25 Mayıs 2017 Perşembe

İslam Tarihinde İlk Dönem Ayrılık Hareketlerinin Siyasî Sebepleri Üzerine Mülahazalar

Prof. Dr. Âdem APAK
İslâm tarihinde Hz. Muhammed’in (sav) vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesiyle başlayan ve Hz. Ali’nin şehit edilmesiyle sona eren sürece Hulefâ-i Râşidîn dönemi adı verilir. Bu tanımda geçen hulefâ, halîfe kelimesinin, râşidîn ise "doğru yolda olan, doğruya ve hakka sımsıkı sarılan, kemale ermiş" anlamındaki râşid tabirinin çoğuludur. Dönemin bu şekilde adlandırılması "Herhangi bir ihtilâfla karşılaştığınızda size düşen görev, benim sünnetime ve hulefâ-i râşidînin sünnetine uymaktır" hadisine dayandırılır.[1] Bununla birlikte, gerçek anlamda hilâfetin otuz yıl süreceği, daha sonra da saltanata dönüşeceği şeklinde rivayet edilen hadisten[2] hareketle bazı Sünnî âlimler, Hz. Hasan’ı da Hulefâ-i Râşidîn’in beşincisi olarak kabul etmişlerdir. Kronolojik olarak Hz. Peygamber’in (sav) vefatından başlayıp, Muaviye’nin halîfeliği üstlenmesine kadar geçen dönem konu edileceği için, bu çalışmada Hz. Hasan’ın kısa hilâfet süreci de Hulefâ-i Râşidîn dönemine dâhil edilecektir.
Hulefâ-i Râşidîn devrinin ikinci yarısını teşkil eden Hz. Osman ve Hz. Ali dönemi hadiselerini incelemek ve izah etmek, Müslüman ilim adamlarının, özellikle de İslâm tarihçilerinin en fazla zorlandıkları konular arasında yer alır. Zira bu hadiselerde adı geçenlerin pek çoğu, sıradan şahıslar değil, Hz. Peygamber’in (sav) sahâbesidirler ve İslâmî tebliğin ilk muhatapları olmaları sebebiyle onlar hakkında serbest yorum ve değerlendirmeler yapmak da kolay değildir. Üstelik Hulefâ-i Râşidîn döneminin ardından ortaya çıkmaya başlayan bazı siyasî-itikadî fırkalar, ideolojik kaygılarla bu döneme ait olaylar hakkında kendi görüşlerini desteklemek için bir takım rivayetler uydurmak suretiyle olayları tahrif edip tam bir rivayet kargaşasına sebep olmuşlardır. Bütün bunların sonucunda Hâricîlik, Şia, Mutezile gibi bazı fırkalar, ilk dönem olaylarında zikri geçen bazı sahâbe önderlerine dil uzatmışlar, onları fâsıklık, hatta kâfirlikle itham aşırılıkları sergilemişlerdir. Buna karşılık bazı şahıs ve gruplar da, adı geçen fırkalara tepki duymaları sebebiyle, bu dönemde meydana gelen hadiseleri ya inkâra yönelmişler, ya sahâbe toplumunun fertlerini kutsallık mertebesine taşıyarak onları hatasız insanlar olarak görmeye ve göstermeye çalışmışlar, ya da akıl sınırlarını zorlayan teviller yapmak veya mevhum sorumlular icat etmek suretiyle meydana gelen hadiselerden onları uzak tutma gayreti içinde olmuşlardır. Bu olumsuz şartlar sebebiyle İslâm tarihinin bu döneminin anlaşılması ve sağlıklı bir şekilde izahı güçleşmiştir.
Hz. Osman’a karşı gerçekleştirilen isyan, Hz. Ali’nin Hâci­rîler tarafından şehit edilmesi, Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşı gibi Hulefa-i Râşidîn dönemi hadiseleri, gerek olaylara şahit olan, gerekse sonraki dönemlerde gelişmeleri öğrenen Müslümanların vicdanında derin yaralar açmıştır. Üstelik sonraki dönemlerde ortaya çıkan siyasî-itikadî grupların kendi görüş ve düşüncelerini haklı çıkarmak adına bu olaylara ve kahramanlarına sürekli atıflarda bulunmaları da tarihsel hatıraların zihinlerde canlı tutulmasına zemin hazırlamıştır. Belki de bu yüzden Müslümanlardan bir kısmı bu hadiselerin yeniden gündeme getirilmesini, gelişmelerde adı geçen şahıslar hakkında yorum ve değerlendirme yapılmasını hoş görmemişler, hatta bunlardan bahsetmenin, kişileri manevî sorumluluk altında bırakacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu dönem, Hz.Peygamber’den (sav) sonraki İslâm tarihi sürecinin en önemli kısmına tekabül eder. Gerek ilk Müslümanların siyasî, sosyal ve dinî faaliyetleri, gerekse İslâm dininin pek çok kıtada yayılış tarihinin iyi ve doğru anlaşılabilmesi, bu zaman diliminin sağlıklı bir şekilde anlaşılmasıyla doğrudan ilgilidir. Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde gerçekleşen büyük fetih hareketlerinden ve İslâm’ın yayılış faaliyetlerinden bahsederken, üçüncü halîfenin son beş yılında meydana gelen dahilî problemler ve bunların sebepleri hakkında suskun kalmak, hadiselere açıklama getirmemek anlamlı ve ilmî bir yaklaşım olmaz. Kanaatimizce bütün bir İslâm tarihi sürecinde olduğu gibi, ilk dönem hadiselerinin de aynı şekilde hiç bir ön yargı taşımadan, samimi gayretle açıklanmaya ihtiyacı vardır. Şayet bu yapılmaz, olayların bir kısmı gündeme getirilip, hoşa gitmeyen kısımlar olmamış kabul edilirse, bu tavır Müslümanların kendilerini kandırmasından başka bir anlam ifade etmez. Üstelik bu durumda gerek bütün dünya, gerekse Müslüman topluluklar, İslâm tarihinin bu karmaşık dönemini müsteşriklerden öğrenmeye devam edeceklerdir.
İlk dönem siyasî tarihini incelemedeki ölçü, övgü ve yergi gibi aşırı uçlara yönelmeden, bu süreçte meydana gelen hadiseleri, tespit edilebilen bütün sebep ve sonuçlarıyla açıklamaya çalışmak, gelişmelerde rol oynayan sahâbe önderlerinin rollerini de onların “insan” oldukları gerçeğinden hareket ederek açıklamaktır. Bir kısım aşırı fırka mensuplarının yaptıkları gibi, olaylarda adı geçenlerin kâfir, müşrik, fâsık olarak nitelenmesi, kimin hatalı, kimin haklı olduğunun bulunmaya çalışılması, yaptıklarından kimin sevap, kimin günah kazandığının tespitine girişilmesi yerine, olaylara her yönden makul, mantıklı ve tutarlı açıklamalar getirmek öncelikli hedef olmalıdır. Başka bir ifadeyle bu döneme şahıslar ve onların davranışları merkezli değil, hadiselerin sebep ve sonuçları merkezli ve fikir/düşünce odaklı bakılması gerekir.
Hulefa-i Râşidîn döneminde meydana gelen hadiseleri sadece ilâhî iradenin tecellisi olarak açıklama kolaycılığından sakınmanın gerekliliği ortadadır. Şüphesiz her Müslüman, bütün kainatta olup bitenlerin ilâhî takdirin sınırları ve kontrolü altında gerçekleştiğine inanır. Ancak bu gerçek, insanın, olayların sebep ve sonuçları hakkında akıl yürütmesine, açıklama getirmesine herhangi bir engel teşkil etmez. Üstelik Kur’ân’ı Kerîm’in pek çok yerinde araştırmayı, akletmeyi, tefekkürü, yeryüzünde gezip dolaşmayı ve bütün bunlardan ibret almayı emir ve teşvik eden pek çok ilahî hükmün bulunmuş olması, bu gibi faaliyetlerin lüzumunu açıkça ortaya koyduğu da unutulmamalıdır.
Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra Müslümanların yüz yüze geldikleri ilk anlaşmazlık kaynağı şüphesiz halîfelik meselesiydi. Üstelik bu mesele daha sonraki İslâm tarihi sürecinde sadece halîfenin seçimi konusu olmakla sınırlı kalmamış, zamanla ortaya çıkan Şîa, Hâricîlik, Mutezile, Ehl-i Sünnet gibi fırkaların ayırt edici ana esaslarından biri olarak görülmüştür. Ensâr ileri gelenleri bu konuda ilk adımı atarak kendilerinden birini halîfe seçmeye karar vermişlerdi. Bu sıkıntı Medineliler ile Muhacir önderleri arasında gerçekleşen görüşmeler sonucunda Kureyşli bir şahsın Müslümanları idare etmesi kararı üzerine varılan mutabakat neticesinde Hz. Ebû Bekir’in halîfe seçilmesiyle aşıldı. Benî Sâide toplantısında Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesiyle muhtemel Ensâr-Muhâcir çatışması engellenmiş oldu. Ancak bu defa Kureyş içinde bazı kabile ve gruplar halîfe seçim şekline ve göreve getirilen şahsın kimliğine itirazda bulunmaya başladılar. Nitekim Hâşimoğulları Hz. Peygamber’e (sav) yakınlıkları gerekçesiyle hilâfetin kendilerine ait olması gerektiğini düşünüyor, bu makam için en uygun şahsın Hz. Ali olduğuna inanıyordu.[3] Bu sebeple Hz. Peygamber’in (sav) ailesi Müslümanların çoğunluğunun biatini almış olmasına rağmen Hz. Ebû Bekir’in halîfeliğini kolay benimseyememiştir. Nitekim onların lideri ve halîfe adayı Hz. Ali yeni halîfeye ilk gün biat etmemiştir. Rivayetlerde onun biati hakkında ikinci gününden başlayıp 6 aya kadar süren bir zamandan bahsedilir.[4] Hz. Ali’nin, eşi Hz. Fâtıma’nın altı ay sonra gerçekleşen vefatına kadar halîfeyle konuşmadığı hususu yaygın bir kabuldür.[5] Bununla beraber Hz. Ali, hiçbir zaman kendisinin halîfeliği ile ilgili olarak bir nassı gündeme getirmediği gibi, Hz. Ebû Bekir’e biat ettikleri için sahâbeye gücendiğini îmâ eden bir söz de sarfetmemiştir. Esasen Hz. Ali’nin hilâfetine dair bir nas bulunsaydı –ki Şia’nın böyle bir iddiası vardır- başta kendisi olmak üzere diğer sahâbîlerin başka bir kişinin halîfe seçilmesine sessiz kalmaları mümkün değildi.
Hz. Ebû Bekir tarafından iki büyük imparatorluğu hedef alan fetih harekâtı, Hz. Ömer’in halîfeliği döneminde daha geniş alana yayılmış, onun zamanında Müslüman ordular doğuda Ceyhun Nehri kıyılarına ulaşırken, batıda ise Kuzey Afrika sınırlarına dayanmışlardır. Bu gelişmenin tabiî bir neticesi olarak bir taraftan Bizans İmparatorluğu’nun hakimiyetine son verilmiş, diğer taraftan ise asırlar boyunca İran topraklarında hüküm süren Sâsânîler tarih sahnesinden silinmiştir.
Hz. Ömer dönemi, askerî başarılar kadar Müslüman toplumun devletleşme sürecini de hızlandırmış, ilk adımları Hz. Peygamber (sav) tarafından atılmış olan beytülmal, kadılık teşkilatı gibi müesseseler bu süreçte kurumsal hale getirilirken, zamanın ihtiyaçları göz önünde bulundurularak divan teşkilatı gibi yeni müesseseler hayata geçirilmiştir. Divan sistemi ve buna bağlı olarak ortaya konulan maaş uygulamaları sayesinde Hz. Ömer sosyal devlet anlayışını bütün yönleriyle işler hale getirmiştir. Halîfe istişare, denetleme, toplum öncelikli idare vb. yönetim politikalarıyla modern dönem siyaset adamlarına da yol gösterici pek çok karar ve uygulamalara imza atmıştır. Hz. Ömer’in halîfeliği döneminde öne çıkan diğer bir gelişme ise Kûfe, Basra ve Fustat gibi yeni karargâh şehirlerin kurulmasıdır. Bu şehirler, yeni fetih hareketleri için askerî ikmal merkezi olmalarının yanı sıra, İslâm şehirleri ve şehirleşmesinin de ilk örnekleri olma yönünden ehemmiyet arz etmişlerdir.
Hz. Ömer’in tayin ettiği şûrâ arasından halîfe seçilen Hz. Osman’ın halîfeliği dönemi, İslâm toplumu için çok önemli hadiselerin yaşandığı ve Müslümanların iç mücadelelerle tanışmaya başladıkları bir süreçtir. Halîfe, bir taraftan politik tecrübeye sahip olmaması, diğer taraftan da güçlü bir siyasî geleneğe sahip bulunan Emevî kabilesinden gelmesi sebebiyle, idaresi boyunca bağımsız yönetim politikası takip edememiş, sürekli olarak aile bürokratlarının tesiri ve telkinleriyle hareket etmiştir.
Hz. Osman dönemi sadece parlak zaferlerin gerçekleştirildiği bir süreç değil, aynı zamanda İslâm toplumunu derinden sarsan hadiselerin yaşandığı bir süreci çağrıştırır. Bu nedenledir ki tarihçiler, Hz. Osman’ın hilâfet dönemini kronolojik olarak genelde iki kısma ayırmışlardır. Birincisi (H.24-29/M.644-649) yıllarını içine alan “Sükûnet Dönemi”, diğeri de (H.30-35/M.650-655) yılları arasında tekabül eden “Karışıklık Dönemi”dir.[6] Böyle bir ayrıma gidilmesinin sebebi, karışıklıkların ikinci devrede ortaya çıkmış olmasıdır.[7] Ancak ilk dönemin tamamen sükunet içinde geçtiği, karışıklıkların sadece ikinci devrede meydana geldiği şeklindeki bir genellemeci düşünce de isabetli değildir. Esasında olayların asıl sebeplerini, meydana gelişlerinden daha öncelerde aramak gerekir. Kanaatimizce ikinci dönemdeki karışıklıklar, geçmişte meydana gelen hoşnutsuzlukların bir dışavurumu şeklinde tezahür etmiştir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, toplumsal sarsıntılar salt patlama anlarında doğmazlar; onları bir hazırlık dönemi önceler. Öyle ki, başlangıç ve gelişme aşamasındaki şikayet, hoşnutsuzluk ve kin birikir; sonra da patlama gerçekleşir.
Tarihçiler, Hz. Osman döneminde ortaya çıkan problemin (fitne) sebebi olarak Hz. Osman’ın ve yöneticilerinin uygulamalarını göstermeye meyillidirler. Halîfe’nin tenkidine temel teşkil eden konular ise yönetim kademelerine Benî Ümeyye’yi getirmesi, Müslümanların Beytülmal’inden akrabalarını zenginleştirmesi, Kur’ân nüshalarının çoğaltılması uygulamasının ardından resmî Mushaf dışında olan mushafları yaktırması, Hz. Ömer’e düzenlenen suikastın azmettiricisi olduğu iddiasıyla öldürülen Hürmüzân’ın katili Ubeydullah b. Ömer’e kısas uygulamaması, Hz. Peygamber’in (sav) yüzüğünü Erîs kuyusuna düşürmesi, Ebû Zer gibi bazı sahâbilerin nasihatlerini dinlemeyip, onları sürgüne göndermesi şeklinde sıralanmıştır.[8] Burada zikredilen sebeplerden bazıları önemli olmakla beraber, hadd-i zatında ve görünen biçimleriyle bunlar fitne hadiseleri için temel faktör olmamalıdır.[9] Dolayısıyla bu dönemde meydana gelen hadiseleri sadece zikredilenlere dayandırarak açıklamak doğru olmaz. Zira bu ve benzeri problemlerin daha derinlere ulaşan, daha girift sebeplerinin olması gerekir. Kanaatimiz odur ki, Hz. Osman dönemindeki dahilî problemlerin asıl sebebi, o süreçte meydana gelen ictimaî, siyasî ve iktisadî değişimler ile bu değişimin gerek tek tek fertlerde, gerekse toplumda meydana getirdiği farklı nitelik ve boyuttaki yansımalarıdır.
Hz. Osman’ın halîfeliğinin ikinci beş yılı fitne dönemi olarak isimlendirilmişti. Bu süre zarfında askerî faaliyetler tamamlanmış, devlet ulaşabileceği en uzak sınırlara dayanmış, doğuda İran’ın yüksek yaylaları, kuzeyde Anadolu, batıda ise Akdeniz devletin tabiî sınırlarını oluşturmuştur.[10] Fetihlerin durmasıyla birlikte toplumun ilgisi içe yönelmiş, insanlar hadiseleri düşünme ve değerlendirme fırsatı bulmuşlardır. Bunun sonucunda da onlardan bir kısmı memleket meseleleri hakkında imal-i fikirde bulunmaya, ardından da gelişen olayların peşinde koşmaya başladılar. Geriye kalan insanlar da bilerek veya bilmeden kendilerini bu hadiselerin içinde buldular.
Hz. Osman döneminde Hz. Peygamber’in (sav) terbiyesi altında yetişmiş olan sahâbenin azalması ve bu eğitimden mahrum kalanların cemiyette ekseriyete sahip hale gelmeleri de ortaya çıkan karışıklıklarda belli ölçüde rol oynadı. Halbuki, ilk iki halîfe zamanında ashâb neslinin çoğunlukta olması, peygamberî terbiye almış olanların sözünün geçmesi sebebiyle birlik, beraberlik, paylaşım ve fedakârlık özellikleri etkisini sürdürüyordu. Buna karşılık Hz. Osman döneminde durum değişmeye başlamış, kısacası toplumdaki insan kalitesinin düşüşü hızlanmıştır. Bu yapı değişimi ise diğer değişim faktörlerinin de tesiriyle toplumdaki sosyal ilişkileri etkileyen, hatta belirleyen bir konuma gelmiştir.[11] Muaviye’nin, valiler toplantısı sebebiyle geldiği Medine’de sahâbe büyüklerine karşı sarf ettiği şu sözler, o dönem toplumundaki anlayış değişimini açıkça ortaya koyar:
“Ey sahâbe topluluğu, bu ihtiyar hakkında size hayır tavsiye ederim. Eğer o sizin aranızda öldürülürse, Allah’a yemin olsun ki, burayı size karşı atlılarla doldururum. Şayet sizden ona bir zarar gelirse, sonuçta bu durum sizin için bir felâket olur. Ben Şam’da öyle adamlar bıraktım ki, onlar Ali’yi de onun peygambere olan yakınlığını da, Ammâr’ı da, onun dindeki önceliğini de hiç tanımazlar. [12]
Hz. Osman’ın halîfeliği döneminde toplumun etnik yapısı ile yerleşim mekânlarında hızlı bir değişime şahit olunmuştur. Fetihlerin tabiî neticesi olarak pek çok yabancı belde Müslümanların hakimiyetine girmiş, buna bağlı olarak da yeni etnik kimlikler İslâm toplumuna dahil olmuştur. Bunların başında Araplarla ilk ciddi hesaplaşmayı gerçekleştiren millet olan İranlılar gelir. Uzun yıllar Sâsânî İmparatorluğu’nun bayrağı altında yaşayan bu insanlar hem Arapların hakimiyetini, hem de İslâm dinini kolay benimseyemedikleri anlaşılmaktadır. İslâm coğrafyasının doğu kısmının hakim kimliğini teşkil eden bu milletin sonraki süreçte sık sık ortaya çıkan isyanlarda büyük rol oynadığı görülecektir. Farslılardan başka Kıptîler, Yahudiler, Rumlar, Berberîler, Ermeniler, Türkler gibi farklı unsurlar da toplumdaki etnik çeşitliliği artırmış, böylece İslâm beldelerinde muhtelif kültürlerin katkısıyla düzensiz ve kozmopolit bir yapı oluşmuştur. İslâm toplumuna dahil olan yeni etnik gruplar, fetihlerin gerçekleştiği ilk yıllarda güçlü komutan ve idarecilere karşı herhangi bir direnç gösterememişlerse de, devam eden süreçte ortaya çıkan fitnenin ve buna bağlı olarak gelişen fikrî ayrılıkların mühim amillerden birini teşkil etmişlerdir. [13]
Hz. Osman dönemi toplumsal hayatında ortaya çıkan değişimlerden biri de kabilecilik düşüncesinin, yani asabiyetin sosyal ve siyasal hayatta yeniden etkin hale gelmesidir. Hz. Peygamber’in (sav) kabileler üstü kimliği, ondan sonra gelen halîfelerin gayretleri ve toplumun da bu konuda hassasiyet taşıyan fertlerden meydana gelmiş olması gibi amiller, asabiyetin gücünün belli ölçüde kontrol altına alınmasını temin etmiştir. Ancak Hz. Osman döneminde toplum yapısı ve insanların siyaset algısının kabi­levî etkiye kaymasıyla birlikte asabiyet yeniden siyaseti belir­leme gücünü kazanmış oldu. Bu durum Hz. Osman’ın halîfe seçil­mesiyle birlikte aynı anda hem Emevî-Hâşimî rekabetinin canlanmasına, hem de bedevî Arapların Kureyş idaresine karşı ta­vır almalarına sebep olmuştur. Başlangıcı geçmişe dayanan Emevî-Hâşimî mücadelesi Hz. Peygamber (sav) döneminde yaşama imkânı bulamamıştı. Keza ilk halîfeler Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in asabiyet konusundaki hassasiyetleri sebebiyle Emevî-Hâşimî rekabeti sosyal hayatta belirgin bir tesir icra edememişti. Ancak Hz. Osman’ın hilâfete geçmesiyle Benî Hâşim ve Benî Ümeyye arasındaki çekişme yeniden gündeme gelmiş, üstelik yönetimde bu kabileye ağırlık verilmesi toplumdaki siyasî sürtüşmeyi daha da alevlendirmiştir. Bunun neticesinde idareye karşı oluşan muhalif gruplar Hâşimoğulları’nı kendileri için muhalefet merkezi olarak görmeye başlamışlardır. Zamanla yönetimden memnun olmayan diğer kabileler de Benî Hâşim’in yanında saf tutunca muhalefet güçlenmiştir. Böyle bir gelişme neticesinde İslâm toplumunda Emevîleri destekleyenler ve Hâşimoğulları’nı destekleyenler şeklinde ikili siyasî blok meydana gelmiştir ki, bu durum asabiyetin yeniden sahne almasından başka bir şey değildir.
Hz. Osman’ın politikası sadece Kureyş içinde Emevî-Hâşimî şeklindeki bir siyasî hizipleşmeye sebep olmakla kalmamış, diğer Arap kabilelerinin Kureyş’e karşı kabile asabiyetlerini açığa vurmalarını da tetiklemiştir. Dolayısıyla bu dönemde yeniden canlanan Emevî-Hâşimî asabiyeti mücadelesine Kureyşli olan ve olmayan Araplar şeklindeki yeni bir politik rekabet eklenmiştir. Öyle ki, idarî mevkilerin Kureyş tarafından işgal edilmiş olmasından rahatsızlık duyan bu kabileler, yönetimde de artık kendilerinin söz sahibi olmalarının zamanının geldiğini dile getirmeye, bu tür taleplere cevap vermeyen idareyi açıkça tenkit, hatta tehdit etmeye başlamışlardır.
Müslümanların toplu bir ayaklanma gerçekleştirmeleri sebebiyle Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra halîfelik makamına gelen Hz. Ali, büyük bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya kalmıştır. Zira, önceki idarenin bütün mensuplarının yanı sıra, gerek Muhâcir, gerekse Ensâr’dan bazı ileri gelen Müslümanlar ona biat etmemişlerdir. Ardından Hz. Âişe başta olmak üzere Hz. Talha ve Hz. Zübeyr Mekke’de ona karşı harekete geçmişlerdir. Aynı anda Muaviye ise halîfeyi tanımadığını ilân ederek Şam halkını yönetim aleyhine organize etmeye başlamıştır. Bu gelişmeler üzerine Hz. Ali, ilk önce Basra’da toplanan muhaliflere karşı harekete geçmiştir. Burada gerçekleşen Cemel savaşı halîfe ordusu tarafından kazanılmışsa da, bu sonuç Kûfeliler ile Basralılar arasındaki rekabetin düşmanlığa dönüşmesine yol açmıştır. Hz. Ali, Cemel’de birbirine karşı savaşan insanlardan meydana getirdiği ordusuyla Şamlılar üzerine hareket etmiştir. Sıffin’de Iraklılarla Şamlıları karşı karşıya getiren savaş, kesin bir neticeye varılamadan tahkim anlaşmasıyla kesilmiştir. Tahkim kararı Hz. Ali ordusundaki anlaşmazlıkları artırmış, neticede Hâricîler adını alacak topluluk Irak birliğinden ayrılarak müstakil hareket etmeye başlamışlar, dolayısıyla halîfenin gücünün azalmasına yol açmışlardır.
Hz. Ali tahkimden sonra kendi taraftarları arasında isyancı gruplarla meşgul olmak durumunda kaldığı için Şamlılarla ilgili yeni bir faaliyete geçme imkanı bulamamıştır. Bu esnada gerçekleşen hakem olayı, Müslümanlar arasındaki yönetim problemini çözmek yerine daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Hz. Ali anlaşmaya aykırı davranıldığı sebebiyle Şam üzerine yeni bir sefer düzenlemeye karar verdiği bir sırada Irak’taki Hâricîlerin şiddete dönüşen faaliyetlerini haber alınca onları itaat altına almak amacıyla Nehrevan’a yürümüş ve burada meydana gelen savaşta Hâricîlerin pek çoğunu öldürmüştür. Bunun sonucunda sürekli birbiriyle savaşan ve en yakınlarını öldürmek durumunda kalan Iraklılar, halîfe ile aralarına mesafe koymaya, hatta zamanla emirlerini dinlememeye başlamışlardır. İyice yalnızlaştığı ve ümitsiz hale geldiği bir zamanda Hâricîlerin gerçekleştirdikleri bir suikastla Hz. Ali şehit edilmiştir.
Babasının ardından Kûfeliler tarafından halîfeliğe getirilen Hz. Hasan, Muaviye’ye karşı harekata geçmiş iken, gönderdiği öncü birlikleri komutanının karşı tarafa geçtiğini, emri altındaki askerlerden bir kısmının da kendisine karşı isyan ettiğini görünce, Muaviye ile barış antlaşması imzalamaya ve halîfeliği ona devretmeye karar vermiştir. Muaviye’nin halîfe olmasıyla birlikte Hulefâ-i Râşidîn dönemi sona ermiş, ardından tarihte Emevîler adını alacak devir başlamıştır. Halîfe olarak halktan biat alan Muaviye, daha sonra oğlu Yezîd’i veliaht olarak tayin etmek suretiyle hilâfeti saltanat sistemine dahil etmiştir.





[1]    İbn Mâce Mukaddime 6; Ebû Dâvûd Sünnet 5; Tirmizî İlim, 16.

[2]    Ebû Dâvûd Sünnet 9, Tirmizî Fiten 48.

[3]    Buhârî İstizân 29, Meğâzî 83; Vâkıdî, Ridde, s. 46; Belâzürî, Ensâb, I, 582. Bu hususta Şiîlerin iddiaları hakkında bk. Sofuoğlu, Cemal, “Gadir-i Hum Meselesi”, AÜİFD, sy. 26, Ankara 1983, s. 465-470.
[4]    Buhârî, Fedâilu’l-Ashâb 12, Ferâiz 4; Müslim, Cihâd 52, 53; Ebû Dâvûd, Harâc 18; Nesaî, Kasmu’l-Fey 1.
[5]    Buhârî, Ferâiz 3
[6]    Vida, D., “Osman”, İA, IX, 430. Bu konuda bk. Salah Kâsım, Fitnetü’l-Kübrâ fî Ahdi’l-Hilâfeti Osman b. Affân, ? 1996.
[7]    Fığlalı E.R, İbadiyenin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1983, s. 34.
[8]    Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, I-V, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdülhami), Mısır 1964, II, 347-348.
[9]    Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslâm Tarihi, (çev. Hayrettin Yücesoy), İstanbul 1991, s. 95.
[10]   Lewis, Bernard, Tarihte Araplar,( çev. H. Dusun Yıldız), İstanbul 1979, s. 68-69.
[11]   Varol, Bahaüddin, “Raşid Halîfeler Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, İSTEM, y. 3, sy. 6, Konya 2005, s. 206-207.
[12]    Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), IV, 344-345; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, III, 79.  
[13]   Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm, Beyrut 1975, s. 92-93.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar