30 Mayıs 2017 Salı

Hudeybiye Barış Antlaşmasında Kadınların Durumu

Prof. Dr. Mehmet Salih ARI
Resûlullah (s.a.) ile Kureyşliler arasında akd olunan Hudeybiye Antlaşmasının önemli bir maddesi genellikle İslâm tarihi kaynakları, araştırma ve ders kitaplarında şu anlamda aktarılmaktadır: “Eğer Mekkelilerden bir kişi müslüman olur ve velisinin izni dışında Medine’ye sığınırsa iade edilecek, ancak eğer müslümanlardan birisi din değiştirip Kureyş’e sığınırsa o Müslümanlara iade edilmeyecektir.”
Görüldüğü gibi bu maddenin, bu şekilde aktarılması halinde hem Müslüman erkekleri hem de müslüman kadınları kapsadığı anlaşılmaktadır. İslâm tarihi ana kaynaklarında İbn Hişam’ın es-Siretü’n-Nebeviyye adlı eserinde: :( من أتى محمدا من قريش بغير إذن وليه رده عليهم) “Kureyşlilerden velisinin izni olmadan Muhammed’in yanına gelenler Kureyşlilere iade edilecektir.”[1] Vakıdî, el-Meğâzî adlı eserinde[2] ve İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübra adlı eserinde[3] yukarıda geçen “من قريش: Kureyşlilerden” ifadesi yerine “منهم :onlardan” ifadesini kullanmışlardır. Taberi’nin Tarih’inde[4], İbn Hişam’dan farklı olarak “Muhammed” kelimesi yerine “Resûlullah” yazılmıştır. Son dönem siyer yazarlarından Muhammed Hamidullah, Mevlana Şibli, Mustafa Asım Köksal, Martin Lings, İbrahim Sarıçam, Adem Apak, Adnan Demircan ve birçok araştırmacı da bu maddeyi genel olarak yani hem kadın hem de erkeği kapsayacak şekilde aktarmışlardır. Ancak rivayetleri lafzî olarak aktaran Hadis kitaplarına bakıldığında bu maddenin şu şekilde olduğu anlaşılmaktadır: (وعلى أنه لا يأتيك منا رجل وإن كان على دينك إلا رددته إلينا)[5] “Bizden bir erkek (racul) sana geldiğinde o kişi senin dininde bile olsa bize iade edeceksin”. Bu metinde geçen “racul” Arapça’da sadece erkekleri kapsamaktadır. Anlaşmadan sonra Ümmü Külsûm bint Ukbe b. Ebî Muayt adlı Müslüman kadın hicret edip Medine’ye gittiğinde Resûlullah onu Müşriklere iade etmemiş ve müşrikler de bir tepki göstermemişlerdir. Şayet ilgili madde hem erkek hem de kadınları kapsamış olsaydı Kureyşliler bu duruma bigâne kalmazlardı. Gereken tepkiyi göstermekten geri durmazlardı. Mumtehine Suresi 10. Ayet-i kerimesi de bu olay üzerine nazil olmuştur. Bu nedenle yazılacak yeni çalışmalarda bu durumun göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Bu kararın arka planı Mevdudî’nin Tefhimu’l-Kur’an adlı tefsirinde güzel bir şekilde açıklanmaktadır. Aşağıda Mevdûdî’nin bu konudaki analizleri metne hiç dokunulmadan aktarılmıştır. Bu konu üzerinde düşünmekte yarar vardır:
“Hudeybiye Antlaşması’nın sonrasında, Mekke’den kaçıp Medine’ye gelen Müslüman erkekler, antlaşma gereğince geri iade ediliyorlardı. Daha sonra Müslüman kadınlar da gelmeye başladılar ve ilk olarak Ukbe bin Ebi Muayt’ın kızı Ümmü Gülsüm hicret edip Medine’ye geldi. Mekkeli müşrikler antlaşma gereğince onun da iadesini talep etmiş ve bu yüzden Ümmü Gülsüm’ün iki kardeşi Velid bin Ukbe ile Umare bin Ukbe kardeşlerini geri almak amacıyla Medine’ye gelmişlerdi.
O zaman antlaşma gereğince, erkekler gibi kadınların da iade edilip edilmeyeceği meselesi ortaya çıkmış ve Allah bu meseleyi çözmek üzere, “Ey iman edenler, mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer onların mümin olduklarına kanaat getirirseniz, onları kafirlere iade etmeyin” ayetini indirmiştir.
Bu konuyla ilgili hadisler mânâca rivayet edildiği için birçok karışıklıklar meydana gelmiştir. Bu bakımdan bu karışıklığın çözülmesi gerekmektedir. Hudeybiye Antlaşması’yla ilgili hadisler, umumiyetle mânâca rivayet edildiklerinden dolayı, antlaşmanın şartları ayrı rivayetlerde farklı lafızlarla nakledilmişlerdir. Örneğin, bir rivayette, “Sizden (bize) kim gelirse, onu size iade etmeyeceğiz, ama bizden size kim gelirse, siz onu bize iade edeceksiniz.” (Müslim) denirken, başka bir rivayette, “Velisinin izni olmadan, Rasulullah’ın ashabından biri (Medine’ye) gelecek olursa, onu (Mekke’ye) iade edecek” denmektedir. Yine daha farklı bir rivayet, “Velisinin izni olmadan Kureyş’ten kim Muhammed’le gelirse, o Kureyş’e geri verilecektir. (İbn Hişam, İbni Cerir, Vakıdî) lafızlarıyla naklolunmaktadır. Tüm bu rivayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, antlaşmanın şartları aynı kelimelerle değil, mânâca rivayet edilmişlerdir. Genellikle bu konuda, çoğu rivayetlerin mânâca rivayet edilmiş olması, birçok müfessir ve muhaddisin, bu antlaşmanın kadın ve erkeğin ikisini birden kapsadığını sanmalarına yol açmıştır. Dolayısıyla onlar da, “Eğer onların inanmış olduklarını anlarsanız, onları kafirlere iade etmeyin” ayeti karşılarına çıkınca, hemen bu ayeti tevil cihetine giderek, “Mümin kadınların iade olunmaması için, Allah Teâlâ bu ayeti indirerek antlaşmanın sözkonusu maddesini feshetmiştir” demişlerdir. Oysa mesele, hemen bu yorumu kabullenebileceğimiz kadar basit değildir. Çünkü bu antlaşma erkek ve kadınları kapsıyorsa eğer, taraflardan biri antlaşmayı iptal edemez. İptal ettiğini düşünsek bile, o takdirde Kureyşliler kıyameti koparırdı. Zira zaten onlar bu tür nedenler arıyorlardı. Ancak görüyoruz ki, Allah’ın bu kararına onların hiçbir itirazı olmamıştır. Şaşılacak olan, pek çok kimsenin nedense bu noktayı düşünmemiş olmasıdır. Üstelik bazıları (örneğin Kadı Ebu Bekir, İbn’ul-Arabî) bu noktayı düşünmüş olmasına rağmen, Kureyşlilerin ses çıkarmayışlarını Allah’ın bir mucizesi olarak nitelemişlerdir. Bu kimselerin yaptıkları bu tevilden, kalplerinin nasıl olup da itmi’nan bulduğuna hayret ediyorum doğrusu.
Gerçekte bu antlaşmayı Müslümanlar değil, Kureyşliler, dikte ettirmişlerdir. Onların temsilcisi olan Süheyl bin Amr’ın yazdırdığı antlaşmanın sözkonusu maddesinin metni şöyledir:
“Sana bizden bir erkek (racul) gelirse, o gelen kimse senin dininde olsa bile, onu bize iade edeceksin.” (Bu antlaşmanın lafızları Buharî’de Kitab-ul-Şurut, Bab’ul-Şurut fi’l Cihad ve Mesalih’de güçlü senetlerle nakledilmiştir.) Süheyl bin Amr’ın, antlaşmayı yazdırırken, “Racul” kelimesini zihninde bir an kadın ve erkek olarak düşünmesi mümkündür. Ancak antlaşmanın ilgili maddesinde kelime “Racul” olarak yazılmıştır ve Arapça’da bu kelime sadece erkekler için kullanılır. Bu yüzden Ümmü Gülsüm’ün kardeşleri onun iadesi için Hz. Peygamber’e (s.a.) başvurduklarında (İmam Zührî’nin rivayetine göre), Hz. Peygamber (s.a) onları geri çevirerek, “Bu antlaşma kadınlar için değil, sadece erkekler için geçerlidir” demiştir. (Ahkamu’l Kur’an, İbnu’l Arabî, Tefsir-i Kebir, İmam Razî) Bu ana kadar Kureyşliler antlaşmanın erkek ve kadını kapsadığı düşüncesinde olduklarından, Hz. Peygamber’in (s.a.) antlaşmanın bu kelimesine dikkat çekmesi üzerine şaşırıp kaldılar ve mecburen boyun eğdiler.
Antlaşmanın bu şartı gereğince, Müslümanların, hangi maksatla gelirse gelsin hiçbir kadını Kureyş’e iade etme zorunluluğu yoktu. Ancak İslâm’ı ilgilendiren husus Medine’ye sığınmak için Mekke’den kaçıp gelen diğer kadınlar değil Müslüman kadınlardı. Bu bakımdan Allah Teâlâ, hicret ederek gelen kadınların imanlarını açığa vurmalarını ve sorguya çekildikten sonra da mümin olduklarına kanaat getirilirse şayet, kafirlere geri gönderilmemelerini bildiren ayeti inzal etmiştir. Allah’ın bu emirleri, şöyle uygulanıyordu: Eğer bir kadın Mekke’den hicret edip Medine’ye gelirse, ona Allah’ın birliğine ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna inanıp inanmadığı ve sadece Allah ve Rasulü için mi hicret ettiği soruluyordu. Yani kocasıyla kavga ettiği veya Medine’deki bir Müslümana aşık olduğu ya da dünyevi birtakım çıkarlar için mi hicret ettiği öğrenilmeye çalışılıyordu. Bu sorulara tatminkâr cevaplar alındıktan sonra, o kadın Medine’ye kabul edilir, aksi takdirde iade edilirdi. (İbn Cerir, bu hadisi İbn Abbas’tan rivayet etmiştir. Ayrıca Katade, Mücahid, İkrime, İbn Zeyd.)
Bu ayetten, şahitlik yasasının bir prensibi elde edilmektedir. Bu kural, Hz. Peygamber’in (s.a.) fiilî uygulamasıyla daha da net anlaşılmaktadır. Ayet-i Kerime’de üç husus vurgulanmıştır. Birincisi, hicret eden kadınlar kendilerini mümine olarak tanıttıklarında, onların iman iddialarının doğruluğu araştırılacaktır. İkincisi, onların gerçekten iman edip etmediklerini ancak Allah bilir. İçlerinde taşıdıkları imanın bilinmesi mümkün değildir. Üçüncüsü, sorgu bitiminde mümin olduklarına kanaat getirilirse eğer, onlar kafirlere iade edilmeyeceklerdir. Kadınların iman iddialarının tahkiki emri gereğince Hz. Peygamber, onlara yemin ettirir, yemin ederlerse kabul ederdi.
Bu uygulamadan çıkan sonuca göre, mahkemede hakimin gerçek bilgi sahibi olması şart değildir. Şahitlerden alınan bilgi yeterlidir. Bir diğer kural, yemin eden bir kimseye, yalancı olduğuna dair bir başka delil bulunmadıkça güvenilmelidir. Üçüncü bir kural ise, bir kimsenin inancı hakkında kendi söylediklerinin esas olmasıdır. İnancının söylediği gibi olup olmadığını kurcalamak ise, açık bir belirti onun imanını yalanlamadıkça doğru değildir. Dördüncü kural, başka bir kimsenin bilmesine imkan olmayan bir durumda şahitlik yapan kimselerin açıklamaları kabul edilmelidir. Örneğin talak ve iddet hususunda, kadının hayız ve taharet ile ilgili açıklaması yeterlidir. Kadının yalan veya doğru söylemesi bizi ilgilendirmez. Ayrı kural, hadis rivayetleri için de geçerlidir. Sözgelimi bir ravî, zahiren mümin ve sika ise, onun rivayeti kabul edilir. Ancak aleyhte başka bir karine varsa o takdirde o ravinin rivayeti reddedilebilir.”[6]
Doğruyu gerçek anlamda Yüce Allah bilir.




[1] İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdulmelik (218/833), es-Sîretu’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sekkâ v.dğr.), I-IV, Beyrut ts., III, 332.
[2] el-Vâkıdî, Muhammed b. Ömer (207/822), Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1966, II, 611
[3] İbn Sa‘d, Muhammed (230/844), et-Tabakâtu’l-Kübra, I-VIII, Beyrut ts., II, 97.
[4] et-Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir (310/922), Tarihu’l-Ümem ve’l-Mulûk, I-XI, Beyrut 1387, II, 634-635.
[5] el-Buhârî, Muhammed b. İsmail (256/869), Sahîhu’l-Buharî, I-VIII, İstanbul ts. “Kitâbu’ş-Şurût”, 15 (III, 181; Ebû Davud, Süleyman b. Eş‘as es-Sicistânî (275/888), es-Sünen, Riyad 1424, “Cihad”, 168 (hadis no: 2765).
[6] el-Mevdudî, Ebû’l-A‘la, Tefhimu’l-Kur’an, (trc. Muhammed Han Kayanî ve dğr.), I-VII, İstanbul 1986, 245-248.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar