1 Mayıs 2017 Pazartesi

Ortadoğu'daki Çatışmalar Bağlamında Etno-Mezhepsel Kimlikler

Bu yazıda kimi zaman etnik kimliklerle özdeşleşen, kimi zaman da etnik kimlikleri parçalayan bir unsur olarak etno-mezhepsel kimliklere ve bu kimliklerin dindarlık boyutuna dikkat çekilmekte; Irak ve Suriye’deki çatışmalar, bu çerçevede tahlile tabii tutulmaktadır.
Ortadoğu’da ülke sınırları doğal değildir;  bu durum pek çok problemin baskılanmış bir şekilde varlığını sürdürmesini beraberinde getirmektedir.  Bu problemlerin en dikkat çekeni, etnik ve mezhebi kimlikler arasındaki gelgitlerdir. Öyle ki etnik ve mezhebi kimlikler, gelinen noktada bölgedeki otoriter rejimler için siyasal bir araca dönüşmüş gözükmektedir.
Suriye ve Irak’ta yaşananların arka planında temelde bu husus yatmaktadır. Bu iki bölgedeki otoriter rejimler varlıklarını milliyetçiliklerinin yanı sıra mezhepsel kimlikler üzerine kurdular. Bu durum etnik ve mezhepsel kimliklerin hem iyice birbirine geçmesine hem de etki alanlarını daha da genişletmelerine neden oldu.  Suriye’de Hafız Esed diktatoryası hem Arap milliyetçiliği yaptı ve hem de rejimin omurgasını ağırlıklı olarak Nusayriliğe/Arap Aleviliğine dayandırdı. Bu nedenle farklı bir etnik kimlik olan Kürtler ile çoğunluğu teşkil eden Sünni Araplar, bilinçli bir şekilde rejimin ötekileştirilmiş unsurlarına dönüştürüldü. Benzer bir durum Irak için de geçerlidir; Sünni Arap tabana yaslanan Saddam, bir yandan çoğunluğu teşkil eden Şii Arapları baskıladı; diğer yandan da tıpkı selefleri gibi anayasal haklarını ihlal ettiği Kürtler’i baskı altına aldı. Bu bağlamda diktatoryal rejimlerin çekirdeğini oluşturan etnik ve mezhepsel kimlikler özdeşleşti. Suriye’de Nusayri Araplar, Irak’ta ise Sünni Araplar sosyo-politik bakımdan en üst kimlik haline geldi.. Buna karşın iktidarın ayrıcalıklarından faydalanmak için etno-mezhepsel kimliklerde dindarlık şartı aranmadı. Hatta seküler hayat tarzını benimseyenler; yani dini kendi hayatlarına fazlaca sokmayanlar tercih edildi. Bu yaklaşım tarzı, mezhebi kimliklere kendi bağlamının dışında daha pragmatik işlevler yüklendiğini düşündürmektedir. Gerçekten de iktidarların dayandığı veya bir tür meşruiyet zemini olarak görüp kullandığı mezhepsel kimlikler, inanç boyutunu/dindarlığı yansıtmaktan ziyade siyasidir. Yine temel bir siyaset olarak İslami hareketlere düşmanlığı benimsemiş olan söz konusu rejimler, diğer kimlikleri dışladıklarında da sadece dindarlıklarını kriter olarak almadı. İster seküler olsun ister dindar olsun fark etmez, öteki kimlikten olanları (ki Irak’ta Şiilik, Suriye’de Sünnilik) yönetimin dışında bırakmaya özen gösterdi. Bu da süreç içerisinde hem iktidarda hem de muhalefette etno-mezhepsel kimlikleri pekiştirdi. Yani mezhepler etnik kimliği tamamlayan birer unsura dönüştü.
Irak müdahaleleri sonrasında iktidarı ele geçiren Şiiler, Saddam’ın dayandığı etno-mezhepsel kimliği cezalandırmak maksadıyla Sünni Araplar’ı iktidardan dışladılar. Bu durumda da aslında Saddam’ın politikasını tersine çevirip sürdürmüş oldular; sadece iktidardaki etno-mezhepsel kimlik, yani roller değişti; ancak politika aynı kaldı. İşte bu nedenledir ki, Irak ve Suriye’deki çatışmaları, özleri itibariyle dini problemlerden kaynaklanan çatışmalar olarak değerlendirmemek gerekir. Bu çatışmaların sebebi itikadi meseleler veya bazı inanç esaslarında yaşanan farklılaşmalar yada ihtilaflar değildir; aksine etno-mezhepsel kimliklerin iktidarı ele geçirme mücadelesidir.
Günümüzde her iki ülkede de etno-mezhepsel kimlikler, düşman addettikleri Müslüman kardeşlerine karşı mücadele içerisindedirler. Söz konusu ülkelerde iktidarda bulunan Şiiler ile Sünni muhalefetlerin tamamının dini saiklerle hareket ettiğini iddia etmek güçtür. Ancak süreç içerisinde din veya mezheplerde bu siyasi mücadelenin parçası olmuşlardır. Bu da beraberinde kaçınılmaz olarak radikal söylemleri ortaya çıkarmıştır. Çoğunlukla samimi ve içten bir şekilde davalarının (mezheplerinin) ne kadar da yüce olduğuna vurgu yapmışlardır. Bu durumda kutsal orduların ortaya çıkışına sebep olmuştur. Sözgelimi Irak’ta bir tarafta Şiilerin Mehdi ordusu, hz. Ali, hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt’in intikamını alma ve kutsal mekanları koruma yeminleri ederken; diğer tarafta tüm dünyada ötekileştirilen Müslümanlardan beslenen cihad orduları Sünniliğin değerlerini koruma ve İslam’ı ifsat ettiğini düşündükleri Şiiliğin kökünü kazıma gibi kutsal bir görevle hareket etmektedirler.
Sonuçta günümüzde tamamen bir mezhep savaşı gibi algılanmaya müsait çatışmaların kökeninde zamanında tohumları atılan ötekileştirici milliyetçilikler yatmaktadır. Bu ötekileştirici milliyetçilikler, mensup oldukları mezheplerini de etnik kimliklerinin parçasına dönüştürüp etno-mezhepsel milliyetçilik yapmışlardır.
                                                                                                          Prof. Dr. Metin BOZAN
Dicle Üniv. İlahiyat Fakültesi
İslam Mezhepleri Tarihi Öğr. Üy.




0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar