Geçmişten
günümüze kadar, bazı müsteşrikler veya yazarlar, İfk ve Garânik meselesi gibi
Kur’an-ı, Hz. Muhammed’in yazdığı ya da yazdırdığı iddialarını ortaya atarak
ilmi ciddiyetten uzak; art niyetli olduklarını zaman zaman sergilemeye
çalışmışlardır. Kur’ân’a iftira etmek için tarihteki bazı insanları
kullanmışlardır. Kur’ân’ı, Hz. Peygamber’in yazdığı veya aşağıda
isimlerini zikredeceğimiz insanlara yazdırdığı iddia edilmektedir. Bu
insanlar arasında Mekke’de ‘Âmir b. Hadramî’nin “Cevrâ” “Cebr”[1]veya
“Ye’iş” isminde Rum asıllı bir kölesi bulunmaktaydı. Bu kölenin okuma-yazma
bildiği, kitap ehli (Hristiyan) olduğu rivayet edilmektedir. [2]
Hz. Muhammed bu köleyi meclislerine alırdı. Bunun üzerine müşrikler de, “Muhammed’e
bu köle öğretiyor” diye alay ederlerdi. Başka bir iddia da okuma-yazmayı
‘Bel’am, Abîsâ, Selmân Fârisî, Râhip Bahîra, Varaka b. Nevfel ve Köle Addâs
gibi insanlardan öğrendiğini iddia edenler de bulunmaktadır.[3]
Biz de bu konunun açıklığa kavuşması için İslâm Tarihi kaynaklarında isimleri
sıkça geçen şahıslardan Selman-ı Fârisî, Râhip Bahîra, Varaka b. Nevfel
ve Köle Addâs’ın hayatlarını kısaca tanıtarak, Hz. Muhammed’le olan
münasebetlerini açıklamaya çalışacağız.
Hz.Peygamber’in
meclisine katılıp-katılmadıkları, ona
kâtiplik yapıp yapmadıkları hususunu araştırarak, bu şahısların istismar
edildiğini açıklığa kavuşturmak gerekmektedir. Günümüzde bu iddia ve iftiraları
savunan insanların, internette de site açarak tüm dünyaya anlatmaya
çalıştıkları, hiçbir dayanağı olmayan ve verdikleri misalleri çarpıtarak,
iftiraya varan yanlış tevillerde bulundukları kanaatindeyiz. Bu itibarla ismini
zikrettiğimiz insanların hayatlarını ve konumlarını anlatarak,
değerlendirmesini okuyucuya bırakacağız.
Semâvî
kitaplara sahip olmaları bakımından hem Yahudilerin hem de Hristiyanların diğer
inanç sahiplerine göre, İslam’a daha farklı yaklaşacakları düşünülebilir.
Yahudilere nazaran özellikle Hristiyanlar’ın kutsal kitaplarında, daha çok
sayıda Hz. Muhammed’in peygamber olacağına dair bilgiler mevcuttur.[4]
Nitekim birçok Hristiyan ve Yahudi, Hz. Muhammed’in peygamberliğiyle beraber
beklenti içerisinde olmuşlardır. Bunun üzerine bu Hristiyan ve Yahudiler, Hz.
Peygamberle karşılaşmak veya ona tabi olmak için ya Mekke’ye ya da Medine’ye
gelmeye çalışmışlardır. Bu ehl-i kitap sahipleri Hz. Peygamber’e ulaşmak veya
onun peygamberliğini kabul edip İslam’a girmek için birçok zorluklara
katlanmışlardır. Bu insanlar, peygamberle karşılaştıkları zaman ve konumları
itibariyle bir tavsiye niteliği taşıyacak söz, yazı, tavsiye ve telkininde
bulunacak durumunda değillerdi.
Bu
duruma Kur’an’da: Şüphesiz biz onların: “Kur’ân-ı ona ancak
bir insan öğretiyor” dediklerini biliyoruz.. “Kendisine
nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Hâlbuki bu (Kur’an) ise
apaçık bir Arapçadır.”[5]
Yani ona bir insan öğretiyor demelerinden gayeleri insanların aklını çelmeleri,
fikir ve düşüncelerini Allah’tan bir insana çevirmeleridir. Çünkü devrin
müşriklerinin, “Muhammed’e Kur’an’ı o öğretiyor” diye fikirleri bulandırmak
istedikleri o varsayılan insanın Arap olmadığı; Arapça’yı bilmediği kesindir.
Bunun üzerine, bir benzerinin getirilmesi konusunda Kur’an bütün kâinata meydan
okuyup dururken Araplar içinde öyle bir öğretmen olsaydı, hiç şüphesiz, kalkıp
“ sana öğreten ben değil miyim?” diyerek Peygamberimizi minnet altında bırakır
veya Kur’an’ın bir benzerini yazıp el altından insanlara dağıtmaz mıydı? Bu ve
benzeri istifhamlar gösteriyor ki o toplum içerisinde, peygamberimizin dilinden
ifadesini bulan vahyin bir benzerini yazmaya imkân olmadığı görülmektedir [6]
Yukarıda
bir kaçını zikrettiğimiz, ispatlanmamış iddialara alet edilen şahısların
hayatlarını anlatınca konunun daha da açıklığa kavuşacağını ümit ediyoruz.
1-Selmân Fârisî
Ebu
Abdillah Selman Farisî aslen İran’ın İsfahan şehrinin Cey köyündendir.[7]
İslâm öncesinde ismi, “Mâbih” olup, babası köyün en zengin
(dıhkân=ağası) kişisi olup, nesebinin “İbn Bûd” yahut “Behbûd” olduğu
söylenmektedir.[8]
Daha
sonra Selmân Fârisî’ye “ Selmânu’l-Hayr” lakabı verilmiş, ancak o,
nesebi zikredildiğinde “Selmân İbn’ul-İslâm” denmesini istemiştir.[9]
Selmân’ın,
İsfahân’da veya Râmahurmuz civarından da “Mahbeh” (Mayel) veya “Ruzbeh”de
doğmuş olduğu da rivayet edilmektedir.[10]
Bu
yüzden kapalı bir şekilde bir hayat süren Selmân Fârisî, Mecusilik dini ile
ilgilenmiş hatta onların ateş körükçüsü olmuştur. Fırsatını bularak bir
Hristiyan kilisesine uğramış ve onların ayinlerini izlemiş,[11]
dinlerinin aslının Şam’da olduğunu öğrenmiş ve bir hristiyan tüccar kafilesi
ile irtibat kurarak Şam’a gitmiş ve buradaki kilisenin Uskuf’una (din
adamı) tabi olmuştur. Uskuf’un halkı dolandırmasını gören Selmân bunu halka
bildirmiş halk da onu recm etmiştir. Onun yerine gelen diğer bir Uskuf’a tabi
olan Selmân, ona bağlanmış ancak onun ölümü üzere tavsiye ettiği Musul’daki
arkadaşının yanına gitmiştir.[12]
Belli
bir süre burada kalan Selmân, arkadaşının ölümü üzerine onun tavsiyesine uyarak
Nusaybin’e gitmiştir. Onun ölümünü müteakiben de tavsiye edilen Rum
topraklarındaki Amuriye’deki bir adamın yanına varmış ve belli bir süre de onun
yanında kalmıştır. Ölüm vakti geldiğinde ona Selmân, kimi tavsiye edeceğini
sormuş o da: “İnsanlardan bizim üzerinde olduğumuz hal üzere hiç kimseyi
bilmediğimden bir yere gitmeni tavsiye edemeyeceğim. Ancak bir peygamberin
gelme zamanı yaklaşmıştır ve o İbrahim’in diniyle gönderilecektir. O, Arap
topraklarında çıkacak ve iki harrenin arasında bir yere hicret edecektir. Onda
gizli olmayan birçok alametler vardır. Hediye kabul eder fakat sadaka yemez,
iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır. Yetişebilirsen ona git”[13]
şeklinde tavsiyede bulunmuştur. Bunun üzerine Selman bir tüccar kafilesiyle
Vadil Kurra’ya kadar gelmiş fakat kafilenin ihaneti sonucu köle olarak
satılmıştır. Daha sonra Beni Kurayza’dan bir Yahudi, Selmân’ı satın alarak
Medine’ye götürmüştür.
Hz.
Peygamber Kuba’ya geldiğinde Selmân da sahibinin hurmalığında çalışıyordu,
sahibinin amcasının oğlu da, belde halkına peygamberin etrafında toplandıkları
için lanet ediyordu. İşte tam o sırada Selman, heyecanlanarak peygamberin ne
dediğini öğrenmek istemiş fakat sahibinin şiddetli şamarlarından başka cevap
alamamıştır.
Daha
sonra Selmân Fârisî Hz. Peygamber’i sadaka olarak götürdüğü şeylerle test etmek
istemiş ve sadakayı alıp yemeden ikram ettiğini müşahede etmiştir. Bilâhare
hediye olarak götürdüğü şeyleri yiyen ve ikram eden Hz. Peygamber’i takibe
başlamıştır.[14]
Hz. Peygamber Bakî-i Garkad’da[15]
iken Selmân’ı Fârisî etrafında dönüp dolaşmaya başlamış ve Hz. Peygamber de
onun isteğini anlamış ve hırkasını indirerek mührü göstermiştir.
Daha
sonra Resulullah, Selmân’a kölelikten azat olması için efendisiyle anlaşma
yapmasını söylemiş o da üç yüz hurma dikmek ve kırk okka altın vermek suretiyle
efendisiyle anlaşma yapmıştır. Bunun üzerine Resulullah arkadaşlarına:
“kardeşinize yardım ediniz” emrini vermiş ve Selmân için üç yüz fide toplanarak
dikilmiştir. Yine aynı şekilde altın borcu da ödenerek Selman kölelikten
kurtulmuştur.[16]
Oldukça
uzun bir ömür süren Selmân Fârisî’nin hayatı, adeta menkıbe gibidir. Hayat hikâyesine
bakılarak onun sâdık ve fedakâr bir Hristiyan olduğu söylenebilir. Yukarıda da
geçtiği üzere Selmân da diğer Hristiyanlar gibi, Hz. Muhammed’i bir takım
alâmetleriyle peygamber olarak tanımıştır. Ancak bu alâmetler peygamberin
kendisinden daha ziyade davranışlarıyla ve geleceği yerle ilgilidir. Diğer
taraftan Hz. Peygamber de bir köle olduğuna bakmaksızın ona yakınlık göstermiş,
yardımcı olmuş fakat içinde bulunduğu fiili durumu dönemin şartlarına göre
çözmek istemiştir. Selmân Fârisî, içinde bulunduğu kölelik durumu sebebiyle
Bedir ve Uhud savaşlarına iştirak edememiş, fakat Hendek savaşında büyük
yararlılıklar göstermiştir.[17]
2-Râhip
Bahîra
Arami
dilinde “seçilmiş” anlamına gelen Behira sıfatını kendine isim olarak seçen
rahibin asıl adının Sergius olduğu söylenmektedir. Kendisinin Abdülkays
kabilesinden olduğu, başka bir rivayette de Teyma Yahudilerinden olduğu ve daha
sonrada Hristiyanlığı seçtiği rivayet edilmektedir.[18]
Bu rahibin Tevrat ve İncil’i iyi bilmesinden dolayı Hz. Peygamberin emarelerini
kutsal kitaplardan okuduğu bildirilmektedir.[19]
Râhip
Bahîra’nın bulunduğu küçük manastırda bir kitap bulunmaktaydı. Bu kitabı okuyan
rahip, Hristiyanlığın en alim kişilerinden biri olmaktaydı. Bu kitap hakkında
İbn Nedîm, “Suhuf” tercümeleri olduğunu söylemektedir.[20]
Bu bilgin rahip daha önceleri buradan geçen Arap tüccarlarıyla o zamana kadar
hiç ilgilenmemiştir. Bazı İslam Tarihi
kaynaklarına göre Hz. Peygamber, Ebû Tâlib’in himayesindeyken amcasının
ticaretle meşguliyetinden dolayı çeşitli memleketlere gitme imkânı bulmuştur.
Suriye taraflarına doğru düzenlenen ticaret kafilesine katılan Ebû Tâlib, bir
seferinde, o zamanlar 9-12 yaşlarında olan yeğeni Muhammed’i de götürmüştür.[21]
Kafile
uzun süren bir yolculuktan sonra Şam’ın Busra şehrinde “Savma” denilen yerde
konaklamıştı. Burada bir Hristiyan manastırında bulunan Bahîra ismindeki rahip,
Muhammed’i, sahip olduğu bilgilere göre teste tabi tutmuştur. Bir ziyafet
hazırlayarak Ebû Tâlib ve arkadaşlarını Manastıra davet etmiştir. Gelenleri
teker teker gözden geçiren Bahîra, aradığı alametleri hiç kimsede görememiştir.
Dışarıya baktığında bir bulutun gölgelediği ağaç altında oturan Muhammed’i kast
ederek onun da içeri gelmesini istemiştir.[22]
Bilâhare Muhammed’in yanına vararak: “Sana bir şeyler soracağım, Lât ve ‘Uzzâ
hakkı için doğru söyle” demiş, Muhammed de: “Lât ve ‘Uzzâ ile bana sorma
andolsun ki o ikisine kızdığım kadar hiçbir şeye kızmadım” cevabını
vermiştir. Bunun üzerine Bahîra, Allah’a yemin ederek sormak istediği her şeyi
sormuş ve aldığı cevaplar üzerine Ebu Talib’e yönelerek, bu çocuğu esirgeyip
çabucak memleketine götürmesini tavsiye etmiştir.[23]
Rahip
Bahîra’nın Sahabî olduğuna dair bazı kaynaklarda bilgilerin bulunduğu görülmektedir.[24]
Fakat Hz. Peygamber’e risâlet gelmediği için de değildir diyenler de vardır.
Bir diğer görüşe göre ise, Hz. Peygamber yirmi beş yaşlarında iken Hatice’nin
kervanını Suriye’ye götürdüğü dönemde Bahîra ile bir görüşme yapmıştır.[25]
Her ne
kadar batılı yazarlar, Hz. Muhammed’in Bahîra’dan öğrendikleriyle İslâm’ı
tebliğ ettiğini söyleyerek kendilerine pay çıkarıyorlarsa da gerçekte durum
böyle değildir. Bu olayın kritiği farklı kaynaklarda uzun uzadıya yapılmış ve
bunlar kişisel yorum olmaktan öte geçememiştir. Ancak kaynaklarda anlatıldığı
şekliyle olay ele alınınca, Rahip Bahîra’nın da Hz. Muhammed’i taşıdığı
emarelerden dolayı tanımış olduğunu söylemek mümkündür. [26]
3-Varaka b. Nevfel
Varaka
b. Nevfel, Hz. Hatice’nin amcasının oğludur. Şam’a gidip Hristiyanlığı kabul
etmiş, astronomi, Tevrat ve İncil’i okumuştur. Hristiyanların meşhur
alimlerinden biridir.[27]
Varaka, daha önce Meysere ve Hatice’nin Hz. Muhammed’le ilgili olarak
anlattıkları hususlara istinaden “Son Peygamberlikten” söz etmiştir.[28]
Hz. Peygambere vahiy geldikten sonra hâlet-i rûhiyesindeki değişiklik sebebiyle
Hz. Hatice, Hz. Muhammed’i alarak amcaoğlu Varaka b. Nevfel’e götürmüştür.
Vahiyle ilgili olarak Hz. Muhammed’in geçirmiş olduğu tecrübesini anlattığında
Varaka: “Müjde Ey Muhammed, sen Meryem oğlu İsa’nın haber verdiği son
peygambersin, sana görünen melek Hz. Musa’ya da gelen Namusu Ekber’dir. Keşke
genç olup da senin insanları hak dine çağıracağın zamana erişeydim Kureyş’in
seni Mekke’den çıkaracakları vakit sana yardım edebilseydim.” demiştir. O zaman
Hz. Peygamber: “kavmim beni buradan çıkaracak mı?” diye sormuş, Varaka: “Evet,
zira senin gibi bir şey getirmiş hiç bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın”
cevabını vermiştir.[29]
Fakat uzun süre geçmeden Varaka b. Nevfel vefat etmiştir.[30]
Bir
Hristiyan olmasına rağmen Varaka b. Nevfel, Hz. Muhammed’in Hıra Mağarası’nda
geçirdiği vahiy tecrübesini duyduğunda, onun peygamber olduğuna kanaat
getirmiştir.[31]
Daha sonra da yukarıda anlatıldığı şekliyle ona yardımcı olacağını ifade
etmiştir. Çocukluğundan beri Hz. Muhammed’i tanımış, kişilik ve karakterinin
sağlam olduğunu bilmiş olması Ehl-i Kitap’tan bilgi ve tecrübeli birisi olan bu
kişinin, Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanması pek zor olmamıştır.[32]
Diğer taraftan Hz. Peygamber’in Varaka b. Nevfel’e götürülüşünün (Hz.Hatice ile
akrabalıkları dışında) en temel sebeplerinden birisi, bu konularda Hristiyan
bir din alimi olarak onun bilgisine olan güvenin bir sonucu olarak
düşünülebilir.
4-Köle Addâs
Hz.
Peygamber, amcası Ebû Tâlib’in ve Hz. Hatice’nin vefatından sonra bir hayli
kederlenmiş ve o dönemde müşriklerin baskısı da artmıştır. İslam’ı yaymak için
Mekke dışında bir yer arayan Hz. Peygamber Taif’te karar kılmıştır. Ne var ki,
Taifliler Hz. Muhammed’i iyi karşılamamış hatta bazı kişileri de tahrik ederek
peygamberi taşa tutturmuşlardır. Bu durum Hz. Peygamber’in ‘Utbe ve Şeybe b.
Rebî’a kardeşlerin bağlarına sığınıncaya kadar devam etmiştir.[33]
Hz.
Peygamber bağa sığındığı zaman Utbe ve Şeybe, Hz. Muhammed’in bu durumunu
görmüşler ve Addâs adındaki kölelerine, bir tabak üzüm vererek Hz. Peygamber’e
götürmesini söylemişlerdir. Addâs, Tevrât ve İncil’i bilen, Hristiyanlık üzere
yaşayan bir köledir. Getirdiği üzümü Peygamber’e sunan Addâs, Peygamber’in
“Bismillâh” diyerek üzüm yemeye başlaması üzerine: “Vallahi bu memleketin halkı
böyle bir söz söylemez” diyerek Hz. Peygambere dikkat kesilmiştir.
Peygamber’in: “Nerelisin, dinin nedir?” sorusu üzerine, “Ninovalıyım ve
Nasrâniyim” cevabını veren Addas, Hz. Peygamber’in: “Yunus bin Metta’nın memleketindensin”
sözü üzerine hayrete düşmüş, onu nereden tanıdığını ve kim olduğunu sormuştur.
Hz. Peygamber de: “O benim kardeşimdir ve benim gibi peygamberdir. Ben de
Muhammed’im” cevabını vermiştir.[34]
Addas
bunun üzerine: “Ben senin vasfını kutsal kitabımız İncil’de görür,
peygamberliğini Tevrat’ta okurdum.”[35]
Mekke’den
gönderilip halkının kendisine uymayacaklarını, içlerinden dışarıya
çıkaracaklarını, nihayet Allah’ın Ona yardım edip Mekke’ye getireceğini ve
dininin her tarafa yayılacağını bildiren Addas: “Bana dinini öğret” diye Hz.
Peygamber’e teklifte bulunmuş, O da ona İslam’ı öğretmiş bunun üzerine köle
Addas, onun üzerine kapanarak ellerini ve ayaklarını öpmeye başlamıştır.[36]
Efendilerinin
yanına dönen Addas’a: “Onda ne gördün ki elini ayağını öpüyordun” şeklindeki
soruya: “Yerde Ondan daha hayırlı hiçbir şey yoktur. Bana bir şey söyledi ki
peygamberlerden başkası onu bilmez” cevabını vermiştir. Onlar da Addas’a:
“Yazık sana! Seni dininden ayırdılar desene. Hâlbuki dinin, onun dininden daha
hayırlıdır.” demişlerdir.[37]
Görüldüğü
üzere bir Hristiyan köle bile bir son peygamber beklentisi içindedir.
Peygamberin sahip olacağı özellikleri bilmekte ve onun emarelerini Tevrat’ta
okumaktadır. Bu sayededir ki Addas, Hz. Peygamber’i teşhis edebilmiş ve İslam’ı
kabul etmiştir.
Diğer
taraftan Hz. Peygamber, içinde bulunduğu acı ve sıkıntılara rağmen,
peygamberlik vazifesi olan tebliğ, beyan görevini ve dine daveti ihmal
etmemiştir. Ayrıca karşısındaki muhatabı sadece ve sadece insan olarak
düşünmüş, tabaka ve sınıf ayrımı yapmamıştır. Hz. Peygamber’in bu şekildeki
yaklaşımı daha birçok kimsenin ileride İslam’ı seçmesinde etkili olmuştur.
***
Buraya
kadar bahsettiğimiz şahsiyetleri şöyle bir değerlendirecek olursak; hepsi de,
İslam Tarihi kaynaklarında şu ya da bu şekilde anlatılan meşhur kişilerdir. Bu
insanların Ehl-i Kitap oluşları burada anlatılmalarına sebep olmuştur. Hz.
Peygamber’in bu şahsiyetler ile doğrudan doğruya münasebetinin olması ve birçok
hadise ile irtibatlandırılmaları çeşitli yorum ve araştırmalara konu olmuştur.
Bu sebeple tespit edebildiğimiz kadarıyla bu diyalogda Peygamberimiz ile
yukarda ismini zikrettiğimiz kişiler arasında karşılıklı bir gayret olduğu
düşünülürse İslâm adına bir durum ortaya çıkmış olmaktadır. Fakat tek taraflı
gayret (Resulullah’ın daveti) herhangi bir insandaki (Hristiyan olmayan) kadar
etkili olabilmiştir. Çünkü Hz. Muhammed’in, Selmân’ı Fârisî ile hicret
esnasında Kuba’da karşılaşmaları, insanın aklına şunu getiriyor; Mekkî olan
âyetleri neden Selman Farisî’den öğrenmemiştir. Selman, bu on üç yıllık Mekke
hayatında neredeydi?
Rahip
Bahira ile Hz. Muhammed’in karşılaşması ise, Hz. Muhammed 9-12 yaşlarında iken
olmuştur. Bu kısa karşılaşmada Muhammed, Bahîra’dan ne öğrenmiştir? Yahut dinin
hangi kaidesini Bahîra kendisine bildirmiştir? Bunlar doğru olsaydı, hadiseyi
yaşayan Ebû Tâlib ve diğer insanların bunu aktarması daha doğru olmazmıydı?
Varaka
b. Nevfel’e gelince; bu da Peygamberle Risâlet döneminin ilk yılında hatta ilk
gününde karşılaşmışlar ve Varaka kısa bir zaman sonra ölmüştür. Yani Varaka’nın
Peygamberimize bazı bilgileri söylediği iddiası zaman itibariyle tutarsızdır.
Köle
Addas ile Peygamber, Taife gittiğinde karşılaşmışlardır. Bu karşılaşma M. 620
yılında olmuştur ki, hicretten iki yıl önce olduğunu düşünürsek, geri kalan 13
yıllık vahyi (bilgiyi) kimden aldığı iddia edilecektir. Görülüyor ki Hz.
Muhammed, hiçbir kimseden yardım almamış, Allah tarafından Cebrâil vasıtasıyla
kendisine vahiy gelmiş ve O da vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Bu kanaat
güvenilir hadis, tefsir ve İslam Tarihi kaynaklarınca da doğrulanmaktadır.
Kur’an’ın,
bu kişiler eliyle yazıldığı iddiası, Hz. Muhammed’in müstakbel peygamber
olacağını bildikleri ve bildirdikleri şeklindeki, sıhhati tartışmalı
rivayetlere dayanmaktadır. Bu rivayetleri doğru kabul etsek bile, söz konusu
Ehl-i Kitap şahıslarına vahiy kâtibi olmadıkları, vahyi yazma işinde kendilerinden
istifade edilmediği gerçeği, bu iddiaların tutarsızlığını gösteren bir başka
delil olmaktadır. Kur’an’ı Ehl-i Kitap’tan bazı kişiler yazmış olsaydı, Tevrat
ve İncil’de ki tahrif edilmiş bilgilerin Kur’an’da olması icap ederdi. Oysa
Kur’an’la Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid arasında o kadar zıtlıklar var ki,
Kur’an’ın Tevrat ve İncil’den nakiller olmadığı, üstelik onları tashih ettiği
göz önüne alınırsa, Kur’an’ın beşer mahsulü olmadığı anlaşılacaktır.[38]
Eğer
peygamber Kur’an’ı, söylendiği gibi bu köle ve rahiplere (insanlara) yazdırmış
olsaydı, daha sonraki insanlar da bir benzerini yazabilirlerdi. Oysa bunu
başaran olmamıştır. Bizim, bu iddialara Kur’ân’dan bazı ayetlerle cevap
vermemiz daha iyi olur kanaatindeyiz. “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi
bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda
doğru iseniz Allah’tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu
yapamazsınız ki elbette yapamayacaksınız. Yakıtı, insan ve taş olan cehennem
ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.”[39]
“Yoksa Onu, (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz
Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri
bir sûre getirin.”[40]
“Yoksa Onu (Kur’an-ı) kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz
Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi
uydurulmuş on sûre getirin.”[41]
“De ki: Andolsun, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve
cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini
ortaya getiremezler.”[42]
“Kur’ân’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”[43]
Bu âyetler de açıkça göstermektedir ki, Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın koruması
altındadır ve kaybolmaksızın, en ufak bir tahrife uğramaksızın kıyamete kadar
aslını muhafaza edecektir.
“Ve
dediler ki: Bu Kur’ân iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?”[44]
Hz. Muhammed’e inanmayanlara göre Kur’ân ya Mekke’nin zenginlerinden Velid b.
Muğîre’ye veya Taif’in zenginlerinden Urve es-Sakafî’ye indirilmeliydi. Velid
b. Muğîre şöyle demişti: “Kureyş’in büyüğü ve efendisi olan ben yahut Sakif’in
ulu kişisi Ebu Amr b. Umeyr es-Sakafî dururken Kur’ân Muhammed’e mi inecek?”
Hâlbuki
Allah nazarında yükseklik; zenginlik veya soylulukla değil, takva iledir.[45]
Kaldı ki Hz. Muhammed, soy itibariyle de onların en şereflisi idi. Yalnız
anneden ve babadan yetim kalmıştı, zengin de değildi.[46]
“(Resulüm)
İşte böylece sana (önceki kitapları tasdik eden) bu Kitab’ı indirdik. Onun
için, kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ediyorlar. Şunlardan
(Araplardan) da ona iman eden nice kimseler vardır. Âyetlerimizi, ancak
kâfirler (inatları yüzünden) bile bile inkâr eder.”[47]
Tefsirlerde bu âyetin Abdullah b. Selâm ve Übey b. Ka’b gibi Kur’ân’a iman eden
ehl-i kitaba işaret ettiği belirtilmektedir.[48]
“Sen
bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla
uyanlar kuşku duyarlardı.”[49]
Hz. Peygamber’in “ümmî” yani okuma-yazma bilmeyen bir kişi olmasının başlıca
hikmeti, bu âyette açıklanmış olmaktadır. Eğer Resûl-i Ekrem, okuma-yazma bilen
bir kişi olsaydı, ümmî olan peygamber için bile “bu Kur’ân’ı O uydurmuştur”
demeye kalkan ve en açık mucizeleri inkâr eden müşrikler, iftiralarına bir
ölçüde mesnet bulmuş olacaklar ve daha çok kimseleri kandırabileceklerdi.
· Yrd.Doç.Dr.Fırat
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Öğretim Üyesi.
[1]
Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, C.V, İstanbul 1988,s. 148.
[2]
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. V, İstanbul 1992, s. 260.
[3]
Yazır, a.g.e., s.260-61.
[4] Seyyid Ebu’l-ala Mevdudi, Tarih Boyunca
Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, (Çev: N. Ahmet Asrar), İstanbul 1972,
s. 591
[5] Nahl, 16/103
[6] Yazır, a. g.e., V/ 261.
[7] İbn İshak, Sîretü İbn İshak, (thk.
Muhammed Hamidullah), Konya 1981, s. 66.
[8] Selmân Fârisî’nin nesebi, nisbesi, ismi ve
müslüman oluşu ile ilgili geniş bilgi için bkz.: İbn Hacer, el-İsâbe, III/113.
[9] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî
Ma’rifeti’s-Sahâbe, I-V, (thk. Halil Me’mûn Şeyho), Dâru’l-Ma’rife, I.bsk.,
Beyrut 1997, II/347.; Abdi’llatîf ez-Zebîdî, Sahih-i Buhari Muhtasarı
Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Ankara 1996, III/17.
[10] İbn Kuteybe, el-Maârif, (Çev. Hasan Ege),
Şelâle Yay., İstanbul ?, s. 185.; İbnü’l-Esîr, Usdu’l-Ğâbe II/.347-8.; İbn Hacer, el-İsâbe,
III/113; G.Levı Della Vıda, “Selman” mad. İ.A., M.E.B. Eskişehir
1997, X/57; Şemseddin Sami, Kâmus’l-A’lâm, Ankara 1996, IV/2606.
[11]
İbn İshak, a.g.e., s. 66.
[12]
İbn İshak, a.g.e., s. 67.
[13] İbn İshak, a.g.e., s. 68.
[14]
İbn İshak, a.g.e., s. 69.; İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye,
I-IV, (thk. Mustafa es-Sakkâ, İbrahim el-Ebyârî, Abdülhafîz Şelebî), Dâru
İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, II.bsk., Beyrut 1997, I/ 251-258.
[15]
Bakî-i Garkad”, Medine’nin güney doğu köşesinde Medine halkına ait bir
mezarlıktır: Bkz. Bekrî, Ebu Ubeyd Abdullah b. Abdilaziz, Mu’cem Me’stu’cem
min Esmâi’l-Bilâd ve’l-Mevâzı’, C. I-V, (thk. Cemâl Talbe),
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, I.bsk., Beyrut 1998, I/244.
[16]
İbn İshak, a.g.e, s. 69-70.; İbn Hişam, a.g.e., I/257-258.;
Martin Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul 1990, s. 188.
[17]
İbn İshak, a.g.e., s. 70.; İbn Hişam, a.g.e., III/247.;
İbnü’l-Esîr, İzzeddin Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Abdulkerim el-Cezeri, İslâm
Tarihi, el-Kamil fit-Tarih Tercümesi, (Çev: Abdullah Köşe), İstanbul 1989,
II/167.
[18] Mustafa Fayda, “Bahira” mad. İ.A.,,
TDV., İstanbul 1991, IV/486.
[19]
Kitabı Mukaddes, Yuhanna, 14/15-16, 26. “Eğer beni seviyorsanız,
emirlerimi tutarsınız. Bende Babaya yalvaracağım, ve o size başka bir
Tesellici, hakikat Ruhunu verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun. Fakat
benim ismimle Babanın göndereceği Tesellici, Rûhülkudüs, o size her şeyi
öğretecek ve size söylediğim her şeyi hatırınıza getirecektir.”
[20] İbnü’n-Nedim, el-Fihrist, Beyrut 1415
(1994), s. 37.
[21] İbn
İshak, a.g.e., s. 53.
[22] İbn
İshak, a.g.e., s. 54.
[23] İbn İshak, a.g.e., s. 54-55.; İbn Hişam,
a.g.e., I/217-220.; Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Tarih-i
Taberi Tercemesi, (Çev: Mehmet Eminoğlu), Konya 1973, II/308; Mes’ûdî,
Ebu’l Hasan b. Hüseyin, Murucu’z-Zeheb ve Meadinü’l-Cevher, Beyrut 1998,
I/85; Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, (Haz. Mahir İz), Ankara 1985,
I/67-69; Mevlana Şibli, Büyük İslam Tarihi, Asrı Saadet, (Çev: Ömer Rıza
Doğrul), İstanbul 1977, I/131-134; Lings, a.g.e., s. 44-45; Hüseyin
Algül, İslam Tarihi, İstanbul 1986, I/155-159; R. Mantrann, İslam’ın
Yayılışı Tarihi, (VII-XI.yüzyıllar), (Çev: İ. Kayaoğlu), Ankara
1981, s. 68.
[24] İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzis-Sahâbe,
I-VIII, Beyrut 1853, I/174.
[25]
Mustafa Fayda, “Bahira” mad. İ.A., TDV., IV/468-469.
[26]
Ali Rıza Sağlam, İslam Tarihi Rahip
Bahira Meselesi, İstanbul 1959, s. 1-32; Hüseyin Cisri Efendi, Risale-i
Hamidiyye, (Çev: Manastırlı İsmail Hakkı), İstanbul 1980, s.56; Muhammed
Hamidullah, İslam Peygamberi, (Çev: Salih Tuğ), İstanbul 1981, I/47;
Neşet Çağatay, Başlangıçtan Abbasilere Kadar İslam Tarihi, (Dini
İçtimai-İktisadi-Siyasi açıdan), Ankara 1993, s. 150; Şibli, a.g.e.,
I/132-134; Ali Himmet Berki-Osman Keskinoğlu, Hatemul Enbiya, Ankara 1991, s. 42,43.
[27]
İbn Hişam, a.g.e., I/227-8.; Taberi, a.g.e. II/ 347; İbnü’l Emin
Mahmut Esad, Tarih-i Din-i İslam İslam Tarihi,(Cahiliye, Mekke, Medine, Dört
Halife Devri ve Sonrası), (çev: Önder Akıncı), İstanbul 1983, I/525;
Çağatay, a.g.e., s. 132.
[28]
İbn Hişam, a.g.e., I/228.
[29]
Buharî, K.Bed’i’l-Vahy, 1.; İbn İshak, a.g.e., s. 112., İbn Hişam, a.g.e.,
I/274-5.; Taberi, a.g.e., II/347; M. Esad, a.g.e., I/524-525;
Cevdet Paşa, a.g.e., I/33; Algül, a.g.e., I/192; Mevdudi, a.g.e.,
I/591-592; Hamidullah, a.g.e., I/82-83; Lings, a.g.e., s. 65-66.
[30]
H. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, (Çev: İ.Yiğit-S.Gümüş), İstanbul 1991,
I/104.
[31]
İbn İshak, a.g.e., s. 112.; İbn Hişam, a.g.e., I/274-5.; Şibli, a.g.e.,
I/151.
[32]
Mevdudi, a.g.e, I/592.
[33] Taberi, a.g.e, II/372; Mahmut Esad
Seydişehri, Tarih-i Din-i İslam (Medhal), 1327, I/550; Cevdet Paşa, a.g.e.,
I/106, Algül, a.g.e., I/242.
[34] İbn Hişam, a.g.e., II/34-35.; Osman
Keskinoğlu, Hz. Peygamber’in Hayatı, Ankara
1981, s. 24.
[35] Tevrat’ın Haggaya, Babında; “Ve bütün
milletleri sarsacağım. Bütün milletlerin değerli şeyleri (HİMDATH) gelecek (ve
yavu himdath kol haggoyim)... Bu evin izzeti öncekinden büyük olacak... Bu yere
selamet (Şalom) vereceğim der orduların Rabbi....” Buradaki Himdath kelimesi
H-M-D kökünden türemektedir. Bunun anlamı şiddetle arzulamak, imrenmek anlamına
gelmektedir. Bu cümleyi anlayabilir hale getirmek gerekirse; “Bütün milletlerin
Ahmed’i gelecek.. Sonraki Kabe’nin izzeti önceki Beyt-i Makdis’ten büyük
olacak... Bu yere İslâm’ı vereceğim der orduların Rabbi...” Ahmet
Sarbay, “Buda Metinlerinde Hz. Muhammed”, Tarih ve Medeniyet,
S. 57, Aralık 1998, s. 39. (36-39)
Hz. Muhammed’in Peygamberliği dahil olmak üzere bir çok hadise
ve şahıslar hakkında Tevrat’ın refarans verildiği, bu vesile ile İslam’a,
İsraili rivayetlerin Yahudi ve Hristiyan asıllı muhtedi alimler vasıtasıyla
sokulduğu konusunda bkz.: Veli Atmaca, Hadis’de İsrailiyata Bakış II
“Ka’bu’l-Ahbâr”, Harran Ün.
İ.F.Dergisi, S.3, s.163-180.
[36] Taberi, a.g.e., II/372-373.; Mahmut
Esad, Medhal, I/551.
[37] İbn Hişam, a.g.e. II/34-35.; Taberi, a.g.e.,
II/373.; Mahmut Esad, Medhal Ter. I/551.; Lings, a.g.e., s. 145.
[38]
Geniş Bilgi için bkz.: Şaban Kuzgun, Dört İncil Farklılıkları ve Çelişkileri, Ankara
1996.
[39]
Bakara, 2/23-24
[40]
Yunus, 10/38
[41]
Hud,11/13
[42]
İsra, 17/88
[43]
Hicr,15/9
[44]
Zuhruf, 43/31
[45]
Hucurat, 49/13
[46]
ed-Duha, 93/6-9
[47]
Ankebut, 29/47
[48]
Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Diyanet Vakfı, Ankara 1993, s.401
[49]
Ankebut, 29/48
Hadi İslam düşmanı kafirler bunlara ne diyeceksiniz? Kur'an tahrif edilmişmiş yok bilme ne.
YanıtlaSil