Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
Bir varmış, bir yokmuş. Pire berber iken, deve tellal iken. Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim, bir de baktım ne göreyim bir arpa boyu yol gitmişim…
Böyleydi masallarımızın girişi. Can kulağıyla dinlediğimiz dedelerimizin ve ninelerimizin anlattıkları. Ne güzel de anlatırlardı tatlı tatlı. Akşam oldu mu hepimiz ninemizin etrafında. Ocak başında, seki üstünde. Niye akşamlardı? Çünkü gündüzler bizimdi, bütün dünya bize açıktı. Zaten onların da işleri güçleri vardı. Her yere gider, her deliğe girerdik. Nefesimiz kesilene, dalağımız şişene dek koşardık. Her taraf serbest, herkes güvenilirdi. Geceleri de mışıl mışıl uyurduk. Sabahın erkeninde horozların sesiyle uyanırdık.
Dedelerimiz, babalarımız köyün odalarında toplaşırdı akşamları. Hoşbeş ederler, halleşirler, helalleşirler, namazlarını kılarlar evlerine dönerlerdi. Yataklar serilir, herkes erkenden yatar, sabah erkenden kalkardı. Namazlar kılınır, dualar edilir, güne bereketle başlanırdı. Herkesin yapacağı bir iş vardı. Herkes bir işin ucundan tutardı. Biz çocuklar bile. Gidip çeşmeden ibrik doldurmak, ocak yakan annelere tezek getirmek bizim işimizdi. Buna yumuş tutmak denirdi. Yumuş tutan çocuk iyi çocuktu. Oyun şeklinde işlerimiz de vardı. Yün eğiren annelerin, teyzelerin, ablaların kirmenlerini döndürmek. Kilim dokuyanları seyretmek, onlara menik yapmak, arada bir “ben de dokuyacağım” deyip tutturmak.
Sonra radyolar çıktı. Dedemle birlikte haber saati beklerdim. Bir şey anlamazdım ama dedemi seyrederdim. Bazen kucağında bazen yanında otururdum. Tıngır mıngır bir şeyler çalardı radyoda, haber öncesinde. Bir anlam veremezdim dedeme sorardım. “Saat dolduruyorlar yavrum” derdi. Herkesin bu dünyada saat doldurduğunu daha sonraları anladım.
İkindi vakitleri daha bir neşeliydi. Köroğlu destanı çıkardı. Kadınlar, kızlar, çocuklar bizim kemik renkli radyonun başına toplaşırdı. Hep birlikte “Aldı Köroğlu… Aldı Ayvaz…” demesini beklerdik. Köroğlu bir şeyler söyler, Ayvaz ne diyecek diye merakla bekleşirdik.
Televizyon çıktı. Onun başında da toplaştık. Ceyarı seyrettik. Batının entrikalarıyla tanıştık. Seyirlikti, seyrediyorduk. Ama bize bir şey vermiyor sanki içimizden bir şeyleri eksiltiyordu.
Sonunda okumaya verdim kendimi. Hikâyelerden başladım. Kemalettin Tuğcu hikâyeleri. Acılıydı, insanın içine işliyordu. Cazip tarafı da vardı. Ben de öyle olacağım dediğim oldu, hatta denemelerim.
Büyüdük. Büyüklerin hikâyelerini ve romanlarını okuduk. Büyük dünyaları, büyük hülyaları ve büyük belaları tanıdık. Mehmet Akif’ti, Necip Fazıl’dı kafamızdaki adamlar. Sahabe gibi yaşamak, bir ermiş gibi inzivaya çekilmek, Gazzalî gibi eserler verip İmam Azam gibi öğrenciler yetiştirmek…
Hülyalarımız büyüktü ama önümüze çıkan belalar da büyüktü. On iki Eylül’ü yaşadık iliklerimize kadar. Koca koca adamlara dayatılan, küçük çocuklardan bile esirgenmeyen: Giyim-kuşam, yeme-içme, konuşmalarımıza kadar müdahale etme... Berikiler de onlardan çok farklı değildi. İmam-Hatip Lisesi orta kısımdaydık. Üç arkadaş kol kola girmiş bahçede dolaşıyoruz. Bir türkü tutturmuşuz hafiften ama derin. Yaklaştı bir zeballah, abus çehreyle verdi talimat: “türkü söylenmez burada…” Sindik. Bir daha da söyleyemedik.
Yirmi sekiz şubatlar geldi. Kemiklerimize kadar adeta metalin soğukluğunu hissettik. Televizyonlarda, gazete sayfalarında namaz kılan gençler gösterildi. İrticayı suçüstü yakalamışlar, fotoğraflamışlar, zumlayıp gözlerimize sokmuşlardı. Müslüman ülkede namaz kılmak, başını örtmek, Allah’tan Peygamber’den bahsetmek suçtu… Bu psikolojiyi bir de İspanya’da yaşamıştım, içim parçalanarak Endülüs’ü gezerken. “Sakın orta yerde namaz kılmayın!” dedi rehberimiz ve ilave etti: “İspanyollar asla müsamahalı değildir, özellikle cemaatle namaza” Sanki bizimkiler çok müsamahalıydı. İşkence müzelerini görüp tanıyınca daha iyi anladım. Ne çekmişti onlardan Müslümanlar hatta Yahudiler…
Evet, böyleydi o zamanların ülkesi. Birileri kırklara dönelim havasında, ötekiler kırklar gelsin hülyasında… Biz ortada, orta yolu bulma davasında. Bir gün sınıfta, söz nereden geldiyse “Başörtüsü bizim sorunumuz değil. Bu topraklar ezelden beri başörtülü. Bu yasağı kim koyduysa o kaldırsın” demiş bulundum. Bir kız öğrencim “Sizin kızınız var mı hocam?” dedi. Kızım yoktu ama eşim vardı. Öğretmen. Polisi-müfettişi hepsi peşinde, başörtülü diye. Bir şey diyemedim. Yutkundum. Onun da içi yanıyordu, benim de. Aynı yangının içinde, zulmün kapkara gecesinde, küçük bir aydınlık peşinde… Ha bire koşuşturuyorduk. Yoruluyorduk, ama yılmıyorduk.
Biraz daha büyüdük, bütün bu gailelerden kurtulduk. Önümüzdeki düz ovanın bitmeyeceğini, karşımıza sarp kayalar, aşılmaz dağlar çıkmayacağını, hırçın akan ırmaklarla karşılaşmayacağımızı sandık. Çöp bile değmezdi artık gözümüze. Döndük özümüze, gömüldük yeni öykümüze…
Meğer iş böyle değilmiş. İmtihan dünyasında yaşarken rahat yaşamak, rahat etmek yokmuş. İmtihanın bir adı bela sonrası fena imiş. İmtihan her yerden gelir, hatta kişinin kendinden, en yakınından, en yakın bildiklerinden… Alnı secdeli denilenlerden, içten pazarlıkçılardan, sahte dincilerden, tamahkâr bencillerden… Böyle yaşadık on beş Temmuzları…
Sonra başkalarını da gördük. Yüce Allah bu yüzden olsa gerek “Hele en yakınından başla davete” diye buyurmuş Ulu Nebiye. En büyük destek de onlardan, en büyük köstek de. Onların yapıp ettiklerini gördükten sonra, gerisini boş ver! İşte bizden bildiklerimiz, içimizden çıktı dediklerimiz, bir mecliste sohbet ettiklerimiz… imtihanımız olmuştu şimdi. Kimi başını beğenmez, kimi kaşını; kimi kafaya takar, kimi çelme takar; kimi arkadan iter, kimi önüne geçer… Herkes yanında ister, el-pençe divan durmanı, her dediğine peki demeni, her yaptığına övgü dizmeni. Başın kalkmayacak, kaşın oynamayacak, gözün görmeyecek, kulağın duymayacak... Biz nereden ve nelerden kurtulmuştuk, kendimizi nerelerde bulduk, ne tiplerle karşılaştık, kimlere çattık?
Herkes kendince hakikati bulmuş biz ortada kalmıştık. Çekiştiren çekiştirene. Kimi kolundan çeker, kim kafandan tutar, kimi sağdan gelir, kimi soldan. Nerenden tutarsa orandan çekiştirir. Hiçbir yerinden tutamazsa diline takar, diliyle çekiştirir.
Kararlıydık. Ortada duracak, ortayı bulacak, orta yolu tutturacak ve hedeften sapmayacaktık. Öyle denmişti bize ekiler, öyle yazıyordu kitaplarımız: Her şeyin ortası, yolun en doğrusu, Kitabın esası, Nebi’nin uygulaması, ilk üç neslin yaşantısı, ulemanın mirası, müminlerin duası…
Onlar da kararlıydı, saf görünüp saf avlamaya, taraf olup taraf tutmaya; bir yerinden tutturmaya, tutturamazlarsa yutturmaya, yutturamazlarsa susturmaya…
Ne onları tutmaya, ne söylediklerini yutmaya ne de susmaya niyetimiz vardı. Konuştuk ve yazdık… Kimseden bir şey beklemedik, kimseyi yedeklemedik, peşimizden sürüklemedik; gelene niye geldin, gidene niye gittin demedik. Gelene merhaba, gidene güle güle! Kimsenin peşine düşmedik. Herkesi düşündük, ihtiyacı olanın yanına koştuk, düşenin başına bulunduk, haklının yanında durduk. Hakikati söyledik, hak söyleyeni dinledik, hakkın teslimini istedik. Gönülden ve günlüyle. Zorlama ve hor görme yoktu bizim sözlüğümüzde. Ama ağyara da pabuç bırakmadık. Diklenmedik, dik durduk. Söylenmedik, açıkça söyledik…
Söylediklerimizi bir tarafa çekiştiren, bizi kendi yanında gören, hatta kendi beyhude davasını itiraf ettiğimizi düşünen heveskârları da gördük.
Bir fetvadan fırtına koparanlar, bir yorum üstünden kamplaşma üretenler…
Hey gidici dünya!
Nerede bu dava?
Herkeste bir hava,
Her başta bir sevda…
*
Bir dertli kardeşimiz çıkmış; yaşananları, yaşadıklarını ve gidişatı gözlemlemiş, dert edinmiş ve bir yorum yapmış. Masa başının gazetecileri, fildişi kulesinin akademisyenleri, sanal dünyanın kolcuları, avcıları, savcıları, hakimleri ve de kabadayıları… Kamp kurmuşlar, bir anda kamplaşmışlar; her biri kurulmuş kendi öbeğinin başında, naralar atıp heytler çekmişler; saydırmışlar havaya, koşuşturmuşlar beyhude kavgaya…
Birileri de kendilerinden menkul döktürmüşler köşelerinde. Biri takıntılı bir tip. Etrafa kara çalmayı, karalamayı ve ortamı karartmayı meslek edinmiş. Geçiniz efendim böyle tipleri! Öteki Arkoun’a öykünmüş. Sahabeden bugüne herkese laf etmiş. Aslı dururken seni ne yapsınlar be dostum! Hoş aslında da iş yok ya! Biri tarihselciliğini sergilemiş, sermiş serpiştirmiş, bir bağlam kelimesinden yola çıkmış, bizi de dâhil etmiş sergisine. Güler misin, ağlar mısın? Her sakallıyı dede, her bağlamı tarihsel zannediyor garibim. Sen aklıma mukayyet ol Allah’ım! Biri de beylik laflar etmiş. Bir sürü söz söylemiş ama cevizin kabuğu yine de boş kalmış.
Hâlbuki neydi mesele? Mealler üzerinden gelen sosyal bir dalga. Yadsınamaz bir vakıa. Bu zeminde gelişen yeni bir sosyoloji. Ateistler bunun sadece küçük bir parçası. Bütün bunlar ıskalanmış, iş meal tartışmasına dökülmüş. Dert ortada kalmış, dertli şaşkına dönmüş.
Bizdeki umut dünyası. İnsan şöyle bekliyor: İbn Haldun, Mümtaz Turhan, Sabri Ülgener, Erol Güngör gibi dikeyine ve yatayına, derinliğine ve genişliğine söz söyleyecek, sosyal planda görüş serdedecek bir babayiğit. Nerdeee?
Umudunu yitirme gene de! Ama bulunsun aklının bir köşesinde, küçük de olsa bir endişe!
Sormadan edemiyor insan: Sahi, bunlar neyin peşinde!?
Döndük başa gene.
Bir varmış bir yokmuş. Dere tepe düz olmuş. Anam kucağımda, babam yenice doğmuş. Sandalın üstünde deniz, denizin üstünde öküz. Sinek fili yutmuş, okyanusu kurutmuş. Solucanlar kanat takıp leylekler sürünmüş. Selvilerin tepesinde köstebekler yuva kurmuş. Bir büyük patlama olmuş, çöldeki kumlardan galaksiler oluşmuş. Dünya tersine dönmüş, dağlar dehlizlere dönüşmüş. Zemherinin ortasında kayalar çiçek açmış. Ellerimiz ayak olmuş, başımız gövdeye evirilmiş. Özümüz nerede bilinmez, gözümüz arkaya dönmüş. Tarih tahttan inmiş, tarihsellik başköşeye kurulmuş. Gerçekler yaya yapıldak, mitler almış yürümüş. Herkes rüyada, otuz göbek önceki dedem dünyada. Bedenler gözden düşmüş, ruhlar pazara üşüşmüş. Organlar alınmış, organlar satılmış, insanların yüzlerinde heykeller yapılmış. Güneşi bir kulağına, ayı ötekine takmış. Yıldızların üstünde havaya kalkmış, aynadan kendine bir tanrı bakmış… Her şey cık ve cuk olmuş, insan maymuncuk olmuş; hakikati hayale, hayali sanala gömmüş. Arpalarla ölçülür olmuş mesafe, herkes nefes nefese. Git babam git. Gidilen de bir arpa boyu yol. İş çok, yapan yok, lafçı bol…
Eh artık, dervişe göründü yol.
“Ben giderim yane yane,
Aşk boyadı beni kane,
Ne akilem ne divane,
Gel gör beni aşk neyledi?!”
25.06.2020
0 yorum:
Yorum Gönder