15 Ocak 2017 Pazar

Abdulaziz ed-Dûrî ve Onun İlk Dönem İslâm Tarihi -Bir Önsöz- Adlı Eseri

Mehmet Salih Arı
Durî’nin İlk Dönem İslam Tarihi adlı eseri ilk olarak 1991 yılında yayınlanmıştı. Okuduğumuz bu eserden yararlandığımızı belirtmek isterim. Bugünlerde kitabın yeni bir baskısının çıktığını öğrenmiş bulunmaktayız. Bu yazı, kitabın yeni baskısı okunmadan yazılmıştır. Umarım kitabın bu yeni baskısında, birinci baskıda görülen bazı hatalar düzeltilmiştir.

Yazıda kitapta görülen hatalar üzerinde durulmayacak; daha çok yazarın görüşleri ve kitap içeriği hakkında bazı bilgiler verilecektir. Ancak Abdulaziz ed-Durî ve M. Abid el-Cabirî gibi tarihçilerin eserlerini Türkçe’ye tercüme etmenin çok zor olduğunu belirtmekle yetineyim. 
Abdulaziz ed-Dûrî, işlediği konulara vukufiyeti, ilmi titizliği ve geniş ufkuyla haklı bir takdir kazanmış çok sayıda eser ve makalenin sahibidir. O, aynı zamanda ekol sahibi bir tarihçi ve fikir adamıdır. İslâm tarihinin ilk devirleri hakkındaki yorum ve açıklamaları ile hususi bir nazariyenin sahibi olmuş ve bu nazariye birçok tarihçi tarafından kabul edilmiştir. Yazdığı birçok makalede bazı oryantalistlerin görüşlerini nakzeden ciddi, seviyeli ve derinlemesine tezler takdim etmiştir.
Durî, ne yazık ki, müsteşriklerden etkilenen ve tarihi onların gözüyle gören bir kişi olarak suçlanmıştır. Tarihçilerin bir kısmı ise, Durî’yi bazı çalışmalarıyla oryantalistleri daha objektif bir noktaya getirmeyi başarabilmiş bir alim olduğunu belirtirler. Mesela, müsteşrikler arasında yaygın olan ve hala tartışılan İslâm medeniyetinin, Greko-Romen ve Sasanî medeniyetinin bir uzantısı olup olmadığı konusunda Durî’nin tavrı açıktır ve onun müsteşriklerden etkilenip etkilenmediğini gösteren iyi bir misaldir. Durî, İslâm medeniyetinin kendine has bir medeniyet olduğu tezi üzerinde ısrarla durmuştur. Değişik sahalarla ilgili olarak yaptığı çalışmalar nihayetinde bu hedefe yöneliktir. Ona göre İslâm medeniyeti, Greko-Romen ve Sasanî medeniyetlerinin ve Yakındoğu kültürlerinin İslâmî bir şemsiye altında devamı değildir. Bu sahada ciddi araştırmalar yayınlamıştır. Ama Durî’nin milliyetçi bir eğilime sahip olduğu birçok kişi tarafından kabul edilmektedir. Bu görüşlerini değişik kitap ve makalelerde izah etmiştir. İlk Dönem İslâm Tarihi adlı eserinde de bu görüşlerine rastlanmaktadır.
Abdulaziz ed-Durî, başlangıçta tarih objesiyle tarihçi sujesi arasındaki ilişkilerin içeriğini saptamaya çalışır, daha doğrusu, tarih yazarlarının tarihsel veriler karşısındaki tutumlarını değerlendirir. Ona göre İslâm tarihçileri, zihinsel dünyalarında taşıdıkları önyargılarla hareket ettiklerinden tarih incelemelerinde çeşitli yanılgılara düşmüşler.
Durî’nin haklı olarak üzerinde durduğu gibi tarih, bir malumat deposu ve salt bir kronoloji değildir. Tarih, bir yanda geleneksel ilimler, öbür yanda sosyal bilimlerin çevrelediği merkezî bir yere oturtulursa hâlihazırda sahip olduğumuz düşünce ve imajların birçoğunda köklü değişiklere yol açacaktır. Bu haliyle tarih, alışılagelmiş harcı alem gevezelikler uzmanı görüntüsünden sıyrılıp, sosyal bilimler arasında köprü vazifesi gören geçirgen, saydam bir analiz yöntemine dönüşecektir.
İslâm’ın ilk dört yüz yılının siyasal, iktisadî, kültürel ve fikrî açıdan geniş kapsamlı ve dikkatli bir analizden geçirilmesi gerekiyor. Bu özel ihtimamın nedeni İslâm medeniyetine damgasını vurmuş genel özelliklerin, akımların, bu dönemde ortaya çıkmış ve netleşmiş olmasıdır. (s. 9)
Durî’ye göre medeniyet genel olarak insan ve çeşitli saha ve özellikleriyle ortamın ilişkisi neticesinde oluşur. (s. 63) Tabii çevrenin etkisi, özellikle bedevî toplumlarda daha güçlü olarak hissedilir. Bu nedenle Arapların ortamlarının durumunu uygun olarak medeniyet ve kültürlerini meydana getirmeleri tabii idi. İşte bu şekilde ticaret yolları üzerindeki topluluklar ticaretle, ziraî alanlara sahip olan toplumlar ziraatla uğraştılar. Ne ona ne de buna imkân bulamayanlar bedevî oldular. Bu durum zamanla birbirinden farklı hayat tarzları oluşturdu. Bu tarzlar farklı yönlerde ilerledi. Sonunda bozkır kültürü (badiye) ve yerleşik hayat (medenilik) kültürü gibi ayrımlar meydana geldi. “Bu şekilde, Yakındoğu tarihi, bozkırın münbit arazilere taşması ve badiye ile hadıra (yerleşim yeri) arasındaki sürekli mücadele olarak özetlenebilir. Beşeri çoğunluk bozkıra ait olurken, kültürel etki genel olarak, en azından ilk süreçte yerleşikliğin olur.” (s. 69)
Durî, tarihsel yöntem ile ilgili çeşitli tespitlerde bulunduktan sonra, bu yaklaşımları ilk dönem İslâm toplumlarına uygulayarak, tarihsel oluşumu ve toplumsal değişimi, kabile asabiyetiyle hadari asabiyeti arasındaki çatışmada aramaktadır. Nitekim ona göre İslâm öncesi Mekke toplumu medeni bir toplumdu ve Mekke hadari bir yerdi. Çeşitli çelişkilerin ve çatışmaların yaşandığı bir alandı. İslâm gelmeden önce tek ilaha doğru bir evrim vardı. Araplar basit, ilkel putperestlik inançlarından uzaklaştıkça İslâm’a yaklaşıyorlardı.
Aslında yazarın İslâm’ın gelişi yaklaştığı bir dönemde Mekke topluluğunda tek ilaha doğru bir evrimden söz etmesi ve üstelik hanifleri örnek vermesi, geçerli bir tez değildir. Çünkü tek ilaha inanç, Hanif dininin o günkü Mekke toplumunda kalan son izleriydi. Yoksa belirli bir evrimin öncesine tekabül eden bir ön aşama değildi. Ayrıca, Câhiliye dönemi Mekke şehrinin medeni bir yapı olarak tanımlanması da tartışılır. Eğer, Mekke medeni bir toplum idiyse, “Medine” niçin ortaya çıkmıştı?
Durî’ye göre Câhiliye dönemi, tasvir edildiği gibi anarşinin hüküm sürdüğü medeni bir iflas dönemi değil, köklü bir medeniyet dönemiydi. Durî, tarihçilerin, hem Arapların ümmi ve bedevi olduklarını söylediklerini hem de İslâm’ın ilk yıllarında estetik bir şiirin zengin bir edebiyatın varlığından söz etmelerini bir paradoks olarak değerlendirir ve “Araplardan hadis, tarih, tefsir ve fıkıhla uğraşanların çokluğu sizleri dehşete sürükler” der.(s. 74)
İslâm tarihinin temel değişim ve gelişim dinamiğini, kabilevî akım ile İslâmî akım arasındaki çatışmaya bağlayan A. Durî, konuyla ilgili çeşitli örnekler verir. Hz. Peygamber’in vefatıyla kabilevî akım tekrar gün yüzüne çıkmıştı. İlk belirtisini hilafet seçiminde ortaya koydu. Yine Hz. Ebû Bekir’in ridde savaşları mürtedlere karşı değil, kabilevî geleneklerin yeniden dirilmesine karşılık yapılmıştı.
Durî’ye göre ridde, fıkıh kitaplarındaki formülasyonların ve yaygın kanaatlerin aksine genel olarak dinden dönme hareketi olarak adlandırılamaz. “Ridde gerçekten putperest kabilelerin Medine otoritesine girme düşüncesine muhalefetlerinden ve diğer bazılarının Peygamberle yaptıkları antlaşmalarda sembolize edilen Medine hegemonyasını sona erdirmek arzusundan, genel olarak kabile asabiyetinden ve dini tutuculuktan doğdu.” (s. 83) Ridde savaşları Medine hükümetinin ve genel olarak İslâmî akımın zaferiyle sonuçlandı; ama bu demek değildir ki, kabilevî anlayış tükendi ve direncini yitirdi. İslâmî akımın fetihlerde üst üste başarılar kazanması kabilevî akıma geri çekilmek zorunda bırakmış ama tam olarak yok edememişti.
Nihayet fetihlerin durduğu bir merhalede farklı sosyal, ekonomik faktörlerin de tesiriyle yeniden atağa kalktı ve Hz. Osman (r.a.) dönemindeki fitneyi oluşturdu. Durî’ye göre fitne, eski kabilevî mefhumların, geleneklerin ve sosyo-kültürel yapının İslâm’ın yerleştirmeye çalıştığı mefhum, yapı ve hedeflere saldırgan bir aksülamelini temsil ediyordu. İlk nazarda bunun net olarak görülememesi olayların giriftliği ve bu tepkinin kendisini İslâmî motiflerle bezemesi sebebiyledir. Fitne, Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle bitmemiş, aksine devam ederek, Hz. Ali’nin hilafetindeki çatışmalara ve nihayet hilafetin Emevilere intikal etmesine sebep olmuştur.
Durî, İlk Dönem İslâm Tarihi adlı kitabında mevalinin tek bir kitle olmadığını ve farklı hedef ve endişelerle İslâm’a girdiğini belirtir. Bunu Emevî ve Abbasî döneminde mevali kaynaklı hareketlerden verdiği misallerle açıklar. Ona göre Şuubiyye, Arapların baskısından bıkıp isyan eden bir grubun hareketi değil, aksine İslâm’ın yıktığı Sasanî imparatorluğunu diriltmek isteyen aristokrat ve bürokrat sınıfının İslâm otoritesine ve onu temsil eden Araplara bir tepkisiydi. Durî, bazı Gulatlar için de aynı görüşleri taşıyor. (Karmatiler, Hurremiye, Sebeiyye Keysaniye fırkaları gibi) Buna ilave olarak Emevî döneminde mevaliyi hor gören bakış açısının kabilevî anlayışı temsil eden gruplardan kaynaklandığını ve İslâmî akıma mal edilemeyeceğini söylemektedir.
Durî, tarihte kopmalara, kesintilere yer olmadığı kanaatini taşır. Bu nedenle tarihi bir bütün (küll) halinde inceleme taraflısıdır. Tarihin, siyaset, felsefe, ekonomi, coğrafya, sosyal ve kültürel değişik parçalarıyla, bir bütünlük içerisinde, ele alınmasıyla bizleri daha sağlıklı sonuçlara götürebileceğini ileri sürer. Onun içindir ki çoğu çalışması -spesifik olanlar hariç- bunu tatbike yöneliktir. Bunun neticesi olarak da Durî çalışmalarında çok az başlık kullanır. Bunun yerine olayları kendi tabii seyri içinde resmetmeye çalışır. O, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.), veya Raşidûn, Emevîler, Abbasiler gibi ayırımların bizi yanıltacağını söyler. Başlıklar Durî’ye göre okuyucuyu uyarmak, istediği yeri kolayca bulmasını sağlamak içindir.
Durî, tarihçilerin İslâm toplumundaki değişimleri, rüya ve masallara başvurarak açıklamalarını eleştirerek, yine Emevî ve Abbasî dönemiyle ilgili örneklemelerde bulunur. Ona göre bilimsel ve felsefî çalışmaların Abbasiler döneminde başladığını ileri süren tarihçiler yanılgılara düşmüşlerdir. Oysa bu çalışmalar, Emeviler döneminde başlamıştır. Abbasi dönemindeki bilimsel faaliyetleri de Me’mun’un rüyasıyla ya da Mansur’un midesinin rahatsızlığı ile açıklamak tutarlı değildir. Tarihçi Durî’nin, İslâm tarihçilerinin yanılgılarını saptaması ve tarihsel çalışmalarda yöntemi vurgulaması, İslâm tarih araştırmalarında önemli bir arayıştır. Ancak getirdiği örnekler, çoğunlukla belirli hanedanları (Emevîler gibi) ve dönemleri meşrulaştırmak gibi bir tutumu da içinde gizlemektedir.
Durî tarih kitaplarındaki çelişkileri de gözler önüne sermektedir. Tarih kitaplarındaki Harun Reşid ile ilgili yazılanları değerlendiren şu ifadeleri ilginçtir: “Harun Reşid takva sahibi, edepli, haramları mübah sayan bir mübtela; asker, mücahid ve yürüyerek hacca giden bir hacı; vaktini cariyeler ve genç erkekler arasında geçiren bir lüks düşkünü; halkının iyiliği için sabahlayan, durumu anlamak için geceleri tebdili kıyafet dolaşan, aynı zamanda da ihmalkâr, gevşek bir kişidir. Bütün bu tezatlar bir kişide toplanıyor!”
Yazara göre, İslâm politik bir sistem getirmemişti. Bu nedenle Arapların siyasal geleneklerini miras aldı. Her ne kadar şura geleneğini vurguluyor idiyse de, biat, ona göre, Arap siyasal geleneğinin bir parçasıydı. Halbuki politik sistemin biçimsel yönü Arap gelenekleriyle benzerlik taşımakla beraber, içeriği tümüyle ilahıydı ve bu içerikle birlikte biçim de dönüşüme uğramıştı. Durî’ye göre ümmet sosyo-politik bir oluşum olup ümmet genişledikçe ülke de büyür. Peygamber dini otoriteyi kerim şahsında toplamıştı ve dini alanla siyasi alanı birbirine ayırmamıştı. Aksine bunları birbirini gerektiren unsurlar olarak gördü. Ümmetin birliğini koruyan şey dindi.(s. 76)
Yine Durî’ye göre, İslâm’ın yayılması, dinin yayılması anlamına gelmiyordu! Kabilevî akımın ve topraklarının genişlemesiydi. (s. 85) Durî’nin savaşı teşvik eden faktörün ekonomi olduğundan söz etmesi, eleştirilir bir görüştür. Tarihçilikte öznelliğin yanılgılarından kurtulamayarak, aynı olayın değişik rivayetlerinden savaşın imanî bir gaye ile yapıldığı görüşü seçilmeyerek, ekonomik motivi önceleyen rivâyet seçilmiştir. Böylece, İslâm’ın yayılışında ekonominin önemli olduğu, tezini kanıtlamaya çalışıyor.
Yazarın, “İslâm Arapları birleştirme hareketiydi. Ebû Bekir yarımadayı birleştirdi.” (s. 85) değerlendirmesi ve onun, Hz. Ömer’in, Sasanî ve Bizans paralarına Arapça yazılar işlemesi ve asker için Arapça divanlar meydana getirmesini Araplaştırma yönünde atılan önemli bir adım gibi değerlendirmede bulunması, başlangıçtaki vurgulamalara rağmen kendisini öznellikten kurtaramayacaktır. Halbuki Hz. Ömer’in bu çabaları bir Araplaştırma eğilimini taşımıyordu. O, kurulmakta olan toplum için bütün halklar arasında ortak bir iletişim kanalı kurmak istiyordu.
Tarihçi Durî’nin, İslâm tarihçilerinin yanılgılarını saptaması ve tarihsel çalışmalarda yöntemi vurgulaması, İslâm tarih araştırmalarında önemli bir arayıştır. Durî’nin, ilk dönem İslâm tarihine dair yazdığı bu eser, hem tarih alanında uzmanlaşanlara hem de tarihe merak saran okuyuculara geniş ufuklar açan önemli bir kitaptır. İslâm tarihini farklı okumak isteyenlere ışık tutacaktır.


[1] İlk Dönem İslâm Tarihi -Bir Önsöz-, Abdulaziz Durî, çev. Hayrettin Yücesoy, Endülüs Yayınları, İstanbul 1991, 160 s.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar