2 Mayıs 2017 Salı

Dicle feryad ediyor: “Hey hawar!”

Yağmur yağdığı için, bulanık akıyordu Dicle… Taa Pervari yaylalarından kopup gelen, Siirt Bılloris’i geçtikten sonra da Diyarbekir’den gelen kolla birleşen Dicle, hiç de güzel bir görünüme sahip değildi o gün… Tıpkı İslâm coğrafyasına bakıp, sinirleri, aklı, morali altüst olan tarihçinin içinde bulunduğu halet-i ruhiye gibi… Sanki çamurdan bir akarsu o güzelim yeşil vadide akıyor, kim bilir içinde ne denli sırları gizleyip, Cizre üzerinden, bir zamanlar Abbasî Devletinin rüya şehri olan Bağdat’a doğru kıvrıla kıvrıla, dans eder gibi girdaplar oluşturarak, bu girdapları yüzlerce su dalgasından kurtarıp akıyor, akıyordu…
Morali, bulanık Dicle gibi bozuk olan tarihçi, topukları Dicle’nin sularına değecek şekilde oturmuş, acemilikleri her hâllerinden belli olan, fakat can sıkıntısından ellerindeki ağlarla balık tutmaya çalışan, böylece içlerindeki düşüncelerden, sıkıntılardan, üzüntülerden biraz olsun uzaklaşmak veya unutmak isteyen insanları seyrediyor, kendi kendine; “bu insanlar neden bilmedikleri bu işi yapıyorlar?” diye soruyor, sonra da kendi cevabını kendisi veriyordu: Peki bu zavallılar, balık tutmaya çalışmasınlar da ne yapsınlar?
Güçlükonak’a bağlı Xısta kaplıcasına yakın baraka ve kulübelere sığınmış olan bu insanların tamamı Şırnak’tan gelmişler. Balık tutmasını Şırnaklı ne bilsin? Çünkü halay çeken oyuncu, elindeki mendili tutuşundan belli olur. Kimi terzi, kimi fırıncı, kimi çöpçü, kimi berber, kimi öğretmen, kimi memur, kimi esnaf vs. olan bu zavallı insanlar, hiç de alışık olmadıkları bir ortama düşmüşlerdi… İsimleri Ali, Mehmet, Hüseyin, Abdullah; Ayşe, Fatma, Zehra, Gülbeyaz, Reyhan olan bu zavallıları, hangi kader buralara attı, bu çekilmez hâle soktu?
Bütün bu soruların oluşturduğu atmosferde, elindeki çubukla Dicle’nin çakıllarıyla kumlarını karıştıran; böylece kafasındaki sorulardan uzaklaşmaya çalışan tarihçinin yanına 9-10 yaşlarında iki tane kız yaklaştı. Tarihçi o kadar düşüncelere dalmıştı ki, kızlardan biri çakıl taşları üzerinde ayağı kayıp ses çıkarmasa, gelişlerinin farkına bile varmayacaktı. Oysaki tam arkasındaydılar.
Tarihçi, arkasındaki hışırtıdan dolayı, elinde olmadan geriye baktı; sonra dönüp, tekrar Bulanık Dicle’yi seyre daldı. Kızlardan adı Nurşin olanı tarihçinin yanına yaklaşarak,
- Amca! Sen burada ne yapıyorsun?
Tarihçi cevap vermeyince, Nurşin yeniden sordu:
- Amca! Sen o suyla ne konuşuyorsun? Su sana cevap veriyor mu? Sen iyi misin?
Tarihçi istemeyerek cevap verdi:
- Evet, ben bu akıp giden suyla konuşuyor, dertleşiyorum. Siz kimsiniz?
Nurşin tekrar konuşmaya başladı:
- Bu benim arkadaşım Gülsüm…
Tarihçi, bu çocukların hal ve hareketlerinden ne olduklarını, buralara neden geldiklerini bildiğinden, onlarla konuşup, daha da hüzünlenmemek için cevap vermedi. Ama kızlardan Nurşin, durmuyor, susmuş olan tarihçiye soru üzerine soru soruyordu:
- Amca! Senden bir şey isteyebilir miyim?
Mevcut ortamda aklı başından gitmiş olan tarihçi, Nurşin’in, para veya başka bir şey isteyeceğini sandı ve cevap verdi:
- Unuttum; adın Nurşin miydi? İste bakalım! dedi.
Nurşin konuşmaya başladı. Başladı amma, o konuştukça, tarihçinin nutku kesildi; yüreğine adeta parça parça kan akmaya başladı. Gözlerinden akan yaşı görmesin diye, Nurşin’e bakmıyor/bakamıyor, öylece susuyordu… Bu vaziyet içerisinde Nurşin’e cevap veremeyince, yaşlılığından dolayı kendisini duymadığını zanneden Nurşin tekrar konuşmaya başladı:
- Amca beni duymadın mı? Sana dedim ki, annem çok hasta. Mademki sen bu suyla konuşuyorsun, ona de ki annem için dua etsin! Çünkü o su çok güçlü; her şeyi alıp götürebiliyor. Ne olursun amca benim için ona söyle, anneme dua etsin; çünkü o çok güçlü, annem de çok hasta…
Naçar, tarihçi Nurşin’e döndü; sonra da konuşmaya başladı. Gözleri hâlâ ağlamaklı olmasına rağmen, Nurşin onun bu halini fark etmedi. Yaşlıların gözleri her zaman yaşarır zannetti herhalde.
- Siz kimsiniz? Burada ne arıyorsunuz? Annen nerede hasta?
Gülsüm susmayı tercih ettiğinden, Nurşin konuşmaya başladı:
- Biz Şırnaklıyız… Şırnak’ta savaş oldu. Sen savaş nedir, bilir misin? İnsanlar birbirini öldürüyor… Yollar bozuluyor, evler yıkılıyor. Bizim evimizi de yıktılar. Neden böyle yapıyorlar, bilmiyoruz. Hâlbuki bizim hiç kimseye zararımız olmamıştır. O savaşın içerisinde babam kayboldu. Kendisine ne oldu, bilmiyoruz. İçecek suyumuz kalmadı, açlıktan evimizin duvarı altında yeşermiş olan otları yemeye başladık. Ağlamaya bile korkuyorduk. İşte bunlar olurken, zaten doktordan yeni gelmiş olan annem daha da hastalandı. Birkaç gün dışarıda kaldıktan sonra, yıkık evimizin önünden geçen bir araba, bizi alıp buraya getirdi. Bazı hayırseverler, bize çalı-çırpı getirip şurada bir çardak yaptılar. İşte burada yaşıyoruz. Annemin yanında biraz para olduğundan, her gün kendimize ekmek alıyoruz. Paramız bitmesin diye, ekmeğin yanına bir şey almıyoruz. Çünkü biz Şırnak’tayken ve bu belalar başımıza gelmeden, misafirlerimiz olur, annem onlara yemekler yapardı. Biz böyle olduğumuz için, hasta annem dilenmemize müsaade etmiyor. Bize diyorlar ki, yakında savaş bitecek, Şırnak’a geri döneceğiz. Ama dönsek de evimiz yok ki, bize bakacak baba yok ki, o da yıkıldığı için okula bile gidemeyeceğim. Annem burada ölür diye çok korkuyorum. Onun için ne olursun bu güçlü suya söyle, anneme dua etsin. Bak ne kadar güçlü akıyor. Belki seni kırmaz, anneme dua eder. Hadi amca!
Nurşin’in konuşmasını böyle uzatması, tarihçinin işine geliyordu. Çünkü sussa, tarihçi ne diyeceğini bilemiyordu. Zaten konuşma melekeleri bile kaybolmak üzereydi. Onun için bütün gücüyle toparlanmaya, Nurşin’e bir cevap vermeye hazırlandı. Durmadan yutkunuyordu. Ve nihayet konuşabildi.
- Nurşin! Kızım, bu suyun hiçbir gücü yoktur. Ona bu gücü veren Allah’tır. Ben, annenin iyileşmesi için Allah’a dua edeceğim. İnşaallah annen iyileşir ve Şırnak’a geri dönersiniz; kaybettiğiniz baban da gelip sizi bulur, size yeniden bir ev yapar… Çünkü Allah her şeyi yapabilecek güce sahiptir. Sakın ağlayıp anneni üzme, ona moral ver!
Tarihçinin dediklerini Nurşin anlıyor muydu, anlamıyor muydu; ne tarihçi, ne de önünde akan Dicle biliyordu. Nurşin ve arkadaşı Gülsüm, ayrılmak için hareket etmeye çalışınca, tarihçi elini cebine atarak, her ikisine birkaç kuruş vermek istedi. Fakat Nurşin ve arkadaşı, tarihçinin parasını kabul etmediler. Hatta yüz ifadelerinden kızdıkları bile seziliyordu. Çünkü onlar dilenmeye değil, dertlenmeye gelmişlerdi… Onun için kızlar uzaklaşırken, tarihçinin eli havada kaldı. O arada Nurşin tekrar geriye bakıp,
- Amca! Anneme dua et olur mu! dedi ve uzaklaştı…
Tarihçi, bütün benliğiyle yıkılmıştı… Ellerini havaya kaldırdı ve kendi kendine söylenmeye başladı:
- Bu ne hazin bir dram ya Rabbi! Ne uğruna bu felaketler ey bütün varlığın yaratıcısı olan Allah? Kendilerine “Müslüman” denen bu kullarının neden izanları kayboldu ve bir cehalet selinde neden boğulup gidiyorlar? Bu zavallı insanlara “kimliklerini” kazandırmak için, evlerinin yıkılması, aç, susuz muhacir edilmeleri mi gerekiyordu? Bu ne felsefe, bu ne sosyoloji? Bu belanın kaynağı nedir Allah’ım? Birileri keyf u sefa içerisinde yaşasın için, başka birilerinin per-perişan olup ölmeleri, ya da evsiz barksız kalıp muhaceret yollarında kaybolmaları mı gerekiyor? Evini yıktıktan sonra, fertlerini teker teker, ya da kahrolası bombalarla kitleler halinde yok ettikten sonra hangi kimlikten, hangi “âzâdî”den söz edeceksiniz. Zerre kadar acıma duygusu olsaydı içinizde, “yazık!” “hey hawar yazık bu millete yaptıklarınız!” diyecektim. Vallahi tarih, uzun akışı içerisinde Kürtlere böyle bir zulmün yapıldığına şahit olmamıştır! İnsanların canları üzerinde kumar oynanır mı? Ama Müslüman Kürt milletine reva görülen bu felaketi, elbette unutmayan bir “adl-ı ilâhî” vardır! Bir zamanlar Müslüman Türk milletine uygulanmış olan “dinsizleştirme plânı”, şimdilerde Müslüman Kürt milleti üzerinde uygulanıyor. Müflis “Marksist felsefe”nin son piyonları, Kürdistan’ı kana bulayarak, sözüm ona Kürt haklarını elde etmek istiyorlar. Kürdistan harabeye çevrildikten sonra, Kürtler tarumar edildikten sonra, kim kullanacak bu “haklar!”ı?
- Ey mılletê Kurdan hışyarbın! Hışyarbın ko neyarê we ser xuna we âbâd nebın!




1 yorum:

Yazarlar