Dr. Celal Emanet
Merkez Muslihiddin Efendi (k.s.) birgün talebesinden;
`Dolaptaki şişeyi getirmesini’ ister. Talebe koşup, `Hocam, burada iki şişe
var. Hangisini getireyim? ` deyince, Hocası, `Hayır, bir tane var` diye cevap
verir. Talebe ısrar edince de; `O halde birini kır` der. Talebe şişeyi kırınca,
bir de ne görsün hiçbir şişe kalmaz ortada. Meğer talebe şaşı imiş, biri iki
görüyormuş. Bu ibretlik kıssa da olduğu gibi gaflette olan insan da böyledir,
her şeyi olduğundan farklı görür. İçerisinde bulunduğumuz aylar ve yaklaşmakta
olan Ramazan ayı ise bu gafletlerden arınmada en güzel vesilelerden birisidir.
Hasretle beklenen Ramazan-ı Şerif ayına çok az vakit
kalmasına rağmen Müslümanlarda bu mübarek ayın barındırdığı rahmete yönelik
ciddi hazırlıklar yapıldığı da pek söylenemez. Benim bu sözlerime bazı insanlar
belki alınabilirler de!.. Zira Ramazan ayının yaklaşmasıyla pek çok şeyin
çehresi değişmekte ve bu aya münhasıran her yerde bir hazırlık içerisine
girilmektedir. İşte onlardan bir kısmını burada zikredecek olursak; Ramazan
ayına has olmak üzere radyo ve televizyonlarda iftar ve sahur programları
yapılacak, fırınlarda pide çıkacak, minareler kandil ve mahyalarla donatılarak
aydınlatılacak, bazı yerlerde Ramazan çarşıları kurulup Ramazan şenlikleri
yapılacak, teravih sonrasında gece yarılarına kadın erkek herkes kurulan bu
çarşılarda Ramazan eğlencesi adı altında (güya meşru imiş gibi!) eğlenmelerine
bakacaklar, bazı kesimlerde Ramazan ayı bahanesiyle verilecek iftarlarla
İbrahimî dinler adı altında herkesi bir çatı altında toplama gayreti (insanlık
açlık ve sefaletle boğuşurken!) içerisine gireceklerdir. Daha neler neler...
İnsanların Ramazan’a hazırlık olarak algıladıkları bu
tarz sosyal aktiviteler ise, bunun büyük bir yanılgı olduğunu buradan
belirtmeliyim. Zira bu sayılanların ve buna benzer pek çok programın Ramazan’ın
barındırdığı manevi güzelliklerle veya İslâm’ın ruhuyla ve esasıyla ne ilgisi
var ki?.. Kaldı ki bugün dünya Müslümanlarının büyük çoğunluğunun boyunları
bükük, mazlum, mağdur, pek çok sıkıntı ve zulümler altında inlemektedirler.
İşte bunun en son örneklerden birisi de Uygur Türklerine yapılan Çin zulmü.
Hâlbuki oradaki Müslümanlar üzerindeki baskılar, yasaklar ve sırf Müslüman
olduğu için katledilmeler yıllardır devam etmektedir. Müslümanlar için şartlar
o kadar kötü hale getirilmiştir ki; Ramazan’da oruç tutmak devlet daireleri
dâhil okullarda bile yasaktır. Gece sahur yapmak için lambalarını yakan insanlar
tespit edilerek cezalandırma yoluna gidilmektedir. Dünyanın diğer ülkelerindeki
Müslümanların durumları da Uygur Türklerinden farksız değildir aslında... Myanmar,
Suriye, Filistin, Irak, Pakistan, Keşmir, Afganistan...
Gelin hiç olmazsa bu Ramazan ayını bari hakkını vererek
ihya edelim. Bunun da yolu Efendimiz (s.a.v.)’in sünnet ve ahlâklarını takip
etmekle olacaktır. Peki, Rasûlullah (s.a.v.) bu ayı ülkemizde olduğu gibi
şenlik ve panayır havasında mı geçirirdi, hâşâ! Aksine kendisini mescidde ibadet
ve kulluğa öyle bir verirdi ki; Ramazan’ın son on günü itikâfa girer
hanımlarıyla bile görüşmezdi. Yani son on gün dünyalık olabilecek her şeyden
kendisini bedenen de soyutlardı. Sahabe Efendilerimiz de bu yolu takip ederek
daha dünyadayken Allah’ın rızasına kavuşmaya namzet kullardan oldular; ama buna
rağmen onların kulluklarında hiçbir değişiklik, gevşeme olmadı. Peki, burada
sormak istiyorum: “Bizlere ne oluyor ki yılın diğer günlerinde ibadetlerimizde,
kulluğumuzda hassas davranmazken, Ramazan’da cennetten müjde gelmiş gibi rahat
hareket edebilmekteyiz. Ya da yılın bütününde farz ibadetlerimizde olması
gereken titizliği göstermiyoruz da Ramazan’da yaptığımız birkaç ibadeti dinin
bütününü yapmış gibi sayıyoruz? Rabbimiz ve sevgili Habibi’nin emirlerinde ve
bu emirlerin muhataplarında bir değişme de yok iken…
Ramazân-ı Şerîf, ömür takvimi içerisinde müstesna bir lütuf
ve rahmet ayıdır. Mü’minler için manevi kıymetlerle dolu ilâhî bir hazinedir.
Şayet bu ayı ibadet ve salih amellerle ihyâ edip ferdî ve ictimâî manada kulluk
vazifelerimizi lâyıkıyla îfâ edebilirsek, Efendimiz (s.a.v.)’in müjdelediği
ilâhî af ve mağfiret vaadi bizleri bekliyor. Fakat bunun zıddına, bu ilâhî
rahmet hazinesine bigâne kalıp ihmalkâr davranırsak, yine Efendimiz (s.a.v.)’in
ikaz ettiği, ilâhî rahmetten mahrumiyet tehlikesi mevcuttur.
Ramazan ayı müminler için âdeta yoğunlaştırılmış bir manevi
tekâmül mektebidir. Öyle ki; gönüllerin manevi iklimlere yelken açmasına vesile
olan; oruç, iftar, sahur, teravih, mukabele, dua-zikir, fitre-zekât, itikâf,
Kadir Gecesi ve sonundaki bayram, bu mektebin temel dersleridir. Bütün bu
dersleri lâyıkıyla idrak ve ihya ederek imtihanlarından geçtikten sonra ilâhî
af bayramına ererek ebedî kurtuluş beratını almaya namzet kimseler arasına
gireceğiz İnşaallah.
Geçen Ramazan ayında hayatta olan yakınlarımızdan, dost
ve akrabamızdan bazıları artık aramızda değiller. Bizler de bu gufrân ayını son
Ramazanımız olabileceği şuuruyla değerlendirip ondan tertemiz çıkmaya gayret
etmeliyiz. Zira bizler, ilâhî imtihan sahası olan bu dünya mektebinin
talebeleriyiz. Tahsilimiz ise ecel geldiğinde sona erecek, amellerimizle
toprağa gömüleceğiz. Sonra ebedî bir hayat başlayacak. Orada dünya mektebinin
karnesini alacağız. “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi
nefsin yeter.”[1] buyurulacak.
Bu nedenle Müslümanların önünde iki ihtimal var: Ya bu
sene de bu mübarek ayın kıymetini bilemeden televizyon karşısında, çarşı
pazarlarda, insanların kul olarak duyarlılıklarını bile artırmayan programlara
katılarak, dostlar alışverişte görsün misali fakirlerin davet edilmediği
sofralarda verilen davetlerle bu ayın feyiz ve bereketinden mahrum bir şekilde
tamamlayacaklar ya da Allah’ın rızası istikametinde ibadetlerini ifa ederek büyük
bir ticaret yapacaklardır. Seçim bize aittir. Vesselam.
0 yorum:
Yorum Gönder