20 Mayıs 2017 Cumartesi

Mûtezile ve İktidar-I

Prof. Dr. Mehmet Azimli
Emevîlerle birlikte başlayan devlet yönetimindeki baskıcı yöntemler, Ehl-i Beyt’e yapılan kötü muameleler, Arapçılık fikrinin halka dayatılması halkta özgürlükçü bir yapılanma isteği doğurmuştu. Bunun neticesinde de halk kesimleri alternatif bir yönetim biçimi vaat eden Abbasîleri desteklemeye başladılar.

Abbasîlerin iktidara gelmeleri, halkın çoğunluğunda büyük umutlar oluşturmasına rağmen, Abbasîler özgürlükçü bir devlet yapısı ortaya koyamadılar. Bu dönemde de klasik saltanat dönemlerinde olduğu gibi, sultanın benimsediği fikrî düşünce, devletin resmi görüşü olmuş ve halka bu görüşler dayatılmak istenmiştir. Abbasîlerde, bir devlet projesinin halka dayatılmak istenmesinin tipik bir örneğini, Ebû Cafer Mansur’un (v.H. 258/M. 774) İmam Malik’e (v.H. 179/M. 795) yaptığı bir teklifte görüyoruz. Abbâsî halîfesi Ebû Cafer Mansur’un, İmam Mâlik’in kitabı olan Muvatta’nın devletin resmi eğitim kitabı haline getirilmesi teklifine İmam Mâlik karşı çıkmış, resmî bir dinî görüşün halka zorla dayatılmasının doğru olmadığı gerekçesiyle bu teklifi reddetmiştir.  Fakat sonraki dönemlerde de belli dinî görüş ve mezhebî eğilimlerin, bir devlet görüşü olarak halka zorla benimsetilmeye çalışıldığını müşahede ediyoruz.
Abbasîlerin ilk döneminde, siyasî gücü elinde bulunduran Fars kökenli Bermekî ailesi, Sasanîlerden gelen ulusçu ve devleti esas alan zihniyetin temsilcisi olarak bütün Sasanî kurum ve adetlerini(Nevruz, Mehrecan bayramları gibi) adeta yeni devletin içine transfer ediyorlardı. Böylece Sasanî devlet teşkilatı büyük oranda Abbasî devletine aktarılmıştı.
Siyasî otoritedeki bu olumsuzlukların dışında toplum bazında düşündüğümüzde; Tevrat ve İncil değişik şekillerde İslam kılıfıyla aktarılıp “Halk İslamı” oluşturulmuştu. İsrailiyât yayılmış, halk kassâslardan dinî öğrenir duruma gelmişti. Ayrıca bunlara ilaveten akla gereken değeri vermeyen ve sadece zahiri nâssı esas alan bir düşünce hareketi gelişiyordu. Bunlar kendi fikirlerine ters gelen bütün fikirlere karşı savaş açıyorlar, dönemin âlimlerini dövüyorlar, kendi fikirlerine uymayan kişileri baskı altında tutuyorlardı. Taberî (310/922) bu tip bir linç girişimlerine uğrayan âlimlerden birisidir.  Bu durumda baştan beri bu yaklaşımları doğru bulmayan ve alternatif düşünceler üretmeye çalışan Mûtezilî âlimler harekete geçmeye başladılar.
Mûtezile’nin Durumu
Emevîler döneminden beri saltanatçı iktidar zihniyeti, istikrarı devam ettirme adına her şeyin Allah’ın takdiri ile meydana geldiğini ve olaylarda insanın hiçbir dahlinin olmadığını savunan Cebriyye ideolojisini desteklemesine karşın, Mûtezile insan hürriyeti düşüncesini savunuyordu. Bunu da “Adl” prensibi içinde açıklıyordu. İnsan özgürlüğü temeline dayalı olan olgular, iktidarın şiddete ve baskıya dayalı Cebr ideolojisine bir tepki olarak gündeme gelmişti. Nitekim Emevî iktidarının sarıldığı bu cebir düşüncesine karşı çıktığı için bir kısım bilginlere o dönemde baskı uygulanmış ve bir kısım âlimler de öldürülmüştü. 
Mûtezile’nin fikrî yapılanmasını ortaya koyarken iki konuyu ön plana çıkardığı aktarılmaktadır: Birincisi onlar aklı ön plana alıyorlar ve onu ikinci plana iten söyleme ters bir şekilde aklın bilgiyi edinmede esas olduğunu vurguluyorlardı.  İkincisi ise irade hürriyetine inanıyorlardı. Bu inançla insanların Allah’ın takdiri ile zorunlu olarak yaptıkları amellerden sorumlu olmalarının adalete uymayacağı düşüncesinden hareketle, insanın amellerinde özgür ve sorumlu olduğu tezini ileri sürüyorlardı.
İlk başlarda insan iradesinin özgürlüğü düşüncesi Allah’ın amellerde bir zorlaması olmadığı bağlamında düşünülse de sonraları Mûtezile irade hürriyetine ve dolayısıyla insanın sorumluluğuna vurgu yaparak, yönetim biçimini saltanata dönüştüren ve bunun meşrûiyetini cebrî, ezelî kader doktrini ve ilahî kaynaklı iktidar iddialarıyla sağlamaya çalışan Emevî yönetimine karşı muhalif ve özgürlükçü bir tavır sergilemiştir.
Mûtezile, bütün bu özgürlükçü düşüncelerini de ısrarla savunduğu “adalet prensibi” içinde ortaya koyuyordu. Mûtezile’nin Cebriyye ideolojisine karşı geliştirdiği yorum, iki farklı fiilden birini seçme kudretini, insanın özgürlük noktası olarak vurgulamasıydı.  Bu anlamda bireyin özgürlüğü düşüncesini temel alarak, bununla insanı birey olarak kendi eylemlerinden sorumlu tutmayı amaçlıyordu.
Mûtezile, ortaya çıktığı yıllarda her fırka gibi Emevîlerin iktidarına karşı Abbasî isyanını desteklemişti. Fakat Abbasîlerin de Emevîlerin çizgisinde saltanatçı bir yapıya dönmeleri üzerine Mûtezile’nin, Abbasî döneminde, gerektiğinde silahlı mücadeleye de önem vererek muhalefetteki isyanlara destek verdiklerini müşahede ediyoruz.  Buna örnek olarak o dönemin önemli bir isyanı olan Muhammed Nefsu’z-Zekiyye (v.H. 145/M. 762) ayaklanmasını verebiliriz. Bu dönemde Mûtezile, daha sonraları onun adıyla anılacak olan, adeta bir Mihne dönemi yaşıyor ve Mûtezilî âlimler işkence altında kalıyorlardı.
Bütün bunlara rağmen Mûtezilî âlimler Harun Reşit (v.H. 193/M. 808) döneminin sonlarında olduğu gibi daha yeterli âlimlerin bulunamamasından dolayı Maniheistler gibi gruplarla mücadele ve münazara için Sind taraflarına gönderiliyorlardı  ve oralarda müthiş fikrî mücadelelerde bulunuyorlardı.  Onlar yeni fetihlerle ortaya çıkan İslam’a ters yeni fikirlerin zararını göğüsleyerek sahih bir din felsefesi kurmak için gayret gösteriyorlardı.
Mûtezile’nin muhalefet döneminin, Bermekîlerin Harun Reşit tarafından bertaraf edilmesiyle sona yaklaştığını görüyoruz.  Çünkü Sasanî geleneğin takipçisi kabul edebileceğimiz Bermekîler, bu gelenekteki katı saltanatçı yapı gereği daha özgürlükçü söylemlere karşı şiddet uygulama politikası güdüyorlardı. Bermekîlerin bertaraf edilmesinin, Mûtezile’nin iktidara yürüyüşünün başlangıcı olduğu söylenebilir. Bermekîlerin gidişiyle Mûtezilî âlimler hapishanelerden serbest bırakıldılar (H. 187/M. 803).
Harun er-Reşit’in oğlu Emin’den (v.H. 198/M. 813) sonraki dönem ise artık Mûtezile’nin iktidar dönemidir. Emin’i devirip yerine geçen Memun (v.H. 218/M. 833) ilmî birikimi çok yüksek bir halifedir. Zeki, ilme değer veren, cömert, fıkhî bilgilere hakim, feraiz konularında bilgin, tıp konusunda uzman, demokratik eleştiriye yatkın, halka saygılı, dinî hayatı mazbut bir halifedir.
Memun, hocası olan ve aynı zamanda o dönemde Mûtezile’nin lideri olan Ebû’l Huzeyl el-Allâf’tan (v.H. 235/M. 849)  çok etkilenmiş ve bu etkiyle iyi bir Mûtezile temsilcisi olmuştu. Memun Mûtezile’yi iktidara taşıyan şahıstı ve iktidara geçince Mûtezilî hocasından öğrendiği Mûtezilî düşünceyi devletin resmi ideolojisi olarak halka sunmayı ve bu şekilde halkı aydınlatmayı düşünmüştü. Böylece Mûtezile, muhalefet yıllarında savunduğu projeleri, Memun’un iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, uygulamaya başladı.
Etrafında aklı ön plana alan rey mensubu fıkıhçılar ve Mûtezilî yorumu benimseyen kelamcılar bulunan Memun’un en önemli projesi Beytü’l-Hikme idi. Bu proje ile birçok dilden felsefi ve bilimsel tercümeler yapılacak ve bu yeni fikirlerle halk hem hurafelerden hem de aklı arka plana bırakan ve zahirî nâssa dayanan bir düşünce yapısından kurtulacaktı. O, bu gayretleriyle uzun süredir insanı nesneleştiren düşünce yapısına karşı, aklı ve insanı tekrar devreye sokma çabasındaydı.
Memun, taklitçi, eski bilgileri olduğu gibi kabullenen, yeni bir şey üretmeyen bir zihin yapısından (mükevven akıl) çok; üretici, sorgulayan, oluşturucu (mükevvin akıl) bir zihniyetin gelişmesini istiyordu.  Bu anlayış Müslümanları pasif bir nesne olma yerine, aktif bir özne olma konumuna getirecekti.
Ayrıca Sasanî kültürel yapısının Müslümanlar üzerindeki olumsuz etkilerini de fark eden Memun, bu kültürel saldırıya karşı savunmasız duran Müslümanların zihinsel yapılarını, gereken bir şekilde koruma yolunun ancak Beytü’l-Hikme gibi bir kurum ile olabileceği kanaatindeydi.
Memun’un kurduğu ve çok önem verdiği Beytü’l-Hikme kurumunda bir ilim merkezine yakışan kurallar yerleştirilmişti. Siyasî baskı altında ilmî faaliyetlerin gelişemeyeceği düşünülerek hiçbir siyasî baskı uygulanmıyordu. Buradaki özgürlük ortamına bakarak siyasî bir yönlendirme olmadığını da rahatlıkla anlayabiliriz. Herhangi bir mezhebî kaygı bulunmuyordu. Bu merkezde ilim ruhunun hakim olduğu, mutlak manada ilim, inanç ve fikir hürriyetinin bulunduğu, her şeyin akıl ve mantık ölçülerinde gerçekleştirildiği, orijinalliğin, yaratıcı düşünce ve araştırmacı zihniyetin ödüllendirildiği aktarılmaktadır. 
 Burada Arapların aleyhine bir düşünce geliştirilebiliyor, hatta genel kabul gören İslamî yorumlara aykırı olsa bile bu fikirler kısıtlanmıyordu. Bundan dolayı bu kuruma Hıristiyan, Nebatî, Yahudi, Süryanî, Sabî, Mecusî gibi değişik din ve kültürlerden bilginler akın ediyorlardı. Dünyanın farklı yerlerindeki değişik ilim dallarından birçok bilim adamı bu özgürlüğü duyup buraya gelmişti. Görevlendirilenler için istenen kriter, siyasî ve dinî görüşlerinden çok ilmi yeterlilikti. Buradaki özgürlüğü ifade etmek için gayrimüslim bir bilim adamı olan Thaumaturgos’un şu sözlerini aktaralım, “Hiçbir konuyu incelememiz yasak değildi. Gizlenen saklanan bir şey yoktu. Her doktrin incelenebiliyordu. Bu konuda tam bir güvenlik vardı. İlahî-beşerî her şeyi araştırabiliyorduk.”  Bu güvenli özgürlük ortamı yüzlerce bilgini Bağdat’a çekti. Nesturîler, baskı altındaki Sabîler, sarp dağlara çekilen papazlar buraya gelmişti. Eğer en ufak bir baskı olsa, bunlar burada toplanamazlardı. 
Memun özgür fikrî tartışmaları seven birisi idi. O, huzurunda münazaralar yaptırıp bu tartışma sırasında herkesin fikrini söylemekte hür olduğunu söylerdi. Ona göre insanları doğruya iletmek kaba kuvvetle değil, fikirlerle olmalıydı. O, halkın görüşünün önemini değişik defalar söylemiş ve demokratik bir kişilik ortaya koymuştu  ve bu özgür düşünce yapısıyla beraber affedicilikte de ilerideydi. Birçok Bizanslı esiri serbest bırakmış, birçok suçluyu affetmişti. O “eğer insanlar bendeki affediciliği bilselerdi bana suç işleyerek yaklaşırlardı”  diyordu.
Memun bu affedicilik özelliğine ve Beytü’l-Hikme’ye verdiği bu özgür ortama rağmen, hilafetinin son yıllarına doğru tarihe Mihne yılları olarak geçecek olan baskılara başladı. O, bu işe karar verirken kendine göre dinî gerekçeler bulmuştu. Ona göre Hıristiyanlığa karşı halkı korumak gerekiyordu. Bunun için dönemin popüler konusu olan Kur’an’ın mahlûk olduğu konusunda baskılar yapılacaktı. Bu anlayışa göre; Kur’an’a mahlûk denmesi gerekiyordu. Kur’an mahlûk olarak görülmez ve ezelî olarak kabul edilirse “Allah’ın kelimesi” olarak Kur’an’da zikredilen Hz. İsa da ezelî olarak algılanmak zorunda kalınacaktı. Bu da İslam akaidi açısından tehlike idi. Zaten böyle bir düşünceyi o günlerde Müslümanlara empoze etmeye çalışan Hıristiyanlar da bu meselenin bu kadar ileri boyutlarda tartışılmasına sebep olmuşlardı. Memun böyle bir düşünceye engel olma adına baskıya başladı.  Bunu yapmakla halkın inancını ve devletin sürekliliğini korumayı düşünüyordu.
Memun, ilk başlarda bu fikri halka aktarsa da kabul edilmesi yönünde pek olumlu işaretler almadığı için, kendi benimsediği fikirlerin halkta bir an önce yansımalarını görmek adına, acele ederek Mihne olayını sistemli ve kurumsal hale dönüştürmüştü.  Anadolu tarafına sefere çıktığı yıl verdiği bir kararla Bağdat’a mektuplar göndererek, Mihne olayına start verdi. Memun, mektuplarında halkı küçümsüyordu. Bağdat’a gönderdiği ilk mektubuna uygun olarak insanlara Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı soruluyor, Memun gibi düşünmeyenler kelepçeleniyor, kadılık gibi görevlerde olanlar görevlerinden alınarak sorgulanıyor ve hapislere atılıyordu.
Memun, toplumun önde gelen şahsiyetlerini hizaya getirirse, herkesin yola gelebileceğini düşünerek iktidarını kabullenmeyen alimleri, Bağdat’a bıraktığı valisi vasıtasıyla sorgulatmaya başladı. Meşhur tarihçi İbn Sad’ı (230/844) Rakka’da bizzat Memun kendisi sorgulamıştır. Memun, Bağdat’a gönderdiği ikinci mektubunda fikirlerini kabullenmeyen âlimlerin tutuklanarak yanına gönderilmesini emretmişti. Daha sonra gönderdiği mektuplarında bu işlemleri ısrarla takip etmiş ve kabul etmeyenlerin boynunun vurulmasını emretmiştir. Bu sorgulamalarla iktidarın düşüncesine bazı iltihaklar gerçekleşse de bu iltihakların samimi olduğu şüphelidir. 
Artık devletin resmi görüşünü kabul etmeyen herkes tutuklanıyor ve onlara eziyetler yapılıyordu. Bu işkencelerin korkunçlukları tarih kitaplarında yer almaktadır.  Bu yolla birçok kişi hapislerde öldü.  Devletin bu ayrımcı baskı politikası o kadar ileri noktaya kadar geldi ki, Bizans’taki esirler eğer Mûtezilî düşüncede ise fidyesi veriliyor, değilse verilmeyerek Bizans’ın elinde bırakılıyordu.  Nihayet Memun bu sıralarda Tarsus’ta seferdeyken öldü.
Memun’dan sonra halife olan Mûtasım (227/841), selefi gibi aydın biri değildi. İlme kıymet vermeyen, âlime hürmeti olmayan, cahil bir kişiliğe sahipti. Daha çok askeri alanda temayüz etmişti. En önemli ilgi alanı kurmuş olduğu yeni ordu olan Hassa ordusuyla ilgilenmekti.  Onun döneminde Mûtezile’nin iktidar dönemindeki uygulamalar aynen devam etti. Hatta halka Mûtezilî fikirleri kabul ettirme yönünde işkenceler arttı. Memun bu siyaseti bizzat kendisi yaparken, Mûtasım meseleyi Mûtezilî vezir Ebû Duâd’a (239/ 853) havale etmişti.
Aynı uygulamalar Vâsık (232/ 846) döneminde de devam etti.  Bu dönemde Ebû Duâd’ın Şamlı bir ihtiyarla tartışmadan mağlup çıkması  Mûtezile’yi biraz gözden düşürdü ise de bu siyaset, Mütevekkil iktidara geçinceye kadar devam etmiştir. Sonuçta Mütevekkil’in iktidara gelmesiyle birlikte Mûtezile’nin iktidardan düşme süreci hız kazanmıştır.
Mûtezile, yıllarca olgunlaştırdığı fikirlerini, kısa iktidar yıllarında iyi bir sınav vermeyerek harcamıştır. Kendi savunduğu özgürlükçü yapıya göre davranamayıp, kendisi gibi düşünmeyenleri ezmiş, ideolojisini siyasallaştırmıştır. Hür düşüncenin ayakta tutulması amacıyla ortaya çıkan bu ekol, düşünceyi baskı altında tutan bir araç haline gelmiştir. 
Aslında Beytü’l-Hikme güzel bir proje idi. Bu projenin ikinci ayağı olan fikirleri halka zorla benimseterek halkın inancını koruma endişesi ise tamamen yanlıştı ve ilk projenin de kadük hale gelmesine sebep oldu. Halka fikirlerin zorla dayatılması ve “anlayıştan yoksun halkın” (!) zorba yöntemlerle aydınlatılması düşüncesi  iyi sonuç vermedi. Halk arasında Mûtezile’ye duyulan kin arttı. On dört yıl süren baskı ve işkence siyaseti halkta büyük bir infial oluşturdu ve nihayet Mûtezile iktidardan uzaklaştırıldı.
Mûtezile toplumsal değişim yasalarını hesap edememişti. Burada bazı ideallerin şartlar olgunlaşmadan ve zemin müsait olmadan gerçekleştirilmek istenmesi gibi bir durum söz konusu olmuştur. Yani amaçlar normal yol ve biçimlerle gerçekleştirilemediğinde baskı yöntemi devreye girmiştir. Bu da başarısızlığa giden sonu hazırlamıştır. Aslında bu olay hür düşünceyi temsil eden bir zihniyetin trajik durumunun resmidir.
 Mûtezile’nin Hıristiyanlara karşı İslam’ın tevhit esasından taviz vermemek adına bir düşünceyle yola çıkmalarına rağmen başvurdukları bu yöntemler sonuç vermemiştir. Sonuçta ortaya çıkan durum ise, İslam düşüncesinin önemli bir kolu olan ve İslamiyet’in kuvvetle gelişmesine hizmet eden  Mûtezile’nin tarih sahnesinden çekilmesidir. Mûtezile’nin, kendine göre doğru addettiği bir fikri, halkın kabullenmesi için zorba yöntemlerle dayatması, tarihe Mihne yılları olarak not düşülmesini gerektiren o sıkıntılı dönemi ifade etmesi açısından önemlidir.[1]






[1] Kaynak bilgisi için bkz. Mehmet Azimli, Tarih Okumaları, Ankara 2010.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar