Prof.
Dr. Cağfer KARADAŞ
أعوذ بالله، بسم الله...
قَالَ فَاِنَّا قَدْ فَتَنَّا قَوْمَكَ مِنْ
بَعْدِكَ وَاَضَلَّهُمُ السَّامِرِيُّ
Yüce Allah buyurdu:
Biz senden sonra kavmini sınadık
ve Sâmirî onları yoldan çıkardı."
(Taha 20/85)
Buluşma
Hz. Musa
kavminin başına kardeşi Hz. Harun’u bıraktı. Hemen harekete geçti. Acelesi
vardı. Bir an evvel buluşma yerine varıp Rabbinin kelamının muhatabı olmak
istiyordu. Kararlaştırılan zamandan önce varmıştı. Derhal uyarıldı: "Seni
halkından aceleyle ayrılmaya sevk eden neydi ey Mûsâ?" 20/83 Hz. Musa
bu soruyu beklemiyordu. Hemen cevap verdi: "Onlar benim izimdeler;
benden hoşnut olasın diye gelmekte acele ettim ey Rabbim." 20/84
Soruyu tam
anlamıştı Hz. Musa. Çünkü soruda iki husus vardı: Birincisi “Neden halkını
bıraktın geldin?” Çünkü bir peygamberin birinci görevi elçi olarak gönderildiği
kavminin başında durmak ve onları hidayete çağırmaktı. Hz. Musa sanki bunu
ihmal etmiş gibiydi. Yüce Allah tam da bunu soruyordu. Bu yüzden Hz. Musa cevabına
kavminin durumunu anlatan ifade ile başlamıştı. Kavmi kendisinin izindeydi ve başlarında
Hz. Harun vardı. Sorunun ikinci kısmı ise seni bu kadar acele ettiren nedir?
Onun da cevabı vardı. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak. Bir kul bundan daha öte
ne isteyebilirdi ki? Allah kendisinden hoşnut, kendisi de O’ndan hoşnut. Bu, en
yüce kulluk makamı.
Ancak
peygamberlik sadece kulluk göreviyle sınırlı değildi. Peygamber hem kul hem de
elçiydi. İki görevi aynı anda ve eşzamanlı deruhte etmesi gerekirdi. Burada sanki
ikinci görev yani peygamberlik görevi aleyhine bir denge bozulması söz
konusuydu. Bu yüzden Yüce Allah’ın sorusunda buna yönelik bir uyarı vardı.
Hz. Musa insandı ve kendisinden sonra ne
olduğunu bilmesi de imkânsızdı. Ama Yüce Allah için böyle bir sınır yoktu.
Engin bilgisiyle Hz. Musa’ya haber verdi: "Biz senden sonra kavmini
sınadık ve Sâmirî onları yoldan çıkardı." (20/85) Hz. Musa için
beklenmedik bir haberdi bu. Haberi veren de Yüce Allah idi. Kuşku duyması imkânsızdı.
Bu yüzden hiç sesini çıkarmadı ve üzüldü.
Üzüntüsü
Allah’ın sınamasına değildi. Çünkü insanlar bu dünyaya imtihan için
gönderilmişlerdi. Sınama bir şekilde veya her şekilde olabilirdi. Nasıl ki ilk
insanlar Hz. Adem ve Havva yasak ağaç ile sınanmış ve İblis vesvesesiyle onları
yasağı çiğnemeye sevk etmişse, burada da İblis yerine Sâmirî vardı. Ortaya
çıkmış ve türlü desiseleriyle Hz. Musa’nın kavmini yoldan çıkartmıştı. Nitekim
şeytan İblis gibi cinden de olur, Samirî gibi insandan da.
Hz. Musa’nın
üzüldüğü nokta, aldığı tedbirlerin boşa gitmesi ve sanki birilerinin görevini
tam yapmamış olmasıydı. Çünkü yola çıkarken "Kavmim arasında benim
yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna girme." (7/142) diye
sıkı sıkıya kardeşi Harun’a tembihte bulunmuştu.
Dönüş
Üzüntüyle döndü.
Önce kavmine bir çift sözü vardı: "Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir
vaatte bulunmamış mıydı? Pe ki size bu süre çok mu uzun geldi? Yoksa rabbinizin
gazabına uğramak mı derdiniz? O yüzden mi bana verdiğiniz sözden döndünüz?”
(20/86)
Öyle ya, ne çok
nimetine mazhar olmuşlardı Yüce Allah’ın. Bu kadar nimeti hatırladıkça onların
yerine kendisinin utanası geliyordu. Çoluk çocuğunu Firavunun zulmünden, kendilerini
denizde boğulmaktan kurtarmış, çölde onları bıldırcın eti ve helvayla beslemiş.
Nankörlük bu kadar olurdu!
*
Burada
Fahreddîn Razî’nin naklettiği bir olaya yer verelim: Hz. Peygamber’in
vefatından sonra sahabiler arasında meydana gelen ihtilaftan çok mutlu olmuş
bir Yahudi, Hz. Ali’ye şöyle sorar: Daha Peygamberinizin defnini gerçekleştirmeden
ihtilafa düştünüz, ne haber? Hz. Ali de ona kapak olacak cevabı yapıştırır:
Doğru ihtilaf ettik ama O’nun hakkında ihtilafa düşmedik, O’na isyan da etmedik.
İhtilafımız kendi aramızdaydı. Ama siz, mucize eseri geçtiğiniz denizin daha
ıslaklığı ayaklarınızda kurumadan Peygamberiniz Hz. Musa’ya “Bize şu kavmin putları gibi putlar yap”
deme cüretinde bulundunuz, O’na karşı isyanları oynadınız.
*
Hatayı
Kabullenmeme Mantığı
Suç samur kürk
olsa kimse üzerine alınmaz derler ya.
İnsanoğlunun mantığı genelde böyle çalışır. Hz. Musa’nın kavmi de bu mantığa
sarıldı. Hz. Musa’dan özür dileyeceklerine ve Allah’a yönelip tövbe
edeceklerine geçiştirmeli ve kendilerini aklama amaçlı bir cevabı tercih
ettiler: "Sana verdiğimiz söze bilerek ve isteyerek aykırı davranmış
değiliz; fakat şu Firavunun yandaşlarının ziynet eşyalarından bir kısmını
yüklenmiştik, onları haram diye ateşe attık; çünkü Sâmirî aynı şekilde atmıştı.
Derken böğürme sesi çıkaran bir buzağı heykeli yaptı. Ardından "İşte bu
sizin de tanrınız, Mûsâ’nın da tanrısıdır, fakat o bunu unuttu" dedi.
(20/87-88)
Ne güzel!
Kendilerince bütün sorumluluğu üzerlerinden atmışlardı. Onlara bakılırsa aslında
hiç suçları yoktu. Sütten çıkmış ak kaşıktılar. Bütün suç şu yanlarında taşıdıkları
ziynet eşyası, Sâmirî ve yaptığı buzağı heykeliydi. Bu cevapla kendilerini
küçülttüklerini, akıllarını yok saydıklarını hiç düşünmediler. Çünkü kaçamak
bir cevap verip kendilerini kurtulmaktı bütün dertleri. Öyle de oldu. Ne
desindi Hz. Musa böyle bir topluluğa.
“Peki,
görmüyorlar mıydı? Kendilerine bir kelime bile söz söylemeyen bir heykeldi
karşılarında. Ne bir zararı var, ne de zerre kadar faydası!” (20/89)
Hayır
görmüyorlardı. Çünkü onlar somut, elleriyle tutacakları, gözleriyle görecekleri
ve kulaklarıyla anlaşılmaz da olsa sesini işitecekleri bir tanrı arıyorlardı.
Firavunun katliamından kurtulmuşlar, denizde gerçekleşen mucizeyi gözleriyle
görmüşler ve içinden geçerek bizzat olayı yaşamışlar ama Hz. Ali’nin tabiriyle
ayaklarının ıslaklığı kurumadan Hz. Musa’nın karşısına dikilip yolda gördükleri
kavmin putu gibi bir put istemişlerdi. Hatta bununla da yetinmemişler, “Allah’ı
açıkça görmeden asla sana güvenmeyiz” diye Hz. Musa’ya karşı direnişe
geçmişlerdi. “Emirleri duyduk itaat ettik” demeleri gerekirken “duyduk
ve isyan ettik” demişlerdi. Yani anlayacağınız kabahat sicilleri epeyce kabarıktı.
Bu yüzden Hz.
Musa çok üzüntülüydü ve üzüntüsü yüzünden görünüyordu. Fakat kavmi buna hiç
aldırmadı. Onlar bir bahane uydurmuş ve kenara çekilmişlerdi. Bunlara ne
söylenebilirdi ki? Söylese de ottan çöpten bir bahane bulurlardı yine. Ama işin
aslını astarını da anlamak istiyordu. Laf anlayacak ve anlatacak adama yöneldi.
Kardeşi Harun’a. Sakinleşmeye de ihtiyacı vardı. Bütün üzüntüsünü ve öfkesini
ona yöneltti.
Hz. Harun
Tıpkı etrafına
kızan bir kişinin dişlerini sıkıp, saçını-sakalını yolup, başını iki ellerine alıp
kendisini hırpalayarak sakinleşmeye çalışması gibi, O da kardeşinin saçını ve
sakalını çekiştirmeye başladı. Çünkü o hem görev ortağı hem de kardeşiydi.
Böylece ona görevini neden ihmal ettiğini de soracaktı: "Ey Hârûn!
Onların saptıklarını gördüğünde benim talimatlarıma uymaktan seni alıkoyan
neydi? Yoksa emrime isyan mı ettin?" (20/92-93) Hz. Harun ise bir
taraftan saçını sakalını kurtarmaya bir taraftan da derdini anlatmaya
çalışıyordu: "Sevgili kardeşim!
Saçımı-sakalımı çekme. Emin ol düşündüğün gibi değil. “Talimatıma uymadın ve
İsrâiloğulları’nın arasında ayrılık çıkarttın!” diyeceğinden korktum."
(20/94) O yüzden fazla üstlerine gitmedim. Ama "Ey kavmim! Siz bununla
sınanmaktasınız; kuşkusuz sizin rabbiniz o Rahmândır. O halde bana uyun ve
emrime itaat edin" diye defalarca onları uyardım.(20/90) Ama onlar "Mûsâ
yanımıza dönünceye kadar bu heykele tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz."
diye inatlaştılar. (20/91) Daha da
kötüsü “Beni zayıf buldular, üzerime yürüdüler ve neredeyse öldüreceklerdi.
Sen de daha fazla üzerime gelip şu adamlar karşısında beni küçük düşürme. Beni
bu zalimlerle aynı kefeye koyma.” (7/150)
Buna daha çok
üzüldü Hz. Musa. Üzüntüsüne bir de kardeşini üzmesi eklenmişti. Yöneldi Rabbine
ellerini açtı: “Beni ve kardeşimi bağışla ey Rabbimiz! Rahmetinle muamele et
bizlere. Merhametlilerin en merhametlisi Sensin!” (7/151)
Suçsuz günahsız
Hz. Harun! Üç eziyeti birden yaşamıştı. Buzağıya tapmaktan vazgeçirmek için
gösterdiği çaba, bu asi topluluğu bir arada tutmak için çektiği çile ve son
olarak kardeşinin öfke ve üzüntüsünün üstüne gelmesi… Bu sonuncu ona dokunmamıştı. Biliyordu ki
kardeşi de en az kendisi kadar bu hırçın kavimden çekiyordu. Üstelik
üzerlerindeki ilahî bir görevdi. Bunu bırakıp gidemezlerdi. Gitseler kimin
mülküne gideceklerdi. Hem yeryüzü hem gökyüzü yani bütün bir evren O’nun mülküydü.
“Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin yani bütün bir kâinatın
sınırlarını aşıp geçebilirseniz haydi geçin! Allah bir güç vermedikçe asla bunu
yapamazsınız.” (55/33) Bu durumda nereye kaçacak kime sığınacaklardı. Hz.
Yunus’un başına gelenler de belliydi. Ama Hz. Harun elinden geleni yapmıştı.
Asla suskun kalmamış, geri çekilmemiş, var gücüyle hakkı ve hakikati bu asi
kavmin yüzlerine karşı canı pahasına söylemişti.
*
Fahreddin Razi
burada sözü Şiilerin Hz. Harun üzerinden Hz. Ali’nin atanmış imam olduğu
iddialarına getirir. Şiiler demişler ki: Tıpkı Hz. Musa’nın Hz. Harun’u kendi
yerine tayin etmesi gibi Hz. Peygamber de Hz. Ali’yi yerine bıraktı ve ona “seni
benim yanımda Musa’nın yanındaki Harun gibisin” dedi. Doğru da burada bir
benzerliğin yanında birçok benzemezlik söz konusu. Şiî kardeşlerimiz benzemezliklere
hiç değinmiyorlar. İşlerine geleni alıp diğerlerini görmezden geliyorlar. Hz.
Harun ne yaptı? Çıktı, kendisinin peygamber olduğunu ve Allah’ın birliğine
inanmalarını ve gönderdiği dine uymalarını açıkça söyledi. Eğer Hz. Ali’ye
böyle bir görev verilmiş olsaydı, bunu Medine Mescidi minberinden açıkça
söylerdi. Hz. Ali takiyye yapacak bir adam değildi. Verilmiş bir görevi asla
gizlemezdi. Kaldı ki, onun görevlendirilmesi bir kereliktir ve kısa bir
süredir. Bu tür görevlendirme Abdullah İbn Ümmi Mektûm için de olmuştu. Üstelik
Hz. Ali’ye verilen bu görev bir vekâlettir. Vekâlet de, sürenin bitmesi,
müvekkilin iptal etmesi veya müvekkilin vefatıyla son bulur. Bu yüzden Şiî
alimlerin Hz. Harun ile benzerlik kurarak ortaya koydukları iddiaların hiçbir dinî
ve hukukî geçerliliği yoktur.
*
Sâmirî
Hikayeye
dönelim. Şimdi sırada esas suçlu Sâmirî vardı. Bütün oklar onu gösteriyordu.
Hz. Musa’nın ayrılmasını fırsat bilmiş. Bütün sahtekârlık numaralarını
sergilemişti. Kendisine kanacak, her dediğine kulak kabartacak, her
gösterdiğine inanacak tamahkâr bir topluluk da bulunca, işi epey kolay olmuştu.
Hemen işe koyuldu. Önce onların güvenini kazanması gerekiyordu. Bunun için öncelikle
gizlilikleri bilen ve kimsenin görmediğini gören bir adam olduğuna onları inandırmalıydı.
İkinci olarak bütün planlarını Musa üstüne kurmalıydı. Çünkü onun itibarının
yüksekliği belliydi. Onu es geçmesi mümkün değildi, bilakis ondan
yararlanmalıydı. Böylece hem Hz. Harun’u devre dışı bırakacak hem de Hz. Musa’nın
yokluğundan yararlanarak planını tıkır tıkır işletecekti. Hz. Musa’nın otuz günlüğüne
buluşma yerine gitmesi sonra bunun kırk güne çıkması işini daha da
kolaylaştırmıştı. Hatta o kadar kendini inandırmıştı ki, Hz. Musa’nın bile
kendisine kanacağını zannetti ve o döndüğünde açık açık her şeyi itiraf etti.
Hz. Mûsâ sordu:
"Pek, senin zorun neydi ey Sâmirî?" (20/95)
O da hemen
cevap verdi: "Ben onların görmediklerini gördüm, Elçinin izinden bir
avuç avuçladım ve onu attım. İçimden öyle geldi." (20/96)
Ne ala
memleket! Adama bak. Müthiş bir özgüven. Sormuştur herhalde Hz. Musa: Yahu sen
öyle her içinden geleni yapar mısın? Sen Allah, kitap, peygamber, kanun, nizam
tanımaz mısın? Sen kimsin be adam! Böylesi bir tipe söylenecek çok söz de yoktu
aslında. Bu yüzden de belki ilk soru dışında hiçbir şey söylemedi. Ama buna bir
ceza kesmek gerekiyordu. Öyle bir ceza olmalıydı ki, bundan sonra kimseyle
ilişki ve iletişim kuramasın ve etkisi ebediyen kırılsın.
Hikayenin Sonu
Cezayı kesti
Hz. Musa: "Haydi defol! Artık geri kalan hayatını ‘Bana dokunma!’
diyerek geçireceksin. Bir de şunu bil ki asla kaçıp kurtulamayacağın bir hesap
günü de seni bekliyor. Şimdi şu tapıp durmakta olduğun buzağı heykeli tanrına
bir bak! Biz onu iyice parçalayacağız un ufak edip denize savuracağız!"(20/97)
Sonra
Yahudilere döndü. Bu muydu tanrı diye etrafında toplanıp saygı duruşuna
geçtiğiniz? Aha gidin denizden toplayın. Ey Yahudiler bilin ki. “Sizin
yegâne tanrınız Allah’tır. O’ndan başka tanrı yoktur. Her şeyi en ince detayına
kadar bilen sadece O’dur. (20/98)
Sonuçta Sâmirî
toplumdan kovuldu, yalnız ve sürgün hayata mahkum edildi. Hatta bu sürgün ve
yalnızlık sırasında kendisinde bir de vesvese belirdi. İnsanlarla ilişki ve
iletişim kuramaz hale geldi. Hz. Musa’nın dediği gerçekleşti. Vebalı gibi oldu.
Bir peygamber, bir şey diyorsa kendisine bildirileni söylüyor demektir.
Sâmirî’nin sonu
ile ilgili tefsirci Safedî’nin tespiti daha ilginç: Samirî aslında sürgüne
gönderilmedi. Toplum içinde tecrit edildi. Çünkü o suçunu itiraf etmiş, bir
nevi görüntüde pişmanlığını bildirerek dünyevî cezadan sıyrılmıştı. Ama
kalpleri bilen Yüce Allah onun gerçekte inanmadığını Hz. Musa’ya bildirmişti.
Tıpkı Medine’deki münafıkları Peygamber Efendimize bildirdiği gibi. Zahiren tövbe
etmesi dolayısıyla Hz. Musa ona ceza vermedi ama toplum içinde tecrit uyguladı,
yalnızlaştırdı. Artık kimseyle görüşmesi ve temas kurması söz konusu olmadı.
Ömrünün sonuna kadar böylece yaşamaya mahkûm edildi. Ayetlerin tamamı göz
önünde bulundurulduğunda bu yorum da makul ve mantıklı görünmektedir.
Hikayenin
Detayları
Evet hikaye
böyle bitmişti ama birkaç husus kapalı gibi görünüyor. İmam Mâtürîdî’ye
sorarsak, hikayeyi böyle sonlandırma taraftarı. Diğer müfessirlerimiz ise merak
etmişler epeyce deşelemişler, bir takım anlatıları da ekleyerek işi adeta
hikaye boyutundan öteye taşımışlar.
Sâmirî’nin gördüğü
Yine İmam Mâtürîdî’ye
göre bu husus Kur’an’da belirtilmediğinden herhangi bir yorum yapılmasa iyi
olur. Tefsircilerin büyük bir kısmının kanaati, gördüğün şeyin Cebrail’in
atının izi olduğu şeklinde. Hatta bazıları Hz. Cebrail’in atının hayat atı
(feresü’l-hayat) olduğunu bile iddia etmişler. Ab-ı hayat gibi bir şey
herhalde. İblis, Hz. Adem ve Havva’ya yasak ağaca ebedilik ağacı demişti
de hiç işe yaramamıştı. Hayat atı ve hayat suyu da böyle bir şey
olsa gerek. Kaldı ki, Mâtürîdî’nin dediği gibi ayette ne Cebrail’den ne attan ne
de topraktan bahsedilmekte. Öyleyse bu şekilde yapılan yorumlara ihtiyatlı
yaklaşmak gerek.
Diğer tefsirlerde
ortaya konulanların aksine Fahreddin er-Razî ve Safedî ayette zikredilen
elçinin Cebrail değil, Hz. Musa’nın kendisi olduğunda ısrar ederler. Yine
ayetteki izden kasıt da ayak izi değil, Hz. Musa’nın tuttuğu yol. Nitekim Hz.
Musa, Yüce Allah’ın sorusuna cevap verirken “onlar benim izimde”
demişti. İzden maksat da Hz. Musa’nın tuttuğu yoldu. Sâmirî’nin elçinin izinden
bir avuç aldım demesi, mecazi bir ifadedir. Gerçek anlamı ben onu yoluna var
gücümle tutundum demekti. Böylece o, kamuoyu nezdinde bütün yaptıklarının
Hz. Musa’nın yoluna uygun olduğu algısı uyandırmıştı. Her ne kadar isyan
etseler, inatçılık ve hırçınlık yapsalar da Yahudiler Hz. Musa’dan vaz geçemezlerdi.
Nitekim Hz. Musa buluşmadan döndüğünde Yahudilerin anında yelkenleri indirmeleri
ve her şeyi itiraf edip, bir takım gerekçelerle kendilerini aklamaya
çalışmaları bunun göstergesi. Çünkü bütün geleceklerinin Hz. Musa’ya bağlı
oluğunun farkındaydılar. En azından dünyalarını kurtarmak için adeta buna
mecburdular. Sâmirî fazlasıyla bunun farkındaydı. Bu yüzden bütün planını bu
gerçeğe uyacak şekilde Hz. Musa üzerine kurmuştu.
Öyleyse “Onların
göremeyip onun gördüğü şey” bir iddiadan öte bir şey değildi. Ama Yahudileri
kandırmaya yetmişti. İddia olduğunun en önemli delili, Hz. Musa’nın onun ilah
dediği şeyi parçalayıp denize fırlatmasıydı. Hz. Musa ne Cebrail’in ayak izi
iddiasına bakmıştı ne de buzağının tanrı olduğuna. Eğer bunlardan ikisi veya en
azından birisi gerçek olsaydı Hz. Musa’nın tepkisine bir şekilde yansıması söz
konusu olurdu.
Yahudilerin
Tuzağa Gelişi
Daha önce
geçtiği gibi Yahudilerin beklentisi gözleriyle görecekleri ve önünde saygı duracakları
put cinsinden bir tanrıydı. Tanrı olduğunu gösteren bir de sıra dışı işaret
olmalıydı. Sâmirî’nin buzağısı onların bu iki beklentisini de karşılıyordu.
Ziynet eşyasından yapılan bir buzağı ve böğürme şeklinde çıkan bir ses. Adeta
canlı bir buzağı görüntüsü veriyordu. Her ne kadar bazıları buzağının canlı
olduğunu iddia etmişlerse de aslında buzağı canlı filan değildi. Put yapmakta
usta olan Sâmirî, heykelin içinde bir boşluk oluşturmuş, rüzgâra karşı konulduğunda
arkasından giren hava önden çıkarken buzağı sesine benzer bir ses çıkartıyordu.
Yani adeta düdük işlevi gören bir mekanizması vardı. İş bittikten sonra heykeli
önlerine koyup “İşte beklediğiniz tanrı. Hem sizin hem de Musa’nın tanrısı.
Zaten Musa’da bunu burada bırakıp kendini dağlara vurdu” dediğinde. Hepsi
hemen kanmıştı. Belki bu kadar kolay olmasını Sâmirî bile beklemiyordu. Ancak
Hz. Musa’nın onu yakıp parçalayıp denize savurması bütün havasını söndürmüştü. Hâlbuki
Hz. Harun bu gerçeği daha önceden söylemişti onlara ama inandıramamıştı. Aslında
içlerinden bazı aklı başında kişiler bunu anlamışlardı ama onlar da azınlıkta
kalmışlardı.
Tefsirci Safedî
daha değişik yaklaşmış olaya. Hem de Yahudi karakterine uygun. O, ayetin
anlamını “İşte sizin ilahınız bu. Musa’nın ilahı zaten sizi unuttu”
şeklinde verir. Yahudiler Allah’ı ve Hz. Musa’yı göz ardı etmemekle birlikte
Mekke müşriklerinin inancına benzer şekilde bu buzağı tanrının kendilerini Allah’a
yaklaştıracağına inanmışlardı. Sâmirî de onları bu düşünceye sevk etmişti.
Böylece ne Allah’ı ne de Hz. Musa’yı inkar etmiş oluyorlardı. Üstelik
gözleriyle gördükleri bir aracı tanrıları bile olmuştu.
Kendilerini “Allah’ın
çocukları, sevgili ve seçkin kulları” (5718) saymaları, görme takıntıları
ve yakın menfaat tutkuları her dönem Yahudilerin başlarına iş açmış görünür.
Son yaşadıkları Hitlerin uyguladığı Holokost bunun çarpıcı örneğini oluşturur.
II. Dünya savaşı sonrası Yahudiler arasında tanrıtanımazlığın artması buna
bağlanır. Hitler gaz odalarında Yahudileri boğarken kendilerini seçkin kılan
Tanrı bunların yüzlerine bile bakmamış, hiç yardım etmemişti. Bu hayal kırıklığı
ile Yahudiler Tanrı’ya küsmüşler ve terk etmişlerdi. Öyle derin bir travma yaşamışlar
ki, “Holokost’un ardından kim Tanrı’ya inanır ki?”, deme noktasına
gelmişlerdi.
Ama onlar
ellerine güç geçince ne yaptılar? Hitlerin kendilerine reva gördüğü şeyin
benzerini hatta daha ötesini Filistinlilere yaptılar. Çünkü kendileri seçkin
ötekiler her türlü muameleye layıktı. Kendileri efendi, diğerleri köleydi.
Keşke tarihten biraz ders çıkarsalardı.
O yüzden Yüce
Allah kıssanın sonunda şöyle bir uyarıda bulunur: “İşte böylece
geçmiştekilerin haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz.” Yani aklınızı
kullananın, bunları düşünün, ders çıkartın ve ibret alın. Demek ki her daim insan
aklına bir hatırlatıcı lazım. Yüce Allah onu da gösteriyor: “Kuşkusuz sana
katımızdan bir hatırlatıcı yani Kur’an’ı verdik.” (20/99) Öyleyse Kur’an’a
bakmak ve içindekilere uymak lazım. Bunların sadece Yahudilere söylendiğini
sanmayalım. Aman ha! Bu uyarı sen, ben, o.. herkese. Hz. Musa’nın ve kavminin
yaşadıklarından ibret alalım. Yoksa bir zamanlar Batılıların Antisemitizm
iddialarında olduğu gibi bir topluluğu suçlamak ve onları mahkûm etmek için
değil. Şimdi emperyalistler bunu bıraktı Müslümanlara yönelik İslamofobi
uydurdular.
Sâmirî’nin Kimliği
İşin sonunda
bir merakı daha gidermeye çalışalım. Ne kadar mümkün olursa? Mümkün olursa dedim, çünkü Sâmirî’nin kimliği
hakkında o kadar çelişkili bilgiler var ki, hangisinin gerçek olduğunu tespit
çok zor. Belki İmam Matüridî gibi düşünüp “Allah’ın bilgi vermediği bir şeyin
peşine biz niye düşüyoruz?” diyebiliriz. Ancak kişiliği ile ilgili bazı
ipuçları bulmak mümkün hayat hikayesi içinde.
Birinci görüş,
aslında o, İranlı bir aileye mensupmuş Yahudilere katılmış ve yahudileşmiş.
Ancak eski mensup olduğu kavmin inek türü bir varlığa tapması saplantısından
bir türlü kurtulamamış.
İkinci görüş,
onun Yahudiler içinde Sâmira denilen bir topluluğa mensup olduğu bu topluluğun
da ineklere taptığı. Buzağı figürünün öne çıkmasında mensubu olduğu kavmin
inancının etkili olduğu düşünülmekte. Bir nevi suret-i haktan görünerek
atalarının buzağı inancını İsrailoğullarının tamamının inancı haline getirmeyi
hedeflemiş.
Üçüncü görüşte onun
hikayesi biraz Hz. Musa’nın doğum serüvenine benzetilmiş. Hz. Musa’ya bile
nasip olmayacak güzellikte bir hikaye uydurulmuş. Firavun yönetimi, başlarına
bela olacak diye yeni doğan Yahudi erkek çocuklarını öldürüyordu. Nitekim Hz.
Musa doğduğunda annesi Allah’ın verdiği ilham ile bir sepete koyup onu nehre
bırakmış, akıntı da Firavunun sarayına götürmüştü. Sâmirî’de de benzer bir olay
gerçekleşmiş güya. Doğduğunda Firavunun adamları tarafından öldürülmesin diye
annesi onu bir mağaraya bırakmış. Mağarada ona Cebrail mürebbilik yapmış ve
yetişmesini sağlamış. Buradan Cebrail’i tanıyan Sâmirî Hz. Musa Tura giderken
ona refakat için gelen Cebrail’i tanımış ve atının ayak izinden bir avuç toprak
alarak buzağı heykelini yapmış. Çok akla ve nakle yatkın bir hikaye gibi
görünmüyor. Belki de kendisi veya çevresi tarafından olağandışı gizemli bir adam
olduğunu göstermek için uydurulmuş olabilir.
Kur’an’da
geçtiği şekliyle olayın akışı takip edildiğinde, Yahudi toplumu içinde Sâmirî’nin
ailesinin iyi bir konumda olduğu anlaşılıyor. Bu konumu kullanarak Hz. Musa ile
boy ölçüşemese de, yaptığı bir takım entrikalarla Hz. Harun’u etkisiz hale
getirebildiği kesin. Hatta onun kışkırtmasıyla Hz. Harun’un canına bile
kastetmişler. Sâmirî’nin halk nezdindeki bu itibarı Hz. Musa’nın yokluğunda
planının engelsiz işlemesini sağlamış. Her münafık gibi onun en büyük hatası, Hz.
Musa’nın Hz. Harun’un Allah’ın gerçekten elçileri olduğunu, bu yaptıklarının ve
arkasındaki gizli ajandasının Allah tarafından açığa çıkarılacağını hesap edememesi.
Nitekim Medine’deki münafıklar da Müslüman görüntüsü altında bir mescit inşa
etmişler ve orada bir takın entrikalar çevirmeyi düşünmüşlerdi. Ama Yüce Allah
onların planlarını açığa çıkarmış ve mescitlerini de zararlı mabet (mescid-i
dırar) ilan etmişti. Sâmirî’nin yaptığı ile Hz. Peygamber zamanındaki
münafıkların yaptıkları arasında tam bir paralellik var. Sâmirî’nin tüm
detaylarıyla hayat hikayesini tespit imkanımız yok ama çarpıcı bir münafık
karakterini ele veren çizgileri çok bariz.
Hatta bazı
tefsirlerde onun neslinin devam ettiği ve yaşayanların olduğu bilgisi yer alır.
Bunu tespit edip doğrulamak çok mümkün görünmüyor ancak şunu çok rahat
söyleyebiliriz: Her dönemin İblisleri olduğu gibi Sâmirîleri olur. İblisin
şeytanlıklarına karşı nasıl tetikte olmamız gerekiyorsa Sâmirîlerin nifak ve
fesatlarına karşı da aynı dikkat ve kararlılık içinde olmamız gerekiyor.
kıssadan hisse
Demek ki,
sadece Kitab’a uymak değil, aynı zamanda onu getiren Rahmet Peygamberi’nin izinde
olmak gerekir. Onun izinde olmak demek, sünnet-i seniyyesine uymaktır. O’nun
izinde olanlar hayatında sahabilerdi, şimdi bizler. Dünya imtihan alanı bu
alanda iyiler de olacak kötüler de. Musa’nın yanında Harunlar da olacak
Samirîler de. Bu kaçınılmaz. Dikkatli bakıldığında ve bilinçli olunduğunda
bunlar arasındaki farkı kavramak çok da zor değil. Suret-i haktan görünmelerine
aldanmamak lazım. Toplumu içten kemirirler bunlar. Uyduruk bilgilerle dindarlık
pazarlarlar. Kafirin kucağına oturup kirli planlar kurarlar. Allah hepsinin
yokluklarını versin! Bize düşen bunlara fırsat vermeyecek bir bilinçte olmak. Bu
bizim elimizde ve elimiz güçlü. Çünkü elimizde Yüce Allah’ın indirdiği Kur’an
ve Rahmet Peygamberi’nin uyguladığı Sünnet-i Seniyye var. Yüce Allah’ın bizlere
ihtarı: “Ey iman edenler! Sakın ha Musa’yı üzen Yahudiler gibi olmayın. Söyledikleri
kötü sözlerden ve attıkları iftiralardan Allah onu uzak kıldı. Onun Allah
katında yeterince itibarı vardı.” (Ahzab 33/69)
Meraklısına
Matüridî, Te’vilât
Ehli’s-Sunne, nşr. Fatıma Yusuf el-Hiyemî, III, 301-306.
Ebü’l-Leys, Tefsîru’s-Semerkandî,
Beyrut 1427/2006, II, 351-354.
Zemahşerî, el-Keşşâf,
nşr. Muhammed Said Muhammed, Kahire ts. Daru’t-Tevfikiyye, III, 91-97.
Farheddin
er-Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, İhyau’t-Turasi’l-Arabî, XXI, 98-112.
Beydavî, Envarü’t-tenzîl
ve esrarü’t-te’vîl, nşr. Nasurüddin Ebu Said, Beyrut 2001, II, 651-653.
Safedî, Keşfü’l-esrâr
ve hetkü’l-estâr, nşr. Bahattin Dartm, İstanbul 2019, 112-119.
Irvın D. Yalom,
Bir Psikiyatristin Anıları, İstanbul 2017, s. 31.
9
Şevval 1441/1 Haziran 2020
Müstefid olduk. Lakin başka bir şey değil de neden buzağı heykeli yapıldı bu soru da işlenmeliydi. Ayrıca bu konuda bakara suresindeki inek kesme kısası da önemli. Adamların inek veya öküze karşı mısırdan gelen bir saplantıları var zira mısır inançlarında apis boğasının önemli bir yeri var. Bu aynı zamanda samirinin kimliğine işaret eder ya mısırlı ya da israiloğullarından. İranlı falan değil. Öte yandan samirinin saptırmasıyla münafıklar ve münafıklık arasında ilişki kurulmuş. Kanaatimce bu kıssadaki temel gömderme münafıklık değil. Zira samiriden bahseden sure mekki olup mekkede münafık yoktu. Mekkede ibrahimin varisleri olduklarını iddia eden ama onun yolundan tevhitten sapan müşrikler vardı. Bu kıssada onların tevhitten zaman içinde nasıl saptıklarına ve asıl inançlarına dönmeleri gerektiğine ima var salt bir hikaye anlatmaktan öte...
YanıtlaSil