Bu yazıda kimi zaman etnik
kimliklerle özdeşleşen, kimi zaman da etnik kimlikleri parçalayan bir unsur
olarak etno-mezhepsel kimliklere ve bu kimliklerin dindarlık boyutuna dikkat
çekilmekte; Irak ve Suriye’deki çatışmalar, bu çerçevede tahlile tabii
tutulmaktadır.
Ortadoğu’da ülke sınırları doğal
değildir; bu durum pek çok problemin
baskılanmış bir şekilde varlığını sürdürmesini beraberinde getirmektedir. Bu problemlerin en dikkat çekeni, etnik ve
mezhebi kimlikler arasındaki gelgitlerdir. Öyle ki etnik ve mezhebi kimlikler,
gelinen noktada bölgedeki otoriter rejimler için siyasal bir araca dönüşmüş
gözükmektedir.
Suriye ve Irak’ta yaşananların arka
planında temelde bu husus yatmaktadır. Bu iki bölgedeki otoriter rejimler varlıklarını
milliyetçiliklerinin yanı sıra mezhepsel kimlikler üzerine kurdular. Bu durum
etnik ve mezhepsel kimliklerin hem iyice birbirine geçmesine hem de etki
alanlarını daha da genişletmelerine neden oldu. Suriye’de Hafız Esed diktatoryası hem Arap
milliyetçiliği yaptı ve hem de rejimin omurgasını ağırlıklı olarak Nusayriliğe/Arap
Aleviliğine dayandırdı. Bu nedenle farklı bir etnik kimlik olan Kürtler ile
çoğunluğu teşkil eden Sünni Araplar, bilinçli bir şekilde rejimin
ötekileştirilmiş unsurlarına dönüştürüldü. Benzer bir durum Irak için de
geçerlidir; Sünni Arap tabana yaslanan Saddam, bir yandan çoğunluğu teşkil eden
Şii Arapları baskıladı; diğer yandan da tıpkı selefleri gibi anayasal haklarını
ihlal ettiği Kürtler’i baskı altına aldı. Bu bağlamda diktatoryal rejimlerin
çekirdeğini oluşturan etnik ve mezhepsel kimlikler özdeşleşti. Suriye’de
Nusayri Araplar, Irak’ta ise Sünni Araplar sosyo-politik bakımdan en üst kimlik
haline geldi.. Buna karşın iktidarın ayrıcalıklarından faydalanmak için
etno-mezhepsel kimliklerde dindarlık şartı aranmadı. Hatta seküler hayat
tarzını benimseyenler; yani dini kendi hayatlarına fazlaca sokmayanlar tercih edildi.
Bu yaklaşım tarzı, mezhebi kimliklere kendi bağlamının dışında daha pragmatik
işlevler yüklendiğini düşündürmektedir. Gerçekten de iktidarların dayandığı veya
bir tür meşruiyet zemini olarak görüp kullandığı mezhepsel kimlikler, inanç
boyutunu/dindarlığı yansıtmaktan ziyade siyasidir. Yine temel bir siyaset
olarak İslami hareketlere düşmanlığı benimsemiş olan söz konusu rejimler, diğer
kimlikleri dışladıklarında da sadece dindarlıklarını kriter olarak almadı.
İster seküler olsun ister dindar olsun fark etmez, öteki kimlikten olanları (ki
Irak’ta Şiilik, Suriye’de Sünnilik) yönetimin dışında bırakmaya özen gösterdi. Bu
da süreç içerisinde hem iktidarda hem de muhalefette etno-mezhepsel kimlikleri
pekiştirdi. Yani mezhepler etnik kimliği tamamlayan birer unsura dönüştü.
Irak
müdahaleleri sonrasında iktidarı ele geçiren Şiiler, Saddam’ın dayandığı
etno-mezhepsel kimliği cezalandırmak maksadıyla Sünni Araplar’ı iktidardan
dışladılar. Bu durumda da aslında Saddam’ın politikasını tersine çevirip sürdürmüş
oldular; sadece iktidardaki etno-mezhepsel kimlik, yani roller değişti; ancak politika
aynı kaldı. İşte bu nedenledir ki, Irak ve Suriye’deki çatışmaları, özleri
itibariyle dini problemlerden kaynaklanan çatışmalar olarak değerlendirmemek
gerekir. Bu çatışmaların sebebi itikadi meseleler veya bazı inanç esaslarında
yaşanan farklılaşmalar yada ihtilaflar değildir; aksine etno-mezhepsel
kimliklerin iktidarı ele geçirme mücadelesidir.
Günümüzde her
iki ülkede de etno-mezhepsel kimlikler, düşman addettikleri Müslüman
kardeşlerine karşı mücadele içerisindedirler. Söz konusu ülkelerde iktidarda
bulunan Şiiler ile Sünni muhalefetlerin tamamının dini saiklerle hareket
ettiğini iddia etmek güçtür. Ancak süreç içerisinde din veya mezheplerde bu siyasi
mücadelenin parçası olmuşlardır. Bu da beraberinde kaçınılmaz olarak radikal
söylemleri ortaya çıkarmıştır. Çoğunlukla samimi ve içten bir şekilde
davalarının (mezheplerinin) ne kadar da yüce olduğuna vurgu yapmışlardır. Bu
durumda kutsal orduların ortaya çıkışına sebep olmuştur. Sözgelimi Irak’ta bir
tarafta Şiilerin Mehdi ordusu, hz. Ali, hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt’in intikamını
alma ve kutsal mekanları koruma yeminleri ederken; diğer tarafta tüm dünyada
ötekileştirilen Müslümanlardan beslenen cihad orduları Sünniliğin değerlerini
koruma ve İslam’ı ifsat ettiğini düşündükleri Şiiliğin kökünü kazıma gibi
kutsal bir görevle hareket etmektedirler.
Sonuçta
günümüzde tamamen bir mezhep savaşı gibi algılanmaya müsait çatışmaların
kökeninde zamanında tohumları atılan ötekileştirici milliyetçilikler
yatmaktadır. Bu ötekileştirici milliyetçilikler, mensup oldukları mezheplerini
de etnik kimliklerinin parçasına dönüştürüp etno-mezhepsel milliyetçilik
yapmışlardır.
Prof.
Dr. Metin BOZAN
Dicle Üniv. İlahiyat Fakültesi
İslam Mezhepleri Tarihi Öğr. Üy.
0 yorum:
Yorum Gönder