Prof.
Dr. Mehmet Azimli
Emevîlerle
birlikte başlayan devlet yönetimindeki baskıcı yöntemler, Ehl-i Beyt’e yapılan
kötü muameleler, Arapçılık fikrinin halka dayatılması halkta özgürlükçü bir
yapılanma isteği doğurmuştu. Bunun neticesinde de halk kesimleri alternatif bir
yönetim biçimi vaat eden Abbasîleri desteklemeye başladılar.
Abbasîlerin
iktidara gelmeleri, halkın çoğunluğunda büyük umutlar oluşturmasına rağmen,
Abbasîler özgürlükçü bir devlet yapısı ortaya koyamadılar. Bu dönemde de klasik
saltanat dönemlerinde olduğu gibi, sultanın benimsediği fikrî düşünce, devletin
resmi görüşü olmuş ve halka bu görüşler dayatılmak istenmiştir. Abbasîlerde,
bir devlet projesinin halka dayatılmak istenmesinin tipik bir örneğini, Ebû
Cafer Mansur’un (v.H. 258/M. 774) İmam Malik’e (v.H. 179/M. 795) yaptığı bir
teklifte görüyoruz. Abbâsî halîfesi Ebû Cafer Mansur’un, İmam Mâlik’in kitabı
olan Muvatta’nın devletin resmi eğitim kitabı haline getirilmesi teklifine İmam
Mâlik karşı çıkmış, resmî bir dinî görüşün halka zorla dayatılmasının doğru olmadığı
gerekçesiyle bu teklifi reddetmiştir.
Fakat sonraki dönemlerde de belli dinî görüş ve mezhebî eğilimlerin, bir
devlet görüşü olarak halka zorla benimsetilmeye çalışıldığını müşahede
ediyoruz.
Abbasîlerin
ilk döneminde, siyasî gücü elinde bulunduran Fars kökenli Bermekî ailesi,
Sasanîlerden gelen ulusçu ve devleti esas alan zihniyetin temsilcisi olarak
bütün Sasanî kurum ve adetlerini(Nevruz, Mehrecan bayramları gibi) adeta yeni
devletin içine transfer ediyorlardı. Böylece Sasanî devlet teşkilatı büyük
oranda Abbasî devletine aktarılmıştı.
Siyasî
otoritedeki bu olumsuzlukların dışında toplum bazında düşündüğümüzde; Tevrat ve
İncil değişik şekillerde İslam kılıfıyla aktarılıp “Halk İslamı”
oluşturulmuştu. İsrailiyât yayılmış, halk kassâslardan dinî öğrenir duruma
gelmişti. Ayrıca bunlara ilaveten akla gereken değeri vermeyen ve sadece zahiri
nâssı esas alan bir düşünce hareketi gelişiyordu. Bunlar kendi fikirlerine ters
gelen bütün fikirlere karşı savaş açıyorlar, dönemin âlimlerini dövüyorlar,
kendi fikirlerine uymayan kişileri baskı altında tutuyorlardı. Taberî (310/922)
bu tip bir linç girişimlerine uğrayan âlimlerden birisidir. Bu durumda baştan beri bu yaklaşımları doğru
bulmayan ve alternatif düşünceler üretmeye çalışan Mûtezilî âlimler harekete geçmeye
başladılar.
Mûtezile’nin
Durumu
Emevîler
döneminden beri saltanatçı iktidar zihniyeti, istikrarı devam ettirme adına her
şeyin Allah’ın takdiri ile meydana geldiğini ve olaylarda insanın hiçbir
dahlinin olmadığını savunan Cebriyye ideolojisini desteklemesine karşın,
Mûtezile insan hürriyeti düşüncesini savunuyordu. Bunu da “Adl” prensibi içinde
açıklıyordu. İnsan özgürlüğü temeline dayalı olan olgular, iktidarın şiddete ve
baskıya dayalı Cebr ideolojisine bir tepki olarak gündeme gelmişti. Nitekim Emevî
iktidarının sarıldığı bu cebir düşüncesine karşı çıktığı için bir kısım
bilginlere o dönemde baskı uygulanmış ve bir kısım âlimler de
öldürülmüştü.
Mûtezile’nin
fikrî yapılanmasını ortaya koyarken iki konuyu ön plana çıkardığı
aktarılmaktadır: Birincisi onlar aklı ön plana alıyorlar ve onu ikinci plana
iten söyleme ters bir şekilde aklın bilgiyi edinmede esas olduğunu
vurguluyorlardı. İkincisi ise irade
hürriyetine inanıyorlardı. Bu inançla insanların Allah’ın takdiri ile zorunlu
olarak yaptıkları amellerden sorumlu olmalarının adalete uymayacağı
düşüncesinden hareketle, insanın amellerinde özgür ve sorumlu olduğu tezini
ileri sürüyorlardı.
İlk
başlarda insan iradesinin özgürlüğü düşüncesi Allah’ın amellerde bir zorlaması
olmadığı bağlamında düşünülse de sonraları Mûtezile irade hürriyetine ve
dolayısıyla insanın sorumluluğuna vurgu yaparak, yönetim biçimini saltanata
dönüştüren ve bunun meşrûiyetini cebrî, ezelî kader doktrini ve ilahî kaynaklı
iktidar iddialarıyla sağlamaya çalışan Emevî yönetimine karşı muhalif ve
özgürlükçü bir tavır sergilemiştir.
Mûtezile,
bütün bu özgürlükçü düşüncelerini de ısrarla savunduğu “adalet prensibi” içinde
ortaya koyuyordu. Mûtezile’nin Cebriyye ideolojisine karşı geliştirdiği yorum,
iki farklı fiilden birini seçme kudretini, insanın özgürlük noktası olarak
vurgulamasıydı. Bu anlamda bireyin
özgürlüğü düşüncesini temel alarak, bununla insanı birey olarak kendi
eylemlerinden sorumlu tutmayı amaçlıyordu.
Mûtezile,
ortaya çıktığı yıllarda her fırka gibi Emevîlerin iktidarına karşı Abbasî
isyanını desteklemişti. Fakat Abbasîlerin de Emevîlerin çizgisinde saltanatçı
bir yapıya dönmeleri üzerine Mûtezile’nin, Abbasî döneminde, gerektiğinde
silahlı mücadeleye de önem vererek muhalefetteki isyanlara destek verdiklerini
müşahede ediyoruz. Buna örnek olarak o
dönemin önemli bir isyanı olan Muhammed Nefsu’z-Zekiyye (v.H. 145/M. 762)
ayaklanmasını verebiliriz. Bu dönemde Mûtezile, daha sonraları onun adıyla
anılacak olan, adeta bir Mihne dönemi yaşıyor ve Mûtezilî âlimler işkence altında
kalıyorlardı.
Bütün
bunlara rağmen Mûtezilî âlimler Harun Reşit (v.H. 193/M. 808) döneminin
sonlarında olduğu gibi daha yeterli âlimlerin bulunamamasından dolayı
Maniheistler gibi gruplarla mücadele ve münazara için Sind taraflarına
gönderiliyorlardı ve oralarda müthiş
fikrî mücadelelerde bulunuyorlardı.
Onlar yeni fetihlerle ortaya çıkan İslam’a ters yeni fikirlerin zararını
göğüsleyerek sahih bir din felsefesi kurmak için gayret gösteriyorlardı.
Mûtezile’nin
muhalefet döneminin, Bermekîlerin Harun Reşit tarafından bertaraf edilmesiyle
sona yaklaştığını görüyoruz. Çünkü
Sasanî geleneğin takipçisi kabul edebileceğimiz Bermekîler, bu gelenekteki katı
saltanatçı yapı gereği daha özgürlükçü söylemlere karşı şiddet uygulama
politikası güdüyorlardı. Bermekîlerin bertaraf edilmesinin, Mûtezile’nin
iktidara yürüyüşünün başlangıcı olduğu söylenebilir. Bermekîlerin gidişiyle
Mûtezilî âlimler hapishanelerden serbest bırakıldılar (H. 187/M. 803).
Harun
er-Reşit’in oğlu Emin’den (v.H. 198/M. 813) sonraki dönem ise artık
Mûtezile’nin iktidar dönemidir. Emin’i devirip yerine geçen Memun (v.H. 218/M.
833) ilmî birikimi çok yüksek bir halifedir. Zeki, ilme değer veren, cömert,
fıkhî bilgilere hakim, feraiz konularında bilgin, tıp konusunda uzman,
demokratik eleştiriye yatkın, halka saygılı, dinî hayatı mazbut bir halifedir.
Memun,
hocası olan ve aynı zamanda o dönemde Mûtezile’nin lideri olan Ebû’l Huzeyl
el-Allâf’tan (v.H. 235/M. 849) çok
etkilenmiş ve bu etkiyle iyi bir Mûtezile temsilcisi olmuştu. Memun Mûtezile’yi
iktidara taşıyan şahıstı ve iktidara geçince Mûtezilî hocasından öğrendiği
Mûtezilî düşünceyi devletin resmi ideolojisi olarak halka sunmayı ve bu şekilde
halkı aydınlatmayı düşünmüştü. Böylece Mûtezile, muhalefet yıllarında savunduğu
projeleri, Memun’un iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, uygulamaya başladı.
Etrafında
aklı ön plana alan rey mensubu fıkıhçılar ve Mûtezilî yorumu benimseyen
kelamcılar bulunan Memun’un en önemli projesi Beytü’l-Hikme idi. Bu proje ile
birçok dilden felsefi ve bilimsel tercümeler yapılacak ve bu yeni fikirlerle
halk hem hurafelerden hem de aklı arka plana bırakan ve zahirî nâssa dayanan
bir düşünce yapısından kurtulacaktı. O, bu gayretleriyle uzun süredir insanı
nesneleştiren düşünce yapısına karşı, aklı ve insanı tekrar devreye sokma
çabasındaydı.
Memun,
taklitçi, eski bilgileri olduğu gibi kabullenen, yeni bir şey üretmeyen bir
zihin yapısından (mükevven akıl) çok; üretici, sorgulayan, oluşturucu (mükevvin
akıl) bir zihniyetin gelişmesini istiyordu.
Bu anlayış Müslümanları pasif bir nesne olma yerine, aktif bir özne olma
konumuna getirecekti.
Ayrıca
Sasanî kültürel yapısının Müslümanlar üzerindeki olumsuz etkilerini de fark
eden Memun, bu kültürel saldırıya karşı savunmasız duran Müslümanların zihinsel
yapılarını, gereken bir şekilde koruma yolunun ancak Beytü’l-Hikme gibi bir
kurum ile olabileceği kanaatindeydi.
Memun’un
kurduğu ve çok önem verdiği Beytü’l-Hikme kurumunda bir ilim merkezine yakışan
kurallar yerleştirilmişti. Siyasî baskı altında ilmî faaliyetlerin gelişemeyeceği
düşünülerek hiçbir siyasî baskı uygulanmıyordu. Buradaki özgürlük ortamına
bakarak siyasî bir yönlendirme olmadığını da rahatlıkla anlayabiliriz. Herhangi
bir mezhebî kaygı bulunmuyordu. Bu merkezde ilim ruhunun hakim olduğu, mutlak
manada ilim, inanç ve fikir hürriyetinin bulunduğu, her şeyin akıl ve mantık
ölçülerinde gerçekleştirildiği, orijinalliğin, yaratıcı düşünce ve araştırmacı
zihniyetin ödüllendirildiği aktarılmaktadır.
Burada Arapların aleyhine bir düşünce
geliştirilebiliyor, hatta genel kabul gören İslamî yorumlara aykırı olsa bile
bu fikirler kısıtlanmıyordu. Bundan dolayı bu kuruma Hıristiyan, Nebatî,
Yahudi, Süryanî, Sabî, Mecusî gibi değişik din ve kültürlerden bilginler akın
ediyorlardı. Dünyanın farklı yerlerindeki değişik ilim dallarından birçok bilim
adamı bu özgürlüğü duyup buraya gelmişti. Görevlendirilenler için istenen
kriter, siyasî ve dinî görüşlerinden çok ilmi yeterlilikti. Buradaki özgürlüğü
ifade etmek için gayrimüslim bir bilim adamı olan Thaumaturgos’un şu sözlerini
aktaralım, “Hiçbir konuyu incelememiz yasak değildi. Gizlenen saklanan bir
şey yoktu. Her doktrin incelenebiliyordu. Bu konuda tam bir güvenlik vardı.
İlahî-beşerî her şeyi araştırabiliyorduk.”
Bu güvenli özgürlük ortamı yüzlerce bilgini Bağdat’a çekti. Nesturîler,
baskı altındaki Sabîler, sarp dağlara çekilen papazlar buraya gelmişti. Eğer en
ufak bir baskı olsa, bunlar burada toplanamazlardı.
Memun
özgür fikrî tartışmaları seven birisi idi. O, huzurunda münazaralar yaptırıp bu
tartışma sırasında herkesin fikrini söylemekte hür olduğunu söylerdi. Ona göre
insanları doğruya iletmek kaba kuvvetle değil, fikirlerle olmalıydı. O, halkın
görüşünün önemini değişik defalar söylemiş ve demokratik bir kişilik ortaya
koymuştu ve bu özgür düşünce yapısıyla
beraber affedicilikte de ilerideydi. Birçok Bizanslı esiri serbest bırakmış,
birçok suçluyu affetmişti. O “eğer insanlar bendeki affediciliği bilselerdi
bana suç işleyerek yaklaşırlardı”
diyordu.
Memun
bu affedicilik özelliğine ve Beytü’l-Hikme’ye verdiği bu özgür ortama rağmen,
hilafetinin son yıllarına doğru tarihe Mihne yılları olarak geçecek olan
baskılara başladı. O, bu işe karar verirken kendine göre dinî gerekçeler
bulmuştu. Ona göre Hıristiyanlığa karşı halkı korumak gerekiyordu. Bunun için
dönemin popüler konusu olan Kur’an’ın mahlûk olduğu konusunda baskılar
yapılacaktı. Bu anlayışa göre; Kur’an’a mahlûk denmesi gerekiyordu. Kur’an
mahlûk olarak görülmez ve ezelî olarak kabul edilirse “Allah’ın kelimesi”
olarak Kur’an’da zikredilen Hz. İsa da ezelî olarak algılanmak zorunda
kalınacaktı. Bu da İslam akaidi açısından tehlike idi. Zaten böyle bir
düşünceyi o günlerde Müslümanlara empoze etmeye çalışan Hıristiyanlar da bu
meselenin bu kadar ileri boyutlarda tartışılmasına sebep olmuşlardı. Memun
böyle bir düşünceye engel olma adına baskıya başladı. Bunu yapmakla halkın inancını ve devletin
sürekliliğini korumayı düşünüyordu.
Memun,
ilk başlarda bu fikri halka aktarsa da kabul edilmesi yönünde pek olumlu
işaretler almadığı için, kendi benimsediği fikirlerin halkta bir an önce
yansımalarını görmek adına, acele ederek Mihne olayını sistemli ve kurumsal
hale dönüştürmüştü. Anadolu tarafına
sefere çıktığı yıl verdiği bir kararla Bağdat’a mektuplar göndererek, Mihne
olayına start verdi. Memun, mektuplarında halkı küçümsüyordu. Bağdat’a
gönderdiği ilk mektubuna uygun olarak insanlara Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı
soruluyor, Memun gibi düşünmeyenler kelepçeleniyor, kadılık gibi görevlerde
olanlar görevlerinden alınarak sorgulanıyor ve hapislere atılıyordu.
Memun,
toplumun önde gelen şahsiyetlerini hizaya getirirse, herkesin yola
gelebileceğini düşünerek iktidarını kabullenmeyen alimleri, Bağdat’a bıraktığı
valisi vasıtasıyla sorgulatmaya başladı. Meşhur tarihçi İbn Sad’ı (230/844)
Rakka’da bizzat Memun kendisi sorgulamıştır. Memun, Bağdat’a gönderdiği ikinci
mektubunda fikirlerini kabullenmeyen âlimlerin tutuklanarak yanına
gönderilmesini emretmişti. Daha sonra gönderdiği mektuplarında bu işlemleri
ısrarla takip etmiş ve kabul etmeyenlerin boynunun vurulmasını emretmiştir. Bu
sorgulamalarla iktidarın düşüncesine bazı iltihaklar gerçekleşse de bu
iltihakların samimi olduğu şüphelidir.
Artık
devletin resmi görüşünü kabul etmeyen herkes tutuklanıyor ve onlara eziyetler
yapılıyordu. Bu işkencelerin korkunçlukları tarih kitaplarında yer
almaktadır. Bu yolla birçok kişi
hapislerde öldü. Devletin bu ayrımcı
baskı politikası o kadar ileri noktaya kadar geldi ki, Bizans’taki esirler eğer
Mûtezilî düşüncede ise fidyesi veriliyor, değilse verilmeyerek Bizans’ın elinde
bırakılıyordu. Nihayet Memun bu
sıralarda Tarsus’ta seferdeyken öldü.
Memun’dan
sonra halife olan Mûtasım (227/841), selefi gibi aydın biri değildi. İlme
kıymet vermeyen, âlime hürmeti olmayan, cahil bir kişiliğe sahipti. Daha çok
askeri alanda temayüz etmişti. En önemli ilgi alanı kurmuş olduğu yeni ordu
olan Hassa ordusuyla ilgilenmekti. Onun
döneminde Mûtezile’nin iktidar dönemindeki uygulamalar aynen devam etti. Hatta
halka Mûtezilî fikirleri kabul ettirme yönünde işkenceler arttı. Memun bu
siyaseti bizzat kendisi yaparken, Mûtasım meseleyi Mûtezilî vezir Ebû Duâd’a
(239/ 853) havale etmişti.
Aynı
uygulamalar Vâsık (232/ 846) döneminde de devam etti. Bu dönemde Ebû Duâd’ın Şamlı bir ihtiyarla
tartışmadan mağlup çıkması Mûtezile’yi
biraz gözden düşürdü ise de bu siyaset, Mütevekkil iktidara geçinceye kadar
devam etmiştir. Sonuçta Mütevekkil’in iktidara gelmesiyle birlikte Mûtezile’nin
iktidardan düşme süreci hız kazanmıştır.
Mûtezile,
yıllarca olgunlaştırdığı fikirlerini, kısa iktidar yıllarında iyi bir sınav
vermeyerek harcamıştır. Kendi savunduğu özgürlükçü yapıya göre davranamayıp,
kendisi gibi düşünmeyenleri ezmiş, ideolojisini siyasallaştırmıştır. Hür
düşüncenin ayakta tutulması amacıyla ortaya çıkan bu ekol, düşünceyi baskı
altında tutan bir araç haline gelmiştir.
Aslında
Beytü’l-Hikme güzel bir proje idi. Bu projenin ikinci ayağı olan fikirleri
halka zorla benimseterek halkın inancını koruma endişesi ise tamamen yanlıştı
ve ilk projenin de kadük hale gelmesine sebep oldu. Halka fikirlerin zorla
dayatılması ve “anlayıştan yoksun halkın” (!) zorba yöntemlerle aydınlatılması
düşüncesi iyi sonuç vermedi. Halk
arasında Mûtezile’ye duyulan kin arttı. On dört yıl süren baskı ve işkence
siyaseti halkta büyük bir infial oluşturdu ve nihayet Mûtezile iktidardan
uzaklaştırıldı.
Mûtezile
toplumsal değişim yasalarını hesap edememişti. Burada bazı ideallerin şartlar
olgunlaşmadan ve zemin müsait olmadan gerçekleştirilmek istenmesi gibi bir
durum söz konusu olmuştur. Yani amaçlar normal yol ve biçimlerle
gerçekleştirilemediğinde baskı yöntemi devreye girmiştir. Bu da başarısızlığa
giden sonu hazırlamıştır. Aslında bu olay hür düşünceyi temsil eden bir
zihniyetin trajik durumunun resmidir.
Mûtezile’nin Hıristiyanlara karşı İslam’ın
tevhit esasından taviz vermemek adına bir düşünceyle yola çıkmalarına rağmen
başvurdukları bu yöntemler sonuç vermemiştir. Sonuçta ortaya çıkan durum ise,
İslam düşüncesinin önemli bir kolu olan ve İslamiyet’in kuvvetle gelişmesine
hizmet eden Mûtezile’nin tarih
sahnesinden çekilmesidir. Mûtezile’nin, kendine göre doğru addettiği bir fikri,
halkın kabullenmesi için zorba yöntemlerle dayatması, tarihe Mihne yılları
olarak not düşülmesini gerektiren o sıkıntılı dönemi ifade etmesi açısından
önemlidir.[1]
0 yorum:
Yorum Gönder