18 Mayıs 2017 Perşembe

Emanet ve Ehliyet


Prof. Dr. Adem APAK
Emin, emniyet ve emanet kelimeleri Arapça’da e-m-n kökünden gelir. Emin olmak, güvenilen, kendisine emniyet edilen demektir. İman ve mümin kelimelerinin kaynağı da aynı kelimedir. Dolayısıyla bu kelimeden İslâm dininin pek çok kavramının türetildiğini görmemiz mümkündür. Bu terimin karşıtları ise, hain, anarşi, kâfir gibi dinde menfî anlama gelen kavramlardır. Bu nedenledir ki, İslâm dini, inananlarından bu kelimenin olumlu manalarını üstlerinde taşımalarını, zıt anlamlarından da şiddetle kaçınmalarını ister.  
Eminlik sıfatı, ancak kişinin kendi niyeti, gayreti ve faaliyeti neticesinde kazanılabilir. Yani bu sıfat, doğuştan elde edilen, anne-babadan tevarüs yoluyla kazanılan bir özellik değildir. Ayrıca makam ve mevki ve zenginlik sayesinde de güvenilir olma hususiyeti elde edilemez. Hatta makam ve mevki, kendisine daha çok şey emanet edildiği için, bazen kişinin emniyetsizliğini, güvenilir olmayışını daha da açık bir şekilde ortaya çıkarır.
Güvenilir olmak, ancak kişinin kendi gayreti neticesinde kazanılabildiği için, bir kişiden niye güçlü kuvveti biri olmadığı, niye çok hızlı koşamadığı, niye güzel bir fiziğe veya sese sahip olmadığı sorulamazken, buna karşılık kişi niçin güvenilir olmadığı hususunda hesaba çekilebilir. Çünkü ilk önce zikredilenler, Allah’ın kula verdiği veya vermediği şeyler olduğu için, bunlarda kulun herhangi bir mesuliyeti yoktur. Ancak güvenilir olmama hususunda ferdin başkasını suçlama hakkı yoktur, bu halin sorumluluğu doğrudan şahsın kendisi üzerinedir. Nitekim, evrensel hukuk da ancak kişinin yaptıklarına göre hüküm ihdas etmesi sebebiyle, kişiyi hainlikten, verdiği sözden dönme, vadini yerine getirememe gibi davranışlarından dolayı sorumlu tutmaktadır.
Emanet ehli olmak önce insan, sonra da Müslüman olmanın zeminini, altyapısını oluşturur. Başka bir ifadeyle, ancak emin olarak görülen ve emanet sahibi olanlar iyi insan ve nihayette iyi Müslüman kabul edilebilirler. Müslümanlar için her anlamda örnek bir hayat yaşayan Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (sav) İslâm öncesi dönemde en bilinen ve öne çıkan özelliği “emin” olmaktır. Bu sebepledir ki, Mekkeliler ona risâletinden çok önce Muhammedü’l-Emin adını vermişlerdi. Peygamberliğinden sonra da müşrikler onu emin olarak tanımlamaya  devam etmişler, kendisine şair, mecnun, sihirbaz, kâhin gibi sıfatlar yakıştırmaya çalışmışlarsa da, hiçbir zaman onu ihanetle ve yalanla itham etmemişlerdir. Mekke’deki tebliğ süreci boyunca Hz. Peygamber’e (sav) ve ona tabi olan Müslümanlara düşmanlık yapan, hatta hicret öncesinde onu öldürme girişiminde bulunan Mekke müşrikleri, ticaret amacıyla şehir dışına çıktıkları zaman ellerindeki nakit para ve kıymetli malları birbirlerine emanet etmek yerine, şehrin en güvenilir kabul ettikleri insanına, Hz. Peygamber’e (sav) teslim etmişlerdir. Bu yüzdendir ki, Allah Rasûlü (sav), Mekke’den Medine’ye hicretinde önce kendisinde bulunan emanetleri sahiplerine alındığı şekliyle geri vermesi için Hz. Ali’yi görevlendirmiş. O dönemde Mekke’deki Müslümanların tamamının Medine’ye hicret etmiş oldukları için, bu malların tamamı Mekkeli müşriklere aittir.  
Her insanda zarurî olarak bulması gereken bir özellik olan emanet, aynı zamanda peygamberlerin sıfatlardan birisidir. Yani insanın olduğu gibi, peygamberliğin alt yapısını da emin olma teşkil eder. Nitekim onlarda bulunması şart olan sıfatlardan ikisi sıdk ve emanettir ki, bu iki sıfat birbiriyle çok yakın ilişkilidir. Buna göre peygamberler, sözde ve fiilde güvenilir kabul edilen ve kendilerine tebliğ görevi, yani dini yayma emaneti verilen insanlar olarak tanımlanabilir. 
Emanet kelimesi çok geniş anlamlara sahiptir. İnsanın en önemli görevi olan Allah’a kulluk vazifesinden, vücut ve ruh sağlığı, maddî-manevî sahip olunan varlık ve imkanlar, verilen görev, sorumluluk ve yetkilerden, korunması için bırakılan en küçük eşyaya varıncaya kadar her şey emanet dairesi içinde değerlendirilebilir.
Emaneti yüklenmek bir sorumluluk iken, bu emaneti yerinde kullanmak, gereğini yerine getirmek ise daha büyük bir sorumluluk gerektirir. Buna göre herkes, kendi canından başlamak üzere himayesi altında olanlardan, kendisine bahşedilen her türlü mal ve servetten hesap vermek durumundadır. Bu hususu Allah Rasûlü (sav) şu hadisleriyle veciz bir şekilde dile getirir:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorumlusunuz.  Devlet reisi halkıyla ilgilenmekten sorumludur. Kişi ailesinin koruyucusu ve eli altında olanlardan sorumludur. Kadın, eşinin evinin koruyucusu ve eli altında bulunanlardan sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının koruyucusu ve eli altında bulunanlardan sorumludur”.[1]  Hz. Peygamber’in (sav) saydığı bu sorumluluk zincirini uzatmak ve çoğaltmak mümkündür. Bu sıralamaya göre vazife ve yetki büyüdükçe, görevi yerine getirenin sorumluluğu da tabiî bir şekilde artmaktadır.
Gerek Allah’ın kitabında gerekse Hz. Peygamber’in (sav) sözlerinde emanetin üzerinde durulurken, bunun tersi davranışlar da kınanmakta ve bunların ihmal edilmesi durumunda ceza vesilesi olacakları hatırlatılmaktadır. Nitekim Allah bu konuda müminleri şu âyetle uyarır:
“Ey İman edenler, Allah’a ve peygambere hainlik etmeyin. Siz kendiniz bilip dururken, kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz?”.[2] Allah Rasûlü (sav) de emanete hıyaneti münafıklık alameti olarak kabul etmiştir:
“Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde vadinden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder”.[3]
Görevin ehline verilmesi, emanete riâyet prensibinin en temel esaslarından biridir. Çünkü emanete riâyet edilmesini beklemeden önce, o emanete riâyet edebilecek, emanet sorumluluğu yüklenebilecek kişilerin tespit edilmesi gerekir. Bu hususun önemini Kur’ân-ı Kerim şu şekilde ortaya koyar:
“Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hükmetmeni emrediyor.  Allah size ne güzel öğüt veriyor.  Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve görendir”.[4]  Yine Kur’an’da Mü’minûn sûresinde gerçek müminlerin özellikleri sıralanırken, bunlar arasında emanete riayet ve ahitleri yerine getirme de zikredilmektedir.[5]
Emanetlerin ehline verilmemesi, yani emanetin zayi edilmesi, cemiyette fesada ve anarşiye sebep olur. Herkes hak etmediğini almaya, üstesinden gelemeyeceği işleri yapmaya kalkar, bu ortamda ayaklar baş, başlar ayak olur ki, böyle bir durum bütün cemiyetler için yıkımdan başka bir netice getirmez. Bu hal yaygınlaştığında ise dünyanın düzeni bozulmuş demektir. Allah Rasûlü (sav) böyle bir durumu kıyamet alâmeti olarak nitelendirir:
 “İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti bekleyin”.[6]
Hz. Peygamber’in (sav) idare anlayışında emaneti ehline verme prensibine son derece riayet edildiği görülür. Nitekim O, kendisini vali tayin etmesini isteyen Ebû Zerr’e şu şekilde nasihat etmiştir:
“Ey Ebâ Zerr, sen zayıfsın, bu valilik bir emanettir, gerçekten kıyamet gününde o perişanlıktır.  Yalnız onu hakkıyla alan, o hususta üzerine düşeni yapan müstesna”. [7] 
Bu anlayış çerçevesinde hareket ettiği için Hz. Peygamber (sav), ilk Müslümanlar arasında yer alan ve sahâbe arasında mümtaz bir yere sahip bulunan Ebû Zerr’e (ra) valilik görevi vermezken, çok geç dönemde İslâm’a giren ancak askerî ve siyasî alanda üstün kabiliyet ve birikime sahip olan ehil kişileri çok önemli vazifelere tayin etmiştir. Meselâ Bedir savaşına sebep olan, Uhud ve Hendek savaşlarında müşrik ordusuna komutanlık yapan Mekke reisi Ebû Süfyan, idareciliğindeki tecrübesi sebebiyle Mekke fethinden sonra Rasûl-i Ekrem (sav) tarafından Taif’e elçi, ayrıca zekât amili olarak görevlendirilmiş[8], kaynakların bir kısmının bildirdiğine göre ise Necran’a vali tayin edilmiştir.[9]  Hz. Peygamber (sav), Hudeybiye Barış Anlaşması’ndan sonra geç sayılabilecek bir dönemde Medine’ye gelerek Müslüman olan Amr b. el-Âs’ı, siyasî ve askerî alandaki dehası sebebiyle Hz. Ebû Bekir (ra), Hz. Ömer (ra) gibi ashâb önderlerinin de yer aldıkları Zatüs’s-Selâsil gazvesinde ordu komutanı olarak tayin etmiştir.[10] Onun bu yöndeki icraatının daha sonraki dönemdeki örneklerini, bilhassa Hz. Ömer’in (ra) hilafeti döneminde çokça görmek mümkündür. Devlet yönetiminde tam bir insan sarrafı olan Hz. Ömer (ra), tebliğin başlangıç döneminde Müslüman olan bir çok sahâbe ileri geleni dururken, İslâm’a çok daha sonraları dahil olan, ancak idarî alanda büyük donanıma sahip bulunan Muaviye b. Ebû Süfyan, Amr b. el-Âs, Muğire b. Şu’be ve Ziyad b. Ebih gibi siyasî kişileri en önemli eyaletlerin sorumluluğuna getirmiştir.[11] Gerçekten de bu ehil şahısların üstün gayretleri sebebiyle fetihler neticesinde Müslümanlar çok geniş coğrafyaya yayılmış, İslâm dini uzak beldelere ulaşma imkanı bulmuştur.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, gerek ferdi gerekse toplumsal sorumlulukların bilincinde olarak şahsımıza emanet bırakılan her şey üzerinde titizlik göstermek, bu hususta görevimizi ihmalden kaçınmak, hem kendimiz, hem de cemiyetimizin menfaatine olacaktır. Aksi halde toplum olarak emniyet ve huzur içinde yaşayabilmemiz mümkün olmayacaktır.




[1]    Buhârî, Cumua, 11.
[2]    Enfâl, 8/27.
[3]    Buhârî, İman, 24
[4]    Nisâ, 4/58.
[5]    Mü’minûn, 23/8.
[6]    Buhârî, İlim, 2; Rikak, 35
[7]    Müslim, İmamet, 17; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 4; Nesaî, Vesâyâ, 4
[8]    Belâzurî, Ensâbü’l-Eşrâf, I (thk. Muhammed Hamidullah), Jarusalem 1963, I, 229-230
[9]    İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, (thk. Eliza Lichtenstater), Beyrut ts. (Daru’l-Afaki’l-Cedide),  s. 126; İbn Hacer, el-İsâbe, I-IV, Mısır 1328, II, 189
[10]   Vâkıdî, Kitabu'l-Meğâzî, I-III, (thk. Marsden Jones), Beyrut 1984, II, 771
[11]   Şiblî, Mevlana, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, I-II, (çev. Talip Yaşar Alp), İstanbul 1980, II, 43

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar