Devletimizin,
-özellikle tek parti dönemi gibi zamanlarda- azınlıklara ve başta
Kürtler olmak üzere diğer etnik kökenli vatandaşlara temel haklarını
verme hususunda oldukça cimri davrandığı bilinen bir gerçektir. Ne yazık
ki önemli bir kısmı tek parti dönemi ile ihtilal dönemlerinde yapılan
yanlışlıklar, silahlı bir örgüt olan PKK’yı semirtip bu günlere getirdi.
PKK,
geçmiş yıllarda baskıların ve çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerin
akabinde devletin sorunu çözmek adına attığı bazı adımları silahlı
mücadelenin kazanımı olarak sundu; elde edilen bütün hakların silahlı
mücadeleleri sayesinde gerçekleştiğini söyledi. Böylece çözüm adına
atılan her adım suiistimal edilerek PKK’nın Kürtlerin temsilcisi olduğu
algısının inşasına malzeme yapıldı. Kürtçe konuşma serbestisi,
tabelaların aynı zamanda Kürtçe olarak da yazılması, Kürtçe kurslar ve
üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması, okullarda seçmeli
Kürtçe derslerin okutulması ve devletin resmi olarak Kürtçe televizyon
yayını yapması gibi önemli adımlar, PKK’nın mücadelesinin kazanımları
olarak gösterildi. Hassaten çözüm süreci bu anlamda istismar edilerek
halk üzerinde ciddi bir nüfuz oluşturuldu. Devletin güvenlik zafiyeti
gösterdiği yerlerde vatandaşlar karşılarında PKK’yı gördüler. Vatandaşı
-seksenli ve doksanlı yıllarda yapıldığı gibi- devlet ile PKK arasında
tercihte bulunmak zorunda bırakma ya da PKK’nın insafına terk etme,
sorunu besledi.
Nihayet
çözüm süreci, -muhtemelen gelecekte daha iyi anlaşılacağı üzere-
PKK’nın gücünün erimeye başlaması ve uluslararası aktörlerin devreye
girmesiyle yeniden çatışma sürecine girdi. Bu konuda senaryolar ve
iddialar havada uçuşmaktadır. Biz ne olduğundan ziyade neler olması
gerektiğiyle ilgili kanaatimizi arz etmeye çalışacağız.
Öncelikle
Kürt vatandaşlarımızın genel olarak oynanan oyuna gelmediklerini,
duruşlarıyla PKK’nın bölgeyi karıştırma planlarını boşa çıkardıklarını
unutmamak gerekir. Bölgede HDP’ye oy verenlerin çoğunun tutumu dahi bu
yönde olmuştur. Yöneticilerimizin bu olumlu durumu göz ardı
etmediklerini zannediyorum.
Çatışmaların
devam ettiği ve insanların ciğerparelerinin toprağa düştüğü bu dönemde
soruna odaklanmayı konuşmanın zor olduğunu bilmekle birlikte bunun tam
zamanı olduğunu ve bunu yapabilecek bir siyasî irade bulunduğunu
düşünüyorum. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığım üzere bugüne kadar PKK,
devletin attığı adımların silahın gücü sayesinde kendilerini muhatap
almasının sonucu olduğu propagandasını yaptı. Devlet yetkilileri ise
PKK’nın muhatap olmadığını, yapılanların olması gerekenler olduğunu
ifade ettiler. Geçmişte atılan adımların istismar edilmesi, şimdi
atılacak adımların devlet tarafından sağlıklı bir şekilde
yönetilebilmesini gerektirmektedir.
Kuşkusuz
devlet, bir taraftan güvenlik problemlerine sebep olan ve insan
hayatına kasteden silahlı bir örgüte karşı gerekli güvenlik tedbirlerini
almak üzere çalışmalarını yaparken diğer taraftan PKK’yı muhatap
almadan çözüme ilişkin adımlar atmalıdır.
Şunu
da hemen ifade edelim ki, çözüm çerçevesinde verilecek temel haklar
sadece Kürtlere mahsus haklar olarak düşünülmemeli, ülkemizde sayıları
ne kadar olursa olsun bütün etnik unsurların hakkı olarak verilmelidir.
Esasen mesele, “insan hakkı” olarak görülürse atılacak adımlardan bütün
vatandaşlarımızın yararlandırılması zorunludur.
Sorunun
çözümüne yönelik adımlar atılırken devlet, hukuk içinde kalarak
güvenliği sağlamak zorundadır. Güvenlik çalışmaları yapılırken yerinden
yurdundan edilen insanların zararı en kısa sürede telafi edilmeli,
insanların devlete karşı kin bilemesine sebep olacak davranışlardan
hassasiyetle sakınılmalıdır.
Bölgede
çok ağır şartlarda görev yapan güvenlik güçlerine mensup kişiler
arasında görevini kötüye kullananlar, psikolojik sorunu olanlar
tarafından ya da ideolojik takıntıya sahip veya devlet yetkililerini
zora sokma kastıyla bazı yanlışlıklar yapılabilir. Bunların dışında bir
kasıt olmaksızın da istenmeyen hadiseler olabilir.
Devlet,
ister kasıtlı ister kasıtsız yanlışlıklara mutlaka müdahale etmeli,
hiçbir suçun üzeri örtülmemeli, hukuk önünde suçu sabit olanlar kanunlar
çerçevesinde ceza verilmelidir. Böylece sadece söylemle değil, fiilî
olarak da insanımızın arkasında devletinin olduğunu bilen birinci sınıf
vatandaş olduğunun hissettirilmesi gerekir. Bunun için valiliklerde bu
çalışmaları yürütecek, alanında uzmanlaşmış ve bölgeyi iyi bilen
sosyolog, psikolog ve din görevlilerinin istihdam edilmesi gerekir.
Ayrıca hem Kürtlerle ve hem de Türklerle birlik ve beraberliğin önemini,
bunu korumak için çaba harcanması gerektiğini anlatacak, bu konularda
öncülük yapabilecek her insandan yararlanmak gerekir. Bu çalışmaların
sonuçlarını almak uzun zaman alır.
Çözüm
için yapılacakların herkesçe belli olduğunu düşünüyorum. Atılacak
birkaç adım, kısa sürede bölgedeki havayı değiştirecektir. Bunların bir
kısmı, talimat, yönerge ya da bakanlar kurulu kararıyla
gerçekleştirilebilecek konular iken bir kısmı kanun, bazıları ise
anayasa değişikliği gerektirmektedir.
Öncelikle
-genellikle farkında olmadığımız- birçoğumuza hâkim olan, devletçi,
buyurgan ve lütufkâr dilin terk edilmesi gerekir. Siyasîlerin dili
nispeten değişmişse de bürokratlar için aynı şeyi söylemek mümkün
değildir. Eğer Kürtler bu ülkenin vatandaşı iseler onlara verilecek
hiçbir hak lütuf olarak görülmemelidir.
Atılması
gereken adımların başında siyasî irade, Türk etnik kökenine mensup olan
birisinin vatandaş olarak sahip olduğu hakların tümüne diğer etnik
kökenlere mensup olan insanların hepsinin sahip olacağının
hedeflendiğini ve bunun bir plan dâhilinde gerçekleştirileceğini
açıklamalıdır. Ardından anadilde eğitim, yer isimlerinin eski hallerine
getirilmesi, Türkçe dışındaki dillerin de resmi kullanımına imkân
tanınmasıyla ilgili gerçekçi bir program kamuoyuyla paylaşılmalıdır.
Takdir
edilir ki yapılacakların bir kısmı kısa süreli düzenlemeler
gerektirirken bir kısmı ise uzun çalışma gerektirmektedir. Örneğin
anadilde eğitim meselesi yıllar alacak bir çalışma olup bunun hemen
gerçekleştirilmesi pek mümkün görünmemektedir. Yetkililerin yapacakları
ciddi çalışmalarla bunun ne kadar sürede sağlıklı bir şekilde
gerçekleştirilebileceği açıklanmalıdır. Muhtemelen anadilde eğitim
meselesinin tam olarak uygulanabilmesi, aşamalı bir şekilde 5-10 yıllık
bir zaman diliminde gerçekleştirilebilecektir. Ancak devletin bunu
planlaması ve çalışma takvimini ilan etmesi önemli bir adım olacaktır.
Öte
yandan düşünce özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmalı, dine ya da
etnik kimliğe dayalı partilerin kurulmasına da izin verilmelidir. Silaha
başvurulmadığı sürece her görüşün yasal platformlarda ifade
edilebilmesine izin verilmelidir. Bunlar yapılıp sorun sosyal ve
ekonomik politikalarla desteklenirse Kürt sorununun kısa vadede kontrol
edilebileceğini, uzun vadede ise insanımızın gündeminden çıkacağını
kuvvetle muhtemel görüyorum. İşte o zaman ülkemiz şaha kalkar.