18 Ocak 2017 Çarşamba

Hz. Ömer'in Devletleşme Adımları


Prof. Dr. Âdem APAK

GİRİŞ

Hz. Peygamber’den (sav) sonra İslâm devletinin kurumsallaşması Hz. Ömer zamanında gerçekleşmiştir. Bu sebeple erken dönem İslâm tarihinde, devletin oluşum sürecini ortaya koyma noktasında Hz. Peygamber (sav) döneminden sonra üzerinde durulması gereken en önemli tarihî süreç, şüphesiz (H.13-23/M.634-644) yıllarını içine alan Hz. Ömer’in halîfeliği zamanıdır.


Hz. Ömer’in halîfeliği döneminde özellikle Sâsânî ve Bizans İmparatorlukları’na karşı elde edilen askerî başarılar neticesinde Irak, İran, Cezîre, Suriye, Filistin ve Mısır toprakları Müslümanların idaresine geçmişti. Bu fetihler sonucunda İslâm Devleti hâkimiyeti altına giren muhtelif milletlerin dinî, siyasî, iktisadî statülerinin tespit edilmesi zarureti ortaya çıktı. Ayrıca Arap Yarımadası sınırlarını aşarak muhtelif ülkelere sefere çıkan, ardından buralara yerleşen Müslümanların siyasî, iktisadî ve medenî hayatlarının yeni şartlara göre tanzimi gerekiyordu. Devletin, gerek Müslümanlarla, gerek gayr-ı müslimlerle alâkalı olmak üzere ortaya çıkan farklı problem ve ihtiyaçlarını gören Hz. Ömer, bunların halledilmesi yolunda çeşitli düzenlemelere teşebbüs etmesinin neticesi olarak bir çok yeni müessesenin kuruluşunu gerçekleştirdi. Halife, başlattığı kurumlaşma faaliyetlerinde fethedilen ülkelerdeki Sâsânî ve Bizans İmparatorlukları’nın iktisadî ve idarî tecrübelerinden de geniş bir şekilde istifade etmiş; hazır bulduğu bazı müesseseleri de gerekli değişiklikleri yapmak suretiyle ıslah etmiştir.[1] Onun halifeliği döneminde öne çıkan ve devletleşme anlamına gelebilecek en önemli adımların başında adalet teşkilatı, divan teşkilatı ve maliye teşkilatıyla birlikte, yeni İslâm şehirlerinin kuruluşu gösterilebilir.

ADALET TEŞKİLATI


Allah Rasûlü (sav) Hicretten sonra Medine’de siyasî birliğin oluşturulması sürecinde bir çok davayı bizzat karara bağlayarak adaletin tesisinde öncülük ve örneklik etmiş, yargılamaya ilişkin ilkeler belirledikten sonra, zaman zaman sahâbeden bazılarını kadı olarak görevlendirmiştir. Medine sözleşmesinde de şehirde yaşayanların aralarındaki problemleri nihâî olarak Allah Rasûlü’ne (sav) götürecekleri hususu karara bağlanmıştır.[2]

Hulefâ-i Râşidîn döneminde adalet hizmeti devletin temel görevlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Halîfeler başşehirde yargı görevini bizzat kendileri îfâ etmişlerdir. Hz. Ömer gerek Hz. Peygamber (sav) gerekse selefi Hz. Ebû Bekir’i örnek almak suretiyle çarşı-pazarları dolaşması esnasında kendisine intikal eden hukukî ihtilâfları ve şahsî husumetleri anında çözüme kavuşturmuştur.[3] Halîfe, zaman zaman görevlendirdiği şahıslar marifetiyle de bu vazifeyi yürütmüş, eyaletlerde ise sorumluluk genelde valilere tevdi edilmiştir. Bununla birlikte hususî olarak görevlendirilen kadıların tayiniyle birlikte yargı yürütmeden bağımsız hale getirilmiştir. Buradan yola çıkarak valilikten müstakil hale gelen ilk kurumun kadılık teşkilatı olduğu ileri sürülebilir.[4] Nitekim halîfe, bu göreve Medine’de Ebu’d-Derdâ’yı, Kûfe’de Ebû Kurre[5] ile Kâdı Şüreyh’i[6] getirmiştir. Mısır kadılığına Kays b. Ebu’l-Âs’ı, sonra da onun oğlu Osman b. Kays’ı, Basra kadılığına Ebû Meryem el-Hanefî’yi, ardından da Ka‘b b. Sevr el-Lakîtî’yi[7] tayin etmiştir.
Hz. Ömer, eyalet kadılarının dışında savaş esnasında orduda bulunan askerler arasında çıkması muhtemel hukukî ihtilâflara bakmak üzere askerî kadılar istihdam etmiş, Irak cephesine gönderilen Kâdisiye ordusunda bu görevi Abdurrahman b. Rebîa el-Bâhilî üstlenmiştir.[8] Onun Basra kadısı Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye gönderdiği hukuk tâlimatnâmesi ise ilk kadıların uygulamaları ve yargı usulü açısından zengin bir belge niteliğindedir:
“Şunu bil ki, sana bir dava getirildiği zaman tatbiki mümkün olmayan delillerin faydası olmaz. İnsanlara karşı şahsî münasebetlerinde ve adaletinde eşit muamele yap ki, kuvvetli senin nüfuzundan korksun, zayıf da adaletine sığınsın. Delil göstermek davacıya aittir. İnkâr edene yemin etmek düşer. Bununla beraber, Müslümanlar arasında barış yapmak da caizdir. Ancak helâli haram, haramı da helâl kılan sulh kötüdür. Bir davada hüküm verdikten sonra bu hükmün yanlışlığına kanaat getirdiğinde doğruya dönmekte tereddüt etme. Çünkü asıl olan doğruya ulaşmaktır ve bu esas, yanlışta devam etmekten daha hayırlıdır. Kur’ân ve Sünnet’te açık bir hüküm bulamadığın hallerde hüküm vermekte zorluk çekersen, önce buna benzer davalar ve örnekler ara ve önündeki dava ile aralarındaki ortak yanları tespit et. Ondan sonra Kur’ân ve hakka en yakın olduğunu umduğun fikre itimat et ve bu hususta özellikle dikkatli ol. Hak iddia edenlere bunu ispatlayabilmeleri için delil getirebilecekleri bir mühlet tanı. Bu süre zarfında delil getirebilirse lehte, aksi halde aleyhte hüküm vermen gerçeğe daha yakın ve şüpheden daha uzak olur. Müslümanlar, hukukî meselelerde birbirlerine lehte ve aleyhte şahitlik edip adaletin tecelli etmesine yardımcı olmalıdırlar. Ancak sabıkalı olanlar, yalancı şahitliği veya iftirası sabit olanlar ve soyu bilinmeyenler, bu iş için makbul kişiler sayılmaz. Çünkü Allah, insanların vicdanlarında olanları bilir, şahitlik ve yemin gibi tamamen vicdanî faktörlerle adaletin tecellisini sağlar. Davalara bakarken telâşa, çığırtkanlığa ve tarafların haysiyetini kırıcı davranışlara asla müsaade etme. Çünkü adaletin yerini bulması için sükûnet ve ciddiyet şarttır. Hakkın tecelli etmesi ise ilahî adaletin itibar kazanmasına sebep olur. Bir müslümanın niyeti iyi ise Allah, onun insanlarla olan münasebetlerini ıslah eder. Ama içi başka dışı başka olursa, Allah ona musibet verir. Bu durumda hâkimin görevi Allah’ın rızık ve rahmet hazinelerinin kulları arasında adaletle dağıtılmasını sağlamaktır.”[9]
Hz. Ömer’in halîfeliği döneminde adalet sisteminin en önemli unsurlarından biri olan hapishaneler de kurumsal hale getirilmiştir. Hz. Peygamber (sav) ve Hz. Ebû Bekir dönemlerinde bu amaçla geçici mekânlar kullanılırken Hz. Ömer, Safvân b. Ümeyye’nin evini kamu adına satın almak suretiyle burayı hapishaneye dönüştürmüştür.[10] Medine’deki merkez hapishanenin ardından vilayetler ve büyük yerleşim birimlerinde de hapishaneler kurulmuştur. İlk önceleri infazı beklenen hükümlülerin konulduğu hapishaneler, daha sonraları borçlarını ödemeyenlerin tutuklanmasında da kullanılmıştır.[11]

DİVAN TEŞKİLATI


Divan, devlet idaresindeki çeşitli idarî, malî ve askerî hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılan defterlere, ayrıca bu defter ve memurların bulunduğu resmî daireye verilen isimdir.[12] İslâm dünyasında divan teşkilatına ilk defa ihtiyaç duyan Hz. Ömer, fetihler sonucunda elde edilen cizye, harac ve ticarî vergilerden elde edilen gelirleri sistemli bir şekilde Müslümanlara dağıtabilmek amacıyla bu müesseseyi kurmuş ve hazineden maaş alacakları kabile esasına göre burada tutulan defterlere kaydettirmiştir.[13]

Hz. Ömer’in bu teşkilatı tanzim etmesinin sebebi kaynaklarda farklı şekillerde aktarılır. Bunlar arasında Ebû Hureyre rivayeti yaygındır. Buna göre Ebû Hureyre Bahreyn’den beş yüz bin dirhem parayı getirdiğinde Hz. Ömer, malların nasıl dağıtması gerektiği konusunda danışmanlarıyla istişare yapmış, orada bulunanlardan bir kısmı kendisine divan kurmasını ve gelen malları divan kayıtlarına göre dağıtmasını tavsiye etmişler, halîfe de teklifleri uygun bularak divan defterlerinin tanzimine karar vermiştir.[14]

İbn Sa‘d’ın rivayetine göre ise Hz. Ömer, Beytülmâle gelen malları nasıl dağıtılması gerektiği konusunda ashâb ile görüşmesi esnasında Hz. Ali bunların tamamını hemen taksim etmesini söylemiş, ancak Hz. Osman insanlara yetecek kadar mal görüyorum. Ancak alanla almayan bilinecek şekilde tespit yapılmazsa, bu işin karışacağından korkarım” sözleriyle teklife itiraz etmiştir. Bunun üzerine toplantıda bulunan Velîd b. Hişam, kendisinin Şam’da bulunduğu esnasında bölgenin Rum idarecilerinin divan tedvin ettiklerini ve ordularına bu suretle maaş verdiklerini söylemiş, öneriyi benimseyen halîfe divan kurmaya karar vermiştir.[15]

Divan teşkilatı kurulmadan önce de Müslümanlar arasında fey taksimi yapılıyordu. Hz. Peygamber (sav) zamanında fey gelirlerinin miktarı çok azdı ve Medine’deki Müslümanlara dağıtılıyordu. Hz. Ebû Bekr zamanında da aynı uygulama devam etmiş, başkente gelen mallar bekletilmeksizin hak sahiplerine dağıtılmıştır.[16] Halîfe dağıtımda herhangi bir derecelendirmeye gitmeksizin herkese eşit miktarda mal vermiştir. Kendisine insanlar arasında eşit taksim yerine, iyi geçmişi ve Müslümanlıkta önceliklere göre mal dağıtması tavsiyelerine de şöyle cevap vermiştir: “söylediğiniz iyi bir geçmiş, fazilet ve İslâm'daki kıdem meselesini hepinizden iyi ben bilirim. Bütün bunlar, sevabı Allah’a ait olan hasletlerdir. Dağıttığım şey ise geçim vasıtasıdır. Bunda eşitlik, tercih ve takdimden daha iyidir”.[17]

Hz. Ömer halîfeliği döneminde divan sisteminde gelirlerin hak sahiplerine yılda bir defa dağıtılması, maaş miktarlarının sabit bir şekilde belirlenmesi ve hazineden para almaya hak kazananların divan defterlerine kaydedilmesi gibi yenilikler getirmiştir.[18] Onun gerçekleştirdiği yeniliklerden biri de divanda maaş derecelendirmesi yapılmasıdır. Halîfe bu uygulama değişikliğini şu şekilde gerekçelendirir:

“Ebû Bekr’in bu mallar hakkında bir görüşü vardı, benim de başka bir görüşüm var. Ben, Rasûlallah’a karşı savaşanlarla, onun safında savaşanları bir tutmayacağım...”[19] “Bizler hepimiz, Allah’ın Kitabında ve Rasûlullah’ın Sünnetinde beyan edilen ölçülere tabiyiz. Herkes, İslâm’daki özel durumuna, Hz. Peygamber’e yakınlığına göre ecir ve sevap alır, İslâmiyet’e yaptığı hizmete, katlandığı sıkıntılara, erken Müslüman olmasına, zenginlik ve ihtiyaç durumuna göre hak sahibi olur.”[20]

Hz. Ömer divan defterlerinin hazırlanmasında o günkü Arap cemiyetinde varlığını canlı bir şekilde sürdüren kabile sistemini temel almış ve divandan maaş alacakları bu esasa göre tertip etmiştir. Halîfe bunu gerçekleştirmek amacıyla Hicretin 20. yılında (M.641) nesep konusunda uzman olan Akîl b. Ebû Tâlib, Mahrame b. Nevfel ve Cübeyr b. Mut‘im gözetiminde neseplere ait cetveller hazırlatarak insanları divana kaydetmiştir. Sistemde maaş mertebesinin en üst kısmına Hz. Peygam­ber’in (sav) akrabası olan Benî Hâşim yerleştirilmiş, daha sonra soyca onlara yakın kabilelere geçilmiştir. Rasûlüllah’ın (sav) kabilesine eşit uzaklıktaki kabile mensupları ise ihtida önceliğine göre sıralanmıştır. Hz. Ömer, defterleri hazırlayan kâtiplere Benî Hâşim’den Bedir Gazvesi’ne iştirak edenler esas alınarak sıralamaya başlamalarını, daha sonra da, yine Bedir’e iştirak edenler önce yazılmak suretiyle Hz. Peygamber’in (sav) kabi­lesine yakınlıklarına göre diğer Kureyş ailelerini kaydetmelerini istemiştir.[21] Hz. Ömer, divan sisteminde hak sahiplerine durumlarına göre dağıtımda farklı maaş takdir etmiş olmakla birlikte, hayatının son döneminde bunu kaldırmayı düşündüğünü, en alt düzeyde maaş alan ile en üst düzeyde maaş alanı eşitleyeceğini belirtmiş, fakat ömrü buna imkân vermemiştir.[22]

 MALİYE TEŞKİLATI (BEYTÜLMÂL)


Kelime olarak “mal evi” anlamına gelen Beytülmâl bir terim olarak devlet mallarının muhafaza edildiği fizikî mekânın yanında, kamuya mahsup taşınır taşınmaz malların bütününü ve bunların idaresiyle ilgili hukukî kurumu da ifade etmektedir. Daha geniş manasıyla devlete ait her türlü mal varlığının ve gelirlerin toplandığı, harcamaların yapıldığı bağımsız bir kurum demektir.[23]

Beytülmâl teşkilatının kuruluşu Hz. Ömer’e nispet edilmekle birlikte, esasında bu kurumun ilk adımlarının Hz. Peygamber (sav) tarafından atıldığı görülür. Allah Rasûlü (sav) ganimet, cizye ve harac cinsinden devlet gelirlerini bir araya topladıktan sonra bekletmeksizin gerekli yerlere sarf etmiştir. Bununla birlikte gerek duyulduğunda Beytülmâl’e ait nakit paranın Hz. Peygamber’in (sav) evinde muhafaza edildiği ve bunun kısa bir sürede elden çıkarıldığı bilinmektedir.[24] Bu dönemde ziraî ürün türünden olan devlet gelirlerinin mescidin üst katındaki bir odada bekletildiği ve gerekli yerlere bu işten sorumlu olan Hz. Ömer tarafından sarf edildiği de zikredilir.[25]

Beytülmâl’in bu yapısı ve işleyişi Hz. Ebû Bekir’in kısa süren halîfeliği zamanında değişikliğe uğramadan devam etmiştir. Halîfenin Sünh mevkiindeki evinin yanında bir Beytülmâl bulunuyordu. Buraya gelen mallar derhal gerekli yerlere sarf edilirdi.[26] Dolayısıyla hazinede pek bir şey kalmazdı. Halîfe Sünh’ten Medine’ye taşındığında Beytülmâl’i de yanında getirdi. Hz. Ebû Bekir, hazineden yaptığı yardımlarda herkese eşit muamelede bulunmuş; hür köle, erkek-kadın, büyük-küçük ayırımı yapmadan eşit bir şekilde mal taksimi yapmıştır.[27] Nitekim Bahreyn valisi olan A‘lâ b. el-Hadramî topladığı malları Medine’ye getirdiği zaman, halîfe ilk önce Hz. Peygamber’in (sav) kendisine mal vermeyi vaat ettiği kimseler olup olmadığını sormuş, Câbir b. Abdullah, Rasûl-i Ekrem’in (sav) Bahreyn’den gelecek mallardan kendisine bir avuç dolusu vaat ettiğini bildirmiş, bunun üzerine Hz. Ebû Bekir ona hakkını verdikten sonra malın geriye kalanını herkese eşit bir şekilde bölüştürmüştür.[28]

Hz. Ömer döneminde Beytülmâl’in kurumlaşmasına ve İslâm devletinin malî yapısını oluşturacak şekilde teşkilâtlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Zira gerek savaş ganimetlerinin, gerekse anlaşmalardan dolayı başkente gelen malların miktarı çok artmıştır. Halîfe bu kurumda Abdullah b. Erkam ve Muaykıb b. Ebû Fâtıma’yı görevlendirmiş, Abdurrahman b. Ubeydullah’ı da bunların yardımcılığına getirmişti. İran fetihleri sonucunda gelen ganimetler Mescid’in üst kısmında toplanmış, onların muhafaza edilmesi için Abdurrahman b. Avf ile Abdullah b. Erkam görevlendirmiştir.[29]

Hz. Ömer, başkentteki Beytülmâl’in yanı sıra eyaletlerde de merkeze bağlı Beytülmâl şubeleri de kurmuştur. Kaynaklarda halîfenin eyaletlere tayin ettiği valilerden ayrı olarak, devlet gelirlerini tahsil etmek ve ihtiyaç fazlasını merkez Beytülmâl’ine göndermek üzere görevliler tayin ettiği haber verilir. Başlangıç döneminde bu görevi valiler yürütmüşlerdir. Meselâ Amr b. el-Âs Mısır’da valilik yanında Beytülmâl amilliği görevini de deruhte etmiştir. Bazen kadılara Beytülmâl amilliği görevi de yüklenmiştir. Meselâ, Abdullah b. Mes‘ûd Kûfe’de kadılığın yanında Beytülmâl sorumluluğunu da yürütmüştür.[30] Netice olarak ifade etmek gerekirse Beytülmâl, kurum olma özelliğini Hz. Ömer zamanında kazanmış, bu sebeple araştırmacıların büyük bir kısmı bu müessesenin gerçek kurucusu olarak onu kabul etmişlerdir.[31]

YENİ MEDENİYET MERKEZLERİNİN KURULMASI

Müslümanlar, İslâm fetihlerinin yayılmasıyla birlikte ele geçirilen toprakların muhafaza edilmesi ve daha uzak bölgelere yeni sefer düzenlenebilmesi için ordugâhlara ihtiyaç duydular. Zira çok uzun mesafeli askerî hareketlerin Medineden yola çıkarılan ordular tarafından gerçekleştirilmesi mümkün değildi. Bu sebeple Hz. Ömer döneminde Basra, Kûfe ve Fustat gibi ordugâh şehirler kurulmuştur ki, bunlar, aynı zamanda hem İslâm medeniyetinin ilk şehir örneklerini teşkil etmiş, hem de Müslüman topluma devletleşme sürecinde önemli bir katkı sağlamıştır. Çünkü devletler, ancak kendi şehirlerini kurmak suretiyle tam bağımsızlık niteliğini kazanabilirler.  

Basra


Basra, Bağdat’ın 420 km. güney doğusunda, Dicle ve Fırat nehirlerinin birleştiği noktanın 50 km. güney batısında yer alan kadîm bir yerleşim mekânıdır. Burası Keldânîler zamanında Teredon, Sâsânîler devrinde Vehiştabat Erdeşir diye bilinen, Araplar’ın ise Hüreybe dedikleri bölgedir.[32]

Hz. Ömer, Hicretin 14. (635) yılında eski bir Irak şehri Hüreybe’de karargâh kurmuş olan Utbe b. Gazvan’a Müslümanlar için kışı geçirebilecekleri, savaşlardan döndüklerinde toplanacakları, aynı zamanda Arap askerlerinin yaşaması için uygun bir yerleşim mekânı bulması emrini verdi. Bunun üzerine günümüzdeki Basra’nın yerini tespit eden Utbe, yanındaki askerleri buraya yerleştirmek suretiyle şehir inşasının ilk adımını atmış oldu..[33]

Utbe b. Gazvan tarafından temelleri atılan Basra şehri önce Irak, akabinde de İran fetihlerinde önemli bir harekât merkezi olarak kullanıldı. İki yıl sonra bölgenin fethi tamamlandığında ordugâh olarak seçilmiş bulunan saha sivil yerleşime de açıldı. Askerî üs olarak kullanılmasına ilave olarak, özellikle İran körfezi ile İran ve Irak yollarını kontrol etmek, aynı zamanda bedevîlerin bölgeye iskânını kolaylaştırmak amacıyla inşa edilen şehre Utbe b. Gazvan’ın emrinde savaşan Sakîf, Süleym, Adî, Belî, Mazin ve Yeşkür gibi muhtelif Arap kabilelerine mensup askerler yerleştiler. Utbe, şehrin yerini tespitten sonra her kabile için ayrı mahalleler belirlemiş, onlar da gösterilen bu yerlere evlerini yapmışlardır. Daha sonra şehir sistemli göçlere sahne olmuş, sonuçta Temîm, Dabbe, Ribâb, Abdülkays, Bekr b. Vâil, Ezd, Kureyş, Kinâne, Kays-ı Aylân ve Medineli Ensâr burayı kendilerine yurt edinmişlerdir.[34]

Kûfe


Kûfe Güney Irak’ta bir şehir olup Bâbil harabelerinin güney kısmında ve Fırat ırmağının batı kolu üzerinde kurulmuştur.[35] Kâdisiye zaferinden sonra Müslümanlar elde ettikleri topraklardaki halkı rahatlıkla idare edebilmek ve kontrol altında tutabilmek için müstahkem karargâhlara ihtiyaç duymuşlardı. Çünkü, bu bölgeler ile hilâfet merkezi Medine arasında coğrafî engeller bulunuyordu. Hz. Ömer’in Irak’ta yeni askerî şehirlerin inşası talimatını vermesi üzerine Kûfe, Irak-İran orduları başkomutanı Sa‘d b. Ebû Vakkâs tarafından hicretin 17. yılında (M.638) kuruldu.[36] Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Kûfe’nin plânlanmasından sonra kur’a ile şehrin doğu kısmına Yemenlileri, batısına ise Nizarlıları yerleştirdi.[37] Kabile esasına dayalı yaşamaya alışmış olan Arapları bu dönemde başka bir şekilde iskân etme imkanı bulunmu­yordu. Çünkü Araplarda hâlâ kabile toplumundan millet toplu­muna geçiş gerçekleştirilememişti. Ayrıca bu şehirler başlan­gıçta yeni fetihler için ordugâh olarak düşünüldüğü için, yer­leşimin kabilelere göre ayarlanması pratik faydalar da sağlı­yordu. Zira Araplar homojen ve düzenli askerî birlikler yerine, kabile orduları şeklinde teşkilatlanıyor ve savaşıyorlardı.

Fustat


Amr b. el-Âs, İskenderiye fethini tamamladıktan sonra, halîfeye burayı başkent yapma teklifi sundu. Çünkü şehrin Müslümanlar’ın eline geçmesiyle Bizanslılardan pek çoğu şehri terk etmişler, evlerini bırakarak kaçmışlardı. Fakat Hz. Ömer, Arap toprakları ile aralarında Nil nehri olacağı gerekçesiyle valisinin talebini kabul etmeyip yeni merkezin Medine ile kara bağlantısı olan başka bir yere inşa edilmesini istedi. Bunun üzerine Amr b. el-Âs, Mısır’ın orta bölgesinde ve Nil’in doğusunda bir şehir inşasına karar verdi. Burası hem muhtemel düşman hücumundan korunmak, hem de ülkenin diğer şehirlerine asker sevk edebilmek için uygun bir mekândı. Günümüze kadar Mısır’a başkentlik eden Asker, Katâî ve Kahire gibi şehirlerin de aynı yerde kurulmuş olması, Amr b. el-Âs’ın yer tercihindeki isabetini gösterir. Şehir kuzeyde Bâbilon kalesi, doğuda Mukattam dağı, batıda ise Nil ile sınırlanıyordu. Müslümanlar buraya ilk geldikleri zaman çadır kurdukları için şehrin adı da Arapça çadır anlamında Fustat olarak tarihe geçmiştir.[38]

SONUÇ

İslâm dininin bir devlet talebinin olup olmadığı hususunun başlangıçtan beri İslâm alimlerinin kadim tartışmalarından biri olması bir tarafa, tarihi tecrübe Müslümanların kurumlaşmış bir devlete ihtiyaç duyduklarını açıkça ortaya koyar. Nitekim tebliğin başlangıç sürecinde Hz. Peygamber’in ve ilk Müslümanların (sav) risaletin Mekke döneminde karşı karşıya kaldıkları şartlar, onların devletsiz bir şekilde varlıklarını koruyamayacaklarını, hatta Müslümanlıklarını sürdüremeyeceklerini göstermiştir. Taif seferinin ardından gerçekleştirilen Akabe Biatları Müslümanlar için devletleşme niyetinin ilk adımlarını teşkil etmiş bu niyet Medine’ye hicret ile hedefine ulaşmıştır.

Medine‘ye hicretle birlikte İslâmî davet Mekke‘de kazandığı dinî boyutun yanına siyasî boyutu da ilave etmiştir. Yeni durumda İslâm mağdurların, mazlumların, muhalif kabul edilenlerin değil, hâkim olanların ve yönetenlerin dini olacak, tebliğ faaliyeti artık devlet destekli olarak sürdürülecektir. Hicretin ardından Allah Rasûlü’nün (sav) peygamberlik görevinin yanı sıra siyasî niteliği de ortaya çıkacak ve o Medine şehir devletinin başkanı olacaktır.

Hz. Peygamber (sav) Medine’de kurduğu devletin temel esaslarını uygulamalarıyla ortaya koydu. Ancak devletin kurumsallaşması, daha sonraki dönemde zaruretler ve ihtiyaçlar muvacehesinde gerçekleşti. Allah Rasûlü’nün (sav) vefatının ardından iki yıllık sürede Müslümanların yönetimini üstlenen ilk Halife Hz. Ebû Bekir’in dönemi ridde hadiselerini etkisiz hale getirme, ardından da İslâm fetihleriyle geçtiği için, onun idaresi sürecinde gözle görülebilir bir kurumlaşma faaliyetine tesadüf edilmez. Ancak Hz. Peygamber’den (sav) devralınan yönetim anlayışının ruhu ve uygulamaları bu dönemde de aynen devam ettirilmiştir. Hz. Peygamber’den (sav) sonra İslâm devletinin kurumsallaşmasında asıl adımlar ise İkinci Râşid halife Hz. Ömer döneminde gerçekleşmiştir. Onun zamanında devletleşme adına en önemli faaliyetler ise, adalet teşkilatının valilikler emrinden alınıp bağımsız hale getirilmesi, devlet kayıtlarının tutulduğu ve maaş sisteminin esasını teşkil eden divan sisteminin hayata geçirilmesi ve maliyenin kontrol altına alınabilmesi adına Beytülmâl’in kurulmasıdır. Hz. Ömer döneminde Kûfe, Basra ve Fustat gibi başlangıçta karargâh olarak faaliyet gösteren daha sonra da sivil yerleşime açılan şehirlerin kurulması da devletleşmenin en önemli tezahürleri arasında kabul edilebilir. Şüphesiz Müslümanlar için ilk şehir, Hz. Peygamber’in (sav) Medinesi’dir. Ancak burası Müslümanlar tarafından inşa edilen bir merkez değil, Müslümanların hazır buldukları, yerleştikleri zamanla kendilerine malettikleri bir şehirdir. Dolayısıyla baştan sona Müslümanların kurduğu ve her adımına mührünü vurdukları şehirleri görmek için Hz. Ömer döneminde gerçekleşen başta Kûfe, Basra ve Fustat gibi yeni şehirlerin kuruluşunu beklemek gerekir. Bütün bunlardan yola çıkarak İslam tarihinde Hulefâ-i Raşidîn dönemi olarak isimlendirilen ve yaklaşık 40 yıl devam eden süreçte Müslümanların devlet tecrübesinde en önemli aşamanın Hz. Ömer döneminde kaydedildiğini ileri sürmek mümkündür. 





[1]    Hz. Ömer’in devlet idaresine getirdiği yenilikler için bk. Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Devri Divan Teşkilatı, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, I-XIV, İstanbul 1992, II, 107-108.
[2]    İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.,II, 150.
[3]    Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), IV, 213.
[4]    İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), III, 282.
[5]    Taberî, Tarih, IV, 39, 95.
[6]    Taberî, Tarih, IV, 101.
[7]    Halîfe b. Hayyât, Tarih, (thk. Züheyl Zekkâr), Beyrut 1993, s.111.
[8]    Taberî, Tarih, III, 489.
[9]    Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Beyrut 1985, s. 425-437. Bu konuda geniş bilgi için ayrıca bk. Muhammed Hamidullah, “Hz. Ömer Devrinde Adli Teşkilat-Ebû Mûsa el-Eş‘arî’ye Gönderilen Kazai Talimatnameler”, (çev. Fahrettin Atar), İlim ve Sanat, Ankara 1989, sy. 23, s.45-53; Arı, Abdüsselam, “Hz. Ömer’in Ebû Mûsâ el-Eşa‘rî’ye Gönderdiği Mektubun Yargılama Hukuku Açısından Analizi”, İslâm Hukuk Araştırmaları Dergisi, Konya 2003, sy. 2, s. 85-99; Atar, Fahrettin, “Kaza”, DİA, XXV, 113-115.
[10]   Buhârî Husûmât 8.
[11]   Bardakoğlu, Ali, “Hapis”, DİA, XVI, 54-55. Hz. Ömer dönemi kadılık teşkilatı hakkında geniş bilgi için bk. Nasr b. Akil, Kadâ fi Ahdi Ömer el-Hattâb, I-II, Riyad 1994.
[12]   Dûrî, Abdülaziz, “Divan”, DİA, IX, 378.
[13]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 295-296.
[14]   Ebu Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, (thk. Kusay Muhibbuddîn el-Hatîb), Kahire 1396, I, 323-325.
[15]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 295.
[16]   Buhârî, Cizye ve’l-Muvâdea 4, Meğâzî 73, Hıyel 3; Ebu Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, I, 307-310.
[17]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, s.45-46; İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 296.
[18]   Fayda, Hz. Ömer’in Divan Teşkilatı, s. 141.
[19]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, s.46; İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 296.
[20]   Taberî, Tarih, IV, 211.
[21]   Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 35; İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 282, 295-296.
[22]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 302, 304.
[23]   Erkal, Mehmet, “Beytülmâl”, DİA, VI, 90.
[24]   Buhârî Zekât 20.
[25]   Buhârî Zekât 60; Müslim Zekât 161.
[26]   İbn Sad, et-Tabakât, III, 213.
[27]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 213.
[28]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, s. 45.
[29]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, s. 50-51.
[30]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, s.39.
[31]   Zeydan, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, I-V, (çev.Zeki Meğamiz), İstanbul 1970, I, 154. Beytülmâl’in kuruluşu ve işleyişi hakkında geniş bilgi için bk. Erkal, Mehmet, “Beytülmâl”, DİA, VI, 90-94.
[32]   Hartman R, “Basra”,İA, II, 320.
[33]   Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 87; Taberî, Tarih, III, 590-595.
[34]   Minkarî, Vak‘atu Sıffin, (thk. Abdüsselâm Muhammed Harûn), Beyrut, 1990, s. 117.
[35]   Zettersteen, K.V, “Kûfe” İA, , VI, 964.
[36]   Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, (thk. Abdullah Enis et-Tübbâ-Ömer Enis et-Tübbâ), Beyrut 1987, s.387.
[37]   Belâzürî, Futûh, s. 388-389.
[38]   İbn Abdilhakem, Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ, (thk. Charles Torrey), Kahire 1991, s. 91.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar