29 Ocak 2017 Pazar

Muhammed (a.s)'ın Ümmîliği Meselesi


MUHAMMED (A.S)’IN ÜMMİLİĞİ MESELESİ*

Mehmet Ali Durmuş

A)GİRİŞ

Rasûlullah Muhammed (sav)in okuma yazma bilmediği, Müslüman ilim adamları ve düşünürlerin büyük ekseriyeti tarafından genel kabul görmüş bir konudur. Biz bu yazıda, Peygamber (a.s)ın ümmîliği meselesini iki yönden ele alacağız. İlkin, içinde ümmî kelimesi bulunan ayetleri tahlil edip, ‘ümmî’ kavramının Kur'an dilinde ne anlama geldiğini tespit etmeye çalışacağız. İkinci olarak ise,  Muhammed (a.s)ın okuma yazma bilmediğine dair öne sürülen delillerin sıhhatini tartışacağız. Bu yazının asıl amacı, ümmî kavramının okuma yazma bilmeyen anlamına gelmediğini ortaya koymaktır. Bunu yaparken, Peygamber (a.s)ın okuma yazma bilmediği yönündeki geleneksel ısrarın tutarsızlığına da dikkat çekmek istiyoruz. Ümmî kelimesinin geçtiği her yerde, vahyin ilahî menşeli olduğunun kanıtı olması adına, Muhammed (a.s)ın okuma yazma bilmediğini söylemek adet haline gelmiştir. Kur'an üzerine kitaplar yazmış bir ilim adamı, “…Muhammed'in okuma yazma bilmediği hususu kesinlik kazanmış bulunmaktadır. Aksini ispata matuf bütün gayretler, bu gerçeği sarsamayacak kadar zayıftır.”[1] demektedir. Acaba bu kalıp yargı ne derece doğrudur? Hiç sarsılmaması istenen bu ‘gerçek’ nedir? Bu sorunun cevabını bu yazıda bulmayı ümit ediyoruz. Hiç şüphesiz ki, gayret bizden, muvaffak kılmak Allah'tandır…



B)KUR'AN’DA ÜMMÎ KAVRAMI

Kur'an’da ‘ümmî’ kelimesi şu ayetlerde geçmektedir: Bakara, 78; Al-i İmran, 20, 75; A’raf, 157-158; Ankebut, 48 ve Cuma, 2. Biz bu ayetleri teker teker gözden geçirerek bir sonuca varmaya çalışacağız. İlk önce ayetlerin mealini vereceğiz, ardından müfessirler tarafından ayetlerin nasıl anlaşıldığını ortaya koymaya çalışacağız ve en sonunda da kendi görüşümüzü belirteceğiz.

1. Bakara, 78

“Onlardan ümmîler vardır ki, Kitab’ı [Tevrat’ı] bilmezler. Bütün bildikleri, birtakım kuruntulardan ibarettir. Onların bilgileri zan ve tahminden ibarettir.”

Bakara suresinin 40-75. ayetleri kesintisiz olarak İsrailoğulları’nı kritik etmektedir. Bu pasajda İsrailoğulları eleştirilmekte, Musâ’ya olan itaatsizlikleri, Allah'ın ihsan ettiği nimetlere nankörlük etmeleri, Allah'ın emrettiği sığırı kesmemeleri, mü’minlerin inandığı dine inanmamaları ve bilinen kibirleri konu edilmektedir. 78. Ayetten sonra da, Yahudilik eleştirileri, neredeyse bütün sureye damgasını vurmaktadır. 75-78. ayetlerde şöyle denmektedir:

75: “Şimdi siz bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan öyle bir grup var ki, Allah'ın kelamını dinler ve iyice anladıktan sonra onu, bile bile tahrif ederler.”

76: “Onlar iman edenlerle karşılaştıklarında ‘biz iman ettik’ derler; birbirleriyle baş başa kaldıklarında ise ‘yoksa siz, Allah'ın size açtığı bilgileri Rabbinizin katında size karşı delil getirsinler diye onlara söylüyor musunuz, sizin aklınız ermiyor mu?’ derler.”

77: “Peki onlar, gizlediklerini de, açıkladıklarını da Allah'ın kesinlikle bildiğini bilmiyorlar mı?”

78: “Onlardan bir kısmı ümmîdir; Kitab’ı bilmezler, ancak birtakım kuruntulara sahiptirler ve sadece zanda bulunurlar.”

Okuduğumuz bu ayetlere dikkat edilirse, Yahudiler içindeki, İslam’a kalplerini tamamen kapatmış, önyargılı bir gruptan bahsedilmektedir. Bunlar, Allah'ın sözünü tahrif eden, mü’minlere ikiyüzlü davranan, kendi bazı hıyanetlerini mü’minlerden gizlemeye çalışan bir zümredir. Gerçi onların bu temkinleri bir işe yaramamaktadır. Çünkü Allah onların bütün gizli veya açık oyunlarını bilmektedir. İşte 78. ayetteki ‘ümmîlik’ meselesi böyle bir vasatta gündeme gelmektedir.

Burada ‘ümmî’ tabiriyle İsrailoğulları kastedilmektedir.[2] Taberî’ye göre ümmîler, Allahu Teala’nın bu ayetlerde kıssalarını anlattığı ve Rasûlullah ashabının, iman etmelerinden ümitlerini kestiği, Yahudiler içinden bir gruptur. Ayetler, söz konusu bu Yahudi zümresinin iman etmelerini beklemenin beyhude olduğunu ortaya koymaktadır.[3]

Taberî, Araplar arasında ümmî teriminin “yazı yazmayan kimse” anlamına geldiğini kabul etmekte, en-Nehaî’nin kelimeye bu şekilde anlam vermesini de yerinde bulmaktadır.[4] Taberîye göre, ümmî kelimesi okuma yazma bilmeyenin yanı sıra, “Kitab’ı (Tevrat’ı) okumayanlar” anlamlarına da gelir.[5] Müfessir ümmî anlamını biraz daha açıyor ve şöyle diyor: Allah’ın gönderdiği hiçbir rasûlü, indirdiği hiçbir kitabı tasdik etmeyip kendileri bir kitap yazıp, sonra da cahil, aşağılık kavimlerine: “Bu Allah katındandır” diyen kimselere de ümmîler denir.[6]

El-Ferra’ya göre, bu ayetteki ‘ümmîler’, kitapları olmayan Araplardır,[7] fakat bu yorum, ayetin muhatabının Yahudiler olduğu iddiasıyla tezat teşkil eder. Zemahşerî’ye göre ise bunlar, kitapları yazamayan kimselerdir ve bu ayette, Tevrat’ı okuyup mütalea ve içindekileri tahkik edemeyen kimseler kastedilmiştir.[8]

Fahreddin er-Râzî, bu ayette zikredilen ümmîlerin, okuma ve yazmayı bilmeyen, kendilerine söylenenleri kabul etmekten başka bir özelliği olmayan mukallit tabakası olduğu kanaatini taşımaktadır.[9] Razî’nin görüşüne şöyle itiraz edilebilir: taklitçilik o gün de, bugün de, okuma-yazma bilmemekle alakalı değildir. Okuma-yazma bilen insanlar da en az bilmeyenler kadar taklitçi olabilirler. Râzî, âlimler arasında ümmî kelimesine iki anlam verildiğini, birincisinin, bir Peygamberi ya da bir kitabı benimsememiş kişi, ikincisinin de, okuma-yazma bilmeyen kimse demek olduğunu belirttikten sonra, doğru olanın ikincisi olduğunu ileri sürmektedir. Kanıt olarak ise Buhari’nin Abdullah İbni Ömer’den rivayet ettiği şu hadise dayanmaktadır:

“Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu[10]: Biz ümmî bir toplumuz. Yazı ve hesap nedir bilmeyiz. Ay şöyle şöyledir… Yani bir defasında 29, diğerinde 30’dur.”[11]

Ümniyye: Ayette İsrailoğullarından bir grubun Kitab’ı [Tevrat’ı] bilmedikleri, bildiklerinin sadece ‘emaniyye’ olduğu ifade edilmektedir. Bu kelimenin ne anlama geldiğine kısaca değinelim.

‘Ümniyye’ insanın kendi içinde taşıdığı temenniler, arzu ettiği şeyler demektir. Zemahşerî, “onlardan ümmîler var” sözünü, “onlar kitapları bilmezler, Tevrat’ı mütalea edemezler, içindekileri inceleyemezler” şeklinde açıklamaktadır. Bilmedikleri söylenen Kitap, kuşkusuz Tevrat’tır. Din hususunda bildikleri ise şunun gibi kuruntulardır: Allah onları affedecek, onlara merhamet edecek, işledikleri hatalar yüzünden onları hesaba çekmeyecek; Peygamber babaları onlara şefaat edecek. Ruhbanları onlara, kendilerine sayılı birkaç günün dışında ateş dokunmayacağı safsatasını telkin ettiler. Yalancı âlimlerinden buna benzer yalanları işitip kabul ettiler ve taklitçi oldular.[12] Kısacası bu ayette, Tevrat’ı kabul ettikleri halde, gereği gibi amel etmeyenleri Kur'an'ın ‘kitap yüklü eşekler’e benzetmesi (Cuma, 5) misali bir eleştiri söz konusudur.[13]

Râzî, Hac suresinin 52. ayetindeki ‘ümniyye’ kelimesiyle Bakara suresi 78. ayetteki ‘emaniyye’ kelimesinin kıraat anlamına geldiğini belirtiyor ve diyor ki, “ümmî Kur’an’ı mushaftan okumayı bilmez, o sadece okunduğu zaman, onun kıraat edildiğini anlar.”[14] Buharî’nin bir rivayetine göre, okumayı bilip, yazmayı bilmeyenlere ‘emâniyye’ denmektedir.[15] Razi’nin açıklamasına göre, Peygamber (a.s)ın ‘ümmîliği’ şu anlama gelmektedir: bizzat kendisinin yazdırdığı Kur’an ayetlerini okuyamamakta, ancak okunduğunda bunun Kur'an olduğunu anlayabilmektedir!

Müfessir Alûsî, İbni Abbas ve Mücahid’in Bakara suresi, 78. ayetteki ‘emânî’ kelimesini ‘ekâzîb’ yani ‘birtakım yalanlar’ olarak tercüme ettiklerine değinmektedir. Yahudiler, tahrifci şeytanlarından taklit yoluyla aldıkları yalanlara uyuyorlar, peygamber babalarının kendilerine şefaat edeceğine inanıyorlardı.[16] İşte bunlar, Yahudilerin kuruntuları ve yalanlarıdır, bunlara ‘emânî’ adı verilmiştir.

Kurtubî’nin bir yaklaşımına göre ‘Ummul Kitab’ı tasdik etmeyenlere ‘ümmî’ adı verilmiştir. Fakat yine de o, Bakara, 78. ayetteki ‘ümmîler’in, “yazamayan ve okuyamayan” kimseler anlamına geldiği kanaatindedir.[17] Ebu Ubeyde de ‘ümmîler’i ‘ümmül kitap’la alakalandırır. Buna göre, kendilerine Ummul Kitap (Kitabın anası) inmiş olan kimselere ‘ümmîler’ denmiştir. Ebu Ubeyde, İkrime ve Dahhak’ın, ümmîlerin, Arap Hristiyanlar olduğuna ilişkin yorumuna da yer verir.[18]

Mevdudî’ye göre ise bu ayette, “kendi kutsal kitaplarının öğretilerinden habersiz olan sıradan Yahudiler kastediliyor. Onlar ne dinin temel kuralları, ne ahlakla ve günlük hayatla ilgili düzenlemeleri ve ne de ebedi kurtuluş veya azaba neden olan prensipleri biliyorlardı. Ve ne yazık ki bu bilgiye sahip olmaksızın kendileri bir din uydurmuşlar ve boş ümitler besliyorlardı.”[19] Mevdudî’nin bu izahlarının, ayetin mesajını en iyi yansıtan yaklaşım olduğuna inanmaktayız.

Özetlemek gerekirse, Bakara suresi, 78. ayetindeki ‘ümmî’ kelimesi okuma yazma bilmeyen anlamına gelmemektedir. Bu anlam ayetin genel dokusuna uygun düşmemektedir. ‘Ümmî’ kelimesine ‘okuma-yazma bilmeyen’ anlamını vererek ayetin mealini yeniden yazmak suretiyle, bu uygunsuzluğu test edebiliriz:

“Onlardan [İsrailoğullarından] bir kısmı okuma-yazma bilmeyendir; Kitab’ı bilmezler, ancak birtakım kuruntulara sahiptirler ve sadece zanda bulunurlar.”

Bu meale göre, İsrailoğullarının okuma-yazma bilmemeleriyle Tevrat’ı bilmeleri arasında ters bir orantı kurulmuş olmaktadır. Bu demektir ki, okuma-yazma bilenler Tevrat'ı bilirler, dolayısıyla birtakım kuruntulara ve zanna tabi olmazlar. Okuma yazma bilmeyenler ise -Tevrat'ı bilmeleri mümkün olmadığı için- kuruntulara ve zanna tabi olurlar! Kısacası, İsrailoğullarının, (burada zikredilen) bütün kabahatlerinin temelinde, okuma yazma bilmemeleri yatmaktadır!

Böyle bir yorumun ciddiyetsizliği bir tarafa, ilk başta Muhammed (as)ın ümmî oluşuna yüklenen anlamla çelişmeye hazırdır. Eğer ümmî terimi Kur'an’ın her yerinde aynı anlamda kullanılmış ise -ki, nüans farkları dışında öyle olması gerekir,- Muhammed (a.s) için ‘iyi’ ve övgüye değer olan okuma-yazma bilmemek, İsrailoğulları için ‘kötü’ olmaktadır! Atalardan devralınan kuruntulara tabi olmak, zanna uymak, dini tahrif etmek okuma yazma bilip bilmemekle alakalı değildir. İsrailoğullarına inen kitap, okuma yazma bilmeyenler değil, bilakis bilenler eliyle tahrif edildi, birtakım kuruntular uyduruldu ve halk onlara tabi kılındı. 

Eğer ‘ümmî’ okuma-yazma bilmeyen demekse bu, Bakara suresini, 78. ayetinin okuma-yazma bilmemeyi şiddetli bir şekilde kınadığı anlamına gelecektir. Bu durumda, okuma-yazma bilmemenin kınanmasını, Muhammed (a.s)ın okuma-yazma bilmediği teziyle nasıl bağdaştırabiliriz? Şu halde, ‘ümmî’ kelimesinin başka bir anlamı olması gerektiği üzerinde kafa yormamız icap etmektedir. Bunu da, diğer ayetleri de tedkik ettikten sonra yapabiliriz.

2. Âl-i İmran, 20

“Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim. Ehli Kitab’a ve Ümmilere de de ki: Siz de Allah’a teslim oldunuz mu? Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok, eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görür.”

Ayetin muhatapları genel olarak Medîne’deki müşrikler ve ehli kitaptır. 19. Ayette “Allah katında Din İslam’dır” denmekle, Yahudilerin ve Hristiyanların hak dine mensup oldukları iddiaları geçersiz kılınmakta; aralarındaki azgınlık ve taşkınlık sebebiyle ihtilafa düştükleri, Allah'ın ise bu hesabı hemencecik göreceği, tehdit üslubuyla bildirilmektedir. 20. Ayette ise, Muhammed (sav)in peygamberliğini kabul etmeyen ehli kitaba, onun ve ona uyanların Allah'a teslim olmaktan başka bir iş yapmadıkları, eğer hakikati elde etme iddiasındaysalar, ehli kitabın da Allah'a teslim olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Eğer teslim olsaydılar zaten Muhammed (a.s)ın peygamberliğine iman edeceklerdi, aksi takdirde, Peygamber’in görevi sadece duyurmaktır. 21. Ayette, Allah'ın ayetlerini inkâr etmenin yanı sıra, peygamberleri ve adaletten yana olan nice (salih) kimseleri öldürmüş bulunan azgın kimselere atıf yapılmakta ki, bunlar ehli kitaptan başkası değildir.

Al-i İmran suresinin ilk 80 ya da 89 ayetinin,  Rasûlullah’ın, Medine’ye gelen Necran Hristiyanları ile yaptığı münazara münasebetiyle indiği zannedilmektedir.[20] Biraz sonra inceleyeceğimiz 75. ayetin de bu ayetlerden biri olduğu unutulmalıdır.

Bazı müşrik Arap kabileleri, İslam'a tavır koyma bakımından Yahudiler ve Hristilyanlarla siyasî bir dayanışma içindeydiler. 20. Ayet, hem Yahudileri, hem Hristiyanları ve hem de söz konusu putperest Arap kabilelerini hedef seçerek, Rasûlullah Muhammed’le tartışmalarının tutarsızlığını sorguluyor ve ‘Müslüman olma’ manasında teslim olmadıkları sürece, bu tartışmalara girişmelerinin anlamsızlığını yüzlerine vuruyor.

Ayetteki ‘ümmîler’in (ummiyyûn) kimler olduğu, Bakara suresi, 78. ayetteki kadar müşkil değildir. En azından müfessirlerin bunu tespitte, Bakara, 78. ayetteki kadar zorlanmadıkları gözlenmektedir. Pek çok müfessir ümmilerin, ‘kitapsız Arap müşrikleri’ olduğunu söylemekte bir sakınca görmemektedir.[21] Zeki Duman’ın tanımı daha da açıklayıcıdır: “Kur'an’dan önce atalarına ve kendilerine ilahi/semavi bir kitap indirilmemiş olan Araplardır.”[22]

Geleneksel tefsirciliğin çelişkilerinden bir türlü kurtulamayan Fahreddin Râzî, ümmilerin, belli bir kitabı olmayan Arap müşrikleri olduğunu teslim ettikten sonra, bunların özelliklerinin okuma-yazma bilmemeleri olduğunu belirterek,[23] sanki, ne olursa olsun, ümmî kavramı içinde bir yerde, okuma yazma bilmeme anlamı baki kalsın der gibi telifçi bir yol izlemektedir. Ebu Ubeyde Razî’den daha erken davranarak, ümmileri, “Peygamberlerin kendilerine kitap getirmediği kimseler” olarak tanımlamakta, ‘ümmî nebî’ deyince ise, yazma bilmeyen Peygamber anlamamız gerektiğini ihsas ettirmektedir.

Şu halde, Al-i İmran suresinin 20. ayetinde bahsi geçen ‘ümmîler’, okuma yazma bilmeyen insanlar değil, herhangi bir ilahi kitaba sahip olmayan, kitapsız Araplar’dır. İlk ayette yaptığımız gibi burada da, ümmî kelimesi yerine ‘okuma yazma bilmeyen’ sözleri yerleştirilerek okunursa, anlatmak istediğimizin isabetliliği teslim edilir.

3. Âl-i İmran, 75

“Ehli Kitap’tan öylesi var ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat öylesi de var ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların, ‘ümmilere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize bir vebal yoktur’ demelerinden dolayıdır. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar.”

Bu ayette eleştiri konusu edilenlerin Ehli kitap olduğunu, ayetin kendisi zaten söylemektedir. Üstelik surenin başından beri ehli kitabın eleştirisi yapılmaktadır. Bilhassa 64. ayetten itibaren, Yahudiler ve Hristiyanlar ciddi şekilde tenkid edilmekte, hatta 61. ayette,  Rasûlullah’a (sav) gelen ‘İlim’den sonra hala, kendi sapık itikadlarının doğruluğunu ispatlamak maksadıyla cidâl yapmaya devam ederlerse Peygamber’in onlara (Necran heyetine), lanetleşme teklifini götürmesi istenmektedir. Bu nedenle ayete ‘mübâhale’ ayeti denmiştir.

Ayette “ehli kitaptan öyleleri var ki” denirken muhtemelen, Yahudi toplumundaki belli bir zümre kastedilmiştir. Yahudilerin bu gayrı ahlakî tutumu Hristiyanları da etkilemiş olmalıdır.

Ehli Kitab’ın Küçümsediği Ümmiler

Acaba ehli kitabın (Yahudilerin) küçümsediği ümmîler kimlerdi? Onlar, kavim ve kabilesi kim olursa olsun, okuma azma bilmeyen insanları mı hakir görüyorlardı, yoksa bu terimle bir toplum mu kastediliyordu?

Taberî’ye göre buradaki ümmîler, Kitap ehli olmayan Araplar’dır. Yahudiler, Araplar’a ihanet etmeyi ve onların hakkını yemeyi mubah sayıyorlardı. Kendilerine emanet bırakan bir Arab’ın emanetini, gidip gelip istemedikçe vermezlerdi. “Arab’ın malından dolayı bize isabet edenlerden bir günah terettüb etmez; çünkü (Arab’ın) hakkı diye bir şey söz konusu olmaz!” diye inanıyorlardı. Çünkü Araplar müşrikti…[24] Zemahşerî’nin yorumu da bu doğrultudadır. O da, Yahudilerin, kendilerine muhalif olanlara zulüm yapmayı mubah saymalarına, “onlar hakkında kitabımızda bir yasak konmamıştır” kanaatlerine dikkat çekmektedir.[25]

Fahreddin Râzî’ye göre, Yahudilerin, alacaklarını inkâr edip vermeyi reddettikleri kimseler muhtemelen, yeni Müslüman olmuş Araplar’dır. Zira bu kimselerin Yahudilerde, cahiliyye döneminden kalma bazı alacakları vardı ve Müslüman oldular diye Yahudiler zorluk çıkartıyorlardı.[26] Fakat Razi bu açık ve anlaşılır bilgilere rağmen yine de, “ümmî kelimesinin manası ‘umm’e (ana, asıl, kök, anne…) mensup olan” demektir girişinden sonra, Peygamber (a.s)la ilgili şöyle bir yorum yapmaktadır: “Hz. Peygamber (sas)in yazı yazmadığı için ‘ümmî’ diye adlandırıldığı söylenmiştir. Bu böyledir, çünkü el-Ümm bir şeyin aslı ve temeli demektir. Binaenaleyh, yazı yazamayan birisi, aslolan yazı yazamama işini sürdürmüştür demektir.”[27] Fahreddin er-Razi’nin bu cümlesine göre, kendisi de ‘aslolan hali’ sürdürmemiş, yazmayı ve okumayı öğrenmek suretiyle ‘aslolan hal’den uzaklaşmıştır. Acaba bu uzaklaşma doğru bir karar mıdır?...

Bu ayetteki ümmîlerin, ehli kitabın dışındaki milletler (Arap müşrikleri) olduğu fikrine birçok müfessir iştirak etmektedir.[28] Bununla beraber, konuyu en iyi açıklayan, Mevdudî’nin izahlarıdır. Mevdudi şöyle diyor: “Onlardan sadece Yahudi olanlarla ilişkilerinde adaletli olmaları isteniyor ve Yahudi olmayan birinin mülkünü gasp etmekte bir beis görülmüyordu. Bu inanç sadece cahil Yahudi yığınları arasında yaygın değildi. Bilakis bütün dinî sistem, İsrailliler ve İsrailli olmayanlarla kurulan ilişkilerde tamamen farklı davranmaya müsaade edecek bir şekilde yoğrulmuştu. Onların ahlakî değerleri belli bir tür davranışı İsrailoğullarından birine karşı yapmayı yasaklıyor, fakat Yahudi olmayan birine karşı o şekilde davranmaya izin veriyordu. Aynı şey bir İsrailli için doğru oluyor, fakat İsrailli olmayan biri için ise yanlış kabul ediliyordu. Örneğin Kitab-ı Mukaddes şöyle der: ‘Her yedi yılın sonunda… komşusuna bir şey ödünç veren kişi onu bağışlasın…’, fakat ‘eğer bir yabancı(ya borç vermiş) iseniz onu geri isteyebilirsiniz.”[29]

Mevdudî devam ederek, Kitabı Mukaddesin, bir yabancıya faizle borç vermeyi mubah, kendi kardeşine ise yasaklayan sözlerine dikkat çekmektedir.[30] Talmud’da yazdığına göre, bir İsrailli’nin boğasını İsrailli olmayan birinin boğası yaralarsa, İsrailliye tazminat vermek zorundadır; tersi olursa, İsrailli tazminat vermek zorunda değildir!  “İsmail’in rabbi diyor ki: Eğer bir ümmî ile bir İsrailli arasında anlaşmazlık çıkmışsa, mahkemedeki hâkim, kardeşinin lehine bitmesi için uğraşsın. Mümkün değilse ümmilerin kanunlarına göre, kardeşinin lehine bir sonuç almaya çalışsın. Ve bu sizin kanununuza göredir desin. Her iki kanundan da yararlanamıyorsa, hangi yolla olursa olsun, İsrailli kardeşini kazandırsın. İsmail’in Rabbi, İsrailli olmayanların zaaflarından yararlanın diyor.”[31]

Yahudiler kendilerini Allah'ın oğulları ve sevgilileri (ebnâullah ve ehıbbâuh) sayıyor (5/Maide, 18) ve kendileri dışında kalanları kendilerinin kölesi kabul ediyorlardı. Kölelerin mallarını yemekten hesaba çekileceklerine ise inanmıyorlardı.[32]

Yahudilerin, kendi soydaşları dışında, ‘gentile’ olarak adlandırdıkları, kendilerinden olmayanlara karşı acımasız, çifte standartlı ve düşmanca tutum ve davranışları, (şu anki) Tevrat’tan esinlendiği doğrudur.[33] Fakat eldeki Tevrat’ın muharref olduğu, gerçeğine uymadığı da doğrudur. Reşid Rıza da buna dikkat çekiyor ve diyor ki, Yahudiler Tevrat’ın, insanların malını bâtıl yollarla yemekten men eden hükümlerini tahrif ettiler, Kitab’ın sadece kendi Yahudi kardeşlerine hıyaneti yasakladığına inandılar. Bu bâtıl kanaate, Yahudi kavminin kibiri ve dindeki taşkınlıkları yol açtı. Rıza, bu konuda üstadı Muhammed Abduh’un görüşlerine de yer vermekte onları şöyle özetlemektedir: Yahudiler’e göre, kim ki Allah’ın bu seçkin halkından ve onun dinine mensup olanlardan değilse o, Allahın nazarından sâkıt olmuş, O’nun nazarında gazaba uğramıştır. Ne o kimselerin bir hukuku olur, ne de hürmeti kalmıştır! İmkân bulunca onların malını yemek helaldir! Yahudiler, bu ‘ümmilere hıyânet’ fikrini kendi kitaplarından (Tevrat) değil, ruhban sınıfının görüşlerinden almışlardır.[34]

Bu inceliğe M. İzzet Derveze de katılmaktadır. Derveze’ye göre Tevrat, düşmanlarına dahi ihtiyaçları olduğu zaman, yardım etmelerini emretmiştir. Aksi yönde bir muamelenin tavsiye edildiği sözler sonradan uydurulmuş olup, tahrifatlar cümlesindendir.[35]

Yahudilerin, adeta Allah'a meydan okuyan çıkarcı, bencil ve çifte standartlı ahlakı insanilikten tamamen uzaktır. Geçtiğimiz çeyrek yüzyıl içinde, bazı ‘müslüman’ kesimler, yanlış bir dârul harp[36] yorumunu esas alarak, harbî olduğuna hükmettikleri kimselerin mallarını yemeyi, onlardan faiz almayı, kumar oynamayı mubah saydılar, kadınlarının da cariye hükmünde olduğuna hükmettiler. Hâlbuki Müslümanlar, Nahl suresinin 116. ayetini okuyorlar(!) ve bunun Allah'ın bir emri olduğuna da inanıyorlardı. Yahudi geleneğine dayanan bu batıl (haram yiyici) inanış kısa sürede, otobüslere biletsiz binmek, elektrik, su ve telefonu kaçak kullanmak gibi ‘cihadî eylem’lerle kendini göstermeye başladı. Bu tür sapmaların, geçtiğimiz yüzyılda Mısır gibi ‘İslamî’ ülkelerde de görüldüğünü, Reşid Rıza’nın eleştirilerinden anlamaktayız. Rıza, Müslüman olmayanların ve hatta dârul harpteki Müslümanların bile mallarını yemeyi mubah sayan ‘müslüman’ tiplerden bahsetmekte ve Al-i İmran suresinin 75. ayetinde, Yahudi bilginlerine yapılan ilahi tehdidin onlar için de geçerli olduğunu ifade etmektedir.[37]

Şu halde bu ayetteki ‘ümmîler’, Yahudiler ve Hristiyanlar dışında kalan müşrik Araplardır. Yahudiler, herhangi bir ilahi kitaba mensup olmadıkları için onları ‘ümmî’ (gentile) diye adlandırıyorlardı. ‘Kitapsız’ Arapları değersiz gördükleri için, onlara karşı her türlü yolsuzluğu yapmayı mubah sayıyorlardı. Demek ki, Âl-i İmran suresinin 75. ayetinde okuma yazma bilmeyenlerin bahsi geçmemektedir.

4. A’raf, 157-158

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara mârufu emreder, onları münkerden meneder; onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nûr’a [Kur'an’a] uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.”

“De ki, ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin mülkü tamamen kendisine ait olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka ilah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise, Allah’a ve O’nun ümmî Nebî olan Rasulü’ne iman edin. O da, Allah’a ve O’nun kelimelerine inanmaktadır. Ona tabi olun ki, hidayete eresiniz.”

Ümmî Nebî Rasûl Ne Demektir?

Bu iki ayette Muhammed (sav) için hem nebî hem de rasûl isimleri birlikte kullanılmış ve onun ‘ümmî nebî rasûl’ (er-Rasûl en-Nebî el-Ümmî) olduğu vurgulanmıştır. Bu ayetle birlikte müfessirler, Peygamberimiz Muhammed (sav)in okuma-yazma bilmediği kanaatine yeniden dönmüşlerdir. Müfessir Beyzavî, ‘ümmî nebi’nin akabinde ‘yani’ dedikten sonra, “okuması ve yazması olmayan” notunu eklemekte ve Peygamber'in okuma-yazma bilmemesine rağmen, ilminin (getirdiği vahyin) kemalinin, mucizelerinden birisi olduğuna değinmektedir.[38]

Fahreddin Râzî, Zeccac’ın “ümmî kelimesi, Arap milletinin özelliklerini taşıyan kimse” demektir görüşünü, Hz. Peygamber’e atfedilen “Biz yazı ve hesap bilmeyen ümmî bir toplumuz.” sözüyle desteklemektedir. Razi de tıpkı Zeccac gibi düşünmekte ve “Arapların çoğu okuma ve yazma bilmiyorlardı. Hz. Peygamber (sas)in kendisi de böyle idi.” demektedir.[39]

Râzî’ye göre, okuma-yazma bilmeyen Muhammed (a.s)ın, kendisine vahyedilmiş olan Kur'an’ı manzum olarak, hiçbir kelimesini değiştirip bozmadan, hiçbir ziyade ve eksiltme yapmadan tekrar tekrar okuması bir mucizedir. Râzî devam ediyor ve diyor ki, eğer Peygamber (a.s) okuma-yazma biliyor olsaydı, ara sıra da olsa önceki ümmetlerin kitaplarını okuduğu için, Kur'an ayetlerinin o okumalar neticesinde meydana geldiği hususunda itham edilirdi. Ama hiçbir öğretim ve okumada bulunmaksızın, bu yüce Kur'an’ı getirmesi onun mucizesidir. (Burada Ankebut, 48’e atıf yapmaktadır). Râzî diyor ki, en az zeki olanlar bile yazıyı kolayca öğrenebilmektedirler. Peygamber (a.s), Allah kendisine hiçbir insanın ulaşamadığı bilgiler verilmiş olmasına rağmen, yazıyı öğrenmemiş, öğrenmesine ihtiyacı olmamıştır. Bu da onun mucizesidir.[40] Hz. Peygamber herhangi bir hocadan ders görmemiş, hiçbir kitabı okumamış ve hiçbir ilim sahibinin meclisinde de bulunmamış olan ümmî bir kimse idi. Böyleyken büyük ilimlerin kendisinde görülmesi, mucizelerin en büyüklerindendir.[41]

Müfessir Hâzin, Peygamber'e atfedilen “biz (Araplar) ümmî bir toplumuz, yazı yazmayız, hesap bilmeyiz” hadisine yer veriyor ve Nebînin ümmî oluşunun, onun en büyük mucizesi olduğunu, Peygamber’in yazmayı bilmesi halinde, Kur’an’ı başkasından yazarak nakletmiş olmakla itham edilmesinin kaçınılmaz olacağını ileri sürüyor.[42]

Rivayet tefsirlerinin Kur'an’la bizim aramızda bir perde oluşturduğunu söyleme cesaretini gösteren Muhammed Abduh,[43] her ne kadar “Allah’ın ümmîlere yani Arab’a gönderdiği Ümmi Nebî” sözüyle, İslam öncesi Araplar’ın ‘ümmi’ olarak adlandırılması gerektiğine parmak basıyorsa da, yine de sonuçta Peygamber (a.s)ın okuma-yazma bilmediğini söyleyenler kervanına katılmaktadır. O da klişeleşmiş gerekçeyi benimsemiştir: Ümmî oluşu, Peygamber (a.s)ın davasının sahih olduğuna delalet eder![44]

Muhammed İzzet Derveze, Peygamber'in okuma-yazma bilmediğine inananlardan biri olmakla birlikte, Peygamber'in okuma-yazma bilmediğini, A’raf suresinin bu iki ayetinden çıkarmanın mümkün olmadığını kabul etmektedir. Derveze, ümmî kavramının Kur'an ayetlerinin tamamında “Ehl-i kitap olmayanlar” anlamında kullanıldığını teslim etmekte, ümmiliğin, “kitap ehli olmayan Arapların bir niteliği olarak kullanıldığını;”[45] ümmî teriminin “yazılı eseri olmayan topluma nisbet edildiğini”[46] ifade etmektedir.

Öyle görünüyor ki, ‘ümmî nebî rasûl’ terimini en iyi çözümleyen, olayın künhüne vakıf olmuş olan Mevdudî’dir. Mevdudî şöyle diyor: “Burada Hz. Peygamber (s.a) için ümmî kelimesinin kullanılmış olması oldukça anlamlıdır. Bu lakap burada, kendilerinin dışındakilere ‘ümmîler’ (gentile) diyen Yahudilerin bu kavmî gurur ve küstahlıklarını kırmak için kullanılmıştır. Bu konuda o kadar küstah idiler ki, bir ümmîyi kendilerine lider olarak tanımak şöyle dursun, bir millet olarak kendilerinden olmayan kimselere en temel insan haklarını bile tanımaya hazır değildiler. ‘Ümmîlere karşı bizim herhangi bir sorumluluğumuz yoktur…’ (3/75) diye iddiada bulundular. Bundan dolayı ‘Nebî’ sözcüğünden önce ‘ümmî’ kelimesini kullanmış olmakla sanki Allah şöyle demek istemiştir: Şimdi sizin kurtuluş ve selametiniz ancak bu ümmî Peygamber'e uymanıza bağlıdır. Eğer siz ona uyarsanız, rahmetimden nasibinizi alırsınız, aksi halde, içinde bulunduğunuz dalaletten ötürü asırlar boyunca müstehak olduğunuz gazap sürer gider.”[47]

Mevdudi’nin bu izahı, ümmî kavramının tarihi arka planını açıklamaktadır. Buradan anlaşılmaktadır ki, Kur'an’ın Muhammed (a.s)ı ümmî olarak nitelemesi tamamen siyasi amaçlıdır. Yahudilerin, ‘ümmî’ diye küçümsedikleri, hor ve hakir gördükleri bir toplum (Araplar) içinden, kendilerinin de dâhil olduğu, bütün insanlığa bir Peygamber gönderilmiş, bu ümmî, yani ‘gentile’ içinden seçilmiş Peygamber'e tabi olmaları emredilmiştir. Üstelik de kendilerini Allah'ın sevgilileri ve oğulları sayan bu kibirli kavmin değer kazanmasını da o ümmî Peygamber'e tabi olmaları şartına bağlamıştır.

Kısacası, A’raf suresi, 157-158. ayetlerde geçen ümmî nebi rasûl, “okuma-yazma bilmeyen Peygamber Muhammed” (a.s) değil, kendilerine herhangi bir ilahi kitap gelmemiş ve Yahudilerin ‘gentile’ manasında ‘ümmî’ diye küçümsediği bir toplumdan çıkmış Nebî-Rasûl-Muhammed (sav) demektir. Bu anlam aşağıda gelecek olan Cum’a suresinin 2. ayetinde daha da netleşmektedir. Bir kez daha, geleneksel yaklaşımın tutarsızlığını anlamak için, bu iki ayetteki ‘ümmî’ kelimesi yerine ‘okuma yazma bilmeyen’ sözlerini getirerek okumamız kâfi gelecektir.

5. Cum’a, 2

Ümmîler arasından kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O’dur. Bundan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.”

Cum’a suresinin 2. ayeti, yukarıda işlediğimiz A’raf suresinin 157-158. ayetlerinin oldukça açık ve seçik bir tefsiri mahiyetindedir. Bu ayet açıkça, Muhammed (a.s)ın içinden çıktığı toplumu ‘ümmî’ olarak nitelemektedir. Bu ümmî toplum, Muhammed (a.s) kendilerine elçi gelmeden önce apaçık bir sapıklık içindeydiler. A’raf, 157-158’de açıklandığı üzere, Muhammed (a.s) onlara Allah'ın ayetlerini okudu, onları arındırdı (tezkiye etti), onlara kitabı ve hikmeti öğretti.

Bu ayetle Yahudiler dinî-siyasî açıdan adeta kuşatma altına alınmıştır. Üçüncü ayette Hz. Muhammed'in, ümmîler dışındaki insanlara da Peygamber gönderildiği belirtilmektedir ki, Yahudiler bu toplumların başında gelmektedir. 4. Ayette risaletin, Allah'ın bir lütfu olduğu ve Allah'ın, lütfunu dilediğine vereceği ifade edilmiştir. 5 ve 6. Ayetlerde eleştirinin dozu daha artırılarak, Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyen Yahudiler ‘kitap yüklü eşeğe’ benzetilmiş; diğer insanların değil de yalnız kendilerinin Allah'ın has kulları (evliyâullah) oldukları iddialarını, ölümü temenni etmek suretiyle ispatlamaları istenmiştir.

Eğer ümmî kelimesi, okuma-yazma bilmeyen demek olsaydı, bu ayete, “okuma-yazma bilmeyenler arasından bir Peygamber gönderen…” anlamını vermemiz gerekirdi. Bunun ise isabetsizliği ortadadır. Çünkü ‘okuma-yazma bilmeyen bir kavim içinden seçilen Peygamber’ vurgusunun, herhangi bir hikmeti görünmemektedir. ‘Kitapsız Araplar’ içinden Peygamber gönderildiğine dikkat çekilmesi ise oldukça anlamlıdır. Kaldı ki, Mekke halkının tamamı okuma yazma bilmiyor da değildi.

İzzet Derveze buradaki ümmîlerin, Allah katından gelmiş bir kitaba sahip olmayan Araplar olduğunu kabul eder.[48] Mevdudî’nin ümmî terimine getirdiği yorum bu ayette bir kez daha muhkemliğini göstermekte ve şüpheleri gidermektedir. Mevdudî şöyle diyor:

“Ümmî ifadesi burada, Yahudi literatürüne göre kullanılmıştır ve bu kullanımda gizli bir alay söz konusudur. Yani Yahudilere şöyle denilmektedir: Sizler Araplara hakaret amacıyla ümmî diyor ve güya kendinizle mukayese ederek onları hakir görüyorsunuz. Ancak azîz ve hakîm olan Allah, onlar arasından bir Peygamber çıkarmıştır. O Peygamber kendiliğinden gelmemiş, bilakis kâinatın sahibi Allah tarafından gönderilmiştir…”[49] Mevdudî, ümmî kelimesinin İbranice’deki ‘goyim’ kelimesinin müteradifi olduğunu, Kitab-ı Mukaddes’in İngilizce çevirilerinde ‘goyim’in ‘gentile’ (centile) ile karşılandığını belirtmektedir.[50] Goyim, ‘goy’ kelimesinin çoğuludur ve İbranicede millet anlamına gelmektedir. Kültürel anlamda, Yahudi olmayanları tanımlamada kullanılır. Nohri kelimesinin ise ‘yabancı’ demek olup, İngilizcede ‘gentile’ olarak ifade edildiği belirtilmektedir.[51] Gentile kelimesi yerine zaman zaman putperest kelimesi de kullanılmıştır.[52]

Mevdudî’nin verdiği bilgilere göre, ‘goyim’ kelimesi aslında ‘kavimler’ anlamına geliyordu, Yahudiler bu kelimeyi zamanla kendileri dışındaki kavimler için kullanmaya başladılar ve bununla o kavimlerin gayri medeni, dinsiz, soysuz ve zelil olduklarını anlatmak istediler. Yunanlıların ‘barbar’ kelimesine yükledikleri anlamın daha ağırını Yahudiler ‘goyim’le ifade ediyorlardı. “Yahudi literatüründe ‘goyim’ kelimesinin vasfettiği kitle, o derece nefret edilecek bir şeydir ki, Yahudiler onların insan yerine bile konmayacağı, onlarla yolculuk yapılmayacağı, hatta ‘goyim’e mensup birinin boğulması durumunda, onun kurtarılmaya dahi değmeyeceği düşüncesindedirler. Ayrıca Yahudiler, gelmesi beklenen Mesih’in Goyim’e mensup herkesi helak edeceğine inanırlar.”[53] Babil Talmudu’na dayanan, Halacha adındaki klasik dönemdeki Yahudi hukuk sistemi, gentile kadınlarını, önüne gelen herkesle yatıp kalkan (fahişe) saymaktaydı ve bu kadınların bedenini eşek bedeni kabul etmekteydi.[54]

Kur’an’ın Yahudi seçkinciliğine ilişkin kimi haberleri, onların goyim/gentile yaftasıyla kendilerinden olmayanları aşağıladıklarını doğrulamaktadır. Yahudiler Ahiret yurdunun sadece kendilerine ait olduğunu, başkalarına ait olmadığını iddia ediyorlardı. (2/Bakara, 94).

Muhammed (a.s) Kitap Ehli denilen Yahudiler içinden seçilmiş bir Peygamber değildi; Hristiyanlardan seçilmiş bir Peygamber de değildi. O, bilhassa Yahudilerin küçümsediği, ‘goyim’ (gentile) diye aşağıladığı bir kavmin, putperest/kitapsız Arap toplumunun içinden gönderilmiş bir peygamberdi. Cum’a suresi bilhassa şunu vurgulamaktadır, Yahudilerin küçümsediği bir toplumdan seçilmiş olan, onlara göre, ırk ve sınıf itibariyle imtiyaz sahibi olmayan bu ‘ümmî’ / sıradan Peygamber, kendilerini de hidayete çağırıyordu. Arındırıp tezkiye etmesi, kitabı ve hikmeti öğretmesi gereken kavimler listesine Yahudiler de dâhildi. Bir başka deyişle, bir hiç olarak gördükleri Muhammed, tutmuş onlara din öğretmeye kalkışıyordu! Kendilerini dev aynasında gören kibirli bir kavmin ise bunu kabul etmesi ne kadar da zordu...

Arabistan Araplarının Ümmî Oluşu

Kur'an’da, Mekke Arapları ve onların şahsında belki bütün Arabistan halkı, Muhammed (a.s)’dan önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş (28/Kasas, 46; 32/Secde, 3); “ataları uyarılmamış, kendileri de gaflet içinde kalmış” (36/Yasin, 6); kendilerine, okuyacakları bir kitap verilmemiş, Muhammed (a.s)’dan önce kendilerine bir peygamber gönderilmemiş (34/Sebe, 44) bir kavim olarak anılır.

Mevdudî, Hz. İsmail ve Hz. Şuayb’dan (a.s) sonraki iki bin yıl içinde Arabistan'da hiçbir peygamber çıkmadığını belirtmektedir.[55] Bununla beraber, diğer birçok peygamberin mesajının Arabistan'a ulaştığı da bir gerçektir. Fakat onların, Tevrat ve İncil gibi bir kitapları yoktu ve bu yüzden ‘ümmî’ olarak anılmışlardı.  

C) ÜMMÎ KELİMESİNİN GEÇMEDİĞİ AYETLERDEN GETİRİLEN DELİLLER

Ümmî kelimesinin geçtiği altı ayetin dışında, konuyla alakalı bazı ayetler, geleneksel yorumcular tarafından, Peygamber'in okuma-yazma bilmediği tezini güçlendirici deliller olarak ele alınmaktadır. Hâlbuki bu ayetler de tıpkı ‘ümmî’ ayetleri gibi, ya tam tersine, Rasûlullah'ın okuma-yazma bildiğine dair bir delil içermekte, ya da hiç değilse, okuma-yazma bilip bilmediğini konu etmemektedir. Bu cümleden olarak en fazla, Peygamber (a.s)ın daha önce bir kitap okumadığını ve yazmadığını açıklayan Ankebut suresinin 48. ayeti üzerinde durulmaktadır.

1. Peygamber (a.s) Daha Önce Bir Kitap Okumamış ve Yazmamıştır

Ankebut suresinin 48. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:

“Sen bundan önce ne bir kitap okuyor, ne de onu elinle yazıyordun. Öyle olsaydı, iptal ediciler (batıl kılıcılar) kuşku duyarlardı.” (29/Ankebut, 48)[56]

Mekke devrinde ve muhtemelen Müslümanların en şiddetli işkencelere maruz kaldıkları bir dönemde inen Ankebut suresi genel olarak, mü’minlere, kâfirlerin yaptıklarına karşı dayanıklı ve cesur olmak gerektiğini telkin etmektedir.[57] Bilhassa İbrahim (a.s)ı, kendi kâfir kavminin yakmak istemesinin örnek verilmesi (24. ayet) çok güçlü bir mesaj içermektedir. Çünkü hem Araplar İbrahîm'e sahipleniyorlar, hem de Yahudi ve Hristiyanlar kendilerini ona nisbet ediyorlardı. Bu örnekle bir taraftan Muhammed (a.s)a metanetli olması, atası İbrahim’i örnek alması öğretiliyor, diğer taraftan da, o günkü müşriklere ve Yahudilere İbrahim’e kendi kavmi ne yaptıysa siz de Muhammed'e onu yapmaktasınız, fakat sizin de sonunuz onlar gibi hüsran olacaktır mesajı veriliyordu.

Ankebut suresinin 46-51. ayetlerinden oluşan pasaj, Ehli Kitab’ın Muhammed (sav)’in peygamberliğini kabul etmemesinin hiçbir haklı sebebe dayanmadığını açıklamakta ve onları Kur'an vahyine iman etmeye davet etmektedir. Mevdudî’nin dediği gibi, bu ayetlerin, Habeşistan hicreti sırasında nazil olmuş olması kuvvetle muhtemeldir ve bunun için 46. ayet, ehli kitapla en güzel bir biçimde mücadele etmeyi öğütlemektedir. Müslümanlara, Kur'an'ın yanı sıra, Tevrat ve İncil’e de inandıklarını, Müslümanların Allah’ı ile onların inandığı Allah'ın aynı olduğunu söylemeleri emredilmektedir. 47. Ayette, Ehli Kitabın hepsi değilse de, sağduyu sahibi bir kısmının[58] Kur'an’a iman ettiği belirtilmektedir. Bu ifadeden, Ehli Kitabın Kur'an’a birtakım ön kabulleri ve siyasî şartlanmaları nedeniyle iman etmedikleri anlaşılmaktadır.

İşte tam bu noktada 48. ayet, Kur'an’a iman etmeyen ‘kafirler’e, onları ilzam edici bazı deliller sunmakta ve şöyle demektedir: Muhammed, bundan (risaletten) önce herhangi bir kitap okumadı, bir kitap da yazmadı! Eğer o, kitap okumuş ya da yazmış olsaydı, Muhammed (a.s)’ın peygamber olduğunu inkar edenler, -yine de tamamen asılsız ve haksız olmakla birlikte- ileri sürebilecekleri bir gerekçe edinmiş olurlar ve derlerdi ki: Sen bu bilgileri, başka kaynaklardan edindin! Bunları sana Allah vahyetmedi!

Ayette müşriklerin, bu doğrultudaki muhtemel akıl yürütmeleri çürütülüyor, onların önü alınıyor. Kur’an’ın kitap tedkik etmekle, yazmakla oluşturulacak bir kitap olmadığı anlatılmak isteniyor.

Bu ayetin, Hz. Muhammed’in okuma-yazma bilmediğini açıkladığı zannedilmekte ve ayetle ilgili açıklamalar tamamen bu doğrultuda yapılmaktadır. Peygamber'in okuma yazma bilmediği önkabulünü sürdürmek adına, ayetin gerçek anlamı göz ardı edilerek öyle aşırı yorumlar yapılmaktadır ki, mesela Taberî, İbni Abbas’dan rivayet edilen, Katade ve Mücahid gibi âlimlerin de paylaştığı anlaşılan şu rivayete yer vermektedir: “Rasulullah ümmî idi. Hiçbir şey okumadı ve hiçbir şey yazmadı.”[59] Zemahşerî, Rasulullahın bir kitap okuduğunu ve bir satır olsun yazı yazdığını hiç kimsenin bilmediğini ileri sürmektedir.[60] Halbuki, peygamberliğinin herhangi bir safhasında, bir satır olsun yazı yazmak ve bir sayfa olsun okumak, onun peygamberliğine halel getirici değildir.

Elmalılı M. Hamdi Yazır, tam olarak öyle denmediği halde, ayetin ilgili kısmını “hâlâ da elinde yazı yazmazsın” diye tercüme etmektedir. Yukarıda değindiğimiz gibi, ümmî terimiyle ilgili en ufuk açıcı açıklamaları yapmış olan Mevdudî bile, Rasûlullah (sav)’ın hiç okumadığını ve yazmadığını ileri sürme ihtiyacı hissetmektedir: “Onun doğumundan yaşlılığına dek tüm hayatını oralarda geçirdiği çağdaşları ve akrabaları, onun hiç kitap okumadığını, hatta eline kalem dahi almadığını çok iyi biliyorlardı.”[61]

Acaba Ankebut suresinin 48. ayeti tam olarak neden bahsetmektedir?

Kanaatimizce, bu ayet Peygamber’in o an fiilen yazı yazma işini beceremediğini değil, nübüvvetten önce, Kur'an’a kaynaklık ettiği iddiasına yol açabilecek bir kitap okuma ve yazma işiyle uğraşmadığını bahis konusu etmektedir. Konu, Rasûllah'ın okuma-yazma bilip bilmediği değil, herhangi bir kitap okumadığı ve kitap yazmak gibi bir işle uğraşmadığı[62] meselesidir. Yani o, böyle bir tedrisat yapmamıştı. Bu kanaatimizi paylaşan ilim adamları da yok değil. M. İzzet Derveze, peygamberimizin semavî kitapları okuyup-yazmak gibi bir alışkanlığının olmadığının vurgulandığını teslim etmektedir.[63] Derveze, ümmî kavramının okuma-yazma bilmeyen anlamına geldiğine katılmamakla birlikte, Ankebut suresinin 48. ayetinin “Peygamberimizin okur yazar olmadığının açık ve kesin kanıtı” olduğuna da inanmaktadır.[64]

Peygamber'in okuma yazma bilmediğini söylemekle, bir kitap okuma ve yazma işiyle uğraşmadığını söylemek, birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Her okur yazarın kitap okuma ve yazma zorunluluğu yoktur. Günümüzde, okuma-yazma bildiği halde kitap okumayan, hele de kitap yazma işiyle hiç ilgisi olmayan yığınlarca insan bulunmaktadır.

Aslında bu ayet bilakis, Peygamber'in okuma-yazma bildiğine ışık tutmaktadır. Şöyle ki, ayet, Peygamberimize, “Sen bundan önce (yani bir ömür boyu: 10/Yunus, 16) ne bir kitap okuyor, ne de yazıyordun” dediğine göre, okumak ve yazmak Peygamber (a.s)da mevcut olan bir yetenekti. Yani o, potansiyel olarak okuma-yazmayı biliyor olmalıydı. Peygamber'in okuma yazma pratiğinin olmaması, okuyacak bir kitabın ya da yazmayı gerektirecek bir işin bulunmaması, okuma yazmayı bilmediğini iddia etmeyi gerektirmez. Eğer Rasûlullah (sav) okuma-yazmayı hiç bilmiyor olsaydı, doğrudan o şekilde ifade edilebilirdi. Mesela, bir cinayetle suçlanan zanlının, “benim hiç silahım olmadı ve elime hiç silah almadım” türü savunması ile, “o silahı ben kullanmadım” demesi, çok farklı durumları anlatır.

İleride geleceği gibi, bazı müfessirler (mesela Kurtubî) Rasûlullah'ın en azından Hudeybiye’de birkaç kelime de olsa yazdığını kabul etmekteler, fakat bunun ‘öğrenmek yoluyla elde edilen yazı’ değil de, harikulade bir yazı olduğunu, Allah tarafından Hz. Peygamber'in (sav) parmaklarının uçlarına gönderildiğini ileri sürmektedirler. Bu müfessirlere göre Rasûlullah, öğrenme yoluyla elde edilmiş yazıyı iyi yazamaz durumda kalmıştır. Bu da onun peygamberliğinin gerçek oluşunun fazladan bir delildir![65]

2. ‘Ümmî’ Peygamber, Kur'an ve ‘Ders Almışsın’ Suçlaması

“Okuması yazması olmayan bir Peygamber'in tilavet ettiği Kur'an’ın mucize olduğundan kimse kuşku duyamaz!” Müslüman ilim adamlarının, Peygamber'in okuma-yazma bilmediği hususundaki ısrarlarının temelinde bu sav yatmaktadır. Ankebut, 48 gibi ayetler, bu önkabulü destekleyen kanıt niyetine okunmaktadır. Bir şey okuyamayan ve bir şey yazamayan bir Peygamber’in getirdiği ayetlere hiç kimsenin, “bunları sen yazdın” ya da “uydurdun” demesinin mümkün olamayacağı zannedilmektedir. Acaba gerçek durum böyle midir?

Geleneksel yaklaşımın iddia ettiği gibi, Peygamber (a.s)ın okuma-yazma bilmediğini bir an için kabul edelim. Bu durumda, Mekke müşriklerinin ya da Medine’de başta ehli kitap olmak üzere diğer inanç gruplarının, Kur'an’ın ilahi kaynaklı oluşuna hiçbir itirazda bulunmamaları gerekmez miydi? Hâlbuki vâkıa böyle değildir.

Mekke kâfirleri, Peygamber (a.s)ı ders almakla suçlamışlardır. Onlara göre Hz. Muhammed, bir insandan ders alıyordu. Kur'an, o insandan aldığı derslerin bir neticesi idi, yani Kur'an beşerî kaynaklıydı:

 “Böylece biz ayetleri evire çevire açıklıyoruz ki, ‘sen ders almışsın’ desinler de, biz de, anlayan bir toplum için onları iyice açıklayalım.” (6/En’am, 105).

Bu ayette kullanılan “dereste” kelimesi ders yaptın, ders aldın, ders çalıştın anlamlarına gelmektedir. Kur’an’ın başka ayetlerinde (6/En’am, 156; 34/Sebe, 44; 68/Kalem, 37) ‘ders’ fiili farklı kiplerle kullanılmıştır. Bu ayetlerde sözü edilen, mahiyeti belirsiz bir ‘ders alma’ değil, İlahi bir kitaptan ders öğrenme, tedrisât anlamında kullanılmıştır. Mesela En’am suresi, 156. ayette, ‘kitapsız’ [ümmî] Mekke Araplarının, “Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumalarından (an-dirâsetihim) gerçekten habersizdik” diye bir mazeret ileri sürmelerine meydan vermemek için kendilerine Kur'an'ın inzal edildiği açıklanmaktadır. Buradaki dirâse/tedrisât, ilahî bir kitabın okunması anlamındadır. Sebe suresinin 44. ayetinde, Kur’an için “uydurulmuş bir iftiradır (ifk)”, “açık bir sihirdir” diyerek inkâr eden aynı Araplara, Allah’ın, Muhammed’den önce okuyacakları bir kitap vermediği (min kutübin yedrusûnehâ) beyan edilmektedir. Kalem suresinde ise, aynı Araplar, Kur'an’a niçin inanmadıkları bağlamında sorgulanırken, “Yoksa size ait bir kitap var da, onda okuyor / tedrisat mı yapıyorsunuz?” (em lekum kitâbun fîhi tedrusûn?) denilmektedir.

Şu halde Mekke Arapları Peygamber (a.s)a “sen ders almışsın” derken, Tevrat ve İncil gibi semavî bir kitaptan dinî bilgiler edindiği ve bunları yeni bir vahiy (Kur'an) diye kendilerine okuduğu, onları kandırdığı şeklinde suçlamış oluyorlardı. Fakat müşriklerin zannına göre Peygamber (a.s), söz konusu kitapları tek başına okumuyordu. O kitapları bilen bir ‘din adamı’ndan yardım alıyordu. Kısacası Peygamber, ehli kitaptan ders alıyordu.[66] Müşrikler, Peygamber (a.s)ın Kur'an’ı Allah'dan vahiy yoluyla almadığı hususunda daha da ileri gidiyorlar ve şöyle diyorlardı:

“İnkâr edenler: Bu (Kur'an), olsa olsa onun (Muhammed'in) uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir, dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır. Yine onlar dediler ki: (Bu âyetler), onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan, öncekilere ait masallardır.” (25/Furkan, 4-5).

Furkan suresinin bu iki ayetinde, Kur'an hakkında kullandıkları ‘iftira (ifk)’; ‘başka bir kavim ona yardım etti’; ‘onu yazdırdı’; ‘sabah akşam kendisine okunmaktadır’ gibi suçlamalar öne çıkmaktadır. Bunlar, Kur’an’ın Muhammed (a.s)a Allah tarafından vahiy yoluyla geldiğine, yani Kur'an’ın Allah kelamı olduğuna inanmayan kâfirlerin kuruntularıdır. Bu ayetlerde Kur'an’ı öğrettiği ve yazdırdığı iddia edilen kimseler hakkında çoğul eki kullanılmıştır. Başka bir ayette ise, mevhum ‘kaynak’ tekil olarak ifade edilmektedir:

“Şüphesiz biz onların: ‘Kur'an'ı ona ancak bir insan öğretiyor’ dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancı [a’cemî]dir. Hâlbuki bu (Kur'an) apaçık bir Arapçadır.” (16/Nahl, 103).

“Ona bir beşer öğretiyor” (innemâ yuallimuhû beşerun) sözüyle, Mekke’de yaşayan bazı kölelerin kastedildiği rivayet edilmekte ve bu cümleden olarak Yaîş,[67] Addas, Yesâr ve Cebr gibi kölelerin adları zikredilmektedir.[68] Fakat bu hususta verilen isimlerin hemen hepsi spekülâsyondan öte bir anlam taşımamaktadır.[69] Esasen, bu ismin kim olduğu önemli de değildir. Önemli olan, Muhammed (sav)in bir kişiden Kur'an’ı öğrendiğinin iddia edilmesidir.

Müslüman müelliflerin siyer kitaplarında, Peygamber (a.s)ın henüz çocuk yaşta iken amcası Ebu Talip’le gittiği bir ticari yolculukta Rahip Bahira ile görüşmesi anlatılmaktadır. Müslüman müellifler, bir taraftan Peygamberi okuma yazma bilmekten şiddetle sarfı nazar ettirirken, diğer taraftan son dönemlerde Bahira olayını kullanıp, Kur'an'ın Hristiyan kaynaklı oluşu yönünde kuşkular uyandıran müsteşriklerin ideolojik yorumlarını savuşturmaya çalışmaları, trajikomik bir hal almaktadır. Fakat şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, Mekke müşriklerinin gerek Furkan suresi, 4-5. ve gerekse Nahl suresinin 103. ayetinde yer verilen, ‘Peygamber (a.s)a Kur'an’ı öğreten insan’ iddiası, Rahip Bahira olayını kapsamamaktadır. Onların bâtıl iddiaları, vahyin indiği döneme tekabül ediyordu, Muhammed (a.s)ın çocukluğunu kastetmiyorlardı.[70]

Kur'an, indiği toplumun diliyle, apaçık Arapça olarak indiği halde onu inkâr ettiler. Eğer o, arapça bilmeyen (a’cemîlerden) birine indirilseydi de, onlara okusaydı yine inanmazlardı. (26/Şuara, 198-199). Müşriklerin itirazları, Kur'an'ın Arap diliyle nazil olmasına değildi. Kur'an başka bir dilde inseydi yine itiraz ederler, “Hiç Arab’a a’cemî Kur'an olur mu?!” (41/Fussilet, 44) derlerdi.

Hâlbuki Peygamber (a.s)ın (okuma-yazma bilmesi durumunda da) okuyacağı fazla bir şey yoktu. O dönemde, Tevrat ve İncil gibi kutsal kitaplar ve onların Talmud ve Mişna gibi yorumları dışında okuyacak bir kitap bulmak imkânsızdı. Tevrat ve İncil’in de henüz Arapçaya tercümeleri yapılmamıştı.[71] Medine döneminde bile -rivayetlere göre- Ehli Kitap Tevrat’ı İbranice okuyor, Müslümanlara Arapça tefsir ediyorlardı.[72] Hem Arapçayı, hem de İbraniceyi bilen bilginler bu kitapları saklıyorlar, kimseye göstermiyorlardı.[73]

3. Peygamber Okuma-Yazma Bilmeyince(!) Kâfirler Kuşku Duymamışlar mı?

Eğer durum gelenekselci bakış açısının iddia ettiği gibi,[74] Hz. Peygamber’in okuma-yazma bilmemesi, Kur'an'ın menşeinin ilahî olduğuna dair Allah'ın takdir ettiği bir tedbir olsaydı, kâfirlerin bu konuda bir sorun çıkartmamaları gerekirdi. Hâlbuki gerçek durum böyle değildir. Peygamber (a.s) sözde okuma yazma bilmediği halde, müşrikler yine kuşku duyacakları kadar duymuşlar, Peygamber’i, itham edebilecekleri kadar etmişlerdir. Mekke’nin nüfuzlu kâfirleri, Kur'an’ın Allah’ın indirmesi değil de, beşeri bir ürün olduğunu yaymak için, insan aklına gelebilecek hemen her ihtimali öne sürmüşlerdir. Kur'an bunların hepsine de değinmektedir. Kur'an’ın menşeine ilişkin kâfirlerin dil uzatmalarını tasnif ettiğimizde şöyle bir tablo ile karşılaşmaktayız:

a) Mekke müşrikleri, Muhammed’de ‘cinnet var’ (7/A’raf, 184; 43/Zuhruf, 8, 46); ‘mecnundur’ (15/Hicr, 6; 68/Kalem, 2, 51; 81/Tekvir, 22); ‘meftûndur’ (aklı tutulmuş) (68/Kalem, 6); kâhin ve mecnundur’ (52/Tûr, 29); ‘öğretilmiş (muallemun) bir mecnundur’ (44/Duhan, 14) diyorlardı.

b) Kur'an'ı şeytanların indirdiğini, (26/Şuara, 210) (zımnen) Muhammed'e şeytanların indiğini (26/Şuara, 221-226) ve Kur'an “raciim şeytanın sözü” olduğunu (81/Kehf, 25) iddia ediyorlardı.

c) Müşriklere göre Muhammed şair (21/Enbiya, 5; 26/Şuara, 224; 52/Tur, 30), ‘Mecnun bir şair’di (37/Sâffat, 36); Kur'an ise şiirdi (36/Yasin, 69), şair sözüydü. (69/Hâkka, 41).

d) Kur'an’ı sihir (21/Enbiya, 3; 43/Zuhruf, 30; 46/Ahkaf, 7; 74/Müddessir, 24); ‘süregelen bir sihir’ (74/Müddessir, 24) ve ‘bir kâhinin sözü’ olarak (69/Hâkka, 42) niteliyorlardı. Onlara göre Peygamber, ‘düpedüz büyücü’ (10/Yunus, 2); ‘büyülenmiş bir adam’dı. (17/İsra, 47; 25/Furkan, 8); ‘Toplumca büyülendik!’ (15/Hicr, 15) diyorlardı. Kur'an’ın bir sihir olduğuna o kadar şartlanmışlardı ki, eğer Allah onlara kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydi, ona da ‘apaçık bir sihirdir’ demekten hiç çekinmeyeceklerdi. (6/En’am, 7).

e) ‘Muhammed Kur'an'ı uydurdu’ diyorlardı. Söylediklerinin karmakarışık rüyalar (21/Enbiya, 5) ve bir beşer sözü (74/Müddessir, 25) olduğunu, Kur'an’ın bir iftira olduğunu (10/Yunus, 37-38; 11/Hud, 13; 25/Furkan, 4; 32/Secde, 3; 34/Sebe, 8, 43; 38/Sa’d, 7; 46/8; 46/Ahkaf, 11; 52/Tur, 33; 69/Hâkka, 44) ileri sürüyorlardı.

f) Kur'an ‘Allah’dan başkasından indirilmiştir’ diyorlardı. (4/Nisa, 82). Muhammed (a.s)ın ‘gönderilmiş bir elçi’ olduğunu kabul etmiyorlardı. (13/Ra’d, 43). Kâfirler Kur'an’ın Allah katından gelmediğine inanmakta o kadar samimi(!) idiler ki, Allaha yalvarıyor, “eğer bu Kitap senin katından gelmişse üzerimize gökten taş yağdır!” diyerek, sahte gördükleri Kur'an’a ve Muhammed'e (sav) karşı, içtenlikle meydan okuyorlardı! (8/Enfal, 32).

Kur'an’ın Cevabı

Eğer Kur'an'ın menşe itibariyle sahihliğinin en önemli delili, ya da en azından delillerden biri Peygamber'in okuma yazma bilmemesi olsaydı, müşriklerin bunca iftiralarını Kur'an, Peygamberin okuma-yazma bilmediği öncülünden hareket ederek cevaplayabilirdi. En azından, yukarıda değindiğimiz ithamların birinin akabinde olsun, bunu delil olarak getirebilirdi. Ama böyle bir cevap bulunmamaktadır. Bunun yerine Kur'an mesela şöyle bir meydan okuyuşla cevap vermektedir: “De ki: Yemin olsun, bütün insanlar ve cinler bu Kur'an’ın bir benzerini getirmek için bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun bir benzerini getiremezler.” (17/İsra, 88).[75] [“Sana ruhtan sorarlar” ayeti de Kur'an'ın menşeine ilişkin bir sorudur ve kâfirlerin iftiralarını reddetmektedir.[76]]

O halde buradan şöyle bir sonuca ulaşmamız mümkündür. Peygamber'in okuma-yazma bilip bilmemesiyle Kur'an’ın mucize oluşu arasında herhangi bir alaka yoktur. Allah böyle bir mucizeyi okuma yazmayı hem de çok ileri düzeyde bilen bir elçisi aracılığıyla da gönderir, okuma yazmayı hiç bilmeyen biri aracılığıyla da gönderir.

Üstelik vahiy sadece Kur'an, Peygamber de sadece Muhammed’den ibaret değildir. Önceki peygamberlere indirilen vahiyler de, tıpkı Kur'an gibi birer mucizedir. Eğer bir peygambere, kendi kavminin “bunu sen uydurdun” dememesi için o peygamberin okuma-yazma bilmemesi gerekseydi, peygamberliğin ilk şartı okuma yazma bilmemek olurdu. Peygamberlerin hiçbiri okuma-yazma bilmezdi. Hâlbuki müfessirler bu hususta önceki peygamberlerle Muhammed (a.s)ın arasını ayırmakta, öncekilerin ümmî olmadıklarını (okuma-yazma bildiklerini) ileri sürmektedirler.[77] Bu görüşün hiçbir Kur’anî dayanağı olmadığı gibi, tam bir çelişki örneğidir de. Üstelik Kur'an, sünnetullahda bir değişme olmadığını yeterince vurgulamaktadır. İlk peygamberden son peygambere kadar, her elçiye karşı ne diye karşı çıkıldığı, kâfir toplumların peygamberlere tâbi olmayı hangi gerekçelerle reddettikleri Kur'an’da detaylı şekilde açıklanmıştır. Kur'an diyor ki,

“(Muhammed!) Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey değildir. Elbette ki senin Rabbin, hem mağfiret sahibi hem de acı bir azap sahibidir.” (41/Fussilet, 43).

4. Muhammed (sav) Nasıl Bir Peygamberdi?

Şimdi Muhammed (sav)’in ümmî oluşunun ne anlama geldiğini ve okuma-yazma bilip bilmemesinin ‘ümmî’ kavramıyla ilgisinin ne olabileceğini, onun genel (nebevî) özelliklerine ve Rabbinin onu nasıl tanımladığına bakarak anlamaya çalışalım.

Hz. Muhammed her şeyden önce, melek değildi; o bir insandı/beşerdi. (17/İsra, 93-95). O da herkes gibi yemek yer, çarşıda gezerdi (25/Furkan, 7, 20), herkesin sahip olduğu insani özelliklere sahipti. O da bizler gibi gaybı bilmezdi, Allah'ın hazinelerine sahip değildi; onun bizlerden farkı, kendisine Allahın vahiy göndermesiydi. Kendisi de o vahye uymaktaydı. (6/50). Müslümandı, hem de Müslümanların ilkiydi. (6/En’am, 14, 163; 39/Zümer, 12).

Peygamber (a.s), kavminin içinden seçildi, onlardan biriydi. (34/Sebe, 46; 53/Necm, 2). Tıpkı selefleri Nuh, İbrahim, Hud, Salih, Lut v.b.nin olduğu gibi… (26/Şuara, 106, 124, 142, 161 v.b.). O, bir ömür boyu [kırk sene] kendi toplumunun içinde yaşamıştı. (10/Yunus, 16). Türedi değildi. (46/Ahkaf, 9). Toplumuna yabancı değildi. Toplumun en seçkini, en zengini, en aristokratı olmadığı gibi, en fakiri, en az bilinen, en sıradan biri de değildi. “Mekke’nin bir sâkiniydi ve hayatının hemşehrilerinden, kabilesinden gizli kalmış hiçbir yanı yoktu.”[78]

Muhammed (sav), hayatının 610 yılı Ramazan ayına kadarki döneminde kitap nedir, iman nedir bilmezdi (42/Şurâ, 52); belini bükecek olan (94/İnşirah, 3) risâlet görevini Allah'ın ona tevdi edeceğini ummazdı. Böyle bir beklentisi yoktu (28/Kasas, 86). Ne ehli kitapla ilmî bir faaliyet içindeydi, ne de kendi başına veya ‘kitapsız’ birisiyle ilmî bir çalışması vardı. Çağındaki diğer insanlar gibi onun da bir kitap yazması, bilimsel araştırmalar ve incelemeler yapması söz konusu değildi.

Muhammed (sav), nübüvvetten önce kendi toplumu tarafından ve tamamen kendi takdirleri olarak ‘el-Emîn’ ünvanı ile taltif edilmişti. Onun dürüstlük ve güvenilirliğini bu bir tek kelimeyle özetlemişlerdi. Şimdi, yani kendisine vahiy geldikten sonra ise, okuduğu sözlerin uydurma, iftira, öncekilerin masalları, sihir, cinnet v.d. olduğunu ileri sürüyorlardı. Ne olmuştu da, kendi öz oğulları kadar iyi tanıdıkları Muhammed’i böyle töhmet altında tutuyorlar, kendi verdikleri ismi geri alıyorlardı? ‘el-Emîn’ dedikleri Muhammed'in Kur'an’ı uydurduğunu (ihtilâq) söylemekten (38/Sa’d, 7) hiç âr etmiyorlardı. Peygamber (a.s)ın özüyle sözüyle emîn olması, kavminin ona böyle bühtân etmesine engel olmamıştı.

Şu halde, bütün safhalarını çok iyi bildikleri (şeffaf) kırk yıllık hayatı ve güvenilirliği nasıl vahiy geldikten sonra kâfirlerin ağızlarını büzmemişse, Peygamber'in okuma-yazma bilmemesi de, kavminin bu Kur'an’ı Muhammed uydurdu, başka birinden aldı, diğer bir kutsal kitaptan öğrendi demelerinin önüne geçemezdi ve geçmemiştir. Çünkü okuma yazma bilen bir insan başkalarından bilgiler intihal ederek peygamberlik iddiasında bulunursa, okuma yazma bilmeyen de aynı intihalde bulunabilir. Zaten Peygamber insanlara vahyi şifahen duyurduğuna göre, alacağı kaynaktan ezberleyerek alıp, bunun vahiy olduğunu iddia etmesine ne engel olabilirdi?

Bu durumda, kâfirler “Muhammed Kur'an'ı bir yerlerden aldı, yazdı derler” gibi bir gerekçeyi esas alarak, Peygamber'in okuma-yazma bilmediğini iddia etmenin ve bunda ısrarcı olmanın hiçbir anlamı bulunmamaktadır.

5. Kur'an’da Yazıya Dair Telmihler

Peygamber'in okuma yazma bilmediğinde ısrar edilişine bakanlar, İslam'ın okuma yazma işini kerih gördüğü zehabına kapılabilirler. Hâlbuki Kur'an, okuma yazmayı takbih eden bir kitap değildir. Kur’an’ın ilk emrinin ‘oku!’ olduğunu –ki bu kelime, ‘İslam’ın okumaya ve ilme verdiği değer’ babında zikredilebilecek bir kanıt değildir!- her fırsatta dile getiren Müslümanların,[79] sıra Peygamber'in okuma yazma bilmesi konusuna gelince ısrarla, Peygamber’i bundan tenzih etmelerine bir anlam verebilmek mümkün değildir.

Kırtâs (kâğıt) (6/En’am, 7; 17/İsra, 93), kalem, kitap, kırâet, tilavet ve imlâ gibi kelimeler Kur'an’da geçmektedir. Kur'an’ın yüzlerce ayetinde yer alan ‘ilim’ ve tefekkür teması; ilk inen beş ayetin dördüncüsünde, Allah'ın insana kalemle yazı yazmayı öğrettiğine dikkat çekilmesi yazının, kalemin ve kâğıdın değerine işaret etmekte değil midir? İlk mesajlardan olan Kalem suresi, kaleme ve satır satır yazdıklarına (ayrıca 31/Lokman, 27), Tûr suresi, Tûr dağına ve ince deriye satır satır yazılmış Kitaba yemin ederek başlamaktadır.

Daha önemlisi şudur: Medine döneminde inen Bakara suresi, 282. ayeti, Müslüman topluma, borçlanmaları yazmayı emretmekte ve ‘yazmak’ fiili, kâtip gibi türevleriyle birlikte dokuz kere tekrar edilmektedir. Üç kere de ‘imlâl’ (imlâ) emriyle yazmak emredilmiştir. Acaba bu surenin indiği dönemde hala, Muhammed (a.s)ın okuma ve yazmayı öğrenmediğini, öğrenmemekte ısrar ettiğini, Allah'ın bu emrinden onun muaf tutulduğunu, “ben yaz(a)mıyorum ama siz yazın!” dediğini mi düşüneceğiz?

D)PEYGAMBER (A.S)’IN OKUMA YAZMA BİLMEDİĞİNE DELİL OLARAK GÖSTERİLEN BAZI ÖRNEKLER


Hz. Peygamber'in hayatından bazı örnek olaylar, onun okuma yazma bilmediğine bir delil olarak gösterilmektedir. Bu olayların hemen hemen hepsinde, tam tersine onun okuma yazma bildiğine dair bir işaret bulmak da mümkündür. Yazının bu bölümünde, bu olaylar üzerinde duracağız.

1. İlk Vahiy Geldiğinde Peygamber (a.s)ın ‘Ben Okuma Bilmem’ Dediği İddiası

Hz. Muhammed'e ilk vahyin 610 yılı Ramazan ayında Hira mağarasında geldiği ve ilk olarak Alak suresinin ilk beş ayetinin indiği bilinmektedir. Alak suresi ‘iqra!’ emir fiili ile başlamaktadır. Dolayısıyla Cebrail’in Muhammed (a.s)a gelerek “iqra!” (oku!) emir fiili ile başlayan ilk beş ayeti tebliğ etmiş olması gayet tabiidir. Fakat geleneksel anlatıma bakılırsa Cebrail, gelir gelmez doğrudan Peygamberimize ayetleri okumamıştır. Rivayetlere göre, Cebrail’in ‘iqra!’ sözünden sonra Peygamberimiz “ben okuma bilmem!” demiş, bunun üzerine Cebrail onu üç defa, neredeyse nefesi kesilinceye kadar sıkmış ve dördüncüsünde, ‘iqra!’ emri peşinden Alak suresinin ilk beş ayetini Cebrailin kendisi okumuştur.[80] Cebrail’in Peygamberimizi sıkıp sıkmadığı tartışması bir tarafa, o günkü sahnede Peygamber (a.s)ın “ben okuma bilmem” dediği acaba ne kadar doğrudur? Olayı aktaran rivayetlerin ilgili kısımları, Peygamber'in okuma yazma bilmediği ön kabulüne istinaden, ‘yanlı’ yorumlanmış olabilir mi?

İbni Hişam’ın siretinde Peygamberimizin Cebrail’e, “mâ akrau” dediği yazmaktadır.[81] Başka bazı rivayetlerde bu kelime “mâ ene bi-kâri’in?”e dönüşmüştür.[82] Gerek ‘ma akrau’, gerekse ‘mâ ene bi-kâri’in’ sözlerinin “ben okuma bilmem” anlamında söylendiğini kabul etmek mümkün değildir. Çünkü her ne kadar İbni Hişam’ın siretinde Cebrail’in peygamberimize, “içinde bir kitap bulunan atlastan bir sepet” ile geldiği[83] yazılıysa da, Cebrail’in, üzerinde Alak suresinin ilk beş ayetinin yazılı olduğu bir kâğıtla geldiğini hiç kimse iddia edemez. Çünkü vahiy söz olarak geldi, kâğıtlarda yazılı olarak değil. Bu durumda Cebrail’in, yazılı bir metinden okumasını istemek manasında ‘oku!’ demediğini kabul etmek durumundayız. Cebrail’den, bir kâğıttan okumak manasında bir emir almadığını bilen Peygamber’in, “ben okuma bilmem” demesi anlamlı olmazdı. Cebrail de herhalde, okuması yazması olmayan(!) Muhammed'e (sav) ‘oku!’ demezdi. Bu durumda Peygamber’in, “neyi okuyayım?” demesi son derece anlamlı ve hadisenin seyrine uygundur. Çünkü Muhammed (a.s) ilk defa Cebrail’le karşılaşıyor ve kendisine ‘iqra!’ deniyor. Bu durumda onun aklına gelecek ilk soru ‘neyi?’ olmalıdır.

Rivayetlerdeki ‘mâ akrau?’ ve ‘mâ ene bi-kâri’in?’ sözlerini, “neyi okuyayım?” anlamında soru cümlesi kabul ettiğimizde sorun çözülmektedir. Her iki kelimenin başındaki ‘mâ’nın olumsuzluk (nafiye) değil, soru (istifham) edatı olduğunu düşünebiliriz. Bazı dil âlimleri buna itiraz etmişler ve istifham mâ edatının haberinin başına (‘mâ ene bi-kâri’in’deki) ‘b’ harfinin gelmeyeceğini ileri sürmüşler. İbni Hişam siretinin muhakkiki buna cevap olarak, Ebul Esved’in Urve’den yaptığı bir rivayette “keyfe akrau?” (nasıl okuyayım?) dendiğini, İbni İshak’ın bir rivayetinde de ‘mâzâ akrau?’ (neyi okuyayım?) dendiğini ve dil bilgini Ahfeş’in de haber olumlu olduğunda ‘b’ harfinin gelmesinin uygun olduğunu belirttiğini yazmaktadır.[84] Taberinin Abdullah b. Zübeyr ve Ubeyde rivayetinde Cibril’in ilk ‘oku’ emrine karşı Peygamber'in ‘ma akrau?’, ikincisinde ise ‘mâzâ akrau?’ dediği kayıtlıdır.[85] Mevahib-i Ledünniye’yi Osmanlı Türkçesine tercüme eden Şair Abdülbaki, metindeki ‘mâ ene bi-kâri’in’ kelimesinin akabinden, metinde hiç geçmediği halde tamamen kendi yorumu olarak, “ben okuyucu değilim demektir” yorumunu yapmakta beis görmemektedir.[86] Bu durum, asırlardır Mevahib’i okuyan çok sayıda insanın, bu meselenin mütevatir bir bilgi olduğu fikrini benimsemesine yol açmaz mı?

İlk vahyin gelişi, Peygamber'in okuma yazma bilip bilmediğini imtihan yeri olmayıp, nübüvvetin tevdi edildiği ‘kadir gecesi’dir. O anda, henüz “kitap nedir iman nedir bilmeyen,” “Kur’an’ın kendisine vahyolunacağını ummayan” Peygamber'in, neyi okuyacağını bilmemesi ve bunun şaşkınlığı içinde “benden, neyi okumamı istiyorsun?” manasında soru sorması gayet doğal karşılanmalıdır.

2. Hz. Ömer’in Müslüman Olması

Bilindiği üzere Hattap oğlu Ömer Peygamber (a.s)ı öldürmeye giderken yolda, kız kardeşi ile eniştesi Said’in de müslüman olduğunu öğrenir. Yolunu, dolayısıyla planını değiştirir ve eniştesinin evine yönelir. Ömer oraya vardığında, içeriden sesler gelmektedir. Hışımla içeri girer. Evde Ömer’in eniştesi Said b. Zeyd, kız kardeşi Fatıma ve onlara Kur'an öğreten Habbab b. Eret vardır. Habbab fakir olduğu için, Rasûlullah (sav) tarafından Said’e emanet edilmiş, maddi bakımdan gözetmesi istenmiştir.[87] Habbâb, Taha suresinin ilk ayetlerini ve Tekvîr suresini öğretmekte (İbni İshak’ın ifadesiyle tedris[88] etmekte)dir. Kız kardeşi Fatıma Ömer’in niyetini sezinlediği için, elindeki Kur'an sayfasını saklar. Habbab da evin bir köşesine gizlenir. Ömer, eniştesi ve kız kardeşine saldırır. Öfkesi geçince kız kardeşinden, okudukları vesîkayı getirmesini ister; onu görmek istediğini, bir zarar vermeden geri iade edeceğini taahhüt eder. Kız kardeşi sayfayı getirir ve Tâhâ suresinin ilk ayetleriyle Tekvir suresini okumaya başlar. Kur'an’la bu ilk karşılaşma Ömer’i adeta çarpar ve Müslüman olmasıyla sonuçlanır.[89]

Bu olaydan anlaşıldığına göre, Hz. Ömer’in kız kardeşi ve eniştesi, (en azından biri) okuma bilmektedir. Habbâb b. Eret muhtemelen okumayı da yazmayı da bilmektedir. Ellerindeki belgeyi de yazılı olarak o getirmiş olmalıdır. Bu ailenin evinde, ayetler yazılı metinden okunduğuna göre, muhtemelen diğer müslüman kişilerde ve ailelerinde de yazılı olarak ayetler okunmakta, elden ele dolaşmaktaydı. Ayrıca Hz. Ömer de okuma bilmektedir ki, istediği ayetleri bizzat kendisi alıp okumuştur.

Ömer’in eniştesi ve kız kardeşi, ya da ikisinden biri, Habbab b. Eret ve Ömer okuma yazma bildiğine göre, Mekke’de okuma yazma bilenlerin sayısı hiç de az olmamalıdır. Mekke’de yaygın olduğu anlaşılan okuma yazma işine nübüvvetten önce Peygamber’in neden bîgâne kaldığı anlaşılmamaktadır.

İslam’ın ortaya çıktığı dönemde Mekke'de okuma yazma bilenler, yaygın olarak söylendiği gibi 15-20 kişi değil, daha fazlaydı. Ömer İbnül Hattab’ın ailesi bu özelliği ile temayüz etmişti. Hatta kadınlar arasında bile okuma yazma bilenler vardı. Ömer’in akrabası Şifa adlı kadın, Hafsa’ya okuma yazmayı öğretmişti.[90] Mekke’de Ukaz panayırında, en güzel bulunan şiirler yapraklar üzerinde yazılıyor ve Kâbe’nin duvarına asılıyordu.[91] Varaka b. Nevfel’in, İncil’i Arapçaya tercüme etmeye girişecek kadar[92] dil ve yazı bildiği anlaşılmaktadır.

3. Hudeybiye Antlaşmasındaki Yazma Krizi

Hudeybiye antlaşması esnasında, antlaşmanın metni yazılırken olanları Taberî şöyle hikâye etmektedir: “Peygamber (s) Ali (r)’ye barış anlaşmasının metnini yazdırıyordu. Metin: ‘Bu Allah’ın elçisi Muhammed’in üzerinde anlaştığı şeydir’ diye başlıyordu. Kureyş’in temsilcisi buna: ‘Eğer biz senin Allah’ın elçisi olduğuna inansaydık, sana engel olmazdık’ diyerek itiraz etti. Peygamber Ali’ye: ‘Allah’ın Elçisi ifadesini sil’ deyince Ali: Hayır Allaha yemin ederim bu ifadeyi asla silemeyeceğim dedi. Bunun üzerine Rasûlullah kâğıdı aldı -pek güzel yazamıyordu- ve ‘Allah’ın elçisi’ ifadesini sildi.”[93]

Olayın bir başka kaynakta aktarımına göre Ali’nin, “Hayır, Allah’a yemin ederim bu ifadeyi asla silmem” demesi üzerine Peygamber (sav), “yerini bana göster” demiş, Ali gösterince de, ‘Rasûlullah’ ismini bizzat kendisi silmiş, yerine, ‘Abdullah’ın oğlu’ diye yazmıştır.”[94]

Buharî’nin Enes rivayetinde anlatıldığına göre Ali, ‘Rasûlullah’ adını silmeyeceğini beyan edince, Peygamber (a.s) yazıyı (‘kitab’ı) almış ve -yazısı pek güzel olmasa da- “Bu, Abdullah oğlu Muhammed'in anlaşmasıdır” diye yazmıştır.[95] Buharî’nin Berâ b. Azib rivayetine göre de Rasûlullah, kendi adının bulunduğu yeri kendisi silmiş, ‘Rasulullah’ yerine -her ne kadar yazısı iyi değildiyse de- ‘Muhammed’ adını ve ardından da, “Bu, Muhammed b. Abdullah’ın yaptığı antlaşmadır” sözlerini yazmıştır.[96] Bu rivayete istinaden Ebul Velîd el-Bâcî,[97] Rasûlullah'ın (sav) yazı yazdığına kesin gözüyle bakılacağı kanaatini belirtme gafletini(!) göstermiş, fakat bu ‘gafletinin’ sonunda başına gelmeyen kalmamış. Bâcî’ye iftira atmışlar, her türlü yalan ve edepsizlik isnadında bulunmuşlar, zındıklıkla itham etmişler ve lanet okumuşlar.[98]

Her şeye rağmen, Rasûlullah'ın Hudeybiye günü bizzat eliyle yazdığına kail olanlar eksik olmamıştır. Ömer b. Şebbe bunlardan biridir.[99] Kurtubi, Rasûlullah’ın (sav) Hudeybiye’de birkaç kelime yazdığını kabul etmektedir. Fakat Kurtubi’nin bu kabulünü, trajikomik bir açıklama izlemektedir. Müellif der ki, Ankebut suresi, 48. ayette nefyedilen yazı, öğrenmek yoluyla elde edilen yazıdır. Rasûlullah'ın Hudeybiye’de yazdığı ise, harikulade bir yazı olup, Allah onu Hz. Peygamber'in (sav) parmaklarının uçlarına göndermiştir! Bununla beraber kendisi, öğrenme yoluyla elde edilmiş yazıyı iyi yazamaz durumda kalmıştır! Bu da onun peygamberliğinin gerçek olduğuna fazladan bir delildir![100] Söz buraya gelmişken, trajikomik izahlara bir örnek daha vermek isabetli olur. Bazı ehli beyt âlimlerinin, Rasûlullah (sav) harflere bakınca harflerin dile geldiğini ve kendilerinin hangi harf olduğunu söylediklerini ileri sürdükleri rivayet edilmektedir.[101]

Rasûlullah'ın okuma-yazma bilmediğine ancak Ankebut suresi, 48 ile Furkan suresi, 5. ayetlerin delil olabileceğini ileri süren Muhammed İzzet Derveze, Ankebut suresi, 48. ayetin, Rasûlullah'ın yalnızca peygamberlikten önce okuma yazma bilmediğini gösterdiğine inanmaktadır. Derveze, ‘küçük harflerle’ de olsa, Rasûlullah'ın risâletten sonra ismini yaz(abilir hale gel)diğine, Hudeybiye’de, antlaşma metninin yazıldığı sırada bizzat kendi eliyle belli bir yazıyı sildiğine inanmaktadır.[102] 

4. Rasûlullah'ın Vefatı Esnasında Kalem-Kâğıt İstemesi

Rasûlullah'ın, vefatından birkaç gün önce, hastalığının çok şiddetlendiği bir sırada, bir ara yanındakilere, “bana kalem ve kâğıt (divit ve sahîfe) getirin, size bir yazı yazayım[103] da, benden sonra asla sapmayasınız!” dediği[104] rivayet edilmektedir. İbni Abbas, Cerîr b. Abdillah, Ali b. Ebi Talip ve Ömer İbnül Hattap gibi sahabeden bu konuda gelen muhtelif rivayetlerin hepsinde de, ‘yazayım’ (ektubu) sözü geçmektedir.[105] Tıpkı diplomatik yazışmalarda olduğu gibi onun bu talebini, ‘yazdırayım’ manasında anlamak mümkün ise de, bizzat ‘yazayım’ şeklinde anlaşılmaması için de bir neden bulunmamaktadır.

5. Rasûlullah'ın Yazdığına Dair Başka Bazı Emareler

Buharî’de geçen bir rivayete göre Peygamber (a.s), bir seriyyenin komutanına bir mektup yazıp vermiş ve felanca yere varıncaya kadar mektubu açmaması talimatını vermiştir. Bahsi geçen yere varınca, komutan mektubu açmış ve askerlerine Peygamber'in emirlerini açıklamıştır. Buharî bu hâdiseyi, bazı Müslümanların (hadiste) münâvele[106] metodunu caiz görmelerinin delili olarak zikretmektedir.[107] Bu rivayetin zahirinden, ilgili mektubu Rasûlullah'ın bizzat kendisinin yazdığı anlaşılmaktadır.

Enes b. Malik’ten, Peygamber (a.s)’ın bir kavme bir mektup yazdığı ya da yazmak istediği, fakat o anda kendisine, “onlar mühürsüz mektubu okumuyorlar” dendiği, bunun üzerine Peygamber'in gümüşten bir mühür edindiği, üzerinde ‘Muhammedün Rasûlullah’ yazdığı rivayet edilmektedir.[108] Buna benzer rivayetlerin tamamında Peygamber'e izafeten ‘yazdı’ (ketebe) fiilinin mutlaka ‘yazdırdı’ olarak tevil edilmesi zorunlu olmasa gerektir.

İbni Ebî Şeybe’nin rivayetinde “Rasûlullah (sav) yazmadan ve okumadan vefat etmedi”[109] denmektedir. Buna göre Peygamber, ölümünden önce mutlaka okumayı ve yazmayı öğrenmiştir. Hadis ulemasının bu hadise itirazı ilgi çekicidir: Taberani bu hadisi münker ve Kur'an'a aykırı bulmuştur!

6. Medîne Döneminde Okuma Yazma Faaliyetleri

İslam'ın Medîne dönemi, adından da anlaşılacağı üzere, İslam medeniyetinin oluşmaya başladığı, Yesrib şehrinin ‘Medîne’ kılınmasıyla birlikte, Arabistan çölünün medeniyet havzası haline geldiği dönemdir. Medîne’de okuma yazma faaliyetlerinin büyük boyutlara ulaştığı, kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçektir. Bu dönemde Rasûlullah (sav)’ın hala okuma yazmayı bilmemeye devam ettiğini, okuyup yazamadan vefat ettiğini düşünmenin hiçbir makul sebebi görülmemektedir.

Bedir savaşında alınan esirlerden fidye vermeye güçleri yetmeyip de, okuma-yazma bilenlerin, Medîne’li on çocuğa okuma-yazmayı öğretmesi karşılığında serbest bırakıldığı bilinmektedir.[110] Bir rivayete göre (Süheylî) Zeyd b. Sabit de yazıyı bu sırada öğrenmiştir.[111] Mescidi-i Nebî’nin bitişiğindeki Suffe, İslam'ın ilk okuludur. Orada okuyan talebe sayısının bir ara 400’e ulaştığı haber verilmektedir. Hamîdullah, Medine’de ilkokul/hazırlık okulu denebilecek birçok okul açıldığını, hicretin 2. yılında Mekreme b. Nevfel’in evinde Daru’l-Kurrâ adında Kur'an öğretimine tahsis edilmiş bir yeni okulun faaliyete başladığını; Kubâ mescidinin de böyle bir işlev gördüğünü ve Rasûlullah'ın zaman zaman gelerek burada öğretime nezaret ettiğini kaynaklardan çıkarmış bulunmaktadır.[112] Peygamber devrinde inşa edilen mescidlerde Kur'an ve yazı öğretimi sürdürülmüştür.[113] Rasûlullah (sav) Abdullah b. Said el-Asî’y Medîne’de halka yazmayı öğretmekle görevlendirmiştir.[114] Hz. Ömer’den gelen, Peygamber ashabının yaşlılık dönemlerinde ilim (okuma-yazma) öğrendiğini belirten rivayet,[115] Hamîdullah’ın bu tespitlerini doğrular niteliktedir.

Medine'de çocuk yaşta babası tarafından Rasulullah'a teslim edilen ve on yıl ona hizmet eden Enes (r.a) okuma yazma biliyordu.[116] Peygamber'in en yakın arkadaşı Ebubekir’in, peygamberle ilgili 500 anlatımı yazdığı ve sonra, içlerinde hata bulunabilir endişesiyle imha ettiği bildirilmektedir.[117] Ömer, Osman ve Ali’nin yazıyı bildiğinde kuşku yoktur.

Rasûlullah (sav) nerede ihtiyaç varsa oraya muallimler göndermek istiyordu. Rivayetlere göre, Müslüman olan herkesin ilim peşinde koşmasını vazife ilan ediyordu.[118]

Medîne döneminde kadınların eğitim öğretimine de büyük ihtimam gösterildiği bilinen bir gerçektir. Rasûlullah'ın zevcesi Hafsa okuma yazma bilmekteydi. Hz. Aişe hukuk alanında yüksek bilgiye sahipti. Aişe şiir, tıb, eyyamul arab, ensâb ve şecere alanında üstün bilgilere sahipti. Ayrıca sahabî kadınlar arasında 20 kadar hukukçunun adı sayılmaktadır.[119] Peygamber (a.s)ın cariyelere tahsil imkânı tanınmasıyla ilgili emirlerine hadis kitaplarında yer verilmektedir.[120]

Rasûlullah (sav) Medîne’de kendi idaresini kurduğunda, dil öğrenmeleri için bazı sahabelere bizzat direktif vermiştir. Mesela Zeyd b. Sabit’e, “bana mektuplar geliyor, onları herkesin okumasını istemiyorum. İbranice (ya da Süryanice) yazıyı öğrenebilir misin?” demiş, ‘evet’ cevabını veren Zeyd onyedi gecede o yazıyı öğrenmiştir.[121] Zeyd’in Farsça, Rumca, Kıptîce ve Habeşçe bildiği ve bu dillerde tercüme yaptığı haber verilmektedir.[122] Rasûlullah (sav), Zeyd’e emrettiği işi kendisi niçin yapmıyor denirse, cevabı, ‘haram olduğu için’dir![123]

Zeyd, Übey b. Ka’b ve Abdullah b. Erkam vahyi, Rasûlullah'ın gönderdiği mektupları, iktâ belgelerini ve diğer şeyleri yazmışlardır.[124] İbni İshak’tan nakledilen bir rivayette, konumuz açısından önemli bir ayrıntı bulunmaktadır. Deniyor ki, Abdullah b. Erkam Rasûlullah adına mektuplara cevaplar yazardı. Allah Rasûlü katında o kadar güven kazanmıştı ki, Rasûlullah bazı hükümdarlara mektup yazmasını emreder o da yazardı, sonra mühürleyip kapatmasını emreder ve katındaki güveninden dolayı mektubu okumadan mühürlerdi.[125] Bu rivayet Rasûlullah'ın, kâtiplere yazdırdığı yazıları, kontrol amacıyla okumak gibi bir prensibinin bulunduğunu göstermiyor mu?

Rasûlullah (sav)in vahyi yazdırdığı bir gerçektir ve bu hususta çok da titiz davranmıştır. Zeyd b. Sabit, vahyi yazdırdıktan sonra Hz. Peygamber’in her seferinde yazılanları kontrol ettiğini, şayet bir atlama veya başkaca bir hata yapıldı ise anında düzelttirdiğini belirtmiştir.[126] Yazmayı bilmeyen bir Peygamber, yazılı ayetleri nasıl kontrol edip, yanlışları düzelttirecekti?

Hamîdullah’ın verdiği bilgilere göre, Rasûlullah (sav) zamanında ‘devlet kitabet dairesi’ denilebilecek bir mekanizma vardı ve burası, Peygamber'in devlet başkanı sıfatıyla verdiği arazi imtiyaz ferman mektupları, resmî mektuplar, askeri veya mülki devlet memurlarına verilen talimat yazıları, gelen mektuplara verilen cevaplar, Medine sözleşmesi (Hamîdullah Şehir-Devleti anayasası diyor), Müslümanlarla ilgili nüfus sayımları, askeri seferlere katılan mücahidlerin listeleri, ittifak ve barış antlaşmaları, vergi tarifeleri ve benzeri çok sayıda resmi vesikayı muhafaza ediyordu.[127]

Yazı yazmayı bilmediği söylenen Peygamber’in, güzel yazı ile ilgili bir hayli talimat verdiği anlaşılmaktadır. Mesela, ‘bismillahirrahmanirrahim’ yazıldığı zaman sin harfinin açık gösterilmesi, bâ harfini doğrultmak, sin’i dişleri belli olacak şekilde yazmak, mim’i körletmemek, Allah lafzını güzel yazmak, Rahman’ı uzatmak ve Rahim’i güzel yazmak gibi tavsiyelerde bulunmuştur.[128] Belki de ulaştığı bu kadar sarih bilgi kendini şaşırtmış olan Kettani, “Allah Rasûlü’nün bizzat yazdığına dair rivayet her ne kadar sahih değilse de, kendisine yazı bilgisi verilmiş olduğu, ancak yazma ve okumadan menedilmiş bulunduğu hususu ihtimalden uzak değildir.” sözleriyle, suçluluk duygusuyla da olsa, Peygamber'in yazdığına olan kanaatini açığa vurmaktadır.[129]

Peygamber dönemi okuma ve yazma faaliyetlerine ilişkin çok azını buraya aldığımız bu haberler, Peygamber (a.s)’ın, cemaati içinde ilmî faaliyetleri yükseltme niyetini ortaya koymaktadır. Klasik kaynaklar ise onu, bizzat teşvik ettiği erdemden uzak tutmaya devam etmektedir. Kendisi ilimle bu kadar yakın olan, ilmi, tebliğ ettiği Kitap paralelinde her halükarda teşvik eden Peygamber, okuma yazma becerisini kazanmaya, metodik olarak karşı durmuş gösterilmektedir. Çevresindeki çocuklar ve kadınlar bile okuma yazma bilecekler, bilmeyenlerin öğrenmesi için her türlü tedbiri alacak, ama kendisi ısrarla bilmemeye, öğrenmemeye devam edecek? Harfleri görünce, öğrenirim endişesiyle yüz çevirecek, kalemden, kırtâstan, hokka ve mürekkepten mutlak surette uzak duracak; “doğumundan yaşlılığına dek tüm hayatı” boyunca “eline kalem dahi almadığı” [130] iddia edilecek?! “Bazı Müslüman âlimler”, Peygamber (s)’in, “hem peygamberlikten önce hem de sonra vahiy dışında hiçbir kültürel faaliyet yapmadığını çıkarmaya”[131] çalışacaklar! 

Eşyanın tabiatına aykırılık[132] diye bir durum varsa, o da işte budur.

Gerçekler çok açık olmasına rağmen, en basit bir mesele dahi tabu haline getirilebilmektedir. Kitabında ilimle ilgili yığınlarca bilgiye yer verdikten sonra, “gerek Kur'an’da ve gerekse hadislerde ilme, okuma ve yazmaya, kalem, kâğıt, hokka gibi ilim vasıtalarına verilmiş olan fevkalade ehemmiyetten sonra Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)’in okuma-yazma öğrenmiş olabileceği ihtimali normal olarak akla gelmektedir.”[133] diyen bir yazar, bir iki sayfa sonra bu satırlarını tamamen unutmuş görünüyor ve şöyle diyor: (konuyu müsteşriklerle bağlantılandırarak): “İlmi hasbilikten çok ideolojik güdümlülüğün esiri durumundaki bu zihniyet, atmak istediği fitnenin hatırına, Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)’in okuma-yazma bildiğini kesinlikle iddia edecektir. Bunu diyebilmek için ayette gelen ‘ümmî’ tabirini ‘yahudi ve hristiyanların mensub olduğu semavî dine mensûb olmayan’ şeklinde hiçbir münasebeti olmayan bir mana ile açıklama tekellüfüne düşecektir.”[134]

7. “Hesap ve Yazı Bilmeyen Ümmî Toplum”

Abdullah b. Ömer’den rivayet edilen bir hadiste Peygamber (a.s)ın, “Biz ümmî bir toplumuz; yazı yazamayız, hesap bilmeyiz. Ay şöyle şöyle (gelir). Yani, birinde 29, diğerinde otuz olur.”[135] dediği bildirilmektedir. Bu hadisin, gerçeklere tamamen aykırı olduğu ortadadır. Araplar’ın hesap-kitap bilmediği doğru değildir. Araplar’ın hesap kitabı çok iyi bildikleri, nesî uygulamasından da anlaşılmaktadır ve Allah nesîyi küfürde ziyade olarak adlandırmıştır. (9/Tevbe, 37).  

Güneşin ışık kaynağı, ayın ise ışığı yansıtan bir gezegen olarak yaratılmasının amacı Allah tarafından, yılların sayısı ve hesabın bilinmesi olarak açıklanmaktadır. (10/Yunus, 5; 17/İsra, 12). Araplar’ın yazı ve hesap bilmedikleri sözü, ancak bir şaka olarak ‘doğru’ olabilir. Hele de bu sözün isnad edildiği Peygamber (sav), ticaret yapmış bir insansa… Arap medeniyetini, yazı ve hesapla ilgili kültürel zenginliğini anlatmak bu yazının amaçları arasında bulunmamaktadır. Şu var ki, sıradan bir iki tarih kitabına bakmak bile, Arapların nasıl da hesap ve yazı bildiklerini göstermeye yetecektir.[136]

E) SONUÇ

Peygamberimiz Muhammed (sav)in okuma yazma bilmeyebileceğini düşünmek, bir Müslüman olarak beni hiçbir şekilde rahatsız etmemektedir. Zira peygamberlik, akademik bir ünvan değildir. Peygamberlik okuyup yazarak, bilimsel araştırmalar yaparak elde edilmez. Peygamberlik, emaneti nereye vereceğini çok iyi bilen Allahın, kendi Dinini kullarına duyurması için, bu işe tam ehliyetli insanlara tevdi ettiği çok şerefli bir görevdir. Okuma yazma sonuçta bir araçtır ve büyütülmemesi gerekir. Geçmişten günümüze kadar, okuma yazma yeteneği, daha doğrusu bilimsel ve entelektüel faaliyetler, Allah'ın rızası uğrunda olduğu kadar, O’nu küfür etme (örtme) uğrunda da kullanılmış ve kullanılmaya devam etmektedir. Dolayısıyla okuma yazma sanatını, yani kalem ve kâğıtla (şimdilerde bilgisayar) imal edilen bilumum ilmî faaliyetleri kendi başına mutlaklaştırıp yüceltmek, ancak cehaletle mümkün olabilir.

Tarihte ve günümüzde okuma yazma bilmeyen, ama hikmetten nasibini almış nice insanlar olagelmiştir. Bu insanlar yeryüzünün imarı ve ıslahı için çalışmışlar, ifsadına yeltenmemişlerdir. Oysa kendi zümrütten tahtlarını selamete aldıktan sonra yeryüzünü cehenneme çevirmek için çalışan bütün insanlar da okumuş yazmış kimselerden oluşmaktadır.

Eğer Allah, okuması yazması olmayan bir peygamber seçmişse bu konuda hiç kimsenin bir mütâlea yürütmeye hakkı olamaz. Bir müslümana düşen, sadece güzel bir teslimiyettir. Lakin tamamen bir yanlış anlamanın sonucu olarak, asırlardır süregelen bir yanılgıyı, sorgulanamaz bir tabu haline getirmek ve yanlışların üzerini açmaya karşı çıkmak da, ‘müslümanın teslimiyeti’ ilkesiyle gizlenemez. Teslimiyete evet, dayatmaya hayır.

Bu cümleden olarak, illa peygamberimizin okuma yazma bilmesi gerektiğini ispatlama gibi bir gayretkeşlik içinde değilim. Böyle bir çabayı Dinim açısından da lüzumsuz görüyorum. Peygamber'in okuma yazma bilmesi, onun getirdiği Din’e olan imanımı artırmayacağı gibi, bilmemesi de azaltmayacaktır. O okuma yazma bilse de, bilmese de benim için ‘usvetün hasene’dir ve onun sünneti benim için İslam'ın yegâne / en mükemmel örneğidir. O okur yazar olsa da olmasa da, Kur'an Allah'ın kelamıdır ve Allah'ın, Muhammed kuluna ilkâ ettiği gerçek bir mucizedir. Şu var ki, Kur'an’ın mucize olması için, Peygamber'in okuma yazma bilmemesi gerektiğine dair, Kur'an'ın kendisinde herhangi bir telmih göremiyorum.

Bu yazıda tartıştığımız asıl sorun, peygamberle ilgili fiili durum ve bir Kur'an teriminin yanlış yorumlanmasıdır.

Peygamberimiz Muhammed (sav)in okuma yazma bildiğini, bunun aksini iddia etmenin mümkün olmadığını müsteşrikler de iddia etmektedirler. Esasen, bir müsteşrikin ‘Muhammedi’ ile bir müslümanın ‘Muhammedi’ birbirinden neredeyse tamamen farklıdır. Tıpkı, Hristiyanlar’ın ‘İsası’ ile Müslümanların ‘İsası’nın farklı olduğu gibi. Buna rağmen, Müsteşriklerin Peygamber (a.s)ın ümmiliği hususunda sarf ettikleri sözlerin isabet edeni de olabilir. Ulaştığımız netice, müsteşrikle aynı düzlemde buluşabilir, ama müsteşrikler “süt beyazdır” derse biz, “hayır siyahtır” mı diyeceğiz? Olaylara sırf  ‘müsteşrik mantığı’ gibi ucuzcu bir zaviyeden yaklaşmak[137] Müslümanların şiarı olamaz. Bir Kur'an kavramı üzerinde ‘ictihad’ yapmak müsteşriklere değil, Müslümanlara düşer. Kaldı ki, kendi kanaatlerine aykırı gördükleri her ilmi çabanın ardında bir müsteşrik parmağı arayanların, aslında asırlardır kutsadıkları geleneğin, müsteşriklerin asıl tutamaklarını barındırdığını da çok iyi bilmekteyiz. Biz Müslümanların müzminleşmiş gaflet ve dalâletimiz, ‘müsteşrik’, ‘batılı’, ‘komünist’, ‘mason’, ‘Yahudi uşağı’ gibi perdelerin ardına sığınmakla affettirilebilecek cinsten değildir.

Peygamberimiz Muhammed (sav) ümmî idi, yani yaklaşık 2000 yıldır kendilerine bir peygamber gelmemiş, Tevrat gibi, İncil gibi bir semavî kitaba sahip olmayan müşrik Hicaz Arapları içinden çıkmıştı. Onun ümmîliğinin ise, okuma yazma bilip bilmemesiyle hiçbir alakasının olmadığına ve Kur'an’da onun okur yazar olup olmadığının tartışma konusu yapılmadığına inanmaktayım. Peygamber'in okuma yazma bilip bilmediği tartışılacaksa bu, ümmî kavramı dışında yapılmalı ve fakat bunda da önyargılarla, peşin hükümlerle hareket edilmemelidir. Kur'an’ın pek çok kavramında yapıldığı gibi ümmî kavramı üzerinde de bilinçli veya bilinçsiz bir tahrif yapılmaktadır. Kur'an’ın hiçbir kelimesi hatır gönül için, belirli ön kabuller gereği yanlış yorumlanmamalıdır.

Muhammed (a.s) kırk yaşına kadar hiçbir kitap okumamış ve de yazmamıştır. Vahiy geldikten sonra da, Kur'an’dan başka herhangi bir kitap okuduğu ve yazdığına dair bir bilgi mevcut değildir. Fakat bu, onun okumayı bilmediğine dair kesin bir kanıt olamaz. Bir insanın kitap okumaması, hele de yazmaması onun okur yazar olmadığını göstermez.

Peygamberimizin, faraza, Mekke döneminde ve risâletin ilk yıllarında okuma yazmayı bilmediğini kabul etsek bile, ileriki yıllarda, hele de ilmî faaliyetin ve onun bir parçası olarak okuma yazmanın onca revaçta olduğu Medîne döneminde bir satır bile okumadığına ve yazmadığına, bu konuda kendisini bu iki beceriyi edinmeye sevk edici her türlü şartı elinin tersiyle ittiğine, ömrünün sonuna kadar okur yazar olmayan biri olarak kalmaya çalıştığına nasıl inanabiliriz? Okuma yazma bilmek bu kadar kötü müdür? Eğer bu, Allahın özel muradı idi, öyle kalmasını Allah istedi deniyorsa, ümmî teriminin tartışmalı bir yorumuna dayanarak bu iddiayı sürdürmek çok büyük bir cüret değil midir?

Hâsılı, Peygamberimiz Muhammed (sav)’in okur yazar olmadığında bu kadar ısrar etmenin hikmetini anlamak mümkün değildir. Muhammed (sav) kitapsız/müşrik Arap toplumundan seçilmiş bir peygamberdi. Kur’an’da onun okuma yazma bilmediğine dair herhangi bir açıklama mevcut değildir. Bunun dışında, Din’in genel mantığı, toplum hayatı, İslam medeniyetinin yapısı ve sîret-i Nebî’nin pek çok karesi, onun okumayı da yazmayı da bildiğine delalet etmektedir. Doğruyu bilen ancak Allah’dır.   

   



Kaynakça

-Abdullah Draz, En Mühim Mesaj: Kur'an, Terc. Suat Yıldırım, İzmir-2003.

-Abdullah Draz, Kur'an’a Giriş, Terc. Salih Akdemir, Ank-2000.

-Ahmed İbni Hanbel, Musned, İst-1992.

-Alûsî, Ruhu’l-Meânî fî-Tefsîri’l-Kur’ani’l-Azîm, Beyrut-1994.

-Beyzavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, (Mecmuatun Mine’t-Tefasir içinde), Beyrut-1319.

-Buharî, Sahih, İst-1992.

-Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İst-tarihsiz.

-Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, Terc. Suat Yıldırım ve arkadaşları, Ank-1991.

-Hasan Elik, Kur'an’ın Korunmuşluğu Üzerine, İst-1998.

-Hâzin, Lübabu’t-Te’vil fi Ma’ani’t-Tenzil, (Mecmuatun Mine’t-Tefasir içinde), Beyrut-1319.

-İbni Hişam, es-Sîretu’n-Nebeviyye, Tahkik: Mustafa es-Saka - İbrahim el-Ebyârî -Abdülhafız Şelebî, Mısır-1936.

-İbni Hişam, Sîret-i İbni Hişam Tercemesi, Terc. Hasan Ege, İst-1985.

-İbni İshak, Sîretu İbn İshak, Konya-1981.

-İbni Mace, Sunenu İbn Mace, İst-1992.

-İbni Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kubrâ, Beyrut-1960.

-İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ yay. Ank-1988.

-Israel Shahak, Yahudi Tarihi Yahudi Dini, Terc. A. Emin Dağ, İst-2004.

-Kastalanî, Mevahib-i Ledünniye Tercümesi, Terc. Meşhur Şair Abdülbakî, İst.

-Kurtubi, el-Cami li-Ahkami'l-Kur'an, Kahire-1967.

-M. Ali Baltaşı, İlk Mesajlar, İst-1993.

-Mevdudî, Tefhimu’l-Kur'an, terc. M. Han Kayani ve arkadaşları, İst-1997.

-Muhammed Abdül Hay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, Terc. Ahmet Özel, İst-1990.

-Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, Terc. Cahit Koytak – Ahmet Ertürk, İst-1996.

-Muhammed Hamîdullah, İslam Peygamberi, Terc. Salih Tuğ, 5. bsk. İst-1993.

-Muhammed İzzet Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, Terc. Mehmet Yolcu, İst-1989.

-Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs – Nüzul Sırasına Göre Kur'an Tefsiri, İst-1997.

-Munavî, Feyzu’l-Kadîr Şerhu’l-Camii’s-Sağîr, Beyrut-1972.

-Rağıb el-İsfehanî, el-Mufredat li-Ğarîbi’l-Kur’an, İst-tarihsiz.

-Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’anil Hakîm, 4. bsk. Mısır-H.1373.

-Seyyid Kutub, Fizılalil Kur'an, Terc. Bekir Karlığa, M. Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler, Hikmet y. İst-Tarihsiz.

-Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İst-1989.

-Taberî, Camiu’l-Beyan fî-Tefsiri’l-Kur'an, Beyrut-1405.

-Taberi, Tarihu’t-Taberî, Tarihul Ümem ve’l-Mülûk, Beyrut-1991.

-Yusuf Besalel, Yahudilik Ansiklopedisi, İst-2001.

-Zebîdî, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, 9. Bsk. Ank-1991

-Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, Ank-2006.

-Zemahşeri, el-Keşşaf, Beyrut-1947.

-Zurkânî, Şerhu Zurkânî Ale’l-Mevâhibi Ledünniye el-Allâme Kastalânî, Tahkik: Muhammed Abdülaziz el-Halidî, Beyrut-1996.









* İKTİBAS, Temmuz-Ağustos, 2007, 343-344. sayı.
[1] -Abdullah Draz, Kur'an’a Giriş, 101.
[2] Taberî, Camiul Beyan, I/373; Râzî, Tefsir-i Kebîr, III/119; Kurtubî, Ahkamul Kur’an, II/5.
[3] -Taberî, Camiul Beyan, I/373.
[4] -Taberî, Camiul Beyan, I/374.
[5] -Taberî, Camiul Beyan, I/373.
[6] -Taberî, Camiul Beyan, I/374.
[7] -Rağıb el-İsfehânî, Müfredat, 28.
[8] -Zemahşerî, Keşşaf, I/157. Beyzavi de aynı kanaate katılmaktadır. Envar, I/149.
[9] -Râzî, Tefsir-i Kebîr, III/119.
[10] -Bu hadisle ilgili yorum ileride gelecektir.
[11] -Buhari, 30/Savm, 13, II/230; Bkz. Taberî, Camiul Beyan, I/373; Razî, Tefsir-i Kebîr, III/120; Kurtubî, Ahkamul Kur’an, II/5.
[12] -Zemahşerî, Keşşaf, I/157; Beyzavi, Envar, I/149.
[13] -Süleyman Ateş, Çağdaş Tefsir, I/187.
[14] -Razî, Tefsir-i Kebîr, XVI/339; Hasan Elik, Kur'an'ın Korunmuşluğu Üzerine, 124.
[15] -Buhari, Sahih, Tefsir, 2, V/241. Hasan Elik, Kur'an’ın Korunmuşluğu Üzerine, 124.
[16] -Alûsî, Ruhu’l-Me’ânî, I/476.
[17] -Kurtubî, Ahkamul Kur’an, II/5.
[18] -Kurtubî, Ahkamul Kur’an, II/5.
[19] -Mevdudî, Tefhim, I/89.
[20] -Hamidullah, İslam Peygamberi, I/620.
[21] -Taberî, Camiul Beyan, III/214; Zemahşerî, Keşşaf, I/347; Hamdi Yazır, Hak Dini, II/1067; Derveze, Tefsirul Hadis, V/403; Ateş, Çağdaş Tefsir, II/25.
[22] -Zeki Duman, Beyanul Hak, 6. not, III/149.
[23] -Râzî, Tefsir-i Kebîr, VI/220.
[24] -Taberî, Camiul Beyan, III/318, 319.
[25] -Zemahşerî, Keşşaf, I/375.
[26] -Râzî, Tefsir-i Kebîr, VI/408.
[27] -Râzî, Tefsir-i Kebîr, VI/409.
[28] -Derveze, et-Tefsîrul Hadîs, V/433.
[29] -Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 15/1-3; Mevdudî, Tefhim, 64. not, I/271. (Kitab-ı Mukaddes’in Türkçe baskısında ifade biçimi biraz farklı).
[30] -Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 23/20; Mevdudî, Tefhim, 64. not, I/271.
[31] -Mevdudî, Tefhim, 64. not, I/271. (Talmudic Mıscelleney, Paul İsaac Hershum, 1880, London’dan).
[32] -Râzî, Tefsir-i Kebîr, VI/408.
[33] -Bkz. Israel Shahak, Yahudi Tarihi, 145-172.
[34] -Reşid Rıza, Tefsîru’l-Kur’anil Hakîm, III/339.
[35] -Derveze, et-Tefsîrul Hadîs, V/435.
[36] -Dârul Harp kavramının derinlikli bir tahlili için bkz. Ercümend Özkan, İslam’da Dâr Kavramı, İnanmak ve Yaşamak, 2. bsk. Ank-1995, s.189-204.
[37] -Reşid Rıza, Tefsîru’l-Kur’ani’l Hakîm, III/339-340; Ateş, Çağdaş Tefsir, II/65-66.
[38] -Beyzavi, Envar, II/646.
[39] -Râzî, Tefsir-i Kebîr, XI/98.
[40] -Râzî, Tefsir-i Kebîr, XI/98.
[41] -Râzî, Tefsir-i Kebîr, XI/108.
[42] -Hâzin, Lübab, II/647.
[43] -Reşid Rıza, Tefsîru’l-Kur’ani’l Hakîm, I/10; Hasan Elik, Kur'an’ın Korunmuşluğu Üzerine, 133.
[44] -Reşid Rıza, Tefsîru’l-Kur’ani’l Hakîm, IX/285.
[45] -Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II/47.
[46] -Derveze, Tefsirul Hadîs, I/477.
[47] -Mevdudî, Tefhim, 112. not, II/101.
[48] -Derveze, et-Tefsîrul Hadîs, V/540.
[49] -Mevdudî, Tefhim, 2. not, VI/297.
[50] -Mevdudî, Tefhim, 2. not, VI/298.
[51] -Yusuf Besalel, Yahudilik Ansiklopedisi, I/191.
[52] -Israel Shahak, Yahudi Tarihi, 148, 25. not.
[53] -Mevdudi, Tefhim, 2. not, VI/298.
[54] -Shahak. Yahudi Tarihi, 155.
[55] -Mevdudî, Tefhim, 64. not, IV/188. Ayrıca bk. Hamdi Yazır, Hak dini, V/3742; VI/4008.
[56] - “Sen bundan önce, ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.” “Hz. Peygamber’in ‘ümmi’ yani okuma-yazma bilmeyen bir kişi olmasının başlıca hikmeti bu ayette açıklanmış olmaktadır: Eğer Resul-i Ekrem, okuma-yazma bilen bir kişi olsaydı; ümmi olan peygamber için bile ‘Bu Kur’an’ı o uydurmuştur’ demeye kalkan ve en açık mucizeleri inkâr eden müşrikler, iftiralarına bir ölçüde mesnet bulmuş olacaklar ve daha çok kimseleri kandırabileceklerdi.” (Diyanet Vakfı meali)
[57] -Mevdudî, Tefhim, IV/222.
[58] -Mevdudî, Tefhim, 85. not, IV/261.
[59] -Taberî, Camiul Beyan, XXI/4-5.
[60] -Zemahşerî, Keşşaf, III/458.
[61] -Mevdudî, Tefhim, 88. not, IV/263.
[62] -Baltaşı, İlk Mesajlar, 172.
[63] -Derveze, et-Tefsîrul Hadîs, IV/339.
[64] -Derveze, et-Tefsîrul Hadîs, IV/340.
[65] -Kettani, Hz. Peygamber'in Yönetimi, I/252.
[66] -Zemahşerî, Keşşaf, I/55; Razî, Tefsir-i Kebîr, X/99; Hamdi Yazır, Hak Dini, III/2020; Kutub, Fizılal, V/366.
[67] -Razî, Tefsir-i Kebîr, XIV/346.
[68] -Razî, Tefsir-i Kebîr, XIV/346; Mevdudî, Tefhim, 107. not, III/62; III/574.
[69] -Esed, Kur'an Mesajı, 130. not, II/552.
[70] -Mevdudî, Tefhim, Furkan, 5, 12. not, III/573.
[71] -Abdullah Draz, Kur'an’a Giriş, 101.
[72] -Buhari, Sahih, 65/Tefsir, Bab: 11, V/150.
[73] -Abdullah Draz, Kur'an’a Giriş, 101.
[74] -Canan, Kütüb-i Sitte, I/472.
[75] -Benzer ayetler için bkz. 2/Bakara, 23-24; 10/Yunus, 37-39; 11/Hûd, 13-14, 35; 12/Yusuf, 111; 21/Enbiyâ, 5; 23/Mü’minûn, 66-69; 28/Kasas, 49; ; 32/Secde, 3; 34/Sebe, 8; 42/Şûrâ, 24; 46/Ahkaf, 8; 52/Tur, 33-34; 69/Hâkkâ, 44.
[76] -Mevdudî, Tefhim, 103. not, III/134.
[77] -Zemahşerî, Keşşaf, III/458; Hamdi Yazır, Hak Dini, V/3784.
[78] -Mevdudî, Tefhim, 28/Kasas, 46, 65. not, IV/188; II/318-319.
[79] -Canan, Kütüb-i Sitte, I/403.
[80] -İbni Hişam, es-Sîretu’n-Nebeviyye, I/252.
[81] -İbni Hişam, es-Sîretu’n-Nebeviyye, I/252; Taberi, Tarih, I/531.
[82] -İbni Hişam, es-Sîretu’n-Nebeviyye, muhakkikin notu, I/252; Zurkânî, Şerhu Mevâhib, I/393; Buhari, Sahih, 91/Ta’bîr,1. bab, VIII/67. [Buhârî’nin baştan 2. hadisi/Bed’ul vahiyde de aynı hadis mevcuttur].
[83] -İbni Hişam, es-Sîretu’n-Nebeviyye, I/252; Sireti İbni Hişam Tercümesi, I/313.
[84] -Zurkânî, Şerhu Mevâhib, I/393-394.
[85] -Taberi, Tarih, I/532.
[86] -Şair Abdülbaki, Mevahibi Ledünniye Tercümesi, I/30.
[87] -İbni İshak, Sîret, 161.
[88] -Lafızlarını düzeltmek veya manalarını keşfetmek üzere (iki kişinin) birbirlerine okumasına tedârüs denmektedir. Bkz. Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, II/43. ‘Tedârüs’ kelimesinin, daha önce değindiğimiz, 6/En’am, 156; 34/Sebe, 44; 68/Kalem, 37 ayetlerindeki ‘ders’ terimiyle aynı kökten oluşu önemlidir.
[89] -İbni İshak, Sîret, 162.
[90] -Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/760.
[91] -Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/762.
[92] -Buhari, Sahih, 65/Tefsir, bab: 96. sure, VI/88; Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/763.
[93] -Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II/48.
[94] -Zurkani, Mevahibi Ledünniye Şerhi, III/299-300.
[95] -Buhari, Sahih, 64/Megazî, 43. bab, V/85.
[96] -Buhari, Sahih, 53/Sulh, Bab: 6, III/167; Taberî, Tarih, II/123.
[97] -Endülüs’lü alim Ebu’l Velîd el-Bâcî ‘Tahkikul Mezheb fî Enne’n-Nebiyye Kad Keteb’ adında bir risale yazmış, eseri Ebu Abdurrahman b. Akil ez-Zahirî, bu esere bazı ulemanın verdiği cevapları de ekleyerek neşretmiş. (Riyad-1403/1983). Bkz. Kettani, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/279.???????????????
[98] -Kettani, Hz. Peygamber'in Yönetimi, I/251; Canan, Kütüb-i Sitte, I/469.
[99] -Kettani, Hz. Peygamber'in Yönetimi, I/250.
[100] -Kettani, Hz. Peygamber'in Yönetimi, I/252.
[101] -Alûsî, Rûhu’l-Ma’ânî, VI/117, XII/8.
[102] -Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II/48.
[103] -Buhari, Buhari, 3/İlim, 39. Bab, I/37; Buhari, 64/Megazi, 83. Bab, V/137; Buhari, 967/İ’tisam, Bab: 26, VIII/161; Müslim, 25/Vasıyye, 5. Bab, 22. Hadis, II/1259. Bu hadislerin tamamında Peygamber: “ektub lekum” demektedir. Tartışma olduğunu beyan eden, rivayetin geri kalan kısmında, Rasulullahın yazmasından yana tavır koyanların, “qarribû yektub lekumu’n-Nebiyyu sav” denmektedir. Buhari, 75/17, VII/9 v.b.
[104] -İbni Sa’d, Tabakât, II/242.
[105] -İbni Sa’d, Tabakât, II/242-244.
[106] -Münavele: Şeyhin, talebesine hadislerini yazılı halde elden vererek, rivayet etmesine izin vermesi demektir.
[107] -Buhari, 3/İlim, 7. bab, I/23.
[108] -Buhari, 3/İlim, 7. bab, I/24; Libas, 52.
[109] -Münavi, Feyzul Kadîr, IV/255.
[110] -İbni Hanbel, Musned, I/247; Hamîdullah, İslam Peygamberi, I/226
[111] -Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/130.
[112] -Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/768, 771.
[113] -Canan, Kütüb-i Sitte, I/436.
[114] -İbni Mace, Sunen, 12/Ticârât, II/730; Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/130.
[115] -Buhari, Sahih, 3/İlim, 15. bab, I/26.
[116] -Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/712.
[117] -Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/713.
[118] -Hamîdullah, İslam Peygamberi, II/773.
[119] -Hamîdullah, İslam Peygamberi, II/773.
[120] -Buhari, Sahih,3/İlim, Bab: 31, I/32-33; Hamîdullah, İslam Peygamberi, II/773.
[121] -Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/203.
[122] -Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/277-279.
[123] -Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/283.
[124] -Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/204.
[125] -Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/204. (İbni Abdil Berr, İstiab, II/261’den; aynı rivayet, Beyhaki, Sunenül Kübra, X/126); Canan, Kütüb-i Sitte, I/421.
[126] -Canan, Kütüb-i Sitte, I/422.
[127] -Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/711.
[128] -Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/209-211.
[129] -Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/211.
[130] -Mevdudi, Tefhim, 88. not, IV/263.
[131] -Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II/49.
[132] -Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II/49.
[133] -Canan, Kütüb-i Sitte, I/469.
[134] -Canan, Kütüb-i Sitte, I/471.
[135] -Buhari, Sahih, 30/Savm, Bab: 13, II/230; Müslim, 13/Sıyam, Bab: 1, 15. hadis, I/761; Taberî, Camiul Beyan, I/373; Razî, Tefsir-i Kebîr, III/120; Kurtubî, Ahkamul Kur’an, II/5
[136] -Bu cümleden olarak, şu üç kitabın adını zikredebiliriz: Mevlana Şibli, Asr-ı Saadet, terc. Ö. Rıza Doğrul, İst-1977, 1. cilt; Philip K. Hitti, Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi, Terc. Salih Tuğ, İst-1995, 1. cilt; İsmail Râci Faruki – Luis Lâmia Faruki, İslam Kültür Atlası, Terc. Mustafa Okan Kibaroğlu – Zerrin Kibaroğlu, İst-1997.
[137] -Canan, Kütüb-i Sitte, I/471.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar