Ka’be’nin bulunduğu, vahyin indiği, Hz. Peygamber’in
yaşadığı, tevhid inancını yerleştirmek için mücadele ettiği ve nihayet fâni
hayattan göç edip defnedildiği bir bölge olarak Haremeyn, bir vücuda benzeyen
İslâm dünyasının kalbi durumundadır. Bu bakımdan bölgenin, İslâm kültür ve
medeniyetinin gelişmesinde önemli bir yer işgal edeceği şüphesizdir. Zira her
türlü hareket, davranış ve düşünceleri ile kendilerini bu bölgede (Haremeyn)
inmeye başlayan vahye ve onun ilk muhatabı olan Hz. Peygamber’in yine vahye
dayalı emirlerine uydurmaya çalışan Müslümanlar, ilahî vahyin tedricî bir
surette geliştirmeye çalıştığı medenî anlayışı bir hayat nizamı olarak kabul
ettiler.
Bilindiği gibi İslâm dünyası, vahyin indiği ve
peygamberin yaşadığı bir yer olan Haremeyn ile ora halkına karşı daima
hürmetkâr bir tavır takınmıştır. Bu yüzdendir ki “Allah elçisinin kabrinin
bulunduğu bir toprağı hayvan ayağı ile çeğnemekten utanırım”[1] diyen
ve bu yüzden Medine’de hayvana binmeyen İmam Mâlik ( öl. 179 / 795 )’in bu
şekildeki davranışı, Hz. Peygambere olan hürmetinin bir ifadesidir.
Resûlullah’ın kabrinin bulunduğu bir şehirde hayvana binmekten utanan bir
kimsenin, onun emirlerini her ne
pahasına olursa olsun yerine getireceğinden şüphe edilemez. İslâm dünyasında
Haremeyn’e karşı his ve düşüncelerini kalemle dile getirenlerden biri de
şüphesiz ki 1052 – 1124 ( 1642 – 1712 ) yılları arasında yaşamış olan Osmanlı
döneminin büyük şairlerinden olan
Urfa’lı (Şanlıurfa) Nâbi’dir.
O, Medine ve dolayısıyla Ravza-i mutahhara’ya karşı
ayaklarını uzatarak yatan kişiye karşı
olan duygularını, İmam Mâlik’in davranışından aşağı kalmayacak derecede bir
güzellik ve edeple şöyle ifade eder:
“Sakın terk-i edepten kûy-i mahbub-ı Hüda’dır bu
Nazargâh-ı ilahîdir, Makam-ı Mustafa’dır bu.
Felekte mah-ı nev Babu’s-Selâm’ın sine çakidir
Bunun kandili cevza matla-ı nur-i ziyadır bu.
Habib-i Kibriya’nın habgâhıdır fazilette
Tefevvuk kerde-i Arş-ı Cenab-ı Kibriya’dır bu
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i âdem zail
Amâdan açtı mevcudat dü çeşmin tûtiyadır bu.
Muraat-ı edeb şartıyla gir Nâbi bu dergaha
Metaf-ı kudsiyandır cilvegâh-ı enbiyadır bu.”
Osmanlılarca, “Mukaddes Belde” diye adlandırılan
Haremeyn bölgesi ile sakinlerine yardım ve hizmet, büyük bir önem taşıyordu.[2] Bu yüzden daha Yavuz Sultan Selim (1512 –
1520)’den başlamak üzere Osmanlı padişahları kendilerini oranın hâkimi değil,
hâdimi olarak kabul ediyor ve kendilerine “Hâdimu’l-Haremeyn” unvanıyla hitab
edilmesinden son derece memnun oluyorlardı. Osmanlıların, Haremeyn’e
gösterdikleri ta’zim ve oraya bakış tarzlarını tesbit etmemize yarayan bir
arşiv belgesi, onların, istemeyerek de olsa Haremeyn’e karşı edepsizlik
sayılabilecek her türlü davranıştan sakındıklarını ortaya koymaktadır. 1246 (
1830) tarihini taşıyan belgeye göre, zaman zaman Mekke ve Medine’de yangınlar
çıkmaktadır. Bunların söndürülmesi ise, yangın mahalline taş ve toprak atmakla
mümkün olmaktadır. Halbuki bazen bu yangınlar, Ka’be veya Ravza-i Mutahhara
taraflarında vuku bulmaktadır. Bunları söndürmek için yangının bulunduğu tarafa
taş veya toprak gibi şeyleri atmak icab etmektedir. Böylece istenmeden bu mübarek
yerlere karşı taş atılmış oluyor ki, bu da o mahallin kudsiyetine yakışmayan,
edep dışı bir hareket olmaktadır. İstenmeden meydana getirilen bu durumdan
kurtulmak için İstanbul’da mirî masrafla yapılacak yangın tulumbalarının derhal
buraya gönderilmesi gerektiği, daha fazla benzer hareketlerde bulunmamak için
adı geçen tulumbaların acilen Sürre Emini ile gönderilmesi istenmektedir. Aynı
belgede, yeni yapılacak olan tulumbaların Sürre ihracı zamanına
yetiştirilmemesi halinde mevcutlardan gönderilmesi ve yenileri yapılınca
onların yerine konması istenmektedir.[3]
Osmanlıların yardımları, sadece mukaddes yer ve
halkına karşı değil, aynı zamanda bölge halkına da yapılıyordu. O günün imkânları
bakımından ekonomik sıkıntılar içinde bulunan Haremeyn halkı, Osmanlı yardımı
sayesinde az da olsa bu sıkıntılarından kurtuluyordu. Haremeyn bölgesi
idarelerinde bulunmadığı sıralarda bile Osmanlılar, bu bölgeye yardım
ediyorlardı. Bu yardım, değişik isim ve şekillerde yapılıyordu. Bununla beraber
en önemli yardım Sürre ile yapılanıydı. Osmanlılar, bölgeye yardım için her
fırsatı değerlendiriyorlardı. Nitekim Fatih Sultan Mehmed (1451 – 1481)
zamanında Hac farizasını yerine getirmek maksadıyla Mekke’ye giden bir Osmanlı
hacısı yollardaki bu birkelerinin ( = su havuz) harab olduğunu ve bu yüzden de
hac kafilelerini büyük sıkıntı çektiklerini görür.Dönüşünde durumu hükümdara
anlatır. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed, Müslüman hacılar için büyük
sıkıntılara sebep olan bu birkeleri (su havuzları) masrafları kendisi tarafından
karşılanmak üzere tamir ettirmeyi düşünür. Bu dönemde Haremeyn, Memlûk
devletine bağlı olduğu için Fatih, düşünce ve tasavvurlarını Mısır idaresine
bildirir.[4]
Osmanlıların takip ettikleri siyaset idareleri altında
bulunan değişik din, mezhep ve ırklara mensub insanları sömürmek değil, aksine
onlara hizmet etmekti. Bugün, Avrupa kıtasında bağımsız birer devlet olan
Osmanlı idaresindeki birçok ülkeye o dönemlerde yapılan hizmet, küçümsenmeyecek
derecede büyüktür. Bu ülkelere götürülen hizmetin kat kat fazlasının İslâm
ülkelerine yapıldığı, halen yaşamakta olan Osmanlı devrine ait tarihî
eserlerden ve konu ile ilgili arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır. Bu
söylediklerimiz, Philip K. Hitti tarafından şu ifadelerle dile getirilmektedir.
“İdareci Türkler (Osmanlılar), Arap ülkelerini sömürme ve koloni haline getirme
gibi herhangi bir emperyalist düşünce ve teşebbüse asla sahip olmamışlardır”[5]
Haremeyn, Osmanlı yönetimine geçtikten sonra her
Osmanlı sultanı bu bölgede bir hayır kurumu yapıp bırakmayı arzu ederdi. Bu
dönemde şehir ve halkına yapılan yardım ile
kurulan müesseselerin listeleri çeşitli kaynaklarda verilmektedir.
Bunlardan biri de Muhammed Emin el Mekkî’dir.[6] Bu
zat, Osmanlı sultanları tarafından buradaki şehirlerde hayrat olarak eserler
ile imar ve inşa edilen yeni müesseseler hakkında geniş bilgi vermektedir. Buna
göre Osmanlılar, anavatanlarından yaptıkları malî yardımlarla bölgedeki
faaliyetlere katılmaktadırlar. Böylece bölgenin kalkınmasında çeşitli yönleri
ile kalkınmasına yardımcı oluyorlardı. Keza Evliya Çelebi de aynı konuda
tafsilatlı bilgiler vermektedir. Biraz önce kendisinden bahs ettiğimiz Muhammed
Emin el-Mekkiî, Evliya Çelebi’yi doğrular mahiyette şunları söylemekten kendini
alamaz: “Bin üçyüz seneden beri Hülefa-i Râşidîn ve Ömer b. Abdulaziz bir
tarafa bırakılırsa, İslâm hükümdarları ve melikleri arasında Osmanlı
padişahlarından başka Haremeyn-i Şerifeyn’de bi- hakkın eser bırakmış olanlar;
Hz. Peygamber’in âline karşı gerçek mânâda hürmette bulunan bir kişi varsa
ortaya çıksın. Emevilerle Abbasîlerin Hz. Peygamberin ailesine reva gördükleri
muamele bilinmektedir.”[7]
Osmanlı’nın Haremeyn’e yardımı, sadece ekonomik alanla
ilgili değildir. Bu bölgede, ilmî ve kültürel faaliyetlerin gelişmesini temin
için de Osmanlıların büyük bir çaba sarf ettikleri görülür. Nitekim başta
Osmanlı sultanları olmak üzere her kademedeki devlet erkânı ile imkân sahibi
olan herkes tarafından vakıflar kuruldu. Yavuz, Kanunî, III. Murad, I. Ahmed ve
Hürrem Sultan’ın Medine’deki vakıfları toplumun her kesiminin ihtiyaçlarına
cevap verecek şekilde tesis edilmişlerdi. Bunlardan başka bugün Anadolu’daki
çeşitli vakıfların da Haramayn’e tahsis edildiklerini görüyoruz. Gerek
Anadolu’da, gerekse Osmanlı’nın diğer topraklarında bu vakıflar o kadar çoğaldı
ki, bunların idare ve yönetimi için “Haremeyn Nezâreti” adı altında ayrı bir teşkilât kuruldu.[8] Yine
vakıflar vasıtasıyla yüksek dereceli
medreseler kuruldu. Öyle ki Medine’deki III. Murad ve III. Mehmed medreseleri,
devrin en yüksek tahsil veren medreseleri kabul ediliyordu. Bu arada şunu
belirtelim ki Sultan III. Murad sadece medrese değil, onun yanında imaret,
mektep ve zaviye yaptırdı (Muradiye Tekkesi). Aynı şekilde Sultan I. Ahmed, I.
Abdülhamid, II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid birer medrese yaptırmışlardır. Bu
arada Sultan II. Mahmud ile Sultan Abdülmecid medreselerin yanına birer de kütüphane kurmuşlardı. Keza Osmanlı yöneticileri burada kütüphaneler kurdukları gibi
İstanbul’dan bu kütüphanelere kitaplar da göndermişlerdir. 1889 senesi Hicaz
vilayeti salnâmesine göre[9]
Osmanlı padişah ve devlet büyüklerinin Ravza-i Mutahhara (Medine) ve Mekke için
bağışladıkları kitap vs. şöyle sıralanmaktadır: Sultan II. Mahmud, Medine’de
kurdurduğu kütüphaneye 4569 cilt yazma eser bağışlamıştır. Abdülmecid Han kendi
kütüphânesine 1659 kitap göndermişti. Daru’s-saade Ağası Beşir Ağa
kütüphanesinde 2063 kitap bulunmaktadır. Arif Hikmet Efendi’nin Medine’ye
gönderdiği yazma eser sayısı 5404’tür.
Osmanlı Devleti,
mukaddes beldelere ( Mekke ve Medine) ihtiyaç duyulan her alanda yardım
ve hizmeti esirgemiyordu. Buralardaki
cami, mescid ve diğer binaların tamiri,
yeniden inşası gibi mekânların halı ve aydınlatmaları için de her türlü
çareye başvuruyordu. Kanunî Sultan Süleyman, Medine’yi kuşatan sur ve kale
inşaatını gerçekleştirdi. İnşaat bittiği zaman kitabe olanak surun duvarına
Kur’an-ı Kerim’in en-Neml Sûresi’nin 30. Âyet-i Kerimesi yazıldı. Keza o,
Mescid-i Nebevî’de Mihrab-ı süleymanî denilen bir mihrab inşa etti ki, hala
(buradaki mihrabtan kasıt namaz kılınabilecek
bir bölge) orada beş vakit namaz kılınmaktadır.[10] Sultan
I. Mahmud, hicrî 1102 tarihinde tamire muhtaç hale gelen Medine surlarını
yeniden tamir etmişti.[11]
Osmanlı dönemi yardımı hep devam ediyordu. Nitekim Sultan Abdülmecid, Mescid-i
Nebevî’nin tamir ve bazı yerlerinin yeniden inşası için 750 bin Osmanlı lirası
sarf etmişti. Bu arada Kuba civarında bulunan bir kuyudan h. 999 tarihinde
Medine’de depo edilmek suretiyle halkın içme suyu ihtiyacının giderilmesi için
Aynı Zerka suyu getirilmiştir.[12] Osmanlı Devleti, Medine’de her türlü sıkıntı
ve halka gelebilecek zararları ortadan kaldırmak için gayret gösteriyordu. Bu
arada halkı eşkıyadan korumaya yönelik faaliyetlerde de bulunuyordu. Nitekim kale ve surların inşaatının dışında
çeşitli karakollar da inşa ettiriliyordu. Bunlardan biri de Osman Ferit
Paşa’nın delaletiyle Anberiye denilen yerde bir karakolhane ile birlikte
Rüştiye ve İdadî okullarının inşası da
gerçekleştirildi.[13] Aynı şekilde Sultan Abdülaziz, Mekke ve
Medine’de bulunan hastahaneleri büyüttüğü gibi Medine’deki hükümet dairesini
yeniden, bunun bitişiğindeki kale ile surları tamir ettirdi. O, burada iki
tane Nizamiye karakolu ile Nizamiye
kışlasını inşa ettirmişti.[14] Burada
şuna da işaret edelim ki, zaman zaman tamir gerektirecek şekilde tahrib olan
Mescid-i Nebevî’nin kubbelerinin tamiri, Uhud şehidi Hz. Hazma türbesinin
yeniden yapılması,Kuba mescidinin en mükemmel tamiratı Sultan II. Mahmud ile
Abdülmecid tarafından yaptırılmıştı. Buna benzer daha nice güzel gelişmeler hep Osmanlı döneminde yapılıyordu.[15]
Hereke fabrikasının mamulatı olan halılar, Mescid-i Nebevî’ye serilmek üzere
Medine’ye gönderilirdi.
Burada şunu da belirtelim ki, Haremeyn bölgesi Osmanlı devleti’nin idaresine geçtiği dönemden itibaren her sene muntazam bir
şekilde Sürre gönderiliyordu. Sürre ile
gönderilen paranın miktarı ile bu
paranın dağıtılacağı kişi ve mekânlar hakkında geniş bilgi Sürre defterleri ile Mustafa Sabri Paşa’nın
Mir’atu’l-Haremeyn adlı eserinde bulunmaktadır.[16]
Osmanlı döneminin önemli olaylarından biri de Sultan
II. Abdulhamid tarafından yaptırılıp
1908 yılında hizmete açılan Hicaz
demiryoludur. Bu demiryolunun tahminî maliyeti 4 milyon lira olarak
hesaplanmıştı. 1901 yılı devlet bütçesindeki harcamaların % 18’ini aşan bu
miktar o dönem Osmanlı maliyesi için çok büyük bir meblağdı. Projenin
finansmanı konusu önemli bir problem teşkil ediyordu. Devlet gelirlerinin
tamamı belirli giderlere tahsis edildiğinden hazineden ek ödenek ayrılması
zordu. Dış borç ve 93 Harbi tazminat ödemelerinin sürdüğü ve memur maaşlarının
maliyeyi her yıl sıkıntıya soktuğu bir dönemde maliyeti böylesine yüksek bir
projenin gerçekleştirilmesi zordu. Buna rağmen çeşitli vasıtalarla bu inşaat
yapılarak hat son durak olan Medine’ye kadar götürüldü. Bu sayede her sene
hacca gidecek olanların sayısında bir hayli yükselme görülmeye başlandı.[17]
* . İstanbul
Sabahattin Zaim Üniversitesi İslâmî
İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi.
[1] . Abdülaziz b. Şah
Veliyullah Dehlevî, Bustanu’l-Muhaddisîn,
trc. Ali Osman Koçkuzu, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, s. 23.
[2] .
Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi esnasında Haremeyn’e gönderilen zahire,
diğer hububat ve para hakkında geniş
bilgi için bk. Hoca Sa’deddin Efendi, Tâcu’t-Tevârih,
İstanbul 1280, II, 372.
[3] . Başbakanlık Osmanlı
Arşivi (BOA), Cevdet, Maliye, nr. 1646.
[4] .
Şehabeddin Tekindağ, “Fatih Devrinde Osmanlı – Memlûklu Münasebetleri” İÜEF.
Tarih Dergisi (1976) sayı 30, s. 77.
[5] .
Philip K. Hitti, Siyasî ve Kültürel İslâm
Tarihi, trc. Salih Tuğ, İstanbul 1981, IV, 1156.
[6] .
Muhammed Emin el-Mekkî, Hülefa-ı İzâm-ı
Osmaniye Hazerâtının Haremeyni’ş-Şerifeyndeki Âsâr-ı Mebrûre ve Meşkûreleri,
İstanbul 1318.
[7] . Muhammed Emin el-Mekkî,
age. s. 4.
[8] . Bu nezâretle ilgili
geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Osmanlı’da
Vakıf Medeniyeti, İstanbul 2014, s. 101 – 103.
[9] . Mekke, 1306.
[10] . Muhammed Emin el-Mekki,
age. s. 28.
[11] . Muhammed Emin el-Mekkî,
age.s. 37.
[12] . Muhammed Emin el-Mekkî,
age. s. 42.
[13] . Muhammed Emin el-Mekkî,
age. s. 20
[14] . Muhammed Emin el-Mekki,
vge. S. 52.
[15] . Muhammed Emin el-Mekkî,
age. s. 43.
[16] . Bilgi için bk. Mustafa
Sabri, Mir’atu’l-Haremeyn, İstanbul 1301, s. 685 – 691.
[17] . Bu konuda daha geniş
bilgi için bk. Ufuk Gülsoy – William Ochsenwald, “Hicaz Demiryolu” Diyanet
İslâm Ansiklopedisi (DİA), XVII, 441 – 445.
0 yorum:
Yorum Gönder