Dr.
Celal EMANET
“Peygamberlerin gönüllerinde öyle
diriltici nağmeler vardır ki, o nağmeler, Hakk’ı arayanlara kıymet biçilmez bir
hayat bağışlar.” (Hz. Mevlânâ)
Bir varlığa duyulan muhabbet, o
muhabbete vesîle olan veya ona nisbeti bulunan her şeye sirâyet eder. Meselâ
mü’minler için, binlerce dağ arasında Uhud Dağı’nı farklı ve müstesnâ kılan,
Rasûlullâh (s.a.v.)’in ona olan husûsî muhabbetidir. Yine hicretten evvel
sıradan bir şehir olan “Yesrib”i daha sonra “Medîne-i Münevvere” haline getirip
bütün ümmete sevdiren husus da, Efendimiz (s.a.v.)’in muhabbetiyle donanmış
mübârek bir mekân oluşudur. Gerçekten “Medîne-i Münevvere”nin, mü’minlerin gönüllerinde
hiçbir memleketle kıyaslanmayacak derecede bir muhabbete mazhar olması, onun
zikredildiği her an Rasûlullah (s.a.v.)’i hatırlatmasındandır.
Hayatımızın kıymetlenmesi, doğru
fikirler ve doğru hareketler ile kâimdir. Bu da, hakka ve hayra ulaşmak
demektir. Bunun için en önemli ve yegâne rehber, Peygamberlerdir. Çünkü Cenâb-ı
Hak onları ve hassaten Efendimiz (s.a.v.)’i, bütün insanlığa bir “nümûne-i
imtisâl” olarak göstermektedir. Mevlânâ hazretlerinin yukarıdaki beyti de bu
gerçeği terennüm etmektedir.
Rasûlullah (s.a.v.)’in insanlar
üzerindeki bu tesirleri ve örnek şahsiyeti, kendi devrinden îtibaren bütün
beşeriyeti kuşatmıştır. Ona inanmayanlar bile ahlâk ve üstünlüklerini teslim
etmek mecburiyetinde kalmışlar; ona gönül verenler ise içlerindeki duygu ve
hisleri yanık nağmeler hâlinde terennüm etmişlerdir. Ashâb-ı kirâm, “Malım,
canım, bütün varlığım sana kurban olsun ya Rasûlallah!” diyerek teslîmiyet ve
bağlılıklarını beyân etmişlerdir. Ucu kıyâmete kadar uzayan aşk kâfileleri,
O’nun sevgi ve heyecânı ile akmaktadır. Cihân, O’nun güneşten daha parlak olan
nûru ile aydınlanmıştır. İmanın lezzetine O’nunla erişilmiştir.
Nitekim Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah
(s.a.v.)’in hakîkatine yaklaşabilmek için, O’nun rûhâniyeti etrâfında âdeta
pervâne olup O’nda fânî olmayı dünyanın en büyük nimeti bilmiş ve bu sûretle
ilâhî lutuflara nâil olmuşlardır. Târih boyunca Efendimiz (s.a.v.)’in üsve-i
hasenesinden lâyıkıyla istifade eden mü’minler de fıtratlarındaki ilâhî
neşveleri kemâle erdirerek îman ve ahlâk bakımından zirveleşmişler, insanlığa
hidâyet meş’aleleri olmuşlardır. Ama bu hallere kavuşabilmek için pek çok
imtihanlarla karşı karşıya kalmışlardır.
İnsanlığın derdini her daim gönlünde
hisseden Efendimiz (s.a.v.)’in, insanların duyarsızlığı karşısında nasıl
sancılar çektiğini siyer ve megazi kitaplarında zikredilmektedir. Zira O’nun vazifesi
çok daha büyük, yükü daha ağırdı. Cenab-ı Hakk, Habib’inin (s.a.v.) kıvranışlarını
elbette görüyor ve biliyordu. Bildiğini bildiriyor ve; “Bu Kitâb’a inanmazlarsa ve bu yüzden helak olurlarsa, arkalarından
üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.” (Kehf, 18/6), “Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye
neredeyse kendine kıyacaksın!” (Şu‘arâ, 26/3) ayetleriyle O’nu teselli
ediyordu.
İbn-i Sa’d, Mikdâd bin Amr’ın şöyle
dediği haberini verir: “Ben Hakem bin Keysân’ı esir almıştım. Onu alıp Rasûlullah
(s.a.v.)’e getirdim. Efendimiz (s.a.v.), ona İslâm'ı anlattı. Muhatabı dinledi,
sorular sordu. Fakat o bütün bunlara rağmen bir yakınlık göstermedi. Efendimiz
(s.a.v.) tekrar tekrar anlattı. Bir hayli vakit geçmişti. Ashab-ı Kiram adamın
ikna olmamasından dolayı rahatsız olmaya başlamış, imana gelmesinden neredeyse
ümitlerini kesmişlerdi. Sonunda Hz. Ömer (r.a.) bu duruma sabredemeyip:
"Ya Rasûlallah! Ne diye kendini bu kadar yoruyorsun; bu adam hiçbir zaman
Müslüman olmaz! Bırak, boynunu vurayım, gitsin!" Efendimiz (s.a.v.),
insanların fısıltılarına, hâriçten müdahalelere aldırış etmeden, muhatabının
iradesini elinden alacak tarzda baskı da uygulamadan nezaketle, ama ısrarla
anlatmaya devam ediyordu. Sonrasını, yine Hz. Ömer'den dinleyelim: "Bir de
baktım ki, adamcağız Müslüman oldu! Hayret; hem de çok iyi bir Müslüman oldu!
Maune kuyusu hâdisesinde şehit olup, cennete girinceye kadar İslâm için
mücadele ve mücahede etmekten geri kalmadı. Rasûlullah (s.a.v.), kendisinden
razı idi.” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin
Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi, 1994, 2/70-71)
Şimdi düşünelim, Hakem bin Keysan gibi
kaç kişi var etrafımızda veya yeryüzünde. "Bu kişi asla Müslüman olmaz; bu
kişiden asla adam olmaz, bu adam yola gelmez, iflâh olmaz!" dediğimiz
belki de milyarlarca insan var. Anlatmayı ve teklif etmeyi dahi aklımıza
getirmediğimiz kaç gönül, kaç dimağ var uzak ve yakın çevremizde? Ya Cehennem'e
gönderdiklerimiz; hiçbir kurtuluş ümidi, düşünme fırsatı dahi
tanımadıklarımız?!.. Defterden sildiklerimiz veya deftere dahi
kaydetmediklerimiz!
Unutmayalım ki, bu yolun başındaki o
güzel İnsan (s.a.v.), hiç kimseden ümidini kesmedi ve kimseye de önyargıyla
yaklaşmadı. O’nun rehberliğine talip olan bizlerin de ahlakı bu şekilde olmalı.
Sabır ve metanetle istikamet sahibi, güzel ahlakın timsali kimselerden olmayı
hedeflemeliyiz.
0 yorum:
Yorum Gönder