Prof. Dr. Âdem APAK
İslâm
tarihinde Hz. Muhammed’in (sav) vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesiyle başlayan ve Hz. Ali’nin şehit edilmesiyle sona eren sürece Hulefâ-i Râşidîn dönemi adı verilir. Bu
tanımda geçen hulefâ, halîfe kelimesinin, râşidîn ise "doğru yolda
olan, doğruya ve hakka sımsıkı sarılan, kemale ermiş" anlamındaki râşid
tabirinin çoğuludur. Dönemin bu şekilde adlandırılması "Herhangi bir
ihtilâfla karşılaştığınızda size düşen görev, benim sünnetime ve hulefâ-i
râşidînin sünnetine uymaktır" hadisine dayandırılır.[1]
Bununla birlikte, gerçek anlamda hilâfetin otuz yıl süreceği, daha sonra da
saltanata dönüşeceği şeklinde rivayet edilen hadisten[2]
hareketle bazı Sünnî âlimler, Hz. Hasan’ı da Hulefâ-i Râşidîn’in beşincisi olarak kabul etmişlerdir.
Kronolojik olarak Hz. Peygamber’in (sav) vefatından başlayıp, Muaviye’nin halîfeliği üstlenmesine kadar geçen dönem konu edileceği
için, bu çalışmada Hz. Hasan’ın kısa hilâfet süreci de Hulefâ-i Râşidîn dönemine dâhil edilecektir.
Hulefâ-i Râşidîn devrinin ikinci yarısını teşkil eden Hz. Osman ve
Hz. Ali dönemi hadiselerini incelemek ve izah etmek, Müslüman ilim adamlarının,
özellikle de İslâm tarihçilerinin en fazla zorlandıkları konular arasında yer
alır. Zira bu hadiselerde adı geçenlerin pek çoğu, sıradan şahıslar değil, Hz.
Peygamber’in (sav) sahâbesidirler ve İslâmî tebliğin ilk muhatapları
olmaları sebebiyle onlar hakkında serbest yorum ve değerlendirmeler yapmak da
kolay değildir. Üstelik Hulefâ-i Râşidîn döneminin ardından ortaya çıkmaya
başlayan bazı siyasî-itikadî fırkalar, ideolojik kaygılarla bu döneme ait
olaylar hakkında kendi görüşlerini desteklemek için bir takım rivayetler
uydurmak suretiyle olayları tahrif edip tam bir rivayet kargaşasına sebep
olmuşlardır. Bütün bunların sonucunda Hâricîlik, Şia, Mutezile gibi bazı fırkalar, ilk
dönem olaylarında zikri geçen bazı sahâbe önderlerine dil uzatmışlar, onları
fâsıklık, hatta kâfirlikle itham aşırılıkları sergilemişlerdir. Buna karşılık
bazı şahıs ve gruplar da, adı geçen fırkalara tepki duymaları sebebiyle, bu
dönemde meydana gelen hadiseleri ya inkâra yönelmişler, ya sahâbe toplumunun
fertlerini kutsallık mertebesine taşıyarak onları hatasız insanlar olarak
görmeye ve göstermeye çalışmışlar, ya da akıl sınırlarını zorlayan teviller
yapmak veya mevhum sorumlular icat etmek suretiyle meydana gelen hadiselerden
onları uzak tutma gayreti içinde olmuşlardır. Bu olumsuz şartlar sebebiyle
İslâm tarihinin bu döneminin anlaşılması ve sağlıklı bir şekilde izahı
güçleşmiştir.
Hz. Osman’a karşı gerçekleştirilen isyan, Hz. Ali’nin Hâcirîler tarafından şehit edilmesi,
Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşı gibi Hulefa-i
Râşidîn dönemi hadiseleri, gerek
olaylara şahit olan, gerekse sonraki dönemlerde gelişmeleri öğrenen
Müslümanların vicdanında derin yaralar açmıştır. Üstelik sonraki dönemlerde
ortaya çıkan siyasî-itikadî grupların kendi görüş ve düşüncelerini haklı
çıkarmak adına bu olaylara ve kahramanlarına sürekli atıflarda bulunmaları da
tarihsel hatıraların zihinlerde canlı tutulmasına zemin hazırlamıştır. Belki de
bu yüzden Müslümanlardan bir kısmı bu hadiselerin yeniden gündeme
getirilmesini, gelişmelerde adı geçen şahıslar hakkında yorum ve değerlendirme
yapılmasını hoş görmemişler, hatta bunlardan bahsetmenin, kişileri manevî
sorumluluk altında bırakacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak unutulmamalıdır ki,
bu dönem, Hz.Peygamber’den (sav) sonraki İslâm tarihi sürecinin en önemli
kısmına tekabül eder. Gerek ilk Müslümanların siyasî, sosyal ve dinî
faaliyetleri, gerekse İslâm dininin pek çok kıtada yayılış tarihinin iyi ve
doğru anlaşılabilmesi, bu zaman diliminin sağlıklı bir şekilde anlaşılmasıyla
doğrudan ilgilidir. Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde gerçekleşen büyük
fetih hareketlerinden ve İslâm’ın yayılış faaliyetlerinden bahsederken, üçüncü
halîfenin son beş yılında meydana gelen dahilî problemler ve bunların sebepleri
hakkında suskun kalmak, hadiselere açıklama getirmemek anlamlı ve ilmî bir
yaklaşım olmaz. Kanaatimizce bütün bir İslâm tarihi sürecinde olduğu gibi, ilk
dönem hadiselerinin de aynı şekilde hiç bir ön yargı taşımadan, samimi gayretle
açıklanmaya ihtiyacı vardır. Şayet bu yapılmaz, olayların bir kısmı gündeme
getirilip, hoşa gitmeyen kısımlar olmamış kabul edilirse, bu tavır
Müslümanların kendilerini kandırmasından başka bir anlam ifade etmez. Üstelik
bu durumda gerek bütün dünya, gerekse Müslüman topluluklar, İslâm tarihinin bu
karmaşık dönemini müsteşriklerden öğrenmeye devam edeceklerdir.
İlk dönem
siyasî tarihini incelemedeki ölçü, övgü ve yergi gibi aşırı uçlara yönelmeden,
bu süreçte meydana gelen hadiseleri, tespit edilebilen bütün sebep ve
sonuçlarıyla açıklamaya çalışmak, gelişmelerde rol oynayan sahâbe önderlerinin
rollerini de onların “insan” oldukları gerçeğinden hareket ederek açıklamaktır.
Bir kısım aşırı fırka mensuplarının yaptıkları gibi, olaylarda adı geçenlerin
kâfir, müşrik, fâsık olarak nitelenmesi, kimin hatalı, kimin haklı olduğunun
bulunmaya çalışılması, yaptıklarından kimin sevap, kimin günah kazandığının
tespitine girişilmesi yerine, olaylara her yönden makul, mantıklı ve tutarlı
açıklamalar getirmek öncelikli hedef olmalıdır. Başka bir ifadeyle bu döneme
şahıslar ve onların davranışları merkezli değil, hadiselerin sebep ve sonuçları
merkezli ve fikir/düşünce odaklı bakılması gerekir.
Hulefa-i
Râşidîn döneminde meydana gelen hadiseleri sadece ilâhî iradenin tecellisi
olarak açıklama kolaycılığından sakınmanın gerekliliği ortadadır. Şüphesiz her
Müslüman, bütün kainatta olup bitenlerin ilâhî takdirin sınırları ve kontrolü
altında gerçekleştiğine inanır. Ancak bu gerçek, insanın, olayların sebep ve
sonuçları hakkında akıl yürütmesine, açıklama getirmesine herhangi bir engel
teşkil etmez. Üstelik Kur’ân’ı Kerîm’in pek çok yerinde araştırmayı, akletmeyi, tefekkürü, yeryüzünde
gezip dolaşmayı ve bütün bunlardan ibret almayı emir ve teşvik eden pek çok
ilahî hükmün bulunmuş olması, bu gibi faaliyetlerin lüzumunu açıkça ortaya
koyduğu da unutulmamalıdır.
Hz. Peygamber’in (sav) vefatından
sonra Müslümanların yüz yüze geldikleri ilk anlaşmazlık kaynağı şüphesiz
halîfelik meselesiydi. Üstelik bu mesele daha sonraki İslâm tarihi sürecinde
sadece halîfenin seçimi konusu olmakla sınırlı kalmamış, zamanla ortaya çıkan
Şîa, Hâricîlik, Mutezile, Ehl-i Sünnet gibi fırkaların ayırt edici ana esaslarından
biri olarak görülmüştür. Ensâr ileri gelenleri bu konuda ilk adımı atarak
kendilerinden birini halîfe seçmeye karar vermişlerdi. Bu sıkıntı Medineliler ile Muhacir önderleri arasında gerçekleşen görüşmeler sonucunda Kureyşli
bir şahsın Müslümanları idare etmesi kararı üzerine varılan mutabakat
neticesinde Hz. Ebû Bekir’in halîfe seçilmesiyle
aşıldı. Benî Sâide toplantısında Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesiyle
muhtemel Ensâr-Muhâcir çatışması engellenmiş oldu. Ancak bu defa
Kureyş içinde bazı kabile ve gruplar halîfe seçim şekline ve göreve getirilen
şahsın kimliğine itirazda bulunmaya başladılar. Nitekim Hâşimoğulları Hz. Peygamber’e (sav) yakınlıkları
gerekçesiyle hilâfetin kendilerine ait olması gerektiğini düşünüyor, bu makam
için en uygun şahsın Hz. Ali olduğuna inanıyordu.[3]
Bu sebeple Hz. Peygamber’in (sav) ailesi Müslümanların çoğunluğunun biatini
almış olmasına rağmen Hz. Ebû Bekir’in halîfeliğini kolay
benimseyememiştir. Nitekim onların lideri ve halîfe adayı Hz. Ali yeni halîfeye ilk gün biat etmemiştir.
Rivayetlerde onun biati hakkında ikinci gününden başlayıp 6 aya kadar süren bir
zamandan bahsedilir.[4]
Hz. Ali’nin, eşi Hz. Fâtıma’nın altı ay sonra gerçekleşen vefatına kadar halîfeyle
konuşmadığı hususu yaygın bir kabuldür.[5]
Bununla beraber Hz. Ali, hiçbir zaman kendisinin halîfeliği ile ilgili olarak
bir nassı gündeme getirmediği gibi, Hz. Ebû Bekir’e biat ettikleri için
sahâbeye gücendiğini îmâ eden bir söz de sarfetmemiştir. Esasen Hz. Ali’nin
hilâfetine dair bir nas bulunsaydı –ki Şia’nın böyle bir iddiası vardır- başta kendisi olmak üzere diğer
sahâbîlerin başka bir kişinin halîfe seçilmesine sessiz kalmaları mümkün
değildi.
Hz. Ebû Bekir tarafından
iki büyük imparatorluğu hedef alan fetih harekâtı, Hz. Ömer’in halîfeliği döneminde
daha geniş alana yayılmış, onun zamanında Müslüman ordular doğuda Ceyhun Nehri kıyılarına ulaşırken, batıda ise Kuzey Afrika sınırlarına dayanmışlardır. Bu gelişmenin
tabiî bir neticesi olarak bir taraftan Bizans İmparatorluğu’nun hakimiyetine
son verilmiş, diğer taraftan ise asırlar boyunca İran topraklarında hüküm süren
Sâsânîler tarih sahnesinden silinmiştir.
Hz. Ömer dönemi, askerî başarılar kadar Müslüman
toplumun devletleşme sürecini de hızlandırmış, ilk adımları Hz. Peygamber (sav) tarafından atılmış olan beytülmal,
kadılık teşkilatı gibi müesseseler bu süreçte kurumsal hale getirilirken,
zamanın ihtiyaçları göz önünde bulundurularak divan teşkilatı gibi yeni
müesseseler hayata geçirilmiştir. Divan sistemi ve buna bağlı olarak ortaya
konulan maaş uygulamaları sayesinde Hz. Ömer sosyal devlet anlayışını bütün
yönleriyle işler hale getirmiştir. Halîfe istişare, denetleme, toplum öncelikli
idare vb. yönetim politikalarıyla modern dönem siyaset adamlarına da yol
gösterici pek çok karar ve uygulamalara imza atmıştır. Hz. Ömer’in halîfeliği
döneminde öne çıkan diğer bir gelişme ise Kûfe, Basra ve Fustat gibi yeni karargâh şehirlerin kurulmasıdır. Bu
şehirler, yeni fetih hareketleri için askerî ikmal merkezi olmalarının yanı
sıra, İslâm şehirleri ve şehirleşmesinin de ilk örnekleri olma yönünden
ehemmiyet arz etmişlerdir.
Hz. Ömer’in tayin ettiği
şûrâ arasından halîfe seçilen Hz. Osman’ın halîfeliği dönemi, İslâm toplumu
için çok önemli hadiselerin yaşandığı ve Müslümanların iç mücadelelerle
tanışmaya başladıkları bir süreçtir. Halîfe, bir taraftan politik tecrübeye sahip
olmaması, diğer taraftan da güçlü bir siyasî geleneğe sahip bulunan Emevî kabilesinden gelmesi sebebiyle, idaresi
boyunca bağımsız yönetim politikası takip edememiş, sürekli olarak aile
bürokratlarının tesiri ve telkinleriyle hareket etmiştir.
Hz.
Osman dönemi sadece parlak zaferlerin
gerçekleştirildiği bir süreç değil, aynı zamanda İslâm toplumunu derinden
sarsan hadiselerin yaşandığı bir süreci çağrıştırır. Bu nedenledir ki
tarihçiler, Hz. Osman’ın hilâfet dönemini kronolojik olarak genelde iki kısma
ayırmışlardır. Birincisi (H.24-29/M.644-649) yıllarını içine alan “Sükûnet
Dönemi”, diğeri de (H.30-35/M.650-655) yılları arasında tekabül eden “Karışıklık
Dönemi”dir.[6]
Böyle bir ayrıma gidilmesinin sebebi, karışıklıkların ikinci devrede ortaya
çıkmış olmasıdır.[7]
Ancak ilk dönemin tamamen sükunet içinde geçtiği, karışıklıkların sadece ikinci
devrede meydana geldiği şeklindeki bir genellemeci düşünce de isabetli
değildir. Esasında olayların asıl sebeplerini, meydana gelişlerinden daha
öncelerde aramak gerekir. Kanaatimizce ikinci dönemdeki karışıklıklar, geçmişte
meydana gelen hoşnutsuzlukların bir dışavurumu şeklinde tezahür etmiştir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, toplumsal sarsıntılar salt
patlama anlarında doğmazlar; onları bir hazırlık dönemi önceler. Öyle ki,
başlangıç ve gelişme aşamasındaki şikayet, hoşnutsuzluk ve kin birikir; sonra
da patlama gerçekleşir.
Tarihçiler,
Hz. Osman döneminde ortaya çıkan problemin (fitne)
sebebi olarak Hz. Osman’ın ve yöneticilerinin uygulamalarını göstermeye
meyillidirler. Halîfe’nin tenkidine temel teşkil eden konular ise yönetim
kademelerine Benî Ümeyye’yi getirmesi, Müslümanların
Beytülmal’inden akrabalarını
zenginleştirmesi, Kur’ân nüshalarının çoğaltılması uygulamasının ardından resmî
Mushaf dışında olan mushafları yaktırması, Hz. Ömer’e düzenlenen suikastın
azmettiricisi olduğu iddiasıyla öldürülen Hürmüzân’ın katili Ubeydullah b.
Ömer’e kısas uygulamaması, Hz. Peygamber’in (sav) yüzüğünü Erîs
kuyusuna düşürmesi, Ebû Zer gibi bazı sahâbilerin nasihatlerini
dinlemeyip, onları sürgüne göndermesi şeklinde sıralanmıştır.[8]
Burada zikredilen sebeplerden bazıları önemli olmakla beraber, hadd-i zatında
ve görünen biçimleriyle bunlar fitne hadiseleri için temel faktör olmamalıdır.[9]
Dolayısıyla bu dönemde meydana gelen hadiseleri sadece zikredilenlere
dayandırarak açıklamak doğru olmaz. Zira bu ve benzeri problemlerin daha
derinlere ulaşan, daha girift sebeplerinin olması gerekir. Kanaatimiz odur ki,
Hz. Osman dönemindeki dahilî problemlerin asıl sebebi, o
süreçte meydana gelen ictimaî, siyasî ve iktisadî değişimler ile bu değişimin
gerek tek tek fertlerde, gerekse toplumda meydana getirdiği farklı nitelik ve
boyuttaki yansımalarıdır.
Hz.
Osman’ın halîfeliğinin ikinci
beş yılı fitne dönemi olarak isimlendirilmişti. Bu süre zarfında askerî
faaliyetler tamamlanmış, devlet ulaşabileceği en uzak sınırlara dayanmış,
doğuda İran’ın yüksek yaylaları, kuzeyde Anadolu, batıda ise Akdeniz devletin tabiî sınırlarını oluşturmuştur.[10]
Fetihlerin durmasıyla birlikte toplumun ilgisi içe yönelmiş, insanlar
hadiseleri düşünme ve değerlendirme fırsatı bulmuşlardır. Bunun sonucunda da
onlardan bir kısmı memleket meseleleri hakkında imal-i fikirde bulunmaya,
ardından da gelişen olayların peşinde koşmaya başladılar. Geriye kalan insanlar
da bilerek veya bilmeden kendilerini bu hadiselerin içinde buldular.
Hz.
Osman döneminde Hz. Peygamber’in (sav) terbiyesi
altında yetişmiş olan sahâbenin azalması ve bu eğitimden mahrum kalanların
cemiyette ekseriyete sahip hale gelmeleri de ortaya çıkan karışıklıklarda belli
ölçüde rol oynadı. Halbuki, ilk iki halîfe zamanında ashâb
neslinin çoğunlukta olması, peygamberî terbiye almış olanların sözünün geçmesi
sebebiyle birlik, beraberlik, paylaşım ve fedakârlık özellikleri etkisini
sürdürüyordu. Buna karşılık Hz. Osman döneminde durum değişmeye
başlamış, kısacası toplumdaki insan kalitesinin düşüşü hızlanmıştır. Bu yapı
değişimi ise diğer değişim faktörlerinin de tesiriyle toplumdaki sosyal
ilişkileri etkileyen, hatta belirleyen bir konuma gelmiştir.[11]
Muaviye’nin, valiler toplantısı sebebiyle geldiği Medine’de sahâbe büyüklerine karşı sarf ettiği şu sözler, o dönem
toplumundaki anlayış değişimini açıkça ortaya koyar:
“Ey
sahâbe topluluğu, bu ihtiyar hakkında size hayır tavsiye ederim. Eğer o sizin
aranızda öldürülürse, Allah’a yemin olsun ki, burayı size karşı atlılarla
doldururum. Şayet sizden ona bir zarar gelirse, sonuçta bu durum sizin için bir
felâket olur. Ben Şam’da öyle adamlar bıraktım ki, onlar Ali’yi de onun
peygambere olan yakınlığını da, Ammâr’ı da, onun dindeki önceliğini de hiç
tanımazlar. “[12]
Hz.
Osman’ın halîfeliği döneminde
toplumun etnik yapısı ile yerleşim mekânlarında hızlı bir değişime şahit olunmuştur.
Fetihlerin tabiî neticesi olarak pek çok yabancı
belde Müslümanların hakimiyetine girmiş, buna bağlı olarak da yeni etnik
kimlikler İslâm toplumuna dahil olmuştur. Bunların başında Araplarla ilk ciddi
hesaplaşmayı gerçekleştiren millet olan İranlılar gelir. Uzun yıllar Sâsânî
İmparatorluğu’nun bayrağı altında yaşayan bu insanlar hem Arapların
hakimiyetini, hem de İslâm dinini kolay benimseyemedikleri anlaşılmaktadır.
İslâm coğrafyasının doğu kısmının hakim kimliğini teşkil eden bu milletin sonraki
süreçte sık sık ortaya çıkan isyanlarda büyük rol oynadığı görülecektir.
Farslılardan başka Kıptîler, Yahudiler, Rumlar, Berberîler, Ermeniler, Türkler gibi farklı unsurlar da
toplumdaki etnik çeşitliliği artırmış, böylece İslâm beldelerinde muhtelif
kültürlerin katkısıyla düzensiz ve kozmopolit bir yapı oluşmuştur. İslâm
toplumuna dahil olan yeni etnik gruplar, fetihlerin gerçekleştiği ilk yıllarda
güçlü komutan ve idarecilere karşı herhangi bir direnç gösterememişlerse de,
devam eden süreçte ortaya çıkan fitnenin ve buna bağlı olarak gelişen fikrî
ayrılıkların mühim amillerden birini teşkil etmişlerdir. [13]
Hz.
Osman dönemi toplumsal hayatında ortaya çıkan
değişimlerden biri de kabilecilik düşüncesinin, yani asabiyetin sosyal ve
siyasal hayatta yeniden etkin hale gelmesidir. Hz. Peygamber’in (sav) kabileler üstü
kimliği, ondan sonra gelen halîfelerin gayretleri ve toplumun da bu konuda
hassasiyet taşıyan fertlerden meydana gelmiş olması gibi amiller, asabiyetin
gücünün belli ölçüde kontrol altına alınmasını temin etmiştir. Ancak Hz. Osman döneminde toplum yapısı ve insanların siyaset
algısının kabilevî etkiye kaymasıyla birlikte asabiyet yeniden siyaseti belirleme
gücünü kazanmış oldu. Bu durum Hz. Osman’ın halîfe seçilmesiyle birlikte aynı
anda hem Emevî-Hâşimî rekabetinin canlanmasına, hem de bedevî Arapların Kureyş
idaresine karşı tavır almalarına sebep olmuştur. Başlangıcı geçmişe dayanan
Emevî-Hâşimî mücadelesi Hz. Peygamber (sav) döneminde yaşama imkânı
bulamamıştı. Keza ilk halîfeler Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in asabiyet konusundaki
hassasiyetleri sebebiyle Emevî-Hâşimî rekabeti sosyal hayatta belirgin bir tesir
icra edememişti. Ancak Hz. Osman’ın hilâfete geçmesiyle
Benî Hâşim ve Benî Ümeyye arasındaki çekişme yeniden gündeme gelmiş,
üstelik yönetimde bu kabileye ağırlık verilmesi toplumdaki siyasî sürtüşmeyi
daha da alevlendirmiştir. Bunun neticesinde idareye karşı oluşan muhalif
gruplar Hâşimoğulları’nı kendileri için
muhalefet merkezi olarak görmeye başlamışlardır. Zamanla yönetimden memnun
olmayan diğer kabileler de Benî Hâşim’in yanında saf tutunca
muhalefet güçlenmiştir. Böyle bir gelişme neticesinde İslâm toplumunda
Emevîleri destekleyenler ve Hâşimoğulları’nı destekleyenler
şeklinde ikili siyasî blok meydana gelmiştir ki, bu durum asabiyetin yeniden
sahne almasından başka bir şey değildir.
Hz.
Osman’ın politikası sadece
Kureyş içinde Emevî-Hâşimî şeklindeki bir siyasî hizipleşmeye sebep
olmakla kalmamış, diğer Arap kabilelerinin Kureyş’e karşı kabile
asabiyetlerini açığa vurmalarını da tetiklemiştir. Dolayısıyla bu dönemde
yeniden canlanan Emevî-Hâşimî asabiyeti mücadelesine Kureyşli olan ve olmayan
Araplar şeklindeki yeni bir politik rekabet
eklenmiştir. Öyle ki, idarî mevkilerin Kureyş tarafından işgal edilmiş
olmasından rahatsızlık duyan bu kabileler, yönetimde de artık kendilerinin söz
sahibi olmalarının zamanının geldiğini dile getirmeye, bu tür taleplere cevap
vermeyen idareyi açıkça tenkit, hatta tehdit etmeye başlamışlardır.
Müslümanların
toplu bir ayaklanma gerçekleştirmeleri sebebiyle Hz. Osman’ın şehit
edilmesinden sonra halîfelik makamına gelen Hz. Ali, büyük bir meşruiyet
kriziyle karşı karşıya kalmıştır. Zira, önceki idarenin bütün mensuplarının
yanı sıra, gerek Muhâcir, gerekse Ensâr’dan bazı ileri gelen
Müslümanlar ona biat etmemişlerdir. Ardından Hz. Âişe başta olmak üzere Hz. Talha ve Hz. Zübeyr Mekke’de ona karşı harekete
geçmişlerdir. Aynı anda Muaviye ise halîfeyi tanımadığını ilân ederek Şam
halkını yönetim aleyhine organize etmeye başlamıştır. Bu gelişmeler üzerine Hz.
Ali, ilk önce Basra’da toplanan muhaliflere
karşı harekete geçmiştir. Burada gerçekleşen Cemel savaşı halîfe ordusu
tarafından kazanılmışsa da, bu sonuç Kûfeliler ile Basralılar arasındaki
rekabetin düşmanlığa dönüşmesine yol açmıştır. Hz. Ali, Cemel’de birbirine karşı
savaşan insanlardan meydana getirdiği ordusuyla Şamlılar üzerine hareket
etmiştir. Sıffin’de Iraklılarla Şamlıları karşı karşıya getiren
savaş, kesin bir neticeye varılamadan tahkim anlaşmasıyla kesilmiştir. Tahkim
kararı Hz. Ali ordusundaki anlaşmazlıkları artırmış, neticede Hâricîler adını alacak topluluk Irak birliğinden ayrılarak müstakil hareket etmeye
başlamışlar, dolayısıyla halîfenin gücünün azalmasına yol açmışlardır.
Hz. Ali tahkimden sonra kendi taraftarları arasında
isyancı gruplarla meşgul olmak durumunda kaldığı için Şamlılarla ilgili yeni bir
faaliyete geçme imkanı bulamamıştır. Bu esnada gerçekleşen hakem olayı,
Müslümanlar arasındaki yönetim problemini çözmek yerine daha da içinden
çıkılmaz hale getirmiştir. Hz. Ali anlaşmaya aykırı davranıldığı sebebiyle Şam
üzerine yeni bir sefer düzenlemeye karar verdiği bir sırada Irak’taki Hâricîlerin şiddete dönüşen
faaliyetlerini haber alınca onları itaat altına almak amacıyla Nehrevan’a
yürümüş ve burada meydana gelen savaşta Hâricîlerin pek çoğunu öldürmüştür.
Bunun sonucunda sürekli birbiriyle savaşan ve en yakınlarını öldürmek durumunda
kalan Iraklılar, halîfe ile aralarına mesafe koymaya, hatta zamanla emirlerini
dinlememeye başlamışlardır. İyice yalnızlaştığı ve ümitsiz hale geldiği bir
zamanda Hâricîlerin gerçekleştirdikleri bir suikastla Hz. Ali şehit edilmiştir.
Babasının
ardından Kûfeliler tarafından halîfeliğe getirilen Hz. Hasan, Muaviye’ye karşı harekata
geçmiş iken, gönderdiği öncü birlikleri komutanının karşı tarafa geçtiğini,
emri altındaki askerlerden bir kısmının da kendisine karşı isyan ettiğini
görünce, Muaviye ile barış antlaşması imzalamaya ve halîfeliği ona devretmeye
karar vermiştir. Muaviye’nin halîfe olmasıyla birlikte Hulefâ-i Râşidîn dönemi sona ermiş, ardından tarihte Emevîler adını alacak devir başlamıştır. Halîfe olarak
halktan biat alan Muaviye, daha sonra oğlu Yezîd’i veliaht olarak tayin etmek
suretiyle hilâfeti saltanat sistemine dahil etmiştir.
[3]
Buhârî İstizân 29, Meğâzî
83; Vâkıdî, Ridde, s. 46; Belâzürî, Ensâb, I, 582. Bu hususta Şiîlerin
iddiaları hakkında bk. Sofuoğlu, Cemal, “Gadir-i Hum Meselesi”, AÜİFD,
sy. 26, Ankara 1983, s. 465-470.
[4]
Buhârî, Fedâilu’l-Ashâb 12, Ferâiz
4; Müslim, Cihâd 52, 53; Ebû Dâvûd, Harâc 18; Nesaî, Kasmu’l-Fey
1.
[6] Vida, D., “Osman”,
İA, IX, 430. Bu konuda bk. Salah
Kâsım, Fitnetü’l-Kübrâ fî Ahdi’l-Hilâfeti Osman b. Affân, ? 1996.
[7] Fığlalı E.R, İbadiyenin
Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1983, s. 34.
[10] Lewis, Bernard, Tarihte
Araplar,( çev. H. Dusun Yıldız), İstanbul 1979, s. 68-69.
[11]
Varol, Bahaüddin, “Raşid Halîfeler
Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, İSTEM, y. 3, sy. 6,
Konya 2005, s. 206-207.
[12]
Taberî, Tarihu’l-Ümem
ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts.
(Dâru’s-Süveydân), IV, 344-345; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, III, 79.
0 yorum:
Yorum Gönder