Prof. Dr. Âdem APAK
GİRİŞ
Hz. Peygamber’den (sav) sonra İslâm devletinin kurumsallaşması Hz. Ömer
zamanında gerçekleşmiştir. Bu sebeple erken dönem İslâm tarihinde, devletin
oluşum sürecini ortaya koyma noktasında Hz. Peygamber (sav) döneminden sonra
üzerinde durulması gereken en önemli tarihî süreç, şüphesiz (H.13-23/M.634-644)
yıllarını içine alan Hz. Ömer’in halîfeliği zamanıdır.
Hz. Ömer’in halîfeliği döneminde
özellikle Sâsânî ve Bizans İmparatorlukları’na
karşı elde edilen askerî başarılar neticesinde Irak, İran, Cezîre, Suriye, Filistin ve Mısır toprakları Müslümanların
idaresine geçmişti. Bu fetihler sonucunda İslâm Devleti hâkimiyeti altına giren
muhtelif milletlerin dinî, siyasî, iktisadî statülerinin tespit edilmesi
zarureti ortaya çıktı. Ayrıca Arap Yarımadası sınırlarını aşarak muhtelif
ülkelere sefere çıkan, ardından buralara yerleşen Müslümanların siyasî,
iktisadî ve medenî hayatlarının yeni şartlara göre tanzimi gerekiyordu.
Devletin, gerek Müslümanlarla, gerek gayr-ı müslimlerle alâkalı olmak üzere
ortaya çıkan farklı problem ve ihtiyaçlarını gören Hz. Ömer, bunların halledilmesi yolunda çeşitli düzenlemelere
teşebbüs etmesinin neticesi olarak bir çok yeni müessesenin kuruluşunu
gerçekleştirdi. Halife, başlattığı kurumlaşma faaliyetlerinde fethedilen
ülkelerdeki Sâsânî ve Bizans İmparatorlukları’nın
iktisadî ve idarî tecrübelerinden de geniş bir şekilde istifade etmiş; hazır
bulduğu bazı müesseseleri de gerekli değişiklikleri yapmak suretiyle ıslah
etmiştir.[1]
Onun halifeliği döneminde öne çıkan ve devletleşme anlamına gelebilecek en
önemli adımların başında adalet teşkilatı, divan teşkilatı ve maliye
teşkilatıyla birlikte, yeni İslâm şehirlerinin kuruluşu gösterilebilir.
ADALET TEŞKİLATI
Allah Rasûlü (sav) Hicretten
sonra Medine’de siyasî birliğin oluşturulması sürecinde bir çok davayı
bizzat karara bağlayarak adaletin tesisinde öncülük ve örneklik etmiş,
yargılamaya ilişkin ilkeler belirledikten sonra, zaman zaman sahâbeden
bazılarını kadı olarak görevlendirmiştir. Medine sözleşmesinde de şehirde
yaşayanların aralarındaki problemleri nihâî olarak Allah Rasûlü’ne (sav) götürecekleri hususu karara bağlanmıştır.[2]
Hulefâ-i Râşidîn döneminde adalet
hizmeti devletin temel görevlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Halîfeler
başşehirde yargı görevini bizzat kendileri îfâ etmişlerdir. Hz. Ömer gerek Hz. Peygamber (sav) gerekse selefi
Hz. Ebû Bekir’i örnek almak suretiyle çarşı-pazarları dolaşması
esnasında kendisine intikal eden hukukî ihtilâfları ve şahsî husumetleri anında
çözüme kavuşturmuştur.[3]
Halîfe, zaman zaman görevlendirdiği şahıslar marifetiyle de bu vazifeyi
yürütmüş, eyaletlerde ise sorumluluk genelde valilere tevdi edilmiştir. Bununla
birlikte hususî olarak görevlendirilen kadıların tayiniyle birlikte yargı yürütmeden
bağımsız hale getirilmiştir. Buradan yola çıkarak valilikten müstakil hale
gelen ilk kurumun kadılık teşkilatı olduğu ileri sürülebilir.[4]
Nitekim halîfe, bu göreve Medine’de Ebu’d-Derdâ’yı, Kûfe’de Ebû Kurre[5]
ile Kâdı Şüreyh’i[6]
getirmiştir. Mısır kadılığına Kays b.
Ebu’l-Âs’ı, sonra da onun oğlu Osman b. Kays’ı, Basra kadılığına Ebû
Meryem el-Hanefî’yi, ardından da Ka‘b b. Sevr el-Lakîtî’yi[7]
tayin etmiştir.
Hz. Ömer, eyalet kadılarının dışında savaş esnasında orduda bulunan
askerler arasında çıkması muhtemel hukukî ihtilâflara bakmak üzere askerî
kadılar istihdam etmiş, Irak cephesine gönderilen Kâdisiye ordusunda bu görevi
Abdurrahman b. Rebîa el-Bâhilî üstlenmiştir.[8]
Onun Basra kadısı Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye gönderdiği hukuk tâlimatnâmesi ise ilk kadıların
uygulamaları ve yargı usulü açısından zengin bir belge niteliğindedir:
“Şunu bil ki,
sana bir dava getirildiği zaman tatbiki mümkün olmayan delillerin faydası
olmaz. İnsanlara karşı şahsî münasebetlerinde ve adaletinde eşit muamele yap
ki, kuvvetli senin nüfuzundan korksun, zayıf da adaletine sığınsın. Delil
göstermek davacıya aittir. İnkâr edene yemin etmek düşer. Bununla beraber,
Müslümanlar arasında barış yapmak da caizdir. Ancak helâli haram, haramı da
helâl kılan sulh kötüdür. Bir davada hüküm verdikten sonra bu hükmün
yanlışlığına kanaat getirdiğinde doğruya dönmekte tereddüt etme. Çünkü asıl
olan doğruya ulaşmaktır ve bu esas, yanlışta devam etmekten daha hayırlıdır.
Kur’ân ve Sünnet’te açık bir hüküm bulamadığın hallerde hüküm vermekte zorluk
çekersen, önce buna benzer davalar ve örnekler ara ve önündeki dava ile
aralarındaki ortak yanları tespit et. Ondan sonra Kur’ân ve hakka en yakın
olduğunu umduğun fikre itimat et ve bu hususta özellikle dikkatli ol. Hak iddia
edenlere bunu ispatlayabilmeleri için delil getirebilecekleri bir mühlet tanı.
Bu süre zarfında delil getirebilirse lehte, aksi halde aleyhte hüküm vermen
gerçeğe daha yakın ve şüpheden daha uzak olur. Müslümanlar, hukukî meselelerde
birbirlerine lehte ve aleyhte şahitlik edip adaletin tecelli etmesine yardımcı
olmalıdırlar. Ancak sabıkalı olanlar, yalancı şahitliği veya iftirası sabit
olanlar ve soyu bilinmeyenler, bu iş için makbul kişiler sayılmaz. Çünkü Allah,
insanların vicdanlarında olanları bilir, şahitlik ve yemin gibi tamamen vicdanî
faktörlerle adaletin tecellisini sağlar. Davalara bakarken telâşa,
çığırtkanlığa ve tarafların haysiyetini kırıcı davranışlara asla müsaade etme.
Çünkü adaletin yerini bulması için sükûnet ve ciddiyet şarttır. Hakkın tecelli
etmesi ise ilahî adaletin itibar kazanmasına sebep olur. Bir müslümanın niyeti
iyi ise Allah, onun insanlarla olan münasebetlerini ıslah eder. Ama içi başka
dışı başka olursa, Allah ona musibet verir. Bu durumda hâkimin görevi Allah’ın
rızık ve rahmet hazinelerinin kulları arasında adaletle dağıtılmasını
sağlamaktır.”[9]
Hz. Ömer’in halîfeliği döneminde adalet sisteminin en önemli
unsurlarından biri olan hapishaneler de kurumsal hale getirilmiştir. Hz.
Peygamber (sav) ve Hz. Ebû Bekir dönemlerinde bu
amaçla geçici mekânlar kullanılırken Hz. Ömer, Safvân b. Ümeyye’nin evini kamu adına satın almak suretiyle burayı
hapishaneye dönüştürmüştür.[10]
Medine’deki merkez hapishanenin ardından vilayetler ve büyük
yerleşim birimlerinde de hapishaneler kurulmuştur. İlk önceleri infazı beklenen
hükümlülerin konulduğu hapishaneler, daha sonraları borçlarını ödemeyenlerin
tutuklanmasında da kullanılmıştır.[11]
DİVAN TEŞKİLATI
Divan, devlet idaresindeki çeşitli
idarî, malî ve askerî hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılan defterlere,
ayrıca bu defter ve memurların bulunduğu resmî daireye verilen isimdir.[12]
İslâm dünyasında divan teşkilatına ilk defa ihtiyaç duyan Hz. Ömer, fetihler sonucunda elde edilen cizye, harac ve
ticarî vergilerden elde edilen gelirleri sistemli bir şekilde Müslümanlara
dağıtabilmek amacıyla bu müesseseyi kurmuş ve hazineden maaş alacakları kabile
esasına göre burada tutulan defterlere kaydettirmiştir.[13]
Hz. Ömer’in bu teşkilatı tanzim
etmesinin sebebi kaynaklarda farklı şekillerde aktarılır. Bunlar arasında Ebû
Hureyre rivayeti yaygındır.
Buna göre Ebû Hureyre Bahreyn’den beş yüz bin dirhem parayı getirdiğinde Hz. Ömer, malların nasıl dağıtması gerektiği konusunda
danışmanlarıyla istişare yapmış, orada bulunanlardan bir kısmı kendisine divan
kurmasını ve gelen malları divan kayıtlarına göre dağıtmasını tavsiye etmişler,
halîfe de teklifleri uygun bularak divan defterlerinin tanzimine karar
vermiştir.[14]
İbn Sa‘d’ın rivayetine göre ise Hz. Ömer, Beytülmâle gelen malları nasıl dağıtılması gerektiği konusunda ashâb
ile görüşmesi esnasında Hz. Ali bunların tamamını
hemen taksim etmesini söylemiş, ancak Hz. Osman “insanlara
yetecek kadar mal görüyorum. Ancak alanla almayan bilinecek şekilde tespit
yapılmazsa, bu işin karışacağından korkarım” sözleriyle teklife itiraz
etmiştir. Bunun üzerine toplantıda bulunan Velîd b. Hişam, kendisinin Şam’da bulunduğu esnasında bölgenin Rum idarecilerinin divan
tedvin ettiklerini ve ordularına bu suretle maaş verdiklerini söylemiş, öneriyi
benimseyen halîfe divan kurmaya karar vermiştir.[15]
Divan teşkilatı kurulmadan
önce de Müslümanlar arasında fey taksimi yapılıyordu. Hz. Peygamber (sav) zamanında fey
gelirlerinin miktarı çok azdı ve Medine’deki Müslümanlara dağıtılıyordu. Hz.
Ebû Bekr zamanında da aynı
uygulama devam etmiş, başkente gelen mallar bekletilmeksizin hak sahiplerine
dağıtılmıştır.[16] Halîfe
dağıtımda herhangi bir derecelendirmeye gitmeksizin herkese eşit miktarda mal
vermiştir. Kendisine insanlar arasında eşit taksim yerine, iyi geçmişi ve
Müslümanlıkta önceliklere göre mal dağıtması tavsiyelerine de şöyle cevap
vermiştir: “söylediğiniz iyi bir geçmiş, fazilet ve İslâm'daki kıdem
meselesini hepinizden iyi ben bilirim. Bütün bunlar, sevabı Allah’a ait olan
hasletlerdir. Dağıttığım şey ise geçim vasıtasıdır. Bunda eşitlik, tercih ve
takdimden daha iyidir”.[17]
Hz. Ömer halîfeliği döneminde
divan sisteminde gelirlerin hak sahiplerine yılda bir defa dağıtılması, maaş
miktarlarının sabit bir şekilde belirlenmesi ve hazineden para almaya hak
kazananların divan defterlerine kaydedilmesi gibi yenilikler getirmiştir.[18]
Onun gerçekleştirdiği yeniliklerden biri de divanda maaş derecelendirmesi
yapılmasıdır. Halîfe bu uygulama değişikliğini şu şekilde gerekçelendirir:
“Ebû Bekr’in bu
mallar hakkında bir görüşü vardı, benim de başka bir görüşüm var. Ben,
Rasûlallah’a karşı savaşanlarla, onun safında savaşanları bir tutmayacağım...”[19]
“Bizler hepimiz, Allah’ın Kitabında ve Rasûlullah’ın Sünnetinde beyan edilen
ölçülere tabiyiz. Herkes, İslâm’daki özel durumuna, Hz. Peygamber’e yakınlığına
göre ecir ve sevap alır, İslâmiyet’e yaptığı hizmete, katlandığı sıkıntılara,
erken Müslüman olmasına, zenginlik ve ihtiyaç durumuna göre hak sahibi olur.”[20]
Hz. Ömer divan defterlerinin hazırlanmasında o günkü
Arap cemiyetinde varlığını canlı bir şekilde sürdüren kabile sistemini temel
almış ve divandan maaş alacakları bu esasa göre tertip etmiştir. Halîfe bunu
gerçekleştirmek amacıyla Hicretin 20. yılında (M.641) nesep konusunda uzman
olan Akîl b. Ebû Tâlib, Mahrame b. Nevfel ve Cübeyr b. Mut‘im gözetiminde neseplere ait cetveller
hazırlatarak insanları divana kaydetmiştir. Sistemde maaş mertebesinin en üst
kısmına Hz. Peygamber’in (sav) akrabası olan Benî
Hâşim yerleştirilmiş, daha sonra soyca onlara yakın
kabilelere geçilmiştir. Rasûlüllah’ın
(sav) kabilesine eşit uzaklıktaki kabile mensupları ise ihtida önceliğine göre
sıralanmıştır. Hz. Ömer, defterleri hazırlayan kâtiplere Benî Hâşim’den Bedir Gazvesi’ne iştirak edenler esas alınarak sıralamaya başlamalarını,
daha sonra da, yine Bedir’e iştirak edenler önce yazılmak suretiyle Hz.
Peygamber’in (sav) kabilesine yakınlıklarına göre diğer Kureyş ailelerini
kaydetmelerini istemiştir.[21]
Hz. Ömer, divan sisteminde hak sahiplerine durumlarına göre dağıtımda farklı
maaş takdir etmiş olmakla birlikte, hayatının son döneminde bunu kaldırmayı
düşündüğünü, en alt düzeyde maaş alan ile en üst düzeyde maaş alanı
eşitleyeceğini belirtmiş, fakat ömrü buna imkân vermemiştir.[22]
MALİYE TEŞKİLATI (BEYTÜLMÂL)
Kelime olarak “mal evi” anlamına
gelen Beytülmâl bir terim olarak
devlet mallarının muhafaza edildiği fizikî mekânın yanında, kamuya mahsup
taşınır taşınmaz malların bütününü ve bunların idaresiyle ilgili hukukî kurumu
da ifade etmektedir. Daha geniş manasıyla devlete ait her türlü mal varlığının
ve gelirlerin toplandığı, harcamaların yapıldığı bağımsız bir kurum demektir.[23]
Beytülmâl teşkilatının
kuruluşu Hz. Ömer’e nispet edilmekle birlikte, esasında bu kurumun ilk
adımlarının Hz. Peygamber (sav) tarafından
atıldığı görülür. Allah Rasûlü (sav) ganimet, cizye
ve harac cinsinden devlet gelirlerini bir araya topladıktan sonra
bekletmeksizin gerekli yerlere sarf etmiştir. Bununla birlikte gerek
duyulduğunda Beytülmâl’e ait nakit paranın Hz. Peygamber’in (sav) evinde muhafaza
edildiği ve bunun kısa bir sürede elden çıkarıldığı bilinmektedir.[24]
Bu dönemde ziraî ürün türünden olan devlet gelirlerinin mescidin üst katındaki
bir odada bekletildiği ve gerekli yerlere bu işten sorumlu olan Hz. Ömer tarafından sarf
edildiği de zikredilir.[25]
Beytülmâl’in bu yapısı ve işleyişi Hz. Ebû Bekir’in kısa süren halîfeliği zamanında değişikliğe uğramadan
devam etmiştir. Halîfenin Sünh mevkiindeki evinin
yanında bir Beytülmâl bulunuyordu. Buraya
gelen mallar derhal gerekli yerlere sarf edilirdi.[26]
Dolayısıyla hazinede pek bir şey kalmazdı. Halîfe Sünh’ten Medine’ye taşındığında Beytülmâl’i de yanında getirdi. Hz. Ebû
Bekir, hazineden yaptığı yardımlarda herkese eşit muamelede
bulunmuş; hür köle, erkek-kadın, büyük-küçük ayırımı yapmadan eşit bir şekilde
mal taksimi yapmıştır.[27]
Nitekim Bahreyn valisi olan A‘lâ b.
el-Hadramî topladığı malları
Medine’ye getirdiği zaman, halîfe ilk önce Hz. Peygamber’in (sav) kendisine mal vermeyi vaat ettiği kimseler olup
olmadığını sormuş, Câbir b. Abdullah, Rasûl-i Ekrem’in (sav) Bahreyn’den gelecek mallardan kendisine bir avuç
dolusu vaat ettiğini bildirmiş, bunun üzerine Hz. Ebû Bekir ona hakkını
verdikten sonra malın geriye kalanını herkese eşit bir şekilde bölüştürmüştür.[28]
Hz. Ömer döneminde Beytülmâl’in
kurumlaşmasına ve İslâm devletinin malî yapısını oluşturacak şekilde
teşkilâtlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Zira gerek savaş ganimetlerinin, gerekse
anlaşmalardan dolayı başkente gelen malların miktarı çok artmıştır. Halîfe bu
kurumda Abdullah b. Erkam ve Muaykıb b. Ebû
Fâtıma’yı görevlendirmiş, Abdurrahman b. Ubeydullah’ı da bunların yardımcılığına getirmişti. İran fetihleri sonucunda
gelen ganimetler Mescid’in üst kısmında toplanmış, onların muhafaza edilmesi
için Abdurrahman b. Avf ile Abdullah b.
Erkam görevlendirmiştir.[29]
Hz. Ömer, başkentteki Beytülmâl’in yanı sıra eyaletlerde de merkeze bağlı Beytülmâl
şubeleri de kurmuştur. Kaynaklarda halîfenin eyaletlere tayin ettiği valilerden
ayrı olarak, devlet gelirlerini tahsil etmek ve ihtiyaç fazlasını merkez Beytülmâl’ine
göndermek üzere görevliler tayin ettiği haber verilir. Başlangıç döneminde bu
görevi valiler yürütmüşlerdir. Meselâ Amr b. el-Âs Mısır’da valilik yanında Beytülmâl amilliği görevini de deruhte
etmiştir. Bazen kadılara Beytülmâl amilliği görevi de yüklenmiştir. Meselâ,
Abdullah b. Mes‘ûd Kûfe’de kadılığın yanında Beytülmâl sorumluluğunu da
yürütmüştür.[30] Netice
olarak ifade etmek gerekirse Beytülmâl, kurum olma özelliğini Hz. Ömer zamanında kazanmış,
bu sebeple araştırmacıların büyük bir kısmı bu müessesenin gerçek kurucusu
olarak onu kabul etmişlerdir.[31]
YENİ MEDENİYET MERKEZLERİNİN KURULMASI
Müslümanlar, İslâm fetihlerinin yayılmasıyla birlikte ele
geçirilen toprakların muhafaza edilmesi ve daha uzak bölgelere yeni sefer
düzenlenebilmesi için ordugâhlara ihtiyaç duydular. Zira çok uzun mesafeli
askerî hareketlerin Medine’den yola çıkarılan ordular tarafından
gerçekleştirilmesi mümkün değildi. Bu sebeple Hz. Ömer döneminde Basra, Kûfe ve Fustat gibi ordugâh
şehirler kurulmuştur ki, bunlar, aynı zamanda hem İslâm medeniyetinin ilk şehir
örneklerini teşkil etmiş, hem de Müslüman topluma devletleşme sürecinde önemli
bir katkı sağlamıştır. Çünkü devletler, ancak kendi şehirlerini kurmak
suretiyle tam bağımsızlık niteliğini kazanabilirler.
Basra
Basra, Bağdat’ın 420 km. güney doğusunda, Dicle ve Fırat nehirlerinin birleştiği noktanın 50 km. güney
batısında yer alan kadîm bir yerleşim mekânıdır. Burası Keldânîler zamanında Teredon, Sâsânîler devrinde Vehiştabat Erdeşir diye bilinen, Araplar’ın ise Hüreybe dedikleri bölgedir.[32]
Hz. Ömer, Hicretin 14. (635) yılında eski
bir Irak şehri Hüreybe’de karargâh kurmuş olan Utbe b.
Gazvan’a Müslümanlar için kışı
geçirebilecekleri, savaşlardan döndüklerinde toplanacakları, aynı zamanda Arap
askerlerinin yaşaması için uygun bir yerleşim mekânı bulması emrini verdi.
Bunun üzerine günümüzdeki Basra’nın yerini tespit eden Utbe,
yanındaki askerleri buraya yerleştirmek suretiyle şehir inşasının ilk adımını
atmış oldu..[33]
Utbe b. Gazvan tarafından temelleri atılan Basra şehri önce
Irak, akabinde de İran fetihlerinde önemli bir harekât merkezi olarak
kullanıldı. İki yıl sonra bölgenin fethi tamamlandığında ordugâh olarak
seçilmiş bulunan saha sivil yerleşime de açıldı. Askerî üs olarak
kullanılmasına ilave olarak, özellikle İran körfezi ile İran ve Irak yollarını kontrol etmek, aynı zamanda
bedevîlerin bölgeye iskânını kolaylaştırmak amacıyla inşa edilen şehre Utbe b.
Gazvan’ın emrinde savaşan Sakîf, Süleym, Adî, Belî, Mazin ve Yeşkür gibi muhtelif Arap kabilelerine mensup
askerler yerleştiler. Utbe, şehrin yerini tespitten
sonra her kabile için ayrı mahalleler belirlemiş, onlar da gösterilen bu
yerlere evlerini yapmışlardır. Daha sonra şehir sistemli göçlere sahne
olmuş, sonuçta Temîm, Dabbe, Ribâb, Abdülkays, Bekr b. Vâil, Ezd, Kureyş, Kinâne, Kays-ı Aylân ve Medineli Ensâr burayı kendilerine yurt edinmişlerdir.[34]
Kûfe
Kûfe Güney
Irak’ta bir şehir olup Bâbil harabelerinin güney kısmında ve Fırat ırmağının batı kolu üzerinde kurulmuştur.[35]
Kâdisiye zaferinden
sonra Müslümanlar elde ettikleri topraklardaki halkı rahatlıkla idare edebilmek
ve kontrol altında tutabilmek için müstahkem karargâhlara ihtiyaç duymuşlardı.
Çünkü, bu bölgeler ile hilâfet merkezi Medine arasında coğrafî engeller bulunuyordu. Hz.
Ömer’in Irak’ta yeni askerî şehirlerin inşası
talimatını vermesi üzerine Kûfe, Irak-İran orduları
başkomutanı Sa‘d b. Ebû Vakkâs tarafından hicretin 17. yılında (M.638)
kuruldu.[36] Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Kûfe’nin plânlanmasından sonra kur’a ile şehrin doğu
kısmına Yemenlileri, batısına ise Nizarlıları yerleştirdi.[37]
Kabile esasına dayalı yaşamaya alışmış olan Arapları bu dönemde başka bir şekilde
iskân etme imkanı bulunmuyordu. Çünkü Araplarda hâlâ kabile toplumundan
millet toplumuna geçiş gerçekleştirilememişti. Ayrıca bu şehirler başlangıçta
yeni fetihler için ordugâh olarak düşünüldüğü için, yerleşimin kabilelere göre
ayarlanması pratik faydalar da sağlıyordu. Zira Araplar homojen ve düzenli askerî birlikler yerine,
kabile orduları şeklinde teşkilatlanıyor ve savaşıyorlardı.
Fustat
Amr
b. el-Âs, İskenderiye fethini tamamladıktan sonra, halîfeye burayı
başkent yapma teklifi sundu. Çünkü şehrin Müslümanlar’ın eline geçmesiyle Bizanslılardan pek çoğu şehri terk etmişler, evlerini
bırakarak kaçmışlardı. Fakat Hz. Ömer, Arap toprakları ile
aralarında Nil nehri
olacağı gerekçesiyle valisinin talebini kabul etmeyip yeni merkezin Medine ile kara bağlantısı olan başka bir yere inşa
edilmesini istedi. Bunun üzerine Amr b. el-Âs, Mısır’ın orta bölgesinde ve Nil’in doğusunda bir şehir
inşasına karar verdi. Burası hem muhtemel düşman hücumundan korunmak, hem de
ülkenin diğer şehirlerine asker sevk edebilmek için uygun bir mekândı. Günümüze
kadar Mısır’a başkentlik eden Asker, Katâî ve Kahire gibi şehirlerin de aynı yerde kurulmuş olması,
Amr b. el-Âs’ın yer tercihindeki isabetini
gösterir. Şehir kuzeyde Bâbilon kalesi, doğuda Mukattam dağı, batıda ise Nil ile sınırlanıyordu. Müslümanlar buraya ilk
geldikleri zaman çadır kurdukları için şehrin adı da Arapça çadır anlamında
Fustat olarak
tarihe geçmiştir.[38]
SONUÇ
İslâm dininin bir devlet talebinin
olup olmadığı hususunun başlangıçtan beri İslâm alimlerinin kadim
tartışmalarından biri olması bir tarafa, tarihi tecrübe Müslümanların
kurumlaşmış bir devlete ihtiyaç duyduklarını açıkça ortaya koyar. Nitekim
tebliğin başlangıç sürecinde Hz. Peygamber’in ve ilk Müslümanların (sav)
risaletin Mekke döneminde karşı karşıya kaldıkları şartlar, onların devletsiz
bir şekilde varlıklarını koruyamayacaklarını, hatta Müslümanlıklarını sürdüremeyeceklerini
göstermiştir. Taif seferinin ardından gerçekleştirilen Akabe Biatları
Müslümanlar için devletleşme niyetinin ilk adımlarını teşkil etmiş bu niyet
Medine’ye hicret ile hedefine ulaşmıştır.
Medine‘ye hicretle birlikte İslâmî
davet Mekke‘de kazandığı dinî boyutun yanına siyasî boyutu
da ilave etmiştir. Yeni durumda İslâm mağdurların, mazlumların, muhalif kabul
edilenlerin değil, hâkim olanların ve yönetenlerin dini olacak, tebliğ
faaliyeti artık devlet destekli olarak sürdürülecektir. Hicretin ardından Allah
Rasûlü’nün (sav) peygamberlik görevinin yanı sıra siyasî niteliği de ortaya
çıkacak ve o Medine şehir devletinin başkanı olacaktır.
Hz. Peygamber (sav) Medine’de kurduğu devletin temel
esaslarını uygulamalarıyla ortaya koydu. Ancak devletin kurumsallaşması, daha
sonraki dönemde zaruretler ve ihtiyaçlar muvacehesinde gerçekleşti. Allah
Rasûlü’nün (sav) vefatının ardından iki yıllık sürede Müslümanların yönetimini
üstlenen ilk Halife Hz. Ebû Bekir’in dönemi ridde hadiselerini etkisiz hale
getirme, ardından da İslâm fetihleriyle geçtiği için, onun idaresi sürecinde
gözle görülebilir bir kurumlaşma faaliyetine tesadüf edilmez. Ancak Hz.
Peygamber’den (sav) devralınan yönetim anlayışının ruhu ve uygulamaları bu
dönemde de aynen devam ettirilmiştir. Hz. Peygamber’den (sav) sonra İslâm devletinin kurumsallaşmasında asıl adımlar
ise İkinci Râşid halife Hz. Ömer döneminde gerçekleşmiştir. Onun zamanında devletleşme
adına en önemli faaliyetler ise, adalet teşkilatının valilikler emrinden alınıp
bağımsız hale getirilmesi, devlet kayıtlarının tutulduğu ve maaş sisteminin
esasını teşkil eden divan sisteminin hayata geçirilmesi ve maliyenin kontrol
altına alınabilmesi adına Beytülmâl’in kurulmasıdır. Hz. Ömer döneminde Kûfe,
Basra ve Fustat gibi başlangıçta karargâh olarak faaliyet gösteren daha sonra
da sivil yerleşime açılan şehirlerin kurulması da devletleşmenin en önemli
tezahürleri arasında kabul edilebilir. Şüphesiz Müslümanlar için ilk şehir, Hz.
Peygamber’in (sav) Medinesi’dir. Ancak burası Müslümanlar tarafından inşa
edilen bir merkez değil, Müslümanların hazır buldukları, yerleştikleri zamanla
kendilerine malettikleri bir şehirdir. Dolayısıyla baştan sona Müslümanların
kurduğu ve her adımına mührünü vurdukları şehirleri görmek için Hz. Ömer
döneminde gerçekleşen başta Kûfe, Basra ve Fustat gibi yeni şehirlerin
kuruluşunu beklemek gerekir. Bütün bunlardan yola çıkarak İslam tarihinde
Hulefâ-i Raşidîn dönemi olarak isimlendirilen ve yaklaşık 40 yıl devam eden
süreçte Müslümanların devlet tecrübesinde en önemli aşamanın Hz. Ömer döneminde
kaydedildiğini ileri sürmek mümkündür.
[1] Hz. Ömer’in devlet idaresine getirdiği
yenilikler için bk. Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Devri Divan Teşkilatı, Doğuştan
Günümüze Büyük İslâm Tarihi, I-XIV, İstanbul 1992, II, 107-108.
[2] İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye,
(thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.,II,
150.
[3] Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed
Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), IV, 213.
[4] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts.
(Dâru Sâdır), III, 282.
[7] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, (thk. Züheyl Zekkâr), Beyrut 1993, s.111.
[9] Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye,
Beyrut 1985, s. 425-437. Bu konuda geniş bilgi için ayrıca bk. Muhammed
Hamidullah, “Hz. Ömer Devrinde Adli Teşkilat-Ebû Mûsa el-Eş‘arî’ye Gönderilen
Kazai Talimatnameler”, (çev. Fahrettin Atar), İlim ve Sanat, Ankara
1989, sy. 23, s.45-53; Arı, Abdüsselam, “Hz. Ömer’in Ebû Mûsâ el-Eşa‘rî’ye
Gönderdiği Mektubun Yargılama Hukuku Açısından Analizi”, İslâm Hukuk
Araştırmaları Dergisi, Konya 2003, sy. 2, s. 85-99; Atar, Fahrettin,
“Kaza”, DİA, XXV, 113-115.
[11] Bardakoğlu, Ali, “Hapis”, DİA, XVI,
54-55. Hz. Ömer dönemi kadılık teşkilatı hakkında geniş bilgi için bk. Nasr b.
Akil, Kadâ fi Ahdi Ömer el-Hattâb, I-II, Riyad 1994.
[14] Ebu Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc,
(thk. Kusay Muhibbuddîn el-Hatîb), Kahire 1396, I, 323-325.
[31] Zeydan, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, I-V, (çev.Zeki Meğamiz), İstanbul 1970, I,
154. Beytülmâl’in kuruluşu ve işleyişi hakkında geniş bilgi için bk. Erkal,
Mehmet, “Beytülmâl”, DİA, VI, 90-94.
[32] Hartman R,
“Basra”,İA, II, 320.
[35] Zettersteen,
K.V, “Kûfe” İA, , VI, 964.
[36] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, (thk. Abdullah Enis et-Tübbâ-Ömer
Enis et-Tübbâ), Beyrut 1987, s.387.
[38] İbn
Abdilhakem, Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ,
(thk. Charles Torrey), Kahire 1991, s. 91.
0 yorum:
Yorum Gönder