Yağmur
yağdığı için, bulanık akıyordu Dicle… Taa Pervari
yaylalarından kopup gelen, Siirt Bılloris’i geçtikten sonra da
Diyarbekir’den gelen kolla birleşen Dicle, hiç de güzel bir
görünüme sahip değildi o gün… Tıpkı İslâm coğrafyasına
bakıp, sinirleri, aklı, morali altüst olan tarihçinin içinde
bulunduğu halet-i ruhiye gibi… Sanki çamurdan bir akarsu o
güzelim yeşil vadide akıyor, kim bilir içinde ne denli sırları
gizleyip, Cizre üzerinden, bir zamanlar Abbasî Devletinin rüya
şehri olan Bağdat’a doğru kıvrıla kıvrıla, dans eder gibi
girdaplar oluşturarak, bu girdapları yüzlerce su dalgasından
kurtarıp akıyor, akıyordu…
Morali,
bulanık Dicle gibi bozuk olan tarihçi, topukları Dicle’nin
sularına değecek şekilde oturmuş, acemilikleri her hâllerinden
belli olan, fakat can sıkıntısından ellerindeki ağlarla balık
tutmaya çalışan, böylece içlerindeki düşüncelerden,
sıkıntılardan, üzüntülerden biraz olsun uzaklaşmak veya
unutmak isteyen insanları seyrediyor, kendi kendine; “bu insanlar
neden bilmedikleri bu işi yapıyorlar?” diye soruyor, sonra da
kendi cevabını kendisi veriyordu: Peki bu zavallılar, balık
tutmaya çalışmasınlar da ne yapsınlar?
Güçlükonak’a
bağlı Xısta kaplıcasına yakın baraka ve kulübelere sığınmış
olan bu insanların tamamı Şırnak’tan gelmişler. Balık
tutmasını Şırnaklı ne bilsin? Çünkü halay çeken oyuncu,
elindeki mendili tutuşundan belli olur. Kimi terzi, kimi fırıncı,
kimi çöpçü, kimi berber, kimi öğretmen, kimi memur, kimi esnaf
vs. olan bu zavallı insanlar, hiç de alışık olmadıkları bir
ortama düşmüşlerdi… İsimleri Ali, Mehmet, Hüseyin, Abdullah;
Ayşe, Fatma, Zehra, Gülbeyaz, Reyhan olan bu zavallıları, hangi
kader buralara attı, bu çekilmez hâle soktu?
Bütün
bu soruların oluşturduğu atmosferde, elindeki çubukla Dicle’nin
çakıllarıyla kumlarını karıştıran; böylece kafasındaki
sorulardan uzaklaşmaya çalışan tarihçinin yanına 9-10
yaşlarında iki tane kız yaklaştı. Tarihçi o kadar düşüncelere
dalmıştı ki, kızlardan biri çakıl taşları üzerinde ayağı
kayıp ses çıkarmasa, gelişlerinin farkına bile varmayacaktı.
Oysaki tam arkasındaydılar.
Tarihçi,
arkasındaki hışırtıdan dolayı, elinde olmadan geriye baktı;
sonra dönüp, tekrar Bulanık Dicle’yi seyre daldı. Kızlardan
adı Nurşin olanı tarihçinin yanına yaklaşarak,
-
Amca! Sen burada ne yapıyorsun?
Tarihçi
cevap vermeyince, Nurşin yeniden sordu:
-
Amca! Sen o suyla ne konuşuyorsun? Su sana cevap veriyor mu? Sen iyi
misin?
Tarihçi
istemeyerek cevap verdi:
-
Evet, ben bu akıp giden suyla konuşuyor, dertleşiyorum. Siz
kimsiniz?
Nurşin
tekrar konuşmaya başladı:
-
Bu benim arkadaşım Gülsüm…
Tarihçi,
bu çocukların hal ve hareketlerinden ne olduklarını, buralara
neden geldiklerini bildiğinden, onlarla konuşup, daha da
hüzünlenmemek için cevap vermedi. Ama kızlardan Nurşin,
durmuyor, susmuş olan tarihçiye soru üzerine soru soruyordu:
-
Amca! Senden bir şey isteyebilir miyim?
Mevcut
ortamda aklı başından gitmiş olan tarihçi, Nurşin’in, para
veya başka bir şey isteyeceğini sandı ve cevap verdi:
-
Unuttum; adın Nurşin miydi? İste bakalım! dedi.
Nurşin
konuşmaya başladı. Başladı amma, o konuştukça, tarihçinin
nutku kesildi; yüreğine adeta parça parça kan akmaya başladı.
Gözlerinden akan yaşı görmesin diye, Nurşin’e
bakmıyor/bakamıyor, öylece susuyordu… Bu vaziyet içerisinde
Nurşin’e cevap veremeyince, yaşlılığından dolayı kendisini
duymadığını zanneden Nurşin tekrar konuşmaya başladı:
-
Amca beni duymadın mı? Sana dedim ki, annem çok hasta. Mademki sen
bu suyla konuşuyorsun, ona de ki annem için dua etsin! Çünkü o
su çok güçlü; her şeyi alıp götürebiliyor. Ne olursun amca
benim için ona söyle, anneme dua etsin; çünkü o çok güçlü,
annem de çok hasta…
Naçar,
tarihçi Nurşin’e döndü; sonra da konuşmaya başladı. Gözleri
hâlâ ağlamaklı olmasına rağmen, Nurşin onun bu halini fark
etmedi. Yaşlıların gözleri her zaman yaşarır zannetti herhalde.
-
Siz kimsiniz? Burada ne arıyorsunuz? Annen nerede hasta?
Gülsüm
susmayı tercih ettiğinden, Nurşin konuşmaya başladı:
-
Biz Şırnaklıyız… Şırnak’ta savaş oldu. Sen savaş nedir,
bilir misin? İnsanlar birbirini öldürüyor… Yollar bozuluyor,
evler yıkılıyor. Bizim evimizi de yıktılar. Neden böyle
yapıyorlar, bilmiyoruz. Hâlbuki bizim hiç kimseye zararımız
olmamıştır. O savaşın içerisinde babam kayboldu. Kendisine ne
oldu, bilmiyoruz. İçecek suyumuz kalmadı, açlıktan evimizin
duvarı altında yeşermiş olan otları yemeye başladık. Ağlamaya
bile korkuyorduk. İşte bunlar olurken, zaten doktordan yeni gelmiş
olan annem daha da hastalandı. Birkaç gün dışarıda kaldıktan
sonra, yıkık evimizin önünden geçen bir araba, bizi alıp buraya
getirdi. Bazı hayırseverler, bize çalı-çırpı getirip şurada
bir çardak yaptılar. İşte burada yaşıyoruz. Annemin yanında
biraz para olduğundan, her gün kendimize ekmek alıyoruz. Paramız
bitmesin diye, ekmeğin yanına bir şey almıyoruz. Çünkü biz
Şırnak’tayken ve bu belalar başımıza gelmeden, misafirlerimiz
olur, annem onlara yemekler yapardı. Biz böyle olduğumuz için,
hasta annem dilenmemize müsaade etmiyor. Bize diyorlar ki, yakında
savaş bitecek, Şırnak’a geri döneceğiz. Ama dönsek de evimiz
yok ki, bize bakacak baba yok ki, o da yıkıldığı için okula
bile gidemeyeceğim. Annem burada ölür diye çok korkuyorum. Onun
için ne olursun bu güçlü suya söyle, anneme dua etsin. Bak ne
kadar güçlü akıyor. Belki seni kırmaz, anneme dua eder. Hadi
amca!
Nurşin’in
konuşmasını böyle uzatması, tarihçinin işine geliyordu. Çünkü
sussa, tarihçi ne diyeceğini bilemiyordu. Zaten konuşma melekeleri
bile kaybolmak üzereydi. Onun için bütün gücüyle toparlanmaya,
Nurşin’e bir cevap vermeye hazırlandı. Durmadan yutkunuyordu. Ve
nihayet konuşabildi.
-
Nurşin! Kızım, bu suyun hiçbir gücü yoktur. Ona bu gücü veren
Allah’tır. Ben, annenin iyileşmesi için Allah’a dua edeceğim.
İnşaallah annen iyileşir ve Şırnak’a geri dönersiniz;
kaybettiğiniz baban da gelip sizi bulur, size yeniden bir ev yapar…
Çünkü Allah her şeyi yapabilecek güce sahiptir. Sakın ağlayıp
anneni üzme, ona moral ver!
Tarihçinin
dediklerini Nurşin anlıyor muydu, anlamıyor muydu; ne tarihçi, ne
de önünde akan Dicle biliyordu. Nurşin ve arkadaşı Gülsüm,
ayrılmak için hareket etmeye çalışınca, tarihçi elini cebine
atarak, her ikisine birkaç kuruş vermek istedi. Fakat Nurşin ve
arkadaşı, tarihçinin parasını kabul etmediler. Hatta yüz
ifadelerinden kızdıkları bile seziliyordu. Çünkü onlar
dilenmeye değil, dertlenmeye gelmişlerdi… Onun için kızlar
uzaklaşırken, tarihçinin eli havada kaldı. O arada Nurşin tekrar
geriye bakıp,
-
Amca! Anneme dua et olur mu! dedi ve uzaklaştı…
Tarihçi,
bütün benliğiyle yıkılmıştı… Ellerini havaya kaldırdı ve
kendi kendine söylenmeye başladı:
-
Bu ne hazin bir dram ya Rabbi! Ne uğruna bu felaketler ey bütün
varlığın yaratıcısı olan Allah? Kendilerine “Müslüman”
denen bu kullarının neden izanları kayboldu ve bir cehalet selinde
neden boğulup gidiyorlar? Bu zavallı insanlara “kimliklerini”
kazandırmak için, evlerinin yıkılması, aç, susuz muhacir
edilmeleri mi gerekiyordu? Bu ne felsefe, bu ne sosyoloji? Bu belanın
kaynağı nedir Allah’ım? Birileri keyf u sefa içerisinde yaşasın
için, başka birilerinin per-perişan olup ölmeleri, ya da evsiz
barksız kalıp muhaceret yollarında kaybolmaları mı gerekiyor?
Evini yıktıktan sonra, fertlerini teker teker, ya da kahrolası
bombalarla kitleler halinde yok ettikten sonra hangi kimlikten, hangi
“âzâdî”den
söz edeceksiniz. Zerre kadar acıma duygusu olsaydı içinizde,
“yazık!” “hey hawar yazık bu millete yaptıklarınız!”
diyecektim. Vallahi tarih, uzun akışı içerisinde Kürtlere böyle
bir zulmün yapıldığına şahit olmamıştır! İnsanların
canları üzerinde kumar oynanır mı? Ama Müslüman Kürt milletine
reva görülen bu felaketi, elbette unutmayan bir “adl-ı
ilâhî”
vardır! Bir zamanlar Müslüman Türk milletine uygulanmış olan
“dinsizleştirme
plânı”,
şimdilerde Müslüman Kürt milleti üzerinde uygulanıyor. Müflis
“Marksist
felsefe”nin
son piyonları, Kürdistan’ı kana bulayarak, sözüm ona Kürt
haklarını elde etmek istiyorlar. Kürdistan harabeye çevrildikten
sonra, Kürtler tarumar edildikten sonra, kim kullanacak bu
“haklar!”ı?
-
Ey mılletê Kurdan hışyarbın! Hışyarbın ko neyarê we ser xuna
we âbâd nebın!
Belêêê belê Seyda :"(
YanıtlaSil