hayatının çeşitli yönleriyle ilgili farklı bablarda bilgiler ve ayrıntılar
bulunmaktadır. Hadis kaynaklarının en başta gelenleri ise İmam Mâlik’in (H.179/ M.975) Muvatta’ı, Ahmed b. Hanbel’in (H.241/M.855) Müsned’i, Dârimî’nin (H.255/M.868) Sünen’i, Buhârî’nin (H.256/M.870) Sahîh’i, Müslim’in (H.276/M.889) Sahîh’i, EbûDâvûd (H.275/M.889), Tirmizî (H.279/M.892) ve Nesaî’nin (H.303/M.915) Sünen’leridir.[6]
Şüphesiz hadîsin, siyer açısından yönünden önemini artıran unsurların
başında Hz. Peygamber’in hayatı hakkında esaslı bilgiler vermesi gelir. Bu
sebeple Hz. Peygamber’in fiilleri, sözleri ve faaliyetleri ile ilgili hadîsler siyer
inşasında temel kaynaklık eder. Diğer taraftan râvilerin ve haberlere esas
teşkil eden rivâyetlerin tesbitinde hadîs kaynaklarının siyer rivayetinde büyük
değeri vardır. Unutulmamalıdır ki, hadîs âlimlerinin, rivâyetleri metin ve
sened yönünden tespit etmeye, râvilerin durumlarım açıklamaya (ricâl ilmi) ehemmiyet
vermeleri, siyer ve megâzî kitaplarının muhtevasının da daha sağlam bir zemine
dayanmasına vesile olmuştur. Hadîsin, siyer yönünden ehemmiyetini artıran bir
başka husus ise, İslâm’ın ilk dönemlerine ait siyeri konu edinen haberlerin aynen
hadisler gibi rivâyet şeklinde aktarılmış olmasıdır.[7]
Hadîs âlimlerine göre Hz. Peygamber’e (sas) izafe ve isnad olunan herşey
(her haber) hadîstir. Bu bakımdan onlar Hz. Peygamber’den (sav) duyulanları
ve rivâyet edilenleri büyük bir titizlikle kayıt altına almışlardır. Onun
içindir ki, Siyer ilminin esas menbaı ve İslâm tarihinin en mühim kaynaklarından
biri hadîs olduğu gibi, Siyerin, dolayısıyla da tarih ilminin
kurucuları da Urve b. Zübeyr, İbn Şihâb ez-Zûhrî, Eban b. Osman, Vehb
b. Münebbih, İbn İshâk ve benzeri âlimler esasında birer hadîsçilerdir. Buradan
yola çıkarak hadis ilminin aslında siyer ilmi, siyer ilminin de hadis ilmi
olduğunu, kısacası her iki ilmin de pek çok ortak noktası bulunması sebebiyle özdeş
olduğunu ileri sürmek yanlış olmaz. Zira tarih haberler rivâyetlere, tarihçilik
de rivâyetçiliğe dayanır. Rivâyetler ve râviler “tarih olayı”nın baş kahramanlandırlar. Hadîs ilmi ise, işte bu rivâyetlerin rivâyet
edilme esaslarını, rivâyetçiliğin ilkelerini ve râvinin niteliklerini
belirler. Râvi nasıl olmalıdır ki rivâyeti kabul edilebilsin?
Hangi şartlarda râvi ve rivâyeti kabul edilebilir (ta’dil),
hangi şartlarda kabul edilemez (cerh)? Bütün bunu tesbit etmek
için hadîs ilmi, râvinin güvenirliğini (sika) ortadan kaldıran yalancılık
(kizb), hafıza zayıflığı, unutkanlık v.s. özellikleri olup
olmadığını araştırır. Sonuca göre rivâyetin mahiyeti ve kıymeti
değerlendirilerek mütevatir, sahîh, hasen, mürsel, muntakı, ahadzayıf
v.s. şeklinde derecelendirilir. Böylece, “cerh ve ta’dil” usûlü hadisle
birlikte aynı zamanda siyer ve tarihin kaynaklarının da sıhhatini tespit etmiş
olur.[8]
Hadîs âlimleri râvilerin ve onların rivâyetlerinin kabul edilebilir
olmaları hususunda çok hassas davranmışlar,bu sebeple rivâyetleri metin ve
sened itibariyle tenkide tabi tutmuşlardır. Bu çabaların sonucunda “metinlerin
eleştirisi” (nakd-ı mutûn) ve “râvilerin eleştirisi” (nakd-ı ricâl)
adlarında iki ayrı eleştiri ilmi ortaya çıkmış, nihayetinde bu bahiste çok
sayıda eser telif edilmiştir. Benzer şekilde siyer ile alâkalı malûmatın zabt edilip korunmasında
en çok katkıda bulunanların başında hadîs âlimleri gelir. Onların çabaları
sayesindedir ki, İslam’ın temel kaynakları büyük oranda bir tahrife ve tağyire
uğramadan günümüze kadar gelebilmiştir.
Rivayetlerde isnadın soruşturulmaya başlanması daha erken dönemlere
kadar gitse de, hadisçiler esas olarak H. 2. Asırdan itibaren isnad kullanmaya
başlamışlardır. İstisnai olarak İmâm Mâlik ve Ma’mer b. Râşid’de görüldüğü gibi
az da olsa bazı kaynaklarda “beleğanî” veya meçhul ravilerden nakiller
yapılmakta bir beis görülmemekle birlikte, genel olarak hadisçiler muttasıl ve
sahih isnad vermeye gayret etmişlerdir. Buna karşılık İbn İshâk başta olmak
üzere tarihçilerini se muttasıl sened yerine “fîmâyezumûne”, “fî mâzükira”,
“huddistu”, “fî mâbellağanî” , “haddesenî men lâ etthimu” gibi ifadeleri
sıklıkla isnadlarda kullandıkları sıkça görülmüştür. Meslekleri gereği hadisçiler
isnadın sıhhatine önem verdikleri için zayıf ravilerden mümkün mertebe rivayet
aktarmazlarken, siyer alimleri zayıf rivayet aktarmakta beis görmemişlerdir. Bu
sebeple hadisçiler, İbn İshâk ve Vâkıdî gibi tarihçileri cerh etmişlerdir.[9]
Şu bir gerçektir ki, kendilerinden tarihteki olayları tüm yönleriyle
açıklamaları, olayların sebep-sonuçlarıyla takdim etmeleri beklenen, üstelik hadiseyle
ilgili pek çok soruya muhatap olan ve açıklama istenen tarihçinin sadece hadisçilerin
metod ve kurallarıyla ve hadisçilerin kendilerine sunduğu rivayet malzemesiyle beklentileri
karşılayabilmesi mümkün değildir. Onun vazifesini yerine getirmesi için gerek
metod, gerekse kaynak tercihi ve çeşidinde son derece serbest hareket etmesi; hadis
rivayet tekniğinden faydalanmasının yanında esas olarak tarih metodolojisinin
imkânlarını kullanması gerekir. Zira salt hadis medolojisinin imkânlarıyla tarihçilik
yapmak neredeyse mümkün değildir. Şayet bu mümkün olsaydı, ayrıca siyer veya
tarih ilmi ortaya çıkmaz, bu alanlardaki ilmî faaliyetler pekâla hadisçiler
tarafından gerçekleştirilebilirdi. Oysa hadisçi daha çok Hz. Peygamber’in (sav)
sünnet ve hadislerini nakletmekle yetindiği için tarihçiden talep edilen
konulara değinmeyecektir. Buna karşılık siyer ve meğâzi türü yazılan eserlerde
Allah Rasûlü’nün (sav) genel olarak hayatı, özel olarak da savaşları bütün
teferruatıyla verilmektedir. Aynı şekilde hadisçi, hadisçilik faaliyetinde hem
isnad, hem de metin bakımından belli tercihlerde bulunmak suretiyle
rivayetlerden seçme yapabilirken, tarihçi ise bir olayla ilgili olarak elde
ettiği rivayetlerden ve güvendiği kişilerden aldığı bilgileri kullanarak ve birçok
rivayeti cem ederek okuyucuyu ilgilendiği olay hakkında tutarlı bir açıklama ve
bilgilendirmeyi hedeflemektedir. Bütün bunlar sebebiyle gerek bilginin sıhhati,
gerek kaynağı, gerekse isnadı bakımından tarihçilerden hadisçilerde olduğu gibi
bir hassasiyet beklemek mümkün değildir.[10]
SONUÇ
Siyerin Kur’an’ı Kerim’den sonraki en önemli kaynağı hadislerdir.
Hadisler, Kur’ân âyetleri kadar kesin ve kuvvetli bir delil olmasalar da, diğer
rivayetlerle karşılaştırıldığında rivayet ve dirayet tenkidi süzgecinden
geçmesi sebebiyle kaynak değeri daha yüksek bilgilerdir. Bu sebeple siyer
çalışmalarında hadis kaynaklarından, özellikle de hadisin vakıayla ilişkisini
kurmada önemli bir işlev gören ve sebeb-i vürudu izah eden hadis şerhlerinden
mutlak anlamda ve azami derecede istifade etmek gerekir. Ancak tabiatı
itibariyle hadisler sadece konu edinilen olay veya şahısla ilgili ellerinde
olan ayrıca kronolojik açıdan düzensiz sınırlı rivayetleri sunarlar ki, bu
bilgiler kastedilen hadiseyi açıklamada büyük oranda yeterli olmaz. Bu durumda
hadiselerin sebep ve sonuçları dâhil bütün yönlerini araştırma ve hadiseyle
ilgili muhtemel, hatta muhayyel sorulara cevap verme gibi vazife üstlenmiş olan
tarihçi hadisleri vakıaya mutabıklık veya açıklamaya uygunluk çerçevesinde
değerlendirecek, kendisine kaynaklık eden rivayetler arasında salt hadis
metodolojisine göre değil, tarih metodolojisi çerçevesinde tercihlerde
bulunacak, bazen de hadisçinin kendi usulüyle makbul sayıp sunduğu rivayeti
değil, hadis tekniği açısında ikinci derecede kuvvetli, hatta zayıf sayılan başka
rivayet ve şahitliklere istinaden hadiseleri açıklayacaktır. Bu anlayış ve
metod farkının sebebi ise hadisçi ile tarihçinin misyonunun ve gayesinin, başka
bir ifadeyle kendilerinden beklenin farklı olmasından başka bir şey değildir.
* Bu bildiri Meridyen Hadis-Siyer Araştırmaları Merkezi'nde siyer toplantısında tebliğ olarak sunulmuştur.
[1] Buhârî, İlim 38; Müslim, İman
112, Zühd 72.
[2] İbnSa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
I-VIII, Beyrut ts. (Dâru’s-Sâdır), II, 373.
[3] Terzi, Mustafa Zeki, İlk Siyer-Meğâzî
Yazarları ve Eserleri,Samsun 1995, s. 6-7.
[4] Şeşen, Ramazan, Müslümanlarda
Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul 1998, s. 21.
[5] Fayda, Mustafa, “Siyer Sahasındaki İlk Telif
Çalışmaları”, Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, İzmir
1985, s. 360.
[6] Hizmetli, Sabri, İslâm Tarihçiliği
Üzerine, Ankara 1991, s. 168 - 193.
[7] Hizmetli, Sabri, İslam Tarihçiliği Üzerine, s. 168-169.
[8] Hizmetli, Sabri, İslam Tarihçiliği Üzerine, s. 172-173.
[9] Erul, Bünyamin, Siret Tedkikleri, Ankara 2013, s. 247.
[10] Erul, Bünyamin, SiretTedkikleri, s. 249.
0 yorum:
Yorum Gönder