26 Temmuz 2020 Pazar

Tarihin Yirmi Beşinci Karesi [Akhilleus ve Kaplumbağa Paradoksu -I]

Doç. Dr. Cahit KÜLEKÇİ
Tarih, evrensel usûllere sahip bir ilim dalıdır. Esasında ilim dalı ifadesi mesbûk cümlenin tamamlanabilmesi için kullanılmıştır. Aksi halde içerdiği hakikî anlamın konumuzla ilgisi bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle tarih, tecrübe edilebilir bir satha nüfuz etmediği/ edemediği için Kimya, Biyoloji, Fizik, Astronomi, Cebir gibi ilmî karaktere sahip değildir. Dolayısıyla ‘tarih ilmi’ ya da eskilerin diliyle ‘ilm-i târîh’ kanaatimize göre çok tutarlı ve doğru bir tamlama olmayacaktır. Ancak yazımızın ilk cümlesinde sarf ettiğimiz üzere tarih, belirli evrensel usûllere sahiptir ve en azından bu yönüyle ‘ilim’ muzâfını hak etmektedir. Şu halde yazımızın bundan sonraki kısımlarında muhtemel olarak kullanılacak tarih ilmi/ ilm-i tarih vb. ifadelerden kastımızın da ne olduğunun veya olmadığının açıkça ortaya konduğunu düşünmekteyiz. Bu bağlamda tarih, evrensel prensipler çerçevesini aşmamak kaydıyla geçmişin bilgisini değerlendiren, bir sonraki nesle aktaran toplumların hâfızası niteliğindeki ilim dalı olarak tanımlanabilir.
Unutulmaması için yazımızın hemen başında bir hususun altını çizelim, geçmişin bilgisini sonrakilere aktaranlar arasında da bir takım sıkıntıların olabilmekte, hatta bu husus zaman zaman rekabetvarî bir hâl dahi alabilmektedir. Sözün özü Ezop ve Akhilleus’ta olduğu gibi bazı antik Yunan masalcıları arasında da bahse mevzu tuhaf bir rekabet durumu vardır. Sonrakiler, önceki dönemlerden aktarıla gelen, mitolojik unsurları muhtevi hikâyelerdeki karakterleri değiştirerek kendilerine mâl edebilmekte, özgün hikâyeler gibi sunabilmektedirler. Gerçi bu durumun kısmen benzerleri, teorisi izaha muhtaç ama pratik anlamda günümüzde de devam etmektedir. Farkı ise söz konusu durumun antik Yunan masalcılarına özgü bir unsur olmaktan çıkmasıdır. Örneğin Lehçetü’l-Hakâyık’ı bir asır kadar sonra Hadîkatu’l-Hakâyık şeklinde, öncekini çağrıştırıcı bir biçimde görebilmekteyiz ki kanaatimizce bunda ciddi bir intihâl sorunu bulunmamaktadır. Sadece bizi düşündürenin, özgünlüğün neden tercih edilmediğidir. Milyonlarca kelimenin soyu mu tükenmiştir?
Okuyucuya özel not: Bu son örnekte yer alan isimlendirmelerle verilmek istenen mesaj gerçek lâkin bizim meseleye olan yaklaşımımız tamamen uydurmadır. Kıyas için böyle yapılmıştır. Merkûm eserlerin peşine düşüp de özgünlükler ya da benzerlikler aranmamalıdır.
Ezop, kaplumbağa ve tavşanın karşı karşıya geldiği bir masal aktarmıştır. Hikâye malûmdur. Tavşan hızlıdır ama Ezop’un fablında kaplumbağa karşısında tavşana şans tanınmamıştır. Ancak müverrih için asıl sorun bundan sonra başlamaktadır.
Hazır yukarıdaki paragrafta da geçmişken belirtelim, tarih ilmiyle iştigâl eden kimselere tarihçi, müerrih veya müverrih denilir. Bir tarihçi geçmişin izini sürerken karikatür ya da resim yapmak yerine imkânlar dâhilinde fotoğraf çekmeyi misyon edinmelidir.
Mezkûr tarihçi çektiği fotoğraflara bazı filtreleri de ekleyebilmelidir ki bu da esasında tarihçinin meziyetiyle ilgili bir durumdur. Aksi halde geçmişe ait verilerin tamamının değiştirilemez mutlak doğrular şeklinde ele alınması akla da İslâm’a da aykırı bir durumdur. Yaratılan her kitap noksandır, tam değildir. Muhakkak surette hataları vardır. Buna ve başka aslî sebeplere bağlı olarak tarihçinin tamamen ve kusursuz biçimde objektif olmasını beklemek doğru değildir. Fakat burada tarihçiye düşen en önemli husus, ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ın hikâyesini kurttan da dinlemesidir. Ve kabul edilmelidir ki bu durumun objektiflikle hiçbir ilgisi yoktur. Olanı- biteni fotoğraflamakla ilgilidir. Kaldı ki objektif olmakla tarafsız olmak arasında da belirgin farklar vardır ama konumuzun bu farklarla ilgisi olmadığından mesele kısa kesilmiştir.
Öte yandan Ezop’un telif ettiği fablın kurgusu daha sonraki süreçte çeyrek tanrı(!) olarak da nitelendirilen Akhilleus’ta farklı bir hâl almıştır. Akhilleus, annesi ölümlü babası tanrı olan yarı tanrı bir baba olan Peleus ile su tanrıçası olan Thetis'in oğludur ve işte bu yönüyle çeyrek tanrılar kategorisinde yer almıştır.
Ezop’taki tavşanın yerine Akhilleus kendisini kopyalamıştır. Kaplumbağa ise aynı şekilde kalmıştır. Hikâye de Akhilleus ve Kaplumbağa şekline dönüşerek yazımızın hareket noktasını oluşturmuştur. Bir başka ifadeyle milattan yaklaşık beş asır kadar önce tarihte telfîk yapılarak, antik de olsa intihâl süreci başlamış bu durum da yazımıza konu olmuştur. Kaldı ki bir usûl maddesi olarak telfîk, bazı İslâm tarihi kaynaklarında yer alan râvîlere de ilhâm kaynağı olmuştur. Özellikle Resûlullah’ın (as) Hz. Ali ile olan münâsebetlerinde sıkça kullanılan bu antik usulün, kimi mezheplerin ideolojik argümanları ya da saplantıları hâline dahi gelmesi gerçekten şaşılacak bir hâdisedir. Gerçi medeniyetler arasındaki etkileşimin nelere kâdir olduğu da malûmunuzdur. Diyeceğimiz o ki, mesele kimi zaman sadece Hz. Ali taraftarlarından dinlenildi, o şekilde değerlendirildi ve rivâyetlere yansıtıldı. Kimi zaman da tam aksi yapıldı. Yazılanlara reaksiyon gösterilmekle yetinildi. Tepkisel eserler telif edildi. Hatta bir dönem öyle bir hâl aldı ki, karşı taraftan ses çıkmayınca hiçbir eser telif edilemedi, fikir beyân edilemedi. Üstelik telif alanında fetret dönemine girildi, denilerek durum son derece pişkin(!) bir şekilde meşrulaştırıldı.
Bahse konu mevzuya farklı bir örnek daha olması açısından… İfk hâdisesinde bazen Hz. Âişe annemize söz verildi. Bazen Hz. Ali’ye, bazen de Hz. Ebû Bekr sözü aldı. Her şeyden öte gerçekte ise Resûlullah (as) ve Âişe vâlidemiz çok üzülüyordu. Çünkü ortada reaksiyonel durumlar vardı ve nihayet âyetlerle durum açığa çıkarılarak toplumsal uzlaşı sağlanabilmişti. Olaylara ilk andan itibaren şâhit olan sahabenin, olayın merkezinde yer alan Safvân b. Muattal’ın psikolojisiyle çok da ilgilenmeyişini, işte yazımızın başından beri dikkat çekmeye çalıştığımız eksik sonuçlara götüren kusursuz mantıksal akıl yürütmenin varlığıdır ki antik Yunanlılar buna Akhilleus ve Kaplumbağa Paradoksu ismini vererek hâdiseyi yine pişkin bir şekilde meşrulaştırmışlardır. Asıl tuhaf olan ise bu paradoksa bilerek veya bilmeyerek İslâm tarihçilerinin de temas ediyor olmasıdır. Bir sonraki yazımızda nasipse yirmi beşinci karenin ne olduğunun yanı sıra hem hikâyeyi hem de bu paradoksun İslâm tarihine yansımasını izaha gayret edeceğiz.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar