30 Mayıs 2017 Salı

İtikadi Münafıklık Tanımlamasından Siyasi Münafıklık Yansımasına Bir Bakış

   
   Öğr. Gör. Cuma Karan

Kuran ve Hadislerde çokça rastladığımız kavram ve tanımlamalardan biri de Münafık kavramıdır. Sözlükte;  “tarla faresi,” “yuvasına girmek”, “bir kimseye olduğundan farklı görünmek” anlamına gelen  “nifak” mastarından türemiş bir sıfat olan “münafık” kelimesi; “inanmadığı halde kendisini mümin gösteren kimse demektir.”[1]  İbn Manzur; küfrünü gizleyip imanını izhar eden kimse olduğunu ve bu kavramın İslam öncesi Arap toplumunda kullanılmadığını dolayısıyla Kuran’a ait vasıflandırma ve ona has bir ıstılah olduğunu söyler.[2]
Münafık kavramı her ne kadar inanç ile ilgili dini bir kavram olarak literatürümüzde yerini almışsa da sonraki dönemlerde “Münafığın üç alameti olan; “konuştuğunda yalan konuşur, söz verdiğinde sözünü yerine getirmez ve emanete hıyanet eder”[3]  hadisinin ifadesiyle münafıklığın eylemsel/amelî bir tarafından yola çıkarak “ameli münafık” diye bir tanımlama daha ortaya çıkmıştır.
İnsanların günlük yaşamlarında özellikle de idari/siyasi söylem ve davranışlarında da geçmişte olduğu gibi günümüzde “siyasi münafıklık” tabiri anlam ve işlevi açısından itikati ve ameli parametreler ile tam örtüşen yeni bir tamlamadan bahsedebiliriz.  Hatta işlevsel anlamda bu tanımlama ilk tarihi kullanımıyla başlandığı dönem kadar eskiye gidiyor.
Tanımın bu yönünü merkeze alarak “siyasi münafık” tanımlamasına bakarsak; o içinde bulunduğu siyasi çevrenin insanı olmadığı halde, ondan görünen, onları kalben sevmediği halde seviyormuş gibi davranan, ağzı onları övmekte iken, kalbi de onlara buğz etmektedir. Bedeni burada ama bütün hissiyatıyla diğer taraftadır. Kendisini içinde bulunduğu siyasi yapının fedaisi olarak tanımlar ancak bizzat diğer siyasi çevrenin adamıdır.
“Siyasi münafıklığı” tanımak için, genel anlamda olan “münafıkları” Kuran’ın tanımlamasıyla kavrarsak onları daha net tanımış oluruz. Zira kalbi bir maraz, bir inanç hastalığı olduğu için onları en güzel tanımlama olan Kur’an-ı Kerim’in tavsifi ile tanımlamaya çalışalım:
Onların karakterlerini en iyi bir şekilde bize tanıtan sure,  şüphesiz ki onların ismiyle inen “Münafîkûn” süresidir. İlk ayetler de nifakı kendileri için bir huy, bir ahlak haline getirdiğini ve bu sebeple kalpleri Allah tarafından mühürlendiğini ifade etmektedir. “Onlar inandılar, sonra inkâr ettiler bu yüzden kalplerinin üzeri mühürlendi. Artık onlar inanmazlar.”[4] Kuran, surenin devamında onları şekilsel olarak da bize tanıtmaktadır; “Onları gördüğün zaman cisimleri hoşuna gider, söz söylerler sözlerini dinlersin, ama onlar sanki elbise giydirilmiş kütüklerdir. Her bağırtıyı aleyhinde sanırlar, onlar düşmandır. Onlardan sakının, Allah onları kahretsin…”[5]  
Temel karakteristik olarak Münafıkları böyle tanımladıktan sonra onların şu belirgin vasıfları yine Kuran şöyle sıralar:
“Onlar Allaha ve ahiret inandık derler ancak inanmamışlardır. Allah’ı ve Müminleri aldatmaya çalışıyorlar. Ancak kendilerini aldatırlar.”[6]
“Çok korkak bir topluluktu. Eğer sığınacak bir yer bulsalar hemen sığınırlar. Gönlünüzü hoş etmek için size Allah’a yemin ederler. Ancak inanmamışlardır.”[7]   
“Ele geçirmek üzere ganimetlere doğru hareket ettiğinizde savaştan geri kalanlar, Allah’ın sözünü değiştirmeyi dileyerek; “bizi engellemeyin de size katılalım” diyecekler. Deki; “asla peşimize takılmayacaksınız. Allah sizin için daha önce böyle buyurdu.” Bunun üzerine; “Hayır siz bizi çekemiyorsunuz” diyecekler. Tam aksine kendileri kavramakta güçlük çekiyorlar.”[8]
Bu ve buna benzer Kuran’ın birçok ayetin tanımlamasından şu kısa tanım ve evsafı gördükten sonra bu vasıfların “siyasi münafıklık” kavramıyla bir karşılaştıralım:
Öncelikle Kuran Münafıkların karakter bozukluğundan bahseder.[9]  Bunda da; ya menfaat ya da korku dürtüsü sebep olmaktadır. Hâlbuki insanı insan yapan karakteridir. Çünkü menfaat da zarar da Allah’ın elindedir.[10]  
“Siyasi münafıklar” tanımlamasında da menfaat görülen veya görülme ihtimali belirlenen her yerde bu tür insanlar herkesten önce orada yerlerini alan menfaatperest kimselerdirler. Risk veya zarar durumu,  hatta ihtimali dahi hissedildiğinde ilk gemiyi terk edenler de yine bunlar olurlar. Menfaatte önde, çalışmada geri olanlardır. 
Bunların başka alamet-i farikası; menfaati gereği içinde bulunduğu siyasi/idari yapının asla cefasını çekmemiş ve bir yolunu bulup oranın sefasına konmuş olmalarıdır.
Bunlar, bulundukları siyasi yapı için zahiren çok âşık oldukları, eskide; “padişahım çok yaşa”, bugün ise; “canımız sana feda” nakaratını o kadar gür bir sesle söylerler ki başkalarının bütün seslerini bastırırlar. Seslerinin gürlüğünü samimiyetlerinin alameti olarak telakki ederler.  Zaman zaman Hz. Ali (ra)’ın şu betimlemesine tam uyarlar; “Münafık gözlerine hâkim olup istediği şekilde ağlayabilen”[11] ve timsah gözyaşlarını akıtmaktan asla çekinmezler. Aslında Kuran’ın ifadesiyle; “kütük” konumunda olan sadece görüntüleridir. Kendi siyasi/idari yapısı için çok olumlu sözler söyler, ekrandan ekrana, meydandan meydana koşarlar, ama iç yüzleri ise diğerlerinin yanındadırlar.
“Siyasi Münafıklar” yukarda da değindiğimiz gibi Kuran’ın genel olarak Münafıklar için tanımladığı şekli ile  “Çok korkaktırlar”. Her an kendi siyasi çevresini bırakıp diğer çevreye  koşarlar. Yeter ki o anda sığınılacak bir çevre bulsunlar.
Bunların temel felsefesi; ilkeli, kararlı ve dürüst olmaktan uzak, “dün dündü, bugün bugündür.”  Bunun için her türlü manevrayı, takiyyeyi, hile ve yalanı (bulundukları dönemi savaş ortamı olarak da gördüklerinde) caiz görürler.
Bunlar içinde bulundukları yapının ana merkezlerini ellerinde tutarlar. Gariban, samimi taraftarları asla merkeze yaklaştırmamayı bulundukları çevrelerine olan samimi sevgilerinin (!)  bir alamet-i farikası olarak görürler.
Bunlar;  uyarıda bulunan iyi niyetli insanları; “düşman, hain, satılmış,” vasıflarla damgalayıp, gür bir sesle ilan ederek,  samimi insanların seslerini,  soluklarını keserler. Zira bu konuda uzmandırlar. Az oldukları halde hep beraber seslendikleri için sesleri gür çıkar.
“Siyasi Münafıklar”; tavsiyeye, eleştiriye kapalı, her türlü lehteki tezahürata ve alkışa hazır ve aynı zamanda övgü ve medhiyyenin de beklentisi içindedirler.
Bunlar, en kritik dönemlerde köşe taşlarını da ellerinde tuttukları için kendilerine havadan sudan bahanelerle haklı çıkarıp şeklen dâhil oldukları çevreyi bırakıp aslen, kalben bağlı oldukları dostlarına koşarlar, önceki bulundukları yeri de her türlü kötülemeye, bütün mahremiyetiyle ortaya koyup, toplumda itibarlarının bitirilmesine azami derecede gayret gösterirler. Bunlar vefa yerine sefayı tercih ederler. Hâlbuki “vefa” kavramı, atamız Hz. İbrahim’in vasfı olarak Kuran bize hatırlatmaktadır.[12] 
Yakın tarihin-Osmanlı son dönemin, meşrutiyetin ve Cumhuriyet döneminin- tanıklarından Said Nursi kendi döneminde yaşadığı bir olayı şöyle anlatır: Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ   dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.[13]
Münafıklığın bu üç veçhiyle; itikadi, ameli ve siyasi tanımlamaya adeta mihenk ve prototipi olan Abdullah b. Selul b. Ubey de aynısını yapmıştı; önce 600 Yahudi’yi yanına alarak Uhud savaşına katılmak istemiş. Ancak Hz. Peygamber tarafından bu isteğinin geri çevrilmesi üzerine bu planı tutmayınca bu sefer ikinci sinsi plana başvurmuştur. Uhud savaşında 3 bin Mekke müşrik ordusu Medine’ye dayandığı sırada bin kişilik Müslüman ordusu içinde üçte bir oranında üç yüzden fazla insanı yanına almış ve Müslümanlar düşmanla karşı karşıya geleceği sırada savaş meydanından ayrılıp; “Muhammed bizi dinlemedi, çoluk çocuğun sözüne kulak verdi, bizi ölüme getirdi, canımızı yerde bulmadık.”[14] Deyip Müslümanları düşmanla baş başa bırakmıştır.
“Siyasi Münafıklar”;  İmkânı imtihan olarak gören samimi siyasetdaşının tam aksine bunlar, bu imkânları “fırsat” olarak görmekten kaçınmazlar.  Adeta barajdan sızan suya samimi siyasetdaş israf olmasın veya baraj yıkılmasın diye canlarını siper ederken, “Siyasi Münafıklar”, içinde bulunduğu idari/parti amblemli su bidonuyla gediği biraz daha açarak nemalanmanın yollarını ararlar. Sorulsa, “partimizin amblemiyle partimiz için yaptık” derler.
Hâlbuki İslam, “reel politik” yerine “İslami duruş” bakışını esas alır. Zira İslam günlük bireysel menfaat uğruna başkasına zarar vermekten uzak hatta düşmanın bile; bedenini imha yerine; beynini ikna, kalbini feth ve duygularını ıslah etmeyi hedefler. Bu sebeple “emr olunduğun gibi dost doğru ol”[15] ayetiyle Müslüman; istikameti esas alıp “Muhammedu’l-Emin’’ sıfatının kendi döneminin temsilcisi olmalıdır. Sözünde durmanın, peygamberin Müslümanlara canları pahasına da olsa ayrılmaması gereken bir vasıf olduğunu asla unutmamalıdır.  
Şu tarihi ibretlik olay bunu açıklar mahiyettedir.  Bedir savaşının başlamasına az bir zaman kala Huzeyfetu’l-Yeman babasıyla beraber Bedir’e giderken Mekkeli müşrikler tarafından yolda yakalandıklarında, Medine’ye gideceklerini, Bedre gidip Müslümanlara yardımda bulunmayacaklarına dair söz verirler. Bunun üzerine serbest bırakılırlar. Bedir’de Hz. Peygamber’in yanına gidip durumu söylediklerinde Hz. Peygamber onlara; “Medine’ye dönünüz, onlara verdiğiniz sözü yerine getiriniz.” der.[16]
Sonuç olarak; “Siyasi münafıklık”, geçmişte olduğu gibi bugün de vardır ve yarın da var olacağı bir vakadır. Bunları bitirmek veya ortadan kaldırmak tamamen mümkün olmasa da şerlerinden emin olmak adına azami derecede Kuran ve Hz. Peygamber’in uyarılarını dikkate alarak İslam’ın temel ilkelerine uymak bir nebze de olsa zararı azaltabilir.
İtikadi, ameli ve siyasi münafıklığın bütün türevlerine karşı Samimi Müslümanlık zırhına bürünmek her dönem için her Müslümanın ana hedefi olmalıdır.  Samimi İslam toplumunun inşası, Muttaki bireylerin yetişmesi, korku ve baskının ortadan kaldırılması küçük yaştan itibaren vicdan eğitiminin verilmesi gibi bazı önlemler “Münafıklık türevleri” bataklığını kurutan önemli adımlardan bazılarıdır.

Trabzon, 29.05.2017


                                                                                                        







[1] Rağıb el-İsfahani, el-Müfredat, ‘’nfk’’ md.
[2] İbni Manzur, Lisanu’l Arap, Beyrut (t.y)  X/359
[3] Buhari, İman 24; Müslim, İman 107
[4] Munafikûn  63/3
[5] Munafikûn 63/4
[6] Bakara 2/8-16
[7] Tövbe 9/67
[8] Fetih 48/15
[9] Adnan Demircan, Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, Beyan Yayınları 2016, s.31
[10] Bakara 2/212
[11] Deylemi, el-Firdevs bi Me’sur el-Hitap, Beyrut 1986, IV/203;  İmam Suyuti, el-Cami’us-Sağir fi Ahadisi el-Beşir el-Nezir, Beyrut 2010,  Hadis no: 9237
[12] Necm 53/37
[13] Said Nursi, Mektubat, 22. Mektup.
[14] İbni Hişam, Siyeru’n-Nebi, III/8
[15] Hud 11/112
[16] Ahmeb b. Hanbel, Musned, V/395; Zehebi, A’lamü’n-nübela, II/262; Zehebi, Tarihu’l İslam II/153.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar