2 Mayıs 2017 Salı

Osmanlı Devleti’nin Medine’deki Hizmetleri

          Prof. Dr. Ziya Kazıcı
Ka’be’nin bulunduğu, vahyin indiği, Hz. Peygamber’in yaşadığı, tevhid inancını yerleştirmek için mücadele ettiği ve nihayet fâni hayattan göç edip defnedildiği bir bölge olarak Haremeyn, bir vücuda benzeyen İslâm dünyasının kalbi durumundadır. Bu bakımdan bölgenin, İslâm kültür ve medeniyetinin gelişmesinde önemli bir yer işgal edeceği şüphesizdir. Zira her türlü hareket, davranış ve düşünceleri ile kendilerini bu bölgede (Haremeyn) inmeye başlayan vahye ve onun ilk muhatabı olan Hz. Peygamber’in yine vahye dayalı emirlerine uydurmaya çalışan Müslümanlar, ilahî vahyin tedricî bir surette geliştirmeye çalıştığı medenî anlayışı bir hayat nizamı olarak kabul ettiler.
Bilindiği gibi İslâm dünyası, vahyin indiği ve peygamberin yaşadığı bir yer olan Haremeyn ile ora halkına karşı daima hürmetkâr bir tavır takınmıştır. Bu yüzdendir ki “Allah elçisinin kabrinin bulunduğu bir toprağı hayvan ayağı ile çeğnemekten utanırım”[1] diyen ve bu yüzden Medine’de hayvana binmeyen İmam Mâlik ( öl. 179 / 795 )’in bu şekildeki davranışı, Hz. Peygambere olan hürmetinin bir ifadesidir. Resûlullah’ın kabrinin bulunduğu bir şehirde hayvana binmekten utanan bir kimsenin, onun emirlerini  her ne pahasına olursa olsun yerine getireceğinden şüphe edilemez. İslâm dünyasında Haremeyn’e karşı his ve düşüncelerini kalemle dile getirenlerden biri de şüphesiz ki 1052 – 1124 ( 1642 – 1712 ) yılları arasında yaşamış olan Osmanlı döneminin büyük  şairlerinden olan Urfa’lı (Şanlıurfa)  Nâbi’dir.
O, Medine ve dolayısıyla Ravza-i mutahhara’ya karşı ayaklarını uzatarak yatan kişiye  karşı olan duygularını, İmam Mâlik’in davranışından aşağı kalmayacak derecede bir güzellik ve edeple şöyle ifade eder:
“Sakın terk-i edepten kûy-i mahbub-ı Hüda’dır bu
Nazargâh-ı ilahîdir, Makam-ı Mustafa’dır bu.
Felekte mah-ı nev Babu’s-Selâm’ın sine çakidir
Bunun kandili cevza matla-ı nur-i ziyadır bu.
Habib-i Kibriya’nın habgâhıdır fazilette
Tefevvuk kerde-i Arş-ı Cenab-ı Kibriya’dır bu
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i âdem zail
Amâdan açtı mevcudat dü çeşmin tûtiyadır bu.
Muraat-ı edeb şartıyla gir Nâbi bu dergaha
Metaf-ı kudsiyandır cilvegâh-ı enbiyadır bu.”   
Osmanlılarca, “Mukaddes Belde” diye adlandırılan Haremeyn bölgesi ile sakinlerine yardım ve hizmet, büyük bir önem taşıyordu.[2]  Bu yüzden daha Yavuz Sultan Selim (1512 – 1520)’den başlamak üzere Osmanlı padişahları kendilerini oranın hâkimi değil, hâdimi olarak kabul ediyor ve kendilerine “Hâdimu’l-Haremeyn” unvanıyla hitab edilmesinden son derece memnun oluyorlardı. Osmanlıların, Haremeyn’e gösterdikleri ta’zim ve oraya bakış tarzlarını tesbit etmemize yarayan bir arşiv belgesi, onların, istemeyerek de olsa Haremeyn’e karşı edepsizlik sayılabilecek her türlü davranıştan sakındıklarını ortaya koymaktadır. 1246 ( 1830) tarihini taşıyan belgeye göre, zaman zaman Mekke ve Medine’de yangınlar çıkmaktadır. Bunların söndürülmesi ise, yangın mahalline taş ve toprak atmakla mümkün olmaktadır. Halbuki bazen bu yangınlar, Ka’be veya Ravza-i Mutahhara taraflarında vuku bulmaktadır. Bunları söndürmek için yangının bulunduğu tarafa taş veya toprak gibi şeyleri atmak icab etmektedir. Böylece istenmeden bu mübarek yerlere karşı taş atılmış oluyor ki, bu da o mahallin kudsiyetine yakışmayan, edep dışı bir hareket olmaktadır. İstenmeden meydana getirilen bu durumdan kurtulmak için İstanbul’da mirî masrafla yapılacak yangın tulumbalarının derhal buraya gönderilmesi gerektiği, daha fazla benzer hareketlerde bulunmamak için adı geçen tulumbaların acilen Sürre Emini ile gönderilmesi istenmektedir. Aynı belgede, yeni yapılacak olan tulumbaların Sürre ihracı zamanına yetiştirilmemesi halinde mevcutlardan gönderilmesi ve yenileri yapılınca onların yerine konması istenmektedir.[3]   
Osmanlıların yardımları, sadece mukaddes yer ve halkına karşı değil, aynı zamanda bölge halkına da yapılıyordu. O günün imkânları bakımından ekonomik sıkıntılar içinde bulunan Haremeyn halkı, Osmanlı yardımı sayesinde az da olsa bu sıkıntılarından kurtuluyordu. Haremeyn bölgesi idarelerinde bulunmadığı sıralarda bile Osmanlılar, bu bölgeye yardım ediyorlardı. Bu yardım, değişik isim ve şekillerde yapılıyordu. Bununla beraber en önemli yardım Sürre ile yapılanıydı. Osmanlılar, bölgeye yardım için her fırsatı değerlendiriyorlardı. Nitekim Fatih Sultan Mehmed (1451 – 1481) zamanında Hac farizasını yerine getirmek maksadıyla Mekke’ye giden bir Osmanlı hacısı yollardaki bu birkelerinin ( = su havuz) harab olduğunu ve bu yüzden de hac kafilelerini büyük sıkıntı çektiklerini görür.Dönüşünde durumu hükümdara anlatır. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed, Müslüman hacılar için büyük sıkıntılara sebep olan bu birkeleri (su havuzları) masrafları kendisi tarafından karşılanmak üzere tamir ettirmeyi düşünür. Bu dönemde Haremeyn, Memlûk devletine bağlı olduğu için Fatih, düşünce ve tasavvurlarını Mısır idaresine bildirir.[4]
Osmanlıların takip ettikleri siyaset idareleri altında bulunan değişik din, mezhep ve ırklara mensub insanları sömürmek değil, aksine onlara hizmet etmekti. Bugün, Avrupa kıtasında bağımsız birer devlet olan Osmanlı idaresindeki birçok ülkeye o dönemlerde yapılan hizmet, küçümsenmeyecek derecede büyüktür. Bu ülkelere götürülen hizmetin kat kat fazlasının İslâm ülkelerine yapıldığı, halen yaşamakta olan Osmanlı devrine ait tarihî eserlerden ve konu ile ilgili arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır. Bu söylediklerimiz, Philip K. Hitti tarafından şu ifadelerle dile getirilmektedir. “İdareci Türkler (Osmanlılar), Arap ülkelerini sömürme ve koloni haline getirme gibi herhangi bir emperyalist düşünce ve teşebbüse asla sahip olmamışlardır”[5]
Haremeyn, Osmanlı yönetimine geçtikten sonra her Osmanlı sultanı bu bölgede bir hayır kurumu yapıp bırakmayı arzu ederdi. Bu dönemde şehir ve halkına yapılan yardım ile  kurulan müesseselerin listeleri çeşitli kaynaklarda verilmektedir. Bunlardan biri de Muhammed Emin el Mekkî’dir.[6] Bu zat, Osmanlı sultanları tarafından buradaki şehirlerde hayrat olarak eserler ile imar ve inşa edilen yeni müesseseler hakkında geniş bilgi vermektedir. Buna göre Osmanlılar, anavatanlarından yaptıkları malî yardımlarla bölgedeki faaliyetlere katılmaktadırlar. Böylece bölgenin kalkınmasında çeşitli yönleri ile kalkınmasına yardımcı oluyorlardı. Keza Evliya Çelebi de aynı konuda tafsilatlı bilgiler vermektedir. Biraz önce kendisinden bahs ettiğimiz Muhammed Emin el-Mekkiî, Evliya Çelebi’yi doğrular mahiyette şunları söylemekten kendini alamaz: “Bin üçyüz seneden beri Hülefa-i Râşidîn ve Ömer b. Abdulaziz bir tarafa bırakılırsa, İslâm hükümdarları ve melikleri arasında Osmanlı padişahlarından başka Haremeyn-i Şerifeyn’de bi- hakkın eser bırakmış olanlar; Hz. Peygamber’in âline karşı gerçek mânâda hürmette bulunan bir kişi varsa ortaya çıksın. Emevilerle Abbasîlerin Hz. Peygamberin ailesine reva gördükleri muamele bilinmektedir.”[7]
Osmanlı’nın Haremeyn’e yardımı, sadece ekonomik alanla ilgili değildir. Bu bölgede, ilmî ve kültürel faaliyetlerin gelişmesini temin için de Osmanlıların büyük bir çaba sarf ettikleri görülür. Nitekim başta Osmanlı sultanları olmak üzere her kademedeki devlet erkânı ile imkân sahibi olan herkes tarafından vakıflar kuruldu. Yavuz, Kanunî, III. Murad, I. Ahmed ve Hürrem Sultan’ın Medine’deki vakıfları toplumun her kesiminin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde tesis edilmişlerdi. Bunlardan başka bugün Anadolu’daki çeşitli vakıfların da Haramayn’e tahsis edildiklerini görüyoruz. Gerek Anadolu’da, gerekse Osmanlı’nın diğer topraklarında bu vakıflar o kadar çoğaldı ki, bunların idare ve yönetimi için “Haremeyn Nezâreti” adı altında  ayrı bir teşkilât kuruldu.[8] Yine vakıflar vasıtasıyla  yüksek dereceli medreseler kuruldu. Öyle ki Medine’deki III. Murad ve III. Mehmed medreseleri, devrin en yüksek tahsil veren medreseleri kabul ediliyordu. Bu arada şunu belirtelim ki Sultan III. Murad sadece medrese değil, onun yanında imaret, mektep ve zaviye yaptırdı (Muradiye Tekkesi). Aynı şekilde Sultan I. Ahmed, I. Abdülhamid, II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid birer medrese yaptırmışlardır. Bu arada Sultan II. Mahmud ile Sultan Abdülmecid medreselerin yanına  birer de kütüphane kurmuşlardı.  Keza Osmanlı yöneticileri  burada kütüphaneler kurdukları gibi İstanbul’dan bu kütüphanelere kitaplar da göndermişlerdir. 1889 senesi Hicaz vilayeti salnâmesine göre[9] Osmanlı padişah ve devlet büyüklerinin Ravza-i Mutahhara (Medine) ve Mekke için bağışladıkları kitap vs. şöyle sıralanmaktadır: Sultan II. Mahmud, Medine’de kurdurduğu kütüphaneye 4569 cilt yazma eser bağışlamıştır. Abdülmecid Han kendi kütüphânesine 1659 kitap göndermişti. Daru’s-saade Ağası Beşir Ağa kütüphanesinde 2063 kitap bulunmaktadır. Arif Hikmet Efendi’nin Medine’ye gönderdiği yazma eser sayısı 5404’tür.
Osmanlı Devleti,  mukaddes beldelere ( Mekke ve Medine) ihtiyaç duyulan her alanda yardım ve  hizmeti esirgemiyordu. Buralardaki cami, mescid ve diğer binaların  tamiri, yeniden inşası gibi   mekânların  halı ve aydınlatmaları için de her türlü çareye başvuruyordu. Kanunî Sultan Süleyman, Medine’yi kuşatan sur ve kale inşaatını gerçekleştirdi. İnşaat bittiği zaman kitabe olanak surun duvarına Kur’an-ı Kerim’in en-Neml Sûresi’nin 30. Âyet-i Kerimesi yazıldı. Keza o, Mescid-i Nebevî’de Mihrab-ı süleymanî denilen bir mihrab inşa etti ki, hala (buradaki mihrabtan kasıt namaz kılınabilecek  bir bölge) orada beş vakit namaz kılınmaktadır.[10] Sultan I. Mahmud, hicrî 1102 tarihinde tamire muhtaç hale gelen Medine surlarını yeniden tamir etmişti.[11] Osmanlı dönemi yardımı hep devam ediyordu. Nitekim Sultan Abdülmecid, Mescid-i Nebevî’nin tamir ve bazı yerlerinin yeniden inşası için 750 bin Osmanlı lirası sarf etmişti. Bu arada Kuba civarında bulunan bir kuyudan h. 999 tarihinde Medine’de depo edilmek suretiyle halkın içme suyu ihtiyacının giderilmesi için Aynı Zerka suyu getirilmiştir.[12]  Osmanlı Devleti, Medine’de her türlü sıkıntı ve halka gelebilecek zararları ortadan kaldırmak için gayret gösteriyordu. Bu arada halkı eşkıyadan korumaya yönelik faaliyetlerde de bulunuyordu.  Nitekim kale ve surların inşaatının dışında çeşitli karakollar da inşa ettiriliyordu. Bunlardan biri de Osman Ferit Paşa’nın delaletiyle Anberiye denilen yerde bir karakolhane ile birlikte Rüştiye  ve İdadî okullarının inşası da gerçekleştirildi.[13]  Aynı şekilde Sultan Abdülaziz, Mekke ve Medine’de bulunan hastahaneleri büyüttüğü gibi Medine’deki hükümet dairesini yeniden, bunun bitişiğindeki kale ile surları tamir ettirdi. O, burada iki tane  Nizamiye karakolu ile Nizamiye kışlasını inşa ettirmişti.[14]   Burada şuna da işaret edelim ki, zaman zaman tamir gerektirecek şekilde tahrib olan Mescid-i Nebevî’nin kubbelerinin tamiri, Uhud şehidi Hz. Hazma türbesinin yeniden yapılması,Kuba mescidinin en mükemmel tamiratı Sultan II. Mahmud ile Abdülmecid tarafından yaptırılmıştı. Buna benzer daha nice güzel gelişmeler   hep Osmanlı döneminde yapılıyordu.[15] Hereke fabrikasının mamulatı olan halılar, Mescid-i Nebevî’ye serilmek üzere Medine’ye gönderilirdi. 
Burada şunu da belirtelim ki, Haremeyn bölgesi  Osmanlı devleti’nin idaresine geçtiği  dönemden itibaren her sene muntazam bir şekilde Sürre gönderiliyordu. Sürre ile  gönderilen paranın  miktarı ile bu paranın dağıtılacağı kişi ve mekânlar hakkında geniş bilgi  Sürre defterleri ile Mustafa Sabri Paşa’nın Mir’atu’l-Haremeyn adlı eserinde bulunmaktadır.[16]  
Osmanlı döneminin önemli olaylarından biri de Sultan II. Abdulhamid  tarafından yaptırılıp 1908 yılında hizmete açılan   Hicaz demiryoludur. Bu demiryolunun tahminî maliyeti 4 milyon lira olarak hesaplanmıştı. 1901 yılı devlet bütçesindeki harcamaların % 18’ini aşan bu miktar o dönem Osmanlı maliyesi için çok büyük bir meblağdı. Projenin finansmanı konusu önemli bir problem teşkil ediyordu. Devlet gelirlerinin tamamı belirli giderlere tahsis edildiğinden hazineden ek ödenek ayrılması zordu. Dış borç ve 93 Harbi tazminat ödemelerinin sürdüğü ve memur maaşlarının maliyeyi her yıl sıkıntıya soktuğu bir dönemde maliyeti böylesine yüksek bir projenin gerçekleştirilmesi zordu. Buna rağmen çeşitli vasıtalarla bu inşaat yapılarak hat son durak olan Medine’ye kadar götürüldü. Bu sayede her sene hacca gidecek olanların sayısında bir hayli yükselme görülmeye başlandı.[17]





* . İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi İslâmî  İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi.
[1] . Abdülaziz b. Şah Veliyullah Dehlevî, Bustanu’l-Muhaddisîn, trc. Ali Osman Koçkuzu, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, s. 23.
[2] . Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi esnasında Haremeyn’e gönderilen zahire, diğer hububat ve para hakkında  geniş bilgi için bk. Hoca Sa’deddin Efendi, Tâcu’t-Tevârih, İstanbul 1280, II, 372. 
[3] . Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Cevdet, Maliye, nr. 1646.
[4] . Şehabeddin Tekindağ, “Fatih Devrinde Osmanlı – Memlûklu Münasebetleri” İÜEF. Tarih Dergisi (1976) sayı 30, s. 77.
[5] . Philip K. Hitti, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, trc. Salih Tuğ, İstanbul 1981, IV, 1156.
[6] . Muhammed Emin el-Mekkî, Hülefa-ı İzâm-ı Osmaniye Hazerâtının Haremeyni’ş-Şerifeyndeki Âsâr-ı Mebrûre ve Meşkûreleri, İstanbul 1318.
[7] . Muhammed Emin el-Mekkî, age. s. 4.
[8] . Bu nezâretle ilgili geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Osmanlı’da Vakıf Medeniyeti, İstanbul 2014, s. 101 – 103.
[9] . Mekke, 1306.
[10] . Muhammed Emin el-Mekki, age. s. 28.
[11] . Muhammed Emin el-Mekkî, age.s. 37.
[12] . Muhammed Emin el-Mekkî, age. s. 42.
[13] . Muhammed Emin el-Mekkî, age. s. 20
[14] . Muhammed Emin el-Mekki, vge. S. 52.
[15] . Muhammed Emin el-Mekkî, age. s. 43.
[16] . Bilgi için bk. Mustafa Sabri, Mir’atu’l-Haremeyn, İstanbul 1301, s. 685 – 691.
[17] . Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ufuk Gülsoy – William Ochsenwald, “Hicaz Demiryolu”  Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), XVII, 441 – 445.  

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar