MUHAMMED (A.S)’IN ÜMMİLİĞİ MESELESİ*
Mehmet Ali Durmuş
A)GİRİŞ
Rasûlullah
Muhammed (sav)in okuma yazma bilmediği, Müslüman ilim adamları ve düşünürlerin
büyük ekseriyeti tarafından genel kabul görmüş bir konudur. Biz bu yazıda,
Peygamber (a.s)ın ümmîliği meselesini iki yönden ele alacağız. İlkin, içinde
ümmî kelimesi bulunan ayetleri tahlil edip, ‘ümmî’ kavramının Kur'an dilinde ne
anlama geldiğini tespit etmeye çalışacağız. İkinci olarak ise, Muhammed (a.s)ın okuma yazma bilmediğine dair
öne sürülen delillerin sıhhatini tartışacağız. Bu yazının asıl amacı, ümmî
kavramının okuma yazma bilmeyen anlamına gelmediğini ortaya koymaktır. Bunu
yaparken, Peygamber (a.s)ın okuma yazma bilmediği yönündeki geleneksel ısrarın
tutarsızlığına da dikkat çekmek istiyoruz. Ümmî kelimesinin geçtiği her yerde,
vahyin ilahî menşeli olduğunun kanıtı olması adına, Muhammed (a.s)ın okuma
yazma bilmediğini söylemek adet haline gelmiştir. Kur'an üzerine kitaplar
yazmış bir ilim adamı, “…Muhammed'in okuma yazma bilmediği hususu kesinlik
kazanmış bulunmaktadır. Aksini ispata matuf bütün gayretler, bu gerçeği
sarsamayacak kadar zayıftır.”[1]
demektedir. Acaba bu kalıp yargı ne derece doğrudur? Hiç sarsılmaması istenen
bu ‘gerçek’ nedir? Bu sorunun cevabını bu yazıda bulmayı ümit ediyoruz. Hiç
şüphesiz ki, gayret bizden, muvaffak kılmak Allah'tandır…
B)KUR'AN’DA
ÜMMÎ KAVRAMI
Kur'an’da
‘ümmî’ kelimesi şu ayetlerde geçmektedir: Bakara, 78; Al-i İmran, 20, 75;
A’raf, 157-158; Ankebut, 48 ve Cuma, 2. Biz bu ayetleri teker teker gözden
geçirerek bir sonuca varmaya çalışacağız. İlk önce ayetlerin mealini vereceğiz,
ardından müfessirler tarafından ayetlerin nasıl anlaşıldığını ortaya koymaya
çalışacağız ve en sonunda da kendi görüşümüzü belirteceğiz.
1. Bakara, 78
“Onlardan ümmîler vardır ki, Kitab’ı [Tevrat’ı]
bilmezler. Bütün bildikleri, birtakım kuruntulardan ibarettir. Onların
bilgileri zan ve tahminden ibarettir.”
Bakara
suresinin 40-75. ayetleri kesintisiz olarak İsrailoğulları’nı kritik
etmektedir. Bu pasajda İsrailoğulları eleştirilmekte, Musâ’ya olan
itaatsizlikleri, Allah'ın ihsan ettiği nimetlere nankörlük etmeleri, Allah'ın
emrettiği sığırı kesmemeleri, mü’minlerin inandığı dine inanmamaları ve bilinen
kibirleri konu edilmektedir. 78. Ayetten sonra da, Yahudilik eleştirileri,
neredeyse bütün sureye damgasını vurmaktadır. 75-78. ayetlerde şöyle
denmektedir:
75: “Şimdi siz
bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan öyle bir grup var
ki, Allah'ın kelamını dinler ve iyice anladıktan sonra onu, bile bile tahrif
ederler.”
76: “Onlar
iman edenlerle karşılaştıklarında ‘biz iman ettik’ derler; birbirleriyle baş
başa kaldıklarında ise ‘yoksa siz, Allah'ın size açtığı bilgileri Rabbinizin
katında size karşı delil getirsinler diye onlara söylüyor musunuz, sizin
aklınız ermiyor mu?’ derler.”
77: “Peki
onlar, gizlediklerini de, açıkladıklarını da Allah'ın kesinlikle bildiğini
bilmiyorlar mı?”
78: “Onlardan
bir kısmı ümmîdir; Kitab’ı bilmezler, ancak birtakım kuruntulara
sahiptirler ve sadece zanda bulunurlar.”
Okuduğumuz bu
ayetlere dikkat edilirse, Yahudiler içindeki, İslam’a kalplerini tamamen
kapatmış, önyargılı bir gruptan bahsedilmektedir. Bunlar, Allah'ın sözünü
tahrif eden, mü’minlere ikiyüzlü davranan, kendi bazı hıyanetlerini
mü’minlerden gizlemeye çalışan bir zümredir. Gerçi onların bu temkinleri bir
işe yaramamaktadır. Çünkü Allah onların bütün gizli veya açık oyunlarını
bilmektedir. İşte 78. ayetteki ‘ümmîlik’ meselesi böyle bir vasatta gündeme
gelmektedir.
Burada ‘ümmî’
tabiriyle İsrailoğulları kastedilmektedir.[2] Taberî’ye göre ümmîler, Allahu
Teala’nın bu ayetlerde kıssalarını anlattığı ve Rasûlullah ashabının, iman
etmelerinden ümitlerini kestiği, Yahudiler içinden bir gruptur. Ayetler, söz
konusu bu Yahudi zümresinin iman etmelerini beklemenin beyhude olduğunu ortaya
koymaktadır.[3]
Taberî,
Araplar arasında ümmî teriminin “yazı yazmayan kimse” anlamına geldiğini kabul
etmekte, en-Nehaî’nin kelimeye bu şekilde anlam vermesini de yerinde
bulmaktadır.[4] Taberîye göre, ümmî
kelimesi okuma yazma bilmeyenin yanı sıra, “Kitab’ı (Tevrat’ı) okumayanlar”
anlamlarına da gelir.[5]
Müfessir ümmî anlamını biraz daha açıyor ve şöyle diyor: Allah’ın gönderdiği
hiçbir rasûlü, indirdiği hiçbir kitabı tasdik etmeyip kendileri bir kitap
yazıp, sonra da cahil, aşağılık kavimlerine: “Bu Allah katındandır” diyen
kimselere de ümmîler denir.[6]
El-Ferra’ya göre, bu ayetteki ‘ümmîler’, kitapları olmayan
Araplardır,[7] fakat bu yorum, ayetin
muhatabının Yahudiler olduğu iddiasıyla tezat teşkil eder. Zemahşerî’ye göre ise bunlar, kitapları
yazamayan kimselerdir ve bu ayette, Tevrat’ı okuyup mütalea ve içindekileri
tahkik edemeyen kimseler kastedilmiştir.[8]
Fahreddin er-Râzî, bu ayette zikredilen ümmîlerin, okuma ve yazmayı bilmeyen,
kendilerine söylenenleri kabul etmekten başka bir özelliği olmayan mukallit tabakası
olduğu kanaatini taşımaktadır.[9]
Razî’nin görüşüne şöyle itiraz edilebilir: taklitçilik o gün de, bugün de,
okuma-yazma bilmemekle alakalı değildir. Okuma-yazma bilen insanlar da en az
bilmeyenler kadar taklitçi olabilirler. Râzî, âlimler arasında ümmî kelimesine
iki anlam verildiğini, birincisinin, bir Peygamberi ya da bir kitabı
benimsememiş kişi, ikincisinin de, okuma-yazma bilmeyen kimse demek olduğunu
belirttikten sonra, doğru olanın ikincisi olduğunu ileri sürmektedir. Kanıt
olarak ise Buhari’nin Abdullah İbni Ömer’den rivayet ettiği şu hadise
dayanmaktadır:
“Rasûlullah
(sav) şöyle buyurdu[10]: Biz
ümmî bir toplumuz. Yazı ve hesap nedir bilmeyiz. Ay şöyle şöyledir… Yani bir
defasında 29, diğerinde 30’dur.”[11]
Ümniyye: Ayette İsrailoğullarından bir
grubun Kitab’ı [Tevrat’ı] bilmedikleri, bildiklerinin sadece ‘emaniyye’ olduğu
ifade edilmektedir. Bu kelimenin ne anlama geldiğine kısaca değinelim.
‘Ümniyye’
insanın kendi içinde taşıdığı temenniler, arzu ettiği şeyler demektir.
Zemahşerî, “onlardan ümmîler var” sözünü, “onlar kitapları bilmezler, Tevrat’ı
mütalea edemezler, içindekileri inceleyemezler” şeklinde açıklamaktadır.
Bilmedikleri söylenen Kitap, kuşkusuz Tevrat’tır. Din hususunda bildikleri ise
şunun gibi kuruntulardır: Allah onları affedecek, onlara merhamet edecek,
işledikleri hatalar yüzünden onları hesaba çekmeyecek; Peygamber babaları
onlara şefaat edecek. Ruhbanları onlara, kendilerine sayılı birkaç günün
dışında ateş dokunmayacağı safsatasını telkin ettiler. Yalancı âlimlerinden
buna benzer yalanları işitip kabul ettiler ve taklitçi oldular.[12]
Kısacası bu ayette, Tevrat’ı kabul ettikleri halde, gereği gibi amel
etmeyenleri Kur'an'ın ‘kitap yüklü eşekler’e benzetmesi (Cuma, 5) misali bir
eleştiri söz konusudur.[13]
Râzî,
Hac suresinin 52. ayetindeki ‘ümniyye’ kelimesiyle Bakara suresi 78.
ayetteki ‘emaniyye’ kelimesinin kıraat anlamına geldiğini belirtiyor ve
diyor ki, “ümmî Kur’an’ı mushaftan okumayı bilmez, o sadece okunduğu zaman,
onun kıraat edildiğini anlar.”[14]
Buharî’nin bir rivayetine göre, okumayı bilip, yazmayı bilmeyenlere ‘emâniyye’ denmektedir.[15]
Razi’nin açıklamasına göre, Peygamber (a.s)ın ‘ümmîliği’ şu anlama gelmektedir:
bizzat kendisinin yazdırdığı Kur’an ayetlerini okuyamamakta, ancak okunduğunda
bunun Kur'an olduğunu anlayabilmektedir!
Müfessir
Alûsî, İbni Abbas ve Mücahid’in Bakara suresi, 78. ayetteki ‘emânî’ kelimesini
‘ekâzîb’ yani ‘birtakım yalanlar’ olarak tercüme ettiklerine değinmektedir.
Yahudiler, tahrifci şeytanlarından taklit yoluyla aldıkları yalanlara
uyuyorlar, peygamber babalarının kendilerine şefaat edeceğine inanıyorlardı.[16] İşte
bunlar, Yahudilerin kuruntuları ve yalanlarıdır, bunlara ‘emânî’ adı
verilmiştir.
Kurtubî’nin bir yaklaşımına göre ‘Ummul
Kitab’ı tasdik etmeyenlere ‘ümmî’ adı verilmiştir. Fakat yine de o, Bakara, 78.
ayetteki ‘ümmîler’in, “yazamayan ve okuyamayan” kimseler anlamına geldiği
kanaatindedir.[17] Ebu Ubeyde de ‘ümmîler’i
‘ümmül kitap’la alakalandırır. Buna göre, kendilerine Ummul Kitap (Kitabın
anası) inmiş olan kimselere ‘ümmîler’ denmiştir. Ebu Ubeyde, İkrime ve
Dahhak’ın, ümmîlerin, Arap Hristiyanlar olduğuna ilişkin yorumuna da yer verir.[18]
Mevdudî’ye göre ise bu ayette, “kendi
kutsal kitaplarının öğretilerinden habersiz olan sıradan Yahudiler
kastediliyor. Onlar ne dinin temel kuralları, ne ahlakla ve günlük hayatla
ilgili düzenlemeleri ve ne de ebedi kurtuluş veya azaba neden olan prensipleri
biliyorlardı. Ve ne yazık ki bu bilgiye sahip olmaksızın kendileri bir din
uydurmuşlar ve boş ümitler besliyorlardı.”[19]
Mevdudî’nin bu izahlarının, ayetin mesajını en iyi yansıtan yaklaşım olduğuna
inanmaktayız.
Özetlemek
gerekirse, Bakara suresi, 78. ayetindeki ‘ümmî’ kelimesi okuma yazma bilmeyen
anlamına gelmemektedir. Bu anlam ayetin genel dokusuna uygun düşmemektedir.
‘Ümmî’ kelimesine ‘okuma-yazma bilmeyen’ anlamını vererek ayetin mealini
yeniden yazmak suretiyle, bu uygunsuzluğu test edebiliriz:
“Onlardan
[İsrailoğullarından] bir kısmı okuma-yazma bilmeyendir; Kitab’ı
bilmezler, ancak birtakım kuruntulara sahiptirler ve sadece zanda bulunurlar.”
Bu meale göre,
İsrailoğullarının okuma-yazma bilmemeleriyle Tevrat’ı bilmeleri arasında ters
bir orantı kurulmuş olmaktadır. Bu demektir ki, okuma-yazma bilenler Tevrat'ı
bilirler, dolayısıyla birtakım kuruntulara ve zanna tabi olmazlar. Okuma yazma
bilmeyenler ise -Tevrat'ı bilmeleri mümkün olmadığı için- kuruntulara ve zanna
tabi olurlar! Kısacası, İsrailoğullarının, (burada zikredilen) bütün
kabahatlerinin temelinde, okuma yazma bilmemeleri yatmaktadır!
Böyle bir
yorumun ciddiyetsizliği bir tarafa, ilk başta Muhammed (as)ın ümmî oluşuna
yüklenen anlamla çelişmeye hazırdır. Eğer ümmî terimi Kur'an’ın her yerinde
aynı anlamda kullanılmış ise -ki, nüans farkları dışında öyle olması gerekir,-
Muhammed (a.s) için ‘iyi’ ve övgüye değer olan okuma-yazma bilmemek, İsrailoğulları
için ‘kötü’ olmaktadır! Atalardan devralınan kuruntulara tabi olmak, zanna
uymak, dini tahrif etmek okuma yazma bilip bilmemekle alakalı değildir.
İsrailoğullarına inen kitap, okuma yazma bilmeyenler değil, bilakis bilenler
eliyle tahrif edildi, birtakım kuruntular uyduruldu ve halk onlara tabi
kılındı.
Eğer ‘ümmî’
okuma-yazma bilmeyen demekse bu, Bakara suresini, 78. ayetinin okuma-yazma
bilmemeyi şiddetli bir şekilde kınadığı anlamına gelecektir. Bu durumda,
okuma-yazma bilmemenin kınanmasını, Muhammed (a.s)ın okuma-yazma bilmediği
teziyle nasıl bağdaştırabiliriz? Şu halde, ‘ümmî’ kelimesinin başka bir anlamı
olması gerektiği üzerinde kafa yormamız icap etmektedir. Bunu da, diğer
ayetleri de tedkik ettikten sonra yapabiliriz.
2. Âl-i İmran, 20
“Eğer seninle
tartışmaya girerlerse de ki: Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim
ettim. Ehli Kitab’a ve Ümmilere de
de ki: Siz de Allah’a teslim oldunuz mu? Eğer teslim oldularsa doğru yolu
buldular demektir. Yok, eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır.
Allah kullarını çok iyi görür.”
Ayetin
muhatapları genel olarak Medîne’deki müşrikler ve ehli kitaptır. 19. Ayette
“Allah katında Din İslam’dır” denmekle, Yahudilerin ve Hristiyanların hak dine
mensup oldukları iddiaları geçersiz kılınmakta; aralarındaki azgınlık ve
taşkınlık sebebiyle ihtilafa düştükleri, Allah'ın ise bu hesabı hemencecik
göreceği, tehdit üslubuyla bildirilmektedir. 20. Ayette ise, Muhammed (sav)in
peygamberliğini kabul etmeyen ehli kitaba, onun ve ona uyanların Allah'a teslim
olmaktan başka bir iş yapmadıkları, eğer hakikati elde etme iddiasındaysalar,
ehli kitabın da Allah'a teslim olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Eğer
teslim olsaydılar zaten Muhammed (a.s)ın peygamberliğine iman edeceklerdi, aksi
takdirde, Peygamber’in görevi sadece duyurmaktır. 21. Ayette, Allah'ın
ayetlerini inkâr etmenin yanı sıra, peygamberleri ve adaletten yana olan nice
(salih) kimseleri öldürmüş bulunan azgın kimselere atıf yapılmakta ki, bunlar
ehli kitaptan başkası değildir.
Al-i İmran
suresinin ilk 80 ya da 89 ayetinin,
Rasûlullah’ın, Medine’ye gelen Necran Hristiyanları ile yaptığı münazara
münasebetiyle indiği zannedilmektedir.[20]
Biraz sonra inceleyeceğimiz 75. ayetin de bu ayetlerden biri olduğu
unutulmalıdır.
Bazı müşrik
Arap kabileleri, İslam'a tavır koyma bakımından Yahudiler ve Hristilyanlarla
siyasî bir dayanışma içindeydiler. 20. Ayet, hem Yahudileri, hem Hristiyanları
ve hem de söz konusu putperest Arap kabilelerini hedef seçerek, Rasûlullah
Muhammed’le tartışmalarının tutarsızlığını sorguluyor ve ‘Müslüman olma’
manasında teslim olmadıkları sürece, bu tartışmalara girişmelerinin
anlamsızlığını yüzlerine vuruyor.
Ayetteki ‘ümmîler’in
(ummiyyûn) kimler olduğu, Bakara suresi, 78. ayetteki kadar müşkil değildir. En
azından müfessirlerin bunu tespitte, Bakara, 78. ayetteki kadar zorlanmadıkları
gözlenmektedir. Pek çok müfessir ümmilerin, ‘kitapsız Arap müşrikleri’ olduğunu
söylemekte bir sakınca görmemektedir.[21] Zeki
Duman’ın tanımı daha da açıklayıcıdır: “Kur'an’dan önce atalarına ve
kendilerine ilahi/semavi bir kitap indirilmemiş olan Araplardır.”[22]
Geleneksel
tefsirciliğin çelişkilerinden bir türlü kurtulamayan Fahreddin Râzî, ümmilerin,
belli bir kitabı olmayan Arap müşrikleri olduğunu teslim ettikten sonra,
bunların özelliklerinin okuma-yazma bilmemeleri olduğunu belirterek,[23]
sanki, ne olursa olsun, ümmî kavramı içinde bir yerde, okuma yazma bilmeme
anlamı baki kalsın der gibi telifçi bir yol izlemektedir. Ebu Ubeyde Razî’den
daha erken davranarak, ümmileri, “Peygamberlerin kendilerine kitap getirmediği
kimseler” olarak tanımlamakta, ‘ümmî nebî’ deyince ise, yazma bilmeyen
Peygamber anlamamız gerektiğini ihsas ettirmektedir.
Şu halde, Al-i
İmran suresinin 20. ayetinde bahsi geçen ‘ümmîler’, okuma yazma bilmeyen insanlar
değil, herhangi bir ilahi kitaba sahip olmayan, kitapsız Araplar’dır. İlk
ayette yaptığımız gibi burada da, ümmî kelimesi yerine ‘okuma yazma bilmeyen’
sözleri yerleştirilerek okunursa, anlatmak istediğimizin isabetliliği teslim
edilir.
3. Âl-i İmran, 75
“Ehli
Kitap’tan öylesi var ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız
iade eder. Fakat öylesi de var ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine
dikilip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların, ‘ümmilere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize bir vebal yoktur’
demelerinden dolayıdır. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar.”
Bu ayette
eleştiri konusu edilenlerin Ehli kitap olduğunu, ayetin kendisi zaten
söylemektedir. Üstelik surenin başından beri ehli kitabın eleştirisi
yapılmaktadır. Bilhassa 64. ayetten itibaren, Yahudiler ve Hristiyanlar ciddi
şekilde tenkid edilmekte, hatta 61. ayette,
Rasûlullah’a (sav) gelen ‘İlim’den sonra hala, kendi sapık itikadlarının
doğruluğunu ispatlamak maksadıyla cidâl yapmaya devam ederlerse Peygamber’in onlara
(Necran heyetine), lanetleşme teklifini götürmesi istenmektedir. Bu nedenle
ayete ‘mübâhale’ ayeti denmiştir.
Ayette “ehli
kitaptan öyleleri var ki” denirken muhtemelen, Yahudi toplumundaki belli bir
zümre kastedilmiştir. Yahudilerin bu gayrı ahlakî tutumu Hristiyanları da
etkilemiş olmalıdır.
Ehli
Kitab’ın Küçümsediği Ümmiler
Acaba ehli
kitabın (Yahudilerin) küçümsediği ümmîler kimlerdi? Onlar, kavim ve kabilesi
kim olursa olsun, okuma azma bilmeyen insanları mı hakir görüyorlardı, yoksa bu
terimle bir toplum mu kastediliyordu?
Taberî’ye göre buradaki ümmîler, Kitap
ehli olmayan Araplar’dır. Yahudiler, Araplar’a ihanet etmeyi ve onların hakkını
yemeyi mubah sayıyorlardı. Kendilerine emanet bırakan bir Arab’ın emanetini,
gidip gelip istemedikçe vermezlerdi. “Arab’ın malından dolayı bize isabet
edenlerden bir günah terettüb etmez; çünkü (Arab’ın) hakkı diye bir şey söz
konusu olmaz!” diye inanıyorlardı. Çünkü Araplar müşrikti…[24]
Zemahşerî’nin yorumu da bu doğrultudadır. O da, Yahudilerin, kendilerine muhalif
olanlara zulüm yapmayı mubah saymalarına, “onlar hakkında kitabımızda bir yasak
konmamıştır” kanaatlerine dikkat çekmektedir.[25]
Fahreddin Râzî’ye göre,
Yahudilerin, alacaklarını inkâr edip vermeyi reddettikleri kimseler muhtemelen,
yeni Müslüman olmuş Araplar’dır. Zira bu kimselerin Yahudilerde, cahiliyye
döneminden kalma bazı alacakları vardı ve Müslüman oldular diye Yahudiler
zorluk çıkartıyorlardı.[26]
Fakat Razi bu açık ve anlaşılır bilgilere rağmen yine de, “ümmî kelimesinin
manası ‘umm’e (ana, asıl, kök, anne…) mensup olan” demektir girişinden sonra,
Peygamber (a.s)la ilgili şöyle bir yorum yapmaktadır: “Hz. Peygamber (sas)in
yazı yazmadığı için ‘ümmî’ diye adlandırıldığı söylenmiştir. Bu böyledir, çünkü
el-Ümm bir şeyin aslı ve temeli demektir. Binaenaleyh, yazı yazamayan birisi, aslolan
yazı yazamama işini sürdürmüştür demektir.”[27]
Fahreddin er-Razi’nin bu cümlesine göre, kendisi de ‘aslolan hali’ sürdürmemiş,
yazmayı ve okumayı öğrenmek suretiyle ‘aslolan hal’den uzaklaşmıştır. Acaba bu
uzaklaşma doğru bir karar mıdır?...
Bu ayetteki
ümmîlerin, ehli kitabın dışındaki milletler (Arap müşrikleri) olduğu fikrine
birçok müfessir iştirak etmektedir.[28]
Bununla beraber, konuyu en iyi açıklayan, Mevdudî’nin izahlarıdır. Mevdudi
şöyle diyor: “Onlardan sadece Yahudi olanlarla ilişkilerinde adaletli olmaları
isteniyor ve Yahudi olmayan birinin mülkünü gasp etmekte bir beis görülmüyordu.
Bu inanç sadece cahil Yahudi yığınları arasında yaygın değildi. Bilakis bütün
dinî sistem, İsrailliler ve İsrailli olmayanlarla kurulan ilişkilerde tamamen
farklı davranmaya müsaade edecek bir şekilde yoğrulmuştu. Onların ahlakî
değerleri belli bir tür davranışı İsrailoğullarından birine karşı yapmayı
yasaklıyor, fakat Yahudi olmayan birine karşı o şekilde davranmaya izin
veriyordu. Aynı şey bir İsrailli için doğru oluyor, fakat İsrailli olmayan biri
için ise yanlış kabul ediliyordu. Örneğin Kitab-ı Mukaddes şöyle der: ‘Her yedi
yılın sonunda… komşusuna bir şey ödünç veren kişi onu bağışlasın…’, fakat ‘eğer
bir yabancı(ya borç vermiş) iseniz onu geri isteyebilirsiniz.”[29]
Mevdudî devam
ederek, Kitabı Mukaddesin, bir yabancıya faizle borç vermeyi mubah, kendi
kardeşine ise yasaklayan sözlerine dikkat çekmektedir.[30]
Talmud’da yazdığına göre, bir İsrailli’nin boğasını İsrailli olmayan birinin
boğası yaralarsa, İsrailliye tazminat vermek zorundadır; tersi olursa, İsrailli
tazminat vermek zorunda değildir!
“İsmail’in rabbi diyor ki: Eğer bir ümmî ile bir İsrailli
arasında anlaşmazlık çıkmışsa, mahkemedeki hâkim, kardeşinin lehine bitmesi için
uğraşsın. Mümkün değilse ümmilerin
kanunlarına göre, kardeşinin lehine bir sonuç almaya çalışsın. Ve bu sizin
kanununuza göredir desin. Her iki kanundan da yararlanamıyorsa, hangi yolla
olursa olsun, İsrailli kardeşini kazandırsın. İsmail’in Rabbi, İsrailli
olmayanların zaaflarından yararlanın diyor.”[31]
Yahudiler
kendilerini Allah'ın oğulları ve sevgilileri (ebnâullah ve ehıbbâuh) sayıyor
(5/Maide, 18) ve kendileri dışında kalanları kendilerinin kölesi kabul
ediyorlardı. Kölelerin mallarını yemekten hesaba çekileceklerine ise
inanmıyorlardı.[32]
Yahudilerin,
kendi soydaşları dışında, ‘gentile’
olarak adlandırdıkları, kendilerinden olmayanlara karşı acımasız, çifte
standartlı ve düşmanca tutum ve davranışları, (şu anki) Tevrat’tan esinlendiği
doğrudur.[33] Fakat eldeki Tevrat’ın
muharref olduğu, gerçeğine uymadığı da doğrudur. Reşid Rıza da buna dikkat
çekiyor ve diyor ki, Yahudiler Tevrat’ın, insanların malını bâtıl yollarla
yemekten men eden hükümlerini tahrif ettiler, Kitab’ın sadece kendi Yahudi
kardeşlerine hıyaneti yasakladığına inandılar. Bu bâtıl kanaate, Yahudi
kavminin kibiri ve dindeki taşkınlıkları yol açtı. Rıza, bu konuda üstadı
Muhammed Abduh’un görüşlerine de yer vermekte onları şöyle özetlemektedir:
Yahudiler’e göre, kim ki Allah’ın bu seçkin halkından ve onun dinine mensup
olanlardan değilse o, Allahın nazarından sâkıt olmuş, O’nun nazarında gazaba
uğramıştır. Ne o kimselerin bir hukuku olur, ne de hürmeti kalmıştır! İmkân
bulunca onların malını yemek helaldir! Yahudiler, bu ‘ümmilere hıyânet’ fikrini
kendi kitaplarından (Tevrat) değil, ruhban sınıfının görüşlerinden almışlardır.[34]
Bu inceliğe M.
İzzet Derveze de katılmaktadır. Derveze’ye göre Tevrat, düşmanlarına dahi
ihtiyaçları olduğu zaman, yardım etmelerini emretmiştir. Aksi yönde bir
muamelenin tavsiye edildiği sözler sonradan uydurulmuş olup, tahrifatlar
cümlesindendir.[35]
Yahudilerin,
adeta Allah'a meydan okuyan çıkarcı, bencil ve çifte standartlı ahlakı
insanilikten tamamen uzaktır. Geçtiğimiz çeyrek yüzyıl içinde, bazı ‘müslüman’
kesimler, yanlış bir dârul harp[36]
yorumunu esas alarak, harbî olduğuna hükmettikleri kimselerin mallarını yemeyi,
onlardan faiz almayı, kumar oynamayı mubah saydılar, kadınlarının da cariye
hükmünde olduğuna hükmettiler. Hâlbuki Müslümanlar, Nahl suresinin 116. ayetini
okuyorlar(!) ve bunun Allah'ın bir emri olduğuna da inanıyorlardı. Yahudi
geleneğine dayanan bu batıl (haram yiyici) inanış kısa sürede, otobüslere
biletsiz binmek, elektrik, su ve telefonu kaçak kullanmak gibi ‘cihadî
eylem’lerle kendini göstermeye başladı. Bu tür sapmaların, geçtiğimiz yüzyılda
Mısır gibi ‘İslamî’ ülkelerde de görüldüğünü, Reşid Rıza’nın eleştirilerinden
anlamaktayız. Rıza, Müslüman olmayanların ve hatta dârul harpteki Müslümanların
bile mallarını yemeyi mubah sayan ‘müslüman’ tiplerden bahsetmekte ve Al-i
İmran suresinin 75. ayetinde, Yahudi bilginlerine yapılan ilahi tehdidin onlar
için de geçerli olduğunu ifade etmektedir.[37]
Şu halde bu
ayetteki ‘ümmîler’, Yahudiler ve Hristiyanlar dışında kalan müşrik Araplardır.
Yahudiler, herhangi bir ilahi kitaba mensup olmadıkları için onları ‘ümmî’ (gentile) diye adlandırıyorlardı.
‘Kitapsız’ Arapları değersiz gördükleri için, onlara karşı her türlü yolsuzluğu
yapmayı mubah sayıyorlardı. Demek ki, Âl-i İmran suresinin 75. ayetinde okuma
yazma bilmeyenlerin bahsi geçmemektedir.
4.
A’raf, 157-158
“Yanlarındaki
Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar
(var ya), işte o Peygamber onlara mârufu emreder, onları münkerden meneder;
onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve
üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren,
yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nûr’a [Kur'an’a] uyanlar var ya, işte
kurtuluşa erenler onlardır.”
“De ki, ey
insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin mülkü tamamen
kendisine ait olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka ilah yoktur, O diriltir ve
öldürür. Öyle ise, Allah’a ve O’nun ümmî
Nebî olan Rasulü’ne iman edin. O da,
Allah’a ve O’nun kelimelerine inanmaktadır. Ona tabi olun ki, hidayete
eresiniz.”
Ümmî Nebî
Rasûl Ne Demektir?
Bu iki ayette
Muhammed (sav) için hem nebî hem de rasûl isimleri birlikte kullanılmış ve onun
‘ümmî nebî rasûl’ (er-Rasûl en-Nebî el-Ümmî) olduğu vurgulanmıştır. Bu ayetle
birlikte müfessirler, Peygamberimiz Muhammed (sav)in okuma-yazma bilmediği
kanaatine yeniden dönmüşlerdir. Müfessir Beyzavî, ‘ümmî nebi’nin akabinde ‘yani’ dedikten sonra,
“okuması ve yazması olmayan” notunu eklemekte ve Peygamber'in okuma-yazma
bilmemesine rağmen, ilminin (getirdiği vahyin) kemalinin, mucizelerinden birisi
olduğuna değinmektedir.[38]
Fahreddin Râzî, Zeccac’ın
“ümmî kelimesi, Arap milletinin özelliklerini taşıyan kimse” demektir görüşünü,
Hz. Peygamber’e atfedilen “Biz yazı ve hesap bilmeyen ümmî bir toplumuz.”
sözüyle desteklemektedir. Razi de tıpkı Zeccac gibi düşünmekte ve “Arapların
çoğu okuma ve yazma bilmiyorlardı. Hz. Peygamber (sas)in kendisi de böyle idi.”
demektedir.[39]
Râzî’ye göre,
okuma-yazma bilmeyen Muhammed (a.s)ın, kendisine vahyedilmiş olan Kur'an’ı
manzum olarak, hiçbir kelimesini değiştirip bozmadan, hiçbir ziyade ve eksiltme
yapmadan tekrar tekrar okuması bir mucizedir. Râzî devam ediyor ve diyor ki,
eğer Peygamber (a.s) okuma-yazma biliyor olsaydı, ara sıra da olsa önceki
ümmetlerin kitaplarını okuduğu için, Kur'an ayetlerinin o okumalar neticesinde
meydana geldiği hususunda itham edilirdi. Ama hiçbir öğretim ve okumada
bulunmaksızın, bu yüce Kur'an’ı getirmesi onun mucizesidir. (Burada Ankebut,
48’e atıf yapmaktadır). Râzî diyor ki, en az zeki olanlar bile yazıyı kolayca
öğrenebilmektedirler. Peygamber (a.s), Allah kendisine hiçbir insanın
ulaşamadığı bilgiler verilmiş olmasına rağmen, yazıyı öğrenmemiş, öğrenmesine
ihtiyacı olmamıştır. Bu da onun mucizesidir.[40] Hz.
Peygamber herhangi bir hocadan ders görmemiş, hiçbir kitabı okumamış ve hiçbir
ilim sahibinin meclisinde de bulunmamış olan ümmî bir kimse idi. Böyleyken
büyük ilimlerin kendisinde görülmesi, mucizelerin en büyüklerindendir.[41]
Müfessir
Hâzin, Peygamber'e atfedilen “biz (Araplar) ümmî bir toplumuz, yazı yazmayız,
hesap bilmeyiz” hadisine yer veriyor ve Nebînin ümmî oluşunun, onun en büyük mucizesi olduğunu, Peygamber’in
yazmayı bilmesi halinde, Kur’an’ı başkasından yazarak nakletmiş olmakla itham
edilmesinin kaçınılmaz olacağını ileri sürüyor.[42]
Rivayet
tefsirlerinin Kur'an’la bizim aramızda bir perde oluşturduğunu söyleme
cesaretini gösteren Muhammed Abduh,[43] her
ne kadar “Allah’ın ümmîlere yani Arab’a gönderdiği Ümmi Nebî” sözüyle, İslam
öncesi Araplar’ın ‘ümmi’ olarak adlandırılması gerektiğine parmak basıyorsa da,
yine de sonuçta Peygamber (a.s)ın okuma-yazma bilmediğini söyleyenler kervanına
katılmaktadır. O da klişeleşmiş gerekçeyi benimsemiştir: Ümmî oluşu, Peygamber
(a.s)ın davasının sahih olduğuna delalet eder![44]
Muhammed İzzet
Derveze, Peygamber'in okuma-yazma bilmediğine inananlardan biri olmakla
birlikte, Peygamber'in okuma-yazma bilmediğini, A’raf suresinin bu iki
ayetinden çıkarmanın mümkün olmadığını kabul etmektedir. Derveze, ümmî
kavramının Kur'an ayetlerinin tamamında “Ehl-i kitap olmayanlar” anlamında
kullanıldığını teslim etmekte, ümmiliğin, “kitap ehli olmayan Arapların bir
niteliği olarak kullanıldığını;”[45] ümmî
teriminin “yazılı eseri olmayan topluma nisbet edildiğini”[46]
ifade etmektedir.
Öyle görünüyor
ki, ‘ümmî nebî rasûl’ terimini en iyi çözümleyen, olayın künhüne vakıf olmuş
olan Mevdudî’dir. Mevdudî şöyle
diyor: “Burada Hz. Peygamber (s.a) için ümmî kelimesinin kullanılmış olması
oldukça anlamlıdır. Bu lakap burada, kendilerinin dışındakilere ‘ümmîler’ (gentile)
diyen Yahudilerin bu kavmî gurur ve küstahlıklarını kırmak için kullanılmıştır.
Bu konuda o kadar küstah idiler ki, bir ümmîyi kendilerine lider olarak tanımak
şöyle dursun, bir millet olarak kendilerinden olmayan kimselere en temel insan
haklarını bile tanımaya hazır değildiler. ‘Ümmîlere karşı bizim herhangi bir
sorumluluğumuz yoktur…’ (3/75) diye iddiada bulundular. Bundan dolayı ‘Nebî’
sözcüğünden önce ‘ümmî’ kelimesini kullanmış olmakla sanki Allah şöyle demek
istemiştir: Şimdi sizin kurtuluş ve selametiniz ancak bu ümmî Peygamber'e
uymanıza bağlıdır. Eğer siz ona uyarsanız, rahmetimden nasibinizi alırsınız,
aksi halde, içinde bulunduğunuz dalaletten ötürü asırlar boyunca müstehak
olduğunuz gazap sürer gider.”[47]
Mevdudi’nin bu
izahı, ümmî kavramının tarihi arka planını açıklamaktadır. Buradan
anlaşılmaktadır ki, Kur'an’ın Muhammed (a.s)ı ümmî olarak nitelemesi tamamen
siyasi amaçlıdır. Yahudilerin, ‘ümmî’ diye küçümsedikleri, hor ve hakir
gördükleri bir toplum (Araplar) içinden, kendilerinin de dâhil olduğu, bütün
insanlığa bir Peygamber gönderilmiş, bu ümmî, yani ‘gentile’ içinden seçilmiş
Peygamber'e tabi olmaları emredilmiştir. Üstelik de kendilerini Allah'ın
sevgilileri ve oğulları sayan bu kibirli kavmin değer kazanmasını da o ümmî
Peygamber'e tabi olmaları şartına bağlamıştır.
Kısacası,
A’raf suresi, 157-158. ayetlerde geçen ümmî nebi rasûl, “okuma-yazma bilmeyen
Peygamber Muhammed” (a.s) değil, kendilerine herhangi bir ilahi kitap gelmemiş
ve Yahudilerin ‘gentile’ manasında ‘ümmî’ diye küçümsediği bir toplumdan çıkmış
Nebî-Rasûl-Muhammed (sav) demektir. Bu anlam aşağıda gelecek olan Cum’a
suresinin 2. ayetinde daha da netleşmektedir. Bir kez daha, geleneksel
yaklaşımın tutarsızlığını anlamak için, bu iki ayetteki ‘ümmî’ kelimesi yerine
‘okuma yazma bilmeyen’ sözlerini getirerek okumamız kâfi gelecektir.
5.
Cum’a, 2
“Ümmîler arasından kendilerine
ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir
Peygamber gönderen O’dur. Bundan önce ise onlar apaçık bir sapıklık
içindeydiler.”
Cum’a suresinin
2. ayeti, yukarıda işlediğimiz A’raf suresinin 157-158. ayetlerinin oldukça
açık ve seçik bir tefsiri mahiyetindedir. Bu ayet açıkça, Muhammed (a.s)ın
içinden çıktığı toplumu ‘ümmî’ olarak nitelemektedir. Bu ümmî toplum, Muhammed
(a.s) kendilerine elçi gelmeden önce apaçık bir sapıklık içindeydiler. A’raf,
157-158’de açıklandığı üzere, Muhammed (a.s) onlara Allah'ın ayetlerini okudu,
onları arındırdı (tezkiye etti), onlara kitabı ve hikmeti öğretti.
Bu ayetle
Yahudiler dinî-siyasî açıdan adeta kuşatma altına alınmıştır. Üçüncü ayette Hz.
Muhammed'in, ümmîler dışındaki insanlara da Peygamber gönderildiği
belirtilmektedir ki, Yahudiler bu toplumların başında gelmektedir. 4. Ayette
risaletin, Allah'ın bir lütfu olduğu ve Allah'ın, lütfunu dilediğine vereceği
ifade edilmiştir. 5 ve 6. Ayetlerde eleştirinin dozu daha artırılarak,
Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyen Yahudiler ‘kitap yüklü eşeğe’
benzetilmiş; diğer insanların değil de yalnız kendilerinin Allah'ın has kulları
(evliyâullah) oldukları iddialarını, ölümü temenni etmek suretiyle
ispatlamaları istenmiştir.
Eğer ümmî
kelimesi, okuma-yazma bilmeyen demek olsaydı, bu ayete, “okuma-yazma
bilmeyenler arasından bir Peygamber gönderen…” anlamını vermemiz gerekirdi.
Bunun ise isabetsizliği ortadadır. Çünkü ‘okuma-yazma bilmeyen bir kavim
içinden seçilen Peygamber’ vurgusunun, herhangi bir hikmeti görünmemektedir.
‘Kitapsız Araplar’ içinden Peygamber gönderildiğine dikkat çekilmesi ise
oldukça anlamlıdır. Kaldı ki, Mekke halkının tamamı okuma yazma bilmiyor da
değildi.
İzzet Derveze
buradaki ümmîlerin, Allah katından gelmiş bir kitaba sahip olmayan Araplar
olduğunu kabul eder.[48] Mevdudî’nin ümmî terimine getirdiği
yorum bu ayette bir kez daha muhkemliğini göstermekte ve şüpheleri
gidermektedir. Mevdudî şöyle diyor:
“Ümmî ifadesi
burada, Yahudi literatürüne göre kullanılmıştır ve bu kullanımda gizli bir alay
söz konusudur. Yani Yahudilere şöyle denilmektedir: Sizler Araplara hakaret
amacıyla ümmî diyor ve güya kendinizle mukayese ederek onları hakir görüyorsunuz.
Ancak azîz ve hakîm olan Allah, onlar arasından bir Peygamber çıkarmıştır. O
Peygamber kendiliğinden gelmemiş, bilakis kâinatın sahibi Allah tarafından
gönderilmiştir…”[49] Mevdudî, ümmî kelimesinin
İbranice’deki ‘goyim’ kelimesinin müteradifi olduğunu, Kitab-ı
Mukaddes’in İngilizce çevirilerinde ‘goyim’in ‘gentile’ (centile) ile
karşılandığını belirtmektedir.[50]
Goyim, ‘goy’ kelimesinin çoğuludur
ve İbranicede millet anlamına gelmektedir. Kültürel anlamda, Yahudi olmayanları
tanımlamada kullanılır. Nohri kelimesinin ise ‘yabancı’ demek olup, İngilizcede
‘gentile’ olarak ifade edildiği belirtilmektedir.[51]
Gentile kelimesi yerine zaman zaman putperest kelimesi de kullanılmıştır.[52]
Mevdudî’nin
verdiği bilgilere göre, ‘goyim’ kelimesi aslında ‘kavimler’ anlamına geliyordu,
Yahudiler bu kelimeyi zamanla kendileri dışındaki kavimler için kullanmaya
başladılar ve bununla o kavimlerin gayri medeni, dinsiz, soysuz ve zelil
olduklarını anlatmak istediler. Yunanlıların ‘barbar’ kelimesine
yükledikleri anlamın daha ağırını Yahudiler ‘goyim’le ifade ediyorlardı.
“Yahudi literatüründe ‘goyim’ kelimesinin vasfettiği kitle, o derece nefret
edilecek bir şeydir ki, Yahudiler onların insan yerine bile konmayacağı,
onlarla yolculuk yapılmayacağı, hatta ‘goyim’e mensup birinin boğulması
durumunda, onun kurtarılmaya dahi değmeyeceği düşüncesindedirler. Ayrıca
Yahudiler, gelmesi beklenen Mesih’in Goyim’e mensup herkesi helak edeceğine
inanırlar.”[53] Babil Talmudu’na dayanan,
Halacha adındaki klasik dönemdeki Yahudi hukuk sistemi, gentile kadınlarını,
önüne gelen herkesle yatıp kalkan (fahişe) saymaktaydı ve bu kadınların
bedenini eşek bedeni kabul etmekteydi.[54]
Kur’an’ın
Yahudi seçkinciliğine ilişkin kimi haberleri, onların goyim/gentile yaftasıyla
kendilerinden olmayanları aşağıladıklarını doğrulamaktadır. Yahudiler Ahiret
yurdunun sadece kendilerine ait olduğunu, başkalarına ait olmadığını iddia
ediyorlardı. (2/Bakara, 94).
Muhammed (a.s)
Kitap Ehli denilen Yahudiler içinden seçilmiş bir Peygamber değildi;
Hristiyanlardan seçilmiş bir Peygamber de değildi. O, bilhassa Yahudilerin
küçümsediği, ‘goyim’ (gentile) diye aşağıladığı bir kavmin, putperest/kitapsız
Arap toplumunun içinden gönderilmiş bir peygamberdi. Cum’a suresi bilhassa şunu
vurgulamaktadır, Yahudilerin küçümsediği bir toplumdan seçilmiş olan, onlara
göre, ırk ve sınıf itibariyle imtiyaz sahibi olmayan bu ‘ümmî’ / sıradan
Peygamber, kendilerini de hidayete çağırıyordu. Arındırıp tezkiye etmesi,
kitabı ve hikmeti öğretmesi gereken kavimler listesine Yahudiler de dâhildi.
Bir başka deyişle, bir hiç olarak gördükleri Muhammed, tutmuş onlara din
öğretmeye kalkışıyordu! Kendilerini dev aynasında gören kibirli bir kavmin ise
bunu kabul etmesi ne kadar da zordu...
Arabistan Araplarının Ümmî Oluşu
Kur'an’da,
Mekke Arapları ve onların şahsında belki bütün Arabistan halkı, Muhammed
(a.s)’dan önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş (28/Kasas, 46; 32/Secde, 3);
“ataları uyarılmamış, kendileri de gaflet içinde kalmış” (36/Yasin, 6);
kendilerine, okuyacakları bir kitap verilmemiş, Muhammed (a.s)’dan önce
kendilerine bir peygamber gönderilmemiş (34/Sebe, 44) bir kavim olarak anılır.
Mevdudî, Hz.
İsmail ve Hz. Şuayb’dan (a.s) sonraki iki bin yıl içinde Arabistan'da hiçbir
peygamber çıkmadığını belirtmektedir.[55]
Bununla beraber, diğer birçok peygamberin mesajının Arabistan'a ulaştığı da bir
gerçektir. Fakat onların, Tevrat ve İncil gibi bir kitapları yoktu ve bu yüzden
‘ümmî’ olarak anılmışlardı.
C) ÜMMÎ
KELİMESİNİN GEÇMEDİĞİ AYETLERDEN GETİRİLEN DELİLLER
Ümmî
kelimesinin geçtiği altı ayetin dışında, konuyla alakalı bazı ayetler,
geleneksel yorumcular tarafından, Peygamber'in okuma-yazma bilmediği tezini
güçlendirici deliller olarak ele alınmaktadır. Hâlbuki bu ayetler de tıpkı
‘ümmî’ ayetleri gibi, ya tam tersine, Rasûlullah'ın okuma-yazma bildiğine dair
bir delil içermekte, ya da hiç değilse, okuma-yazma bilip bilmediğini konu
etmemektedir. Bu cümleden olarak en fazla, Peygamber (a.s)ın daha önce bir
kitap okumadığını ve yazmadığını açıklayan Ankebut suresinin 48. ayeti üzerinde
durulmaktadır.
1. Peygamber (a.s) Daha Önce Bir Kitap
Okumamış ve Yazmamıştır
Ankebut suresinin
48. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
“Sen bundan
önce ne bir kitap okuyor, ne de onu elinle yazıyordun. Öyle olsaydı, iptal
ediciler (batıl kılıcılar) kuşku duyarlardı.” (29/Ankebut, 48)[56]
Mekke devrinde
ve muhtemelen Müslümanların en şiddetli işkencelere maruz kaldıkları bir
dönemde inen Ankebut suresi genel olarak, mü’minlere, kâfirlerin yaptıklarına
karşı dayanıklı ve cesur olmak gerektiğini telkin etmektedir.[57] Bilhassa
İbrahim (a.s)ı, kendi kâfir kavminin yakmak istemesinin örnek verilmesi (24.
ayet) çok güçlü bir mesaj içermektedir. Çünkü hem Araplar İbrahîm'e
sahipleniyorlar, hem de Yahudi ve Hristiyanlar kendilerini ona nisbet
ediyorlardı. Bu örnekle bir taraftan Muhammed (a.s)a metanetli olması, atası
İbrahim’i örnek alması öğretiliyor, diğer taraftan da, o günkü müşriklere ve
Yahudilere İbrahim’e kendi kavmi ne yaptıysa siz de Muhammed'e onu
yapmaktasınız, fakat sizin de sonunuz onlar gibi hüsran olacaktır mesajı
veriliyordu.
Ankebut
suresinin 46-51. ayetlerinden oluşan pasaj, Ehli Kitab’ın Muhammed (sav)’in
peygamberliğini kabul etmemesinin hiçbir haklı sebebe dayanmadığını açıklamakta
ve onları Kur'an vahyine iman etmeye davet etmektedir. Mevdudî’nin dediği gibi,
bu ayetlerin, Habeşistan hicreti sırasında nazil olmuş olması kuvvetle
muhtemeldir ve bunun için 46. ayet, ehli kitapla en güzel bir biçimde mücadele
etmeyi öğütlemektedir. Müslümanlara, Kur'an'ın yanı sıra, Tevrat ve İncil’e de
inandıklarını, Müslümanların Allah’ı ile onların inandığı Allah'ın aynı
olduğunu söylemeleri emredilmektedir. 47. Ayette, Ehli Kitabın hepsi değilse
de, sağduyu sahibi bir kısmının[58]
Kur'an’a iman ettiği belirtilmektedir. Bu ifadeden, Ehli Kitabın Kur'an’a
birtakım ön kabulleri ve siyasî şartlanmaları nedeniyle iman etmedikleri
anlaşılmaktadır.
İşte tam bu
noktada 48. ayet, Kur'an’a iman etmeyen ‘kafirler’e, onları ilzam edici bazı
deliller sunmakta ve şöyle demektedir: Muhammed, bundan (risaletten) önce
herhangi bir kitap okumadı, bir kitap da yazmadı! Eğer o, kitap okumuş ya da
yazmış olsaydı, Muhammed (a.s)’ın peygamber olduğunu inkar edenler, -yine de
tamamen asılsız ve haksız olmakla birlikte- ileri sürebilecekleri bir gerekçe
edinmiş olurlar ve derlerdi ki: Sen bu bilgileri, başka kaynaklardan edindin!
Bunları sana Allah vahyetmedi!
Ayette
müşriklerin, bu doğrultudaki muhtemel akıl yürütmeleri çürütülüyor, onların önü
alınıyor. Kur’an’ın kitap tedkik etmekle, yazmakla oluşturulacak bir kitap
olmadığı anlatılmak isteniyor.
Bu ayetin, Hz.
Muhammed’in okuma-yazma bilmediğini açıkladığı zannedilmekte ve ayetle ilgili
açıklamalar tamamen bu doğrultuda yapılmaktadır. Peygamber'in okuma yazma
bilmediği önkabulünü sürdürmek adına, ayetin gerçek anlamı göz ardı edilerek
öyle aşırı yorumlar yapılmaktadır ki, mesela Taberî, İbni Abbas’dan rivayet edilen, Katade ve Mücahid gibi
âlimlerin de paylaştığı anlaşılan şu rivayete yer vermektedir: “Rasulullah ümmî
idi. Hiçbir şey okumadı ve hiçbir şey yazmadı.”[59]
Zemahşerî, Rasulullahın bir kitap okuduğunu ve bir satır olsun yazı yazdığını
hiç kimsenin bilmediğini ileri sürmektedir.[60]
Halbuki, peygamberliğinin herhangi bir safhasında, bir satır olsun yazı yazmak
ve bir sayfa olsun okumak, onun peygamberliğine halel getirici değildir.
Elmalılı M. Hamdi Yazır, tam olarak
öyle denmediği halde, ayetin ilgili kısmını “hâlâ da elinde yazı yazmazsın”
diye tercüme etmektedir. Yukarıda değindiğimiz gibi, ümmî terimiyle ilgili en
ufuk açıcı açıklamaları yapmış olan Mevdudî bile, Rasûlullah (sav)’ın hiç
okumadığını ve yazmadığını ileri sürme ihtiyacı hissetmektedir: “Onun
doğumundan yaşlılığına dek tüm hayatını oralarda geçirdiği çağdaşları ve
akrabaları, onun hiç kitap okumadığını, hatta eline kalem dahi almadığını
çok iyi biliyorlardı.”[61]
Acaba Ankebut
suresinin 48. ayeti tam olarak neden bahsetmektedir?
Kanaatimizce,
bu ayet Peygamber’in o an fiilen yazı yazma işini beceremediğini değil,
nübüvvetten önce, Kur'an’a kaynaklık ettiği iddiasına yol açabilecek bir kitap
okuma ve yazma işiyle uğraşmadığını bahis konusu etmektedir. Konu, Rasûllah'ın
okuma-yazma bilip bilmediği değil, herhangi bir kitap okumadığı ve kitap yazmak
gibi bir işle uğraşmadığı[62]
meselesidir. Yani o, böyle bir tedrisat yapmamıştı. Bu kanaatimizi paylaşan
ilim adamları da yok değil. M. İzzet Derveze, peygamberimizin semavî kitapları
okuyup-yazmak gibi bir alışkanlığının olmadığının vurgulandığını teslim
etmektedir.[63] Derveze, ümmî kavramının
okuma-yazma bilmeyen anlamına geldiğine katılmamakla birlikte, Ankebut
suresinin 48. ayetinin “Peygamberimizin okur yazar olmadığının açık ve kesin
kanıtı” olduğuna da inanmaktadır.[64]
Peygamber'in
okuma yazma bilmediğini söylemekle, bir kitap okuma ve yazma işiyle
uğraşmadığını söylemek, birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Her okur yazarın
kitap okuma ve yazma zorunluluğu yoktur. Günümüzde, okuma-yazma bildiği halde
kitap okumayan, hele de kitap yazma işiyle hiç ilgisi olmayan yığınlarca insan
bulunmaktadır.
Aslında bu
ayet bilakis, Peygamber'in okuma-yazma bildiğine ışık tutmaktadır. Şöyle ki,
ayet, Peygamberimize, “Sen bundan önce (yani bir ömür boyu: 10/Yunus, 16) ne
bir kitap okuyor, ne de yazıyordun” dediğine göre, okumak ve yazmak Peygamber
(a.s)da mevcut olan bir yetenekti. Yani o, potansiyel olarak okuma-yazmayı
biliyor olmalıydı. Peygamber'in okuma yazma pratiğinin olmaması, okuyacak bir
kitabın ya da yazmayı gerektirecek bir işin bulunmaması, okuma yazmayı
bilmediğini iddia etmeyi gerektirmez. Eğer Rasûlullah (sav) okuma-yazmayı hiç
bilmiyor olsaydı, doğrudan o şekilde ifade edilebilirdi. Mesela, bir cinayetle
suçlanan zanlının, “benim hiç silahım olmadı ve elime hiç silah almadım” türü
savunması ile, “o silahı ben kullanmadım” demesi, çok farklı durumları anlatır.
İleride
geleceği gibi, bazı müfessirler (mesela Kurtubî) Rasûlullah'ın en azından
Hudeybiye’de birkaç kelime de olsa yazdığını kabul etmekteler, fakat bunun
‘öğrenmek yoluyla elde edilen yazı’ değil de, harikulade bir yazı olduğunu,
Allah tarafından Hz. Peygamber'in (sav) parmaklarının uçlarına gönderildiğini
ileri sürmektedirler. Bu müfessirlere göre Rasûlullah, öğrenme yoluyla elde
edilmiş yazıyı iyi yazamaz durumda kalmıştır. Bu da onun peygamberliğinin
gerçek oluşunun fazladan bir delildir![65]
2. ‘Ümmî’
Peygamber, Kur'an ve ‘Ders Almışsın’ Suçlaması
“Okuması
yazması olmayan bir Peygamber'in tilavet ettiği Kur'an’ın mucize olduğundan
kimse kuşku duyamaz!” Müslüman ilim adamlarının, Peygamber'in okuma-yazma
bilmediği hususundaki ısrarlarının temelinde bu sav yatmaktadır. Ankebut, 48
gibi ayetler, bu önkabulü destekleyen kanıt niyetine okunmaktadır. Bir şey
okuyamayan ve bir şey yazamayan bir Peygamber’in getirdiği ayetlere hiç
kimsenin, “bunları sen yazdın” ya da “uydurdun” demesinin mümkün olamayacağı
zannedilmektedir. Acaba gerçek durum böyle midir?
Geleneksel
yaklaşımın iddia ettiği gibi, Peygamber (a.s)ın okuma-yazma bilmediğini bir an
için kabul edelim. Bu durumda, Mekke müşriklerinin ya da Medine’de başta ehli
kitap olmak üzere diğer inanç gruplarının, Kur'an’ın ilahi kaynaklı oluşuna
hiçbir itirazda bulunmamaları gerekmez miydi? Hâlbuki vâkıa böyle değildir.
Mekke
kâfirleri, Peygamber (a.s)ı ders almakla suçlamışlardır. Onlara göre Hz.
Muhammed, bir insandan ders alıyordu. Kur'an, o insandan aldığı derslerin bir
neticesi idi, yani Kur'an beşerî kaynaklıydı:
“Böylece biz ayetleri evire çevire açıklıyoruz
ki, ‘sen ders almışsın’ desinler de,
biz de, anlayan bir toplum için onları iyice açıklayalım.” (6/En’am, 105).
Bu ayette
kullanılan “dereste” kelimesi ders yaptın, ders aldın, ders çalıştın
anlamlarına gelmektedir. Kur’an’ın başka ayetlerinde (6/En’am, 156; 34/Sebe,
44; 68/Kalem, 37) ‘ders’ fiili farklı kiplerle kullanılmıştır. Bu ayetlerde
sözü edilen, mahiyeti belirsiz bir ‘ders alma’ değil, İlahi bir kitaptan ders
öğrenme, tedrisât anlamında kullanılmıştır. Mesela En’am suresi, 156. ayette,
‘kitapsız’ [ümmî] Mekke Araplarının, “Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa
indirildi, biz ise onların okumalarından (an-dirâsetihim) gerçekten
habersizdik” diye bir mazeret ileri sürmelerine meydan vermemek için
kendilerine Kur'an'ın inzal edildiği açıklanmaktadır. Buradaki dirâse/tedrisât,
ilahî bir kitabın okunması anlamındadır. Sebe suresinin 44. ayetinde, Kur’an
için “uydurulmuş bir iftiradır (ifk)”, “açık bir sihirdir” diyerek inkâr eden
aynı Araplara, Allah’ın, Muhammed’den önce okuyacakları bir kitap vermediği
(min kutübin yedrusûnehâ) beyan edilmektedir. Kalem suresinde ise, aynı
Araplar, Kur'an’a niçin inanmadıkları bağlamında sorgulanırken, “Yoksa size ait
bir kitap var da, onda okuyor / tedrisat mı yapıyorsunuz?” (em lekum kitâbun fîhi
tedrusûn?) denilmektedir.
Şu halde Mekke
Arapları Peygamber (a.s)a “sen ders almışsın” derken, Tevrat ve İncil gibi
semavî bir kitaptan dinî bilgiler edindiği ve bunları yeni bir vahiy (Kur'an)
diye kendilerine okuduğu, onları kandırdığı şeklinde suçlamış oluyorlardı.
Fakat müşriklerin zannına göre Peygamber (a.s), söz konusu kitapları tek başına
okumuyordu. O kitapları bilen bir ‘din adamı’ndan yardım alıyordu. Kısacası
Peygamber, ehli kitaptan ders alıyordu.[66]
Müşrikler, Peygamber (a.s)ın Kur'an’ı Allah'dan vahiy yoluyla almadığı
hususunda daha da ileri gidiyorlar ve şöyle diyorlardı:
“İnkâr
edenler: Bu (Kur'an), olsa olsa onun (Muhammed'in) uydurduğu bir yalandır.
Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım
etmiştir, dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır.
Yine onlar dediler ki: (Bu âyetler), onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan, öncekilere ait
masallardır.” (25/Furkan, 4-5).
Furkan
suresinin bu iki ayetinde, Kur'an hakkında kullandıkları ‘iftira (ifk)’; ‘başka
bir kavim ona yardım etti’; ‘onu yazdırdı’; ‘sabah akşam kendisine
okunmaktadır’ gibi suçlamalar öne çıkmaktadır. Bunlar, Kur’an’ın Muhammed
(a.s)a Allah tarafından vahiy yoluyla geldiğine, yani Kur'an’ın Allah kelamı
olduğuna inanmayan kâfirlerin kuruntularıdır. Bu ayetlerde Kur'an’ı öğrettiği
ve yazdırdığı iddia edilen kimseler hakkında çoğul eki kullanılmıştır. Başka
bir ayette ise, mevhum ‘kaynak’ tekil olarak ifade edilmektedir:
“Şüphesiz biz
onların: ‘Kur'an'ı ona ancak bir insan
öğretiyor’ dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili
yabancı [a’cemî]dir. Hâlbuki bu (Kur'an) apaçık bir Arapçadır.”
(16/Nahl, 103).
“Ona bir beşer
öğretiyor” (innemâ yuallimuhû beşerun) sözüyle, Mekke’de yaşayan bazı kölelerin
kastedildiği rivayet edilmekte ve bu cümleden olarak Yaîş,[67]
Addas, Yesâr ve Cebr gibi kölelerin adları zikredilmektedir.[68]
Fakat bu hususta verilen isimlerin hemen hepsi spekülâsyondan öte bir anlam
taşımamaktadır.[69] Esasen, bu ismin kim
olduğu önemli de değildir. Önemli olan, Muhammed (sav)in bir kişiden Kur'an’ı
öğrendiğinin iddia edilmesidir.
Müslüman
müelliflerin siyer kitaplarında, Peygamber (a.s)ın henüz çocuk yaşta iken
amcası Ebu Talip’le gittiği bir ticari yolculukta Rahip Bahira ile görüşmesi
anlatılmaktadır. Müslüman müellifler, bir taraftan Peygamberi okuma yazma
bilmekten şiddetle sarfı nazar ettirirken, diğer taraftan son dönemlerde Bahira
olayını kullanıp, Kur'an'ın Hristiyan kaynaklı oluşu yönünde kuşkular uyandıran
müsteşriklerin ideolojik yorumlarını savuşturmaya çalışmaları, trajikomik bir
hal almaktadır. Fakat şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, Mekke müşriklerinin
gerek Furkan suresi, 4-5. ve gerekse Nahl suresinin 103. ayetinde yer verilen,
‘Peygamber (a.s)a Kur'an’ı öğreten insan’ iddiası, Rahip Bahira olayını
kapsamamaktadır. Onların bâtıl iddiaları, vahyin indiği döneme tekabül
ediyordu, Muhammed (a.s)ın çocukluğunu kastetmiyorlardı.[70]
Kur'an, indiği
toplumun diliyle, apaçık Arapça olarak indiği halde onu inkâr ettiler. Eğer o,
arapça bilmeyen (a’cemîlerden) birine indirilseydi de, onlara okusaydı yine
inanmazlardı. (26/Şuara, 198-199). Müşriklerin itirazları, Kur'an'ın Arap
diliyle nazil olmasına değildi. Kur'an başka bir dilde inseydi yine itiraz
ederler, “Hiç Arab’a a’cemî Kur'an olur mu?!” (41/Fussilet, 44) derlerdi.
Hâlbuki
Peygamber (a.s)ın (okuma-yazma bilmesi durumunda da) okuyacağı fazla bir şey
yoktu. O dönemde, Tevrat ve İncil gibi kutsal kitaplar ve onların Talmud ve
Mişna gibi yorumları dışında okuyacak bir kitap bulmak imkânsızdı. Tevrat ve
İncil’in de henüz Arapçaya tercümeleri yapılmamıştı.[71]
Medine döneminde bile -rivayetlere göre- Ehli Kitap Tevrat’ı İbranice okuyor,
Müslümanlara Arapça tefsir ediyorlardı.[72] Hem
Arapçayı, hem de İbraniceyi bilen bilginler bu kitapları saklıyorlar, kimseye
göstermiyorlardı.[73]
3. Peygamber
Okuma-Yazma Bilmeyince(!) Kâfirler Kuşku Duymamışlar mı?
Eğer durum
gelenekselci bakış açısının iddia ettiği gibi,[74] Hz.
Peygamber’in okuma-yazma bilmemesi, Kur'an'ın menşeinin ilahî olduğuna dair
Allah'ın takdir ettiği bir tedbir olsaydı, kâfirlerin bu konuda bir sorun
çıkartmamaları gerekirdi. Hâlbuki gerçek durum böyle değildir. Peygamber (a.s)
sözde okuma yazma bilmediği halde, müşrikler yine kuşku duyacakları kadar
duymuşlar, Peygamber’i, itham edebilecekleri kadar etmişlerdir. Mekke’nin
nüfuzlu kâfirleri, Kur'an’ın Allah’ın indirmesi değil de, beşeri bir ürün
olduğunu yaymak için, insan aklına gelebilecek hemen her ihtimali öne sürmüşlerdir.
Kur'an bunların hepsine de değinmektedir. Kur'an’ın menşeine ilişkin kâfirlerin
dil uzatmalarını tasnif ettiğimizde şöyle bir tablo ile karşılaşmaktayız:
a) Mekke
müşrikleri, Muhammed’de ‘cinnet var’ (7/A’raf, 184;
43/Zuhruf, 8, 46); ‘mecnundur’ (15/Hicr, 6;
68/Kalem, 2, 51; 81/Tekvir, 22); ‘meftûndur’ (aklı tutulmuş) (68/Kalem, 6); ‘kâhin ve mecnundur’ (52/Tûr, 29);
‘öğretilmiş (muallemun) bir mecnundur’ (44/Duhan,
14) diyorlardı.
b) Kur'an'ı şeytanların indirdiğini, (26/Şuara, 210) (zımnen) Muhammed'e şeytanların
indiğini (26/Şuara, 221-226) ve Kur'an
“raciim şeytanın sözü” olduğunu (81/Kehf, 25)
iddia ediyorlardı.
c) Müşriklere göre Muhammed şair (21/Enbiya, 5; 26/Şuara, 224; 52/Tur, 30), ‘Mecnun bir şair’di (37/Sâffat, 36); Kur'an ise şiirdi (36/Yasin, 69),
şair sözüydü. (69/Hâkka, 41).
d) Kur'an’ı sihir (21/Enbiya, 3; 43/Zuhruf, 30; 46/Ahkaf, 7; 74/Müddessir,
24);
‘süregelen bir sihir’ (74/Müddessir, 24) ve ‘bir kâhinin sözü’
olarak (69/Hâkka, 42) niteliyorlardı. Onlara
göre Peygamber, ‘düpedüz büyücü’ (10/Yunus, 2); ‘büyülenmiş bir
adam’dı. (17/İsra, 47; 25/Furkan, 8); ‘Toplumca büyülendik!’ (15/Hicr, 15) diyorlardı. Kur'an’ın bir sihir olduğuna o
kadar şartlanmışlardı ki, eğer Allah onlara kâğıt üzerine yazılmış bir kitap
indirseydi, ona da ‘apaçık bir sihirdir’ demekten hiç çekinmeyeceklerdi. (6/En’am, 7).
e) ‘Muhammed Kur'an'ı uydurdu’ diyorlardı. Söylediklerinin karmakarışık rüyalar (21/Enbiya, 5) ve bir beşer sözü (74/Müddessir, 25) olduğunu, Kur'an’ın bir iftira olduğunu (10/Yunus, 37-38; 11/Hud, 13; 25/Furkan, 4; 32/Secde, 3;
34/Sebe, 8, 43; 38/Sa’d, 7; 46/8; 46/Ahkaf, 11; 52/Tur, 33; 69/Hâkka, 44)
ileri sürüyorlardı.
f) Kur'an ‘Allah’dan
başkasından indirilmiştir’ diyorlardı. (4/Nisa, 82). Muhammed (a.s)ın ‘gönderilmiş bir
elçi’ olduğunu kabul etmiyorlardı. (13/Ra’d, 43).
Kâfirler Kur'an’ın Allah katından gelmediğine inanmakta o kadar samimi(!)
idiler ki, Allaha yalvarıyor, “eğer bu Kitap senin katından gelmişse üzerimize
gökten taş yağdır!” diyerek, sahte gördükleri Kur'an’a ve Muhammed'e (sav)
karşı, içtenlikle meydan okuyorlardı! (8/Enfal, 32).
Kur'an’ın Cevabı
Eğer Kur'an'ın
menşe itibariyle sahihliğinin en önemli delili, ya da en azından delillerden
biri Peygamber'in okuma yazma bilmemesi olsaydı, müşriklerin bunca iftiralarını
Kur'an, Peygamberin okuma-yazma bilmediği öncülünden hareket ederek
cevaplayabilirdi. En azından, yukarıda değindiğimiz ithamların birinin akabinde
olsun, bunu delil olarak getirebilirdi. Ama böyle bir cevap bulunmamaktadır.
Bunun yerine Kur'an mesela şöyle bir meydan okuyuşla cevap vermektedir: “De ki:
Yemin olsun, bütün insanlar ve cinler bu Kur'an’ın bir benzerini getirmek için
bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun bir benzerini
getiremezler.” (17/İsra, 88).[75] [“Sana
ruhtan sorarlar” ayeti de Kur'an'ın menşeine ilişkin bir sorudur ve kâfirlerin
iftiralarını reddetmektedir.[76]]
O halde
buradan şöyle bir sonuca ulaşmamız mümkündür. Peygamber'in okuma-yazma bilip
bilmemesiyle Kur'an’ın mucize oluşu arasında herhangi bir alaka yoktur. Allah
böyle bir mucizeyi okuma yazmayı hem de çok ileri düzeyde bilen bir elçisi
aracılığıyla da gönderir, okuma yazmayı hiç bilmeyen biri aracılığıyla da
gönderir.
Üstelik vahiy
sadece Kur'an, Peygamber de sadece Muhammed’den ibaret değildir. Önceki
peygamberlere indirilen vahiyler de, tıpkı Kur'an gibi birer mucizedir. Eğer
bir peygambere, kendi kavminin “bunu sen uydurdun” dememesi için o peygamberin
okuma-yazma bilmemesi gerekseydi, peygamberliğin ilk şartı okuma yazma bilmemek
olurdu. Peygamberlerin hiçbiri okuma-yazma bilmezdi. Hâlbuki müfessirler bu
hususta önceki peygamberlerle Muhammed (a.s)ın arasını ayırmakta, öncekilerin
ümmî olmadıklarını (okuma-yazma bildiklerini) ileri sürmektedirler.[77] Bu
görüşün hiçbir Kur’anî dayanağı olmadığı gibi, tam bir çelişki örneğidir de. Üstelik
Kur'an, sünnetullahda bir değişme olmadığını yeterince vurgulamaktadır. İlk peygamberden
son peygambere kadar, her elçiye karşı ne diye karşı çıkıldığı, kâfir
toplumların peygamberlere tâbi olmayı hangi gerekçelerle reddettikleri
Kur'an’da detaylı şekilde açıklanmıştır. Kur'an diyor ki,
“(Muhammed!)
Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey
değildir. Elbette ki senin Rabbin, hem mağfiret sahibi hem de acı bir azap
sahibidir.” (41/Fussilet, 43).
4. Muhammed (sav) Nasıl Bir Peygamberdi?
Şimdi Muhammed
(sav)’in ümmî oluşunun ne anlama geldiğini ve okuma-yazma bilip bilmemesinin ‘ümmî’
kavramıyla ilgisinin ne olabileceğini, onun genel (nebevî) özelliklerine ve
Rabbinin onu nasıl tanımladığına bakarak anlamaya çalışalım.
Hz. Muhammed
her şeyden önce, melek değildi; o bir insandı/beşerdi. (17/İsra, 93-95). O da herkes gibi yemek yer, çarşıda gezerdi (25/Furkan, 7, 20), herkesin sahip olduğu insani
özelliklere sahipti. O da bizler gibi gaybı bilmezdi, Allah'ın hazinelerine
sahip değildi; onun bizlerden farkı, kendisine Allahın vahiy göndermesiydi. Kendisi
de o vahye uymaktaydı. (6/50). Müslümandı, hem de Müslümanların ilkiydi. (6/En’am, 14, 163; 39/Zümer, 12).
Peygamber (a.s),
kavminin içinden seçildi, onlardan biriydi. (34/Sebe,
46; 53/Necm, 2). Tıpkı selefleri Nuh, İbrahim, Hud, Salih, Lut v.b.nin
olduğu gibi… (26/Şuara, 106, 124, 142, 161 v.b.).
O, bir ömür boyu [kırk sene] kendi toplumunun içinde yaşamıştı. (10/Yunus, 16). Türedi değildi. (46/Ahkaf, 9). Toplumuna yabancı değildi.
Toplumun en seçkini, en zengini, en aristokratı olmadığı gibi, en fakiri, en az
bilinen, en sıradan biri de değildi. “Mekke’nin bir sâkiniydi ve hayatının
hemşehrilerinden, kabilesinden gizli kalmış hiçbir yanı yoktu.”[78]
Muhammed
(sav), hayatının 610 yılı Ramazan ayına kadarki döneminde kitap nedir, iman
nedir bilmezdi (42/Şurâ, 52); belini
bükecek olan (94/İnşirah, 3) risâlet
görevini Allah'ın ona tevdi edeceğini ummazdı. Böyle bir beklentisi yoktu (28/Kasas, 86). Ne ehli kitapla ilmî bir faaliyet
içindeydi, ne de kendi başına veya ‘kitapsız’ birisiyle ilmî bir çalışması
vardı. Çağındaki diğer insanlar gibi onun da bir kitap yazması, bilimsel araştırmalar
ve incelemeler yapması söz konusu değildi.
Muhammed (sav),
nübüvvetten önce kendi toplumu tarafından ve tamamen kendi takdirleri olarak
‘el-Emîn’ ünvanı ile taltif edilmişti. Onun dürüstlük ve güvenilirliğini bu bir
tek kelimeyle özetlemişlerdi. Şimdi, yani kendisine vahiy geldikten sonra ise,
okuduğu sözlerin uydurma, iftira, öncekilerin masalları, sihir, cinnet v.d.
olduğunu ileri sürüyorlardı. Ne olmuştu da, kendi öz oğulları kadar iyi
tanıdıkları Muhammed’i böyle töhmet altında tutuyorlar, kendi verdikleri ismi
geri alıyorlardı? ‘el-Emîn’ dedikleri Muhammed'in Kur'an’ı uydurduğunu
(ihtilâq) söylemekten (38/Sa’d, 7) hiç âr
etmiyorlardı. Peygamber (a.s)ın özüyle sözüyle emîn olması, kavminin ona böyle
bühtân etmesine engel olmamıştı.
Şu halde,
bütün safhalarını çok iyi bildikleri (şeffaf) kırk yıllık hayatı ve
güvenilirliği nasıl vahiy geldikten sonra kâfirlerin ağızlarını büzmemişse,
Peygamber'in okuma-yazma bilmemesi de, kavminin bu Kur'an’ı Muhammed uydurdu,
başka birinden aldı, diğer bir kutsal kitaptan öğrendi demelerinin önüne
geçemezdi ve geçmemiştir. Çünkü okuma yazma bilen bir insan başkalarından
bilgiler intihal ederek peygamberlik iddiasında bulunursa, okuma yazma bilmeyen
de aynı intihalde bulunabilir. Zaten Peygamber insanlara vahyi şifahen
duyurduğuna göre, alacağı kaynaktan ezberleyerek alıp, bunun vahiy olduğunu
iddia etmesine ne engel olabilirdi?
Bu durumda,
kâfirler “Muhammed Kur'an'ı bir yerlerden aldı, yazdı derler” gibi bir
gerekçeyi esas alarak, Peygamber'in okuma-yazma bilmediğini iddia etmenin ve
bunda ısrarcı olmanın hiçbir anlamı bulunmamaktadır.
5. Kur'an’da Yazıya Dair Telmihler
Peygamber'in
okuma yazma bilmediğinde ısrar edilişine bakanlar, İslam'ın okuma yazma işini
kerih gördüğü zehabına kapılabilirler. Hâlbuki Kur'an, okuma yazmayı takbih
eden bir kitap değildir. Kur’an’ın ilk emrinin ‘oku!’ olduğunu –ki bu kelime, ‘İslam’ın
okumaya ve ilme verdiği değer’ babında zikredilebilecek bir kanıt değildir!-
her fırsatta dile getiren Müslümanların,[79] sıra
Peygamber'in okuma yazma bilmesi konusuna gelince ısrarla, Peygamber’i bundan tenzih
etmelerine bir anlam verebilmek mümkün değildir.
Kırtâs (kâğıt)
(6/En’am, 7; 17/İsra, 93), kalem, kitap, kırâet,
tilavet ve imlâ gibi kelimeler Kur'an’da geçmektedir. Kur'an’ın yüzlerce
ayetinde yer alan ‘ilim’ ve tefekkür teması; ilk inen beş ayetin dördüncüsünde,
Allah'ın insana kalemle yazı yazmayı öğrettiğine dikkat çekilmesi yazının,
kalemin ve kâğıdın değerine işaret etmekte değil midir? İlk mesajlardan olan
Kalem suresi, kaleme ve satır satır yazdıklarına (ayrıca
31/Lokman, 27), Tûr suresi, Tûr dağına ve
ince deriye satır satır yazılmış Kitaba yemin ederek başlamaktadır.
Daha önemlisi
şudur: Medine döneminde inen Bakara suresi, 282. ayeti, Müslüman topluma, borçlanmaları
yazmayı emretmekte ve ‘yazmak’ fiili, kâtip gibi türevleriyle birlikte dokuz
kere tekrar edilmektedir. Üç kere de ‘imlâl’ (imlâ) emriyle yazmak emredilmiştir.
Acaba bu surenin indiği dönemde hala, Muhammed (a.s)ın okuma ve yazmayı
öğrenmediğini, öğrenmemekte ısrar ettiğini, Allah'ın bu emrinden onun muaf
tutulduğunu, “ben yaz(a)mıyorum ama siz yazın!” dediğini mi düşüneceğiz?
D)PEYGAMBER (A.S)’IN OKUMA YAZMA BİLMEDİĞİNE DELİL OLARAK GÖSTERİLEN BAZI ÖRNEKLER
Hz.
Peygamber'in hayatından bazı örnek olaylar, onun okuma yazma bilmediğine bir
delil olarak gösterilmektedir. Bu olayların hemen hemen hepsinde, tam tersine
onun okuma yazma bildiğine dair bir işaret bulmak da mümkündür. Yazının bu
bölümünde, bu olaylar üzerinde duracağız.
1. İlk Vahiy Geldiğinde Peygamber (a.s)ın
‘Ben Okuma Bilmem’ Dediği İddiası
Hz. Muhammed'e
ilk vahyin 610 yılı Ramazan ayında Hira mağarasında geldiği ve ilk olarak Alak
suresinin ilk beş ayetinin indiği bilinmektedir. Alak suresi ‘iqra!’ emir fiili
ile başlamaktadır. Dolayısıyla Cebrail’in Muhammed (a.s)a gelerek “iqra!” (oku!)
emir fiili ile başlayan ilk beş ayeti tebliğ etmiş olması gayet tabiidir. Fakat
geleneksel anlatıma bakılırsa Cebrail, gelir gelmez doğrudan Peygamberimize
ayetleri okumamıştır. Rivayetlere göre, Cebrail’in ‘iqra!’ sözünden sonra
Peygamberimiz “ben okuma bilmem!” demiş, bunun üzerine Cebrail onu üç defa,
neredeyse nefesi kesilinceye kadar sıkmış ve dördüncüsünde, ‘iqra!’ emri
peşinden Alak suresinin ilk beş ayetini Cebrailin kendisi okumuştur.[80] Cebrail’in
Peygamberimizi sıkıp sıkmadığı tartışması bir tarafa, o günkü sahnede Peygamber
(a.s)ın “ben okuma bilmem” dediği acaba ne kadar doğrudur? Olayı aktaran rivayetlerin
ilgili kısımları, Peygamber'in okuma yazma bilmediği ön kabulüne istinaden, ‘yanlı’
yorumlanmış olabilir mi?
İbni Hişam’ın
siretinde Peygamberimizin Cebrail’e, “mâ
akrau” dediği yazmaktadır.[81] Başka
bazı rivayetlerde bu kelime “mâ ene
bi-kâri’in?”e dönüşmüştür.[82]
Gerek ‘ma akrau’, gerekse ‘mâ ene bi-kâri’in’ sözlerinin “ben okuma bilmem”
anlamında söylendiğini kabul etmek mümkün değildir. Çünkü her ne kadar İbni
Hişam’ın siretinde Cebrail’in peygamberimize, “içinde bir kitap bulunan
atlastan bir sepet” ile geldiği[83]
yazılıysa da, Cebrail’in, üzerinde Alak suresinin ilk beş ayetinin yazılı
olduğu bir kâğıtla geldiğini hiç kimse iddia edemez. Çünkü vahiy söz olarak
geldi, kâğıtlarda yazılı olarak değil. Bu durumda Cebrail’in, yazılı bir
metinden okumasını istemek manasında ‘oku!’ demediğini kabul etmek
durumundayız. Cebrail’den, bir kâğıttan okumak manasında bir emir almadığını
bilen Peygamber’in, “ben okuma bilmem” demesi anlamlı olmazdı. Cebrail de
herhalde, okuması yazması olmayan(!) Muhammed'e (sav) ‘oku!’ demezdi. Bu
durumda Peygamber’in, “neyi okuyayım?” demesi son derece anlamlı ve hadisenin
seyrine uygundur. Çünkü Muhammed (a.s) ilk defa Cebrail’le karşılaşıyor ve
kendisine ‘iqra!’ deniyor. Bu durumda onun aklına gelecek ilk soru ‘neyi?’
olmalıdır.
Rivayetlerdeki
‘mâ akrau?’ ve ‘mâ ene bi-kâri’in?’ sözlerini, “neyi okuyayım?” anlamında soru
cümlesi kabul ettiğimizde sorun çözülmektedir. Her iki kelimenin başındaki
‘mâ’nın olumsuzluk (nafiye) değil, soru (istifham) edatı olduğunu düşünebiliriz.
Bazı dil âlimleri buna itiraz etmişler ve istifham mâ edatının haberinin başına
(‘mâ ene bi-kâri’in’deki) ‘b’ harfinin gelmeyeceğini ileri sürmüşler. İbni
Hişam siretinin muhakkiki buna cevap olarak, Ebul Esved’in Urve’den yaptığı bir
rivayette “keyfe akrau?” (nasıl
okuyayım?) dendiğini, İbni İshak’ın bir rivayetinde de ‘mâzâ akrau?’ (neyi okuyayım?) dendiğini ve dil bilgini Ahfeş’in de
haber olumlu olduğunda ‘b’ harfinin gelmesinin uygun olduğunu belirttiğini
yazmaktadır.[84] Taberinin Abdullah b.
Zübeyr ve Ubeyde rivayetinde Cibril’in ilk ‘oku’ emrine karşı Peygamber'in ‘ma
akrau?’, ikincisinde ise ‘mâzâ akrau?’ dediği kayıtlıdır.[85] Mevahib-i
Ledünniye’yi Osmanlı Türkçesine tercüme eden Şair Abdülbaki, metindeki ‘mâ ene
bi-kâri’in’ kelimesinin akabinden, metinde hiç geçmediği halde tamamen kendi
yorumu olarak, “ben okuyucu değilim demektir” yorumunu yapmakta beis
görmemektedir.[86] Bu durum, asırlardır Mevahib’i
okuyan çok sayıda insanın, bu meselenin mütevatir bir bilgi olduğu fikrini
benimsemesine yol açmaz mı?
İlk vahyin
gelişi, Peygamber'in okuma yazma bilip bilmediğini imtihan yeri olmayıp,
nübüvvetin tevdi edildiği ‘kadir gecesi’dir. O anda, henüz “kitap nedir iman
nedir bilmeyen,” “Kur’an’ın kendisine vahyolunacağını ummayan” Peygamber'in,
neyi okuyacağını bilmemesi ve bunun şaşkınlığı içinde “benden, neyi okumamı
istiyorsun?” manasında soru sorması gayet doğal karşılanmalıdır.
2. Hz.
Ömer’in Müslüman Olması
Bilindiği
üzere Hattap oğlu Ömer Peygamber (a.s)ı öldürmeye giderken yolda, kız kardeşi
ile eniştesi Said’in de müslüman olduğunu öğrenir. Yolunu, dolayısıyla planını
değiştirir ve eniştesinin evine yönelir. Ömer oraya vardığında, içeriden sesler
gelmektedir. Hışımla içeri girer. Evde Ömer’in eniştesi Said b. Zeyd, kız kardeşi
Fatıma ve onlara Kur'an öğreten Habbab b. Eret vardır. Habbab fakir olduğu için,
Rasûlullah (sav) tarafından Said’e emanet edilmiş, maddi bakımdan gözetmesi
istenmiştir.[87] Habbâb, Taha suresinin
ilk ayetlerini ve Tekvîr suresini öğretmekte (İbni İshak’ın ifadesiyle tedris[88]
etmekte)dir. Kız kardeşi Fatıma Ömer’in niyetini sezinlediği için, elindeki
Kur'an sayfasını saklar. Habbab da evin bir köşesine gizlenir. Ömer, eniştesi
ve kız kardeşine saldırır. Öfkesi geçince kız kardeşinden, okudukları vesîkayı getirmesini
ister; onu görmek istediğini, bir zarar vermeden geri iade edeceğini taahhüt
eder. Kız kardeşi sayfayı getirir ve Tâhâ suresinin ilk ayetleriyle Tekvir
suresini okumaya başlar. Kur'an’la bu ilk karşılaşma Ömer’i adeta çarpar ve
Müslüman olmasıyla sonuçlanır.[89]
Bu olaydan
anlaşıldığına göre, Hz. Ömer’in kız kardeşi ve eniştesi, (en azından biri)
okuma bilmektedir. Habbâb b. Eret muhtemelen okumayı da yazmayı da bilmektedir.
Ellerindeki belgeyi de yazılı olarak o getirmiş olmalıdır. Bu ailenin evinde,
ayetler yazılı metinden okunduğuna göre, muhtemelen diğer müslüman kişilerde ve
ailelerinde de yazılı olarak ayetler okunmakta, elden ele dolaşmaktaydı. Ayrıca
Hz. Ömer de okuma bilmektedir ki, istediği ayetleri bizzat kendisi alıp okumuştur.
Ömer’in
eniştesi ve kız kardeşi, ya da ikisinden biri, Habbab b. Eret ve Ömer okuma
yazma bildiğine göre, Mekke’de okuma yazma bilenlerin sayısı hiç de az
olmamalıdır. Mekke’de yaygın olduğu anlaşılan okuma yazma işine nübüvvetten
önce Peygamber’in neden bîgâne kaldığı anlaşılmamaktadır.
İslam’ın ortaya
çıktığı dönemde Mekke'de okuma yazma bilenler, yaygın olarak söylendiği gibi
15-20 kişi değil, daha fazlaydı. Ömer İbnül Hattab’ın ailesi bu özelliği ile
temayüz etmişti. Hatta kadınlar arasında bile okuma yazma bilenler vardı.
Ömer’in akrabası Şifa adlı kadın, Hafsa’ya okuma yazmayı öğretmişti.[90] Mekke’de
Ukaz panayırında, en güzel bulunan şiirler yapraklar üzerinde yazılıyor ve Kâbe’nin
duvarına asılıyordu.[91] Varaka
b. Nevfel’in, İncil’i Arapçaya tercüme etmeye girişecek kadar[92] dil
ve yazı bildiği anlaşılmaktadır.
3.
Hudeybiye Antlaşmasındaki Yazma Krizi
Hudeybiye
antlaşması esnasında, antlaşmanın metni yazılırken olanları Taberî şöyle hikâye
etmektedir: “Peygamber (s) Ali (r)’ye barış anlaşmasının metnini yazdırıyordu.
Metin: ‘Bu Allah’ın elçisi Muhammed’in üzerinde anlaştığı şeydir’ diye
başlıyordu. Kureyş’in temsilcisi buna: ‘Eğer biz senin Allah’ın elçisi olduğuna
inansaydık, sana engel olmazdık’ diyerek itiraz etti. Peygamber Ali’ye: ‘Allah’ın
Elçisi ifadesini sil’ deyince Ali: Hayır Allaha yemin ederim bu ifadeyi asla
silemeyeceğim dedi. Bunun üzerine Rasûlullah kâğıdı aldı -pek güzel
yazamıyordu- ve ‘Allah’ın elçisi’ ifadesini sildi.”[93]
Olayın bir
başka kaynakta aktarımına göre Ali’nin, “Hayır, Allah’a yemin ederim bu ifadeyi
asla silmem” demesi üzerine Peygamber (sav), “yerini bana göster” demiş, Ali
gösterince de, ‘Rasûlullah’ ismini bizzat kendisi silmiş, yerine, ‘Abdullah’ın
oğlu’ diye yazmıştır.”[94]
Buharî’nin Enes
rivayetinde anlatıldığına göre Ali, ‘Rasûlullah’ adını silmeyeceğini beyan edince,
Peygamber (a.s) yazıyı (‘kitab’ı) almış ve -yazısı pek güzel olmasa da- “Bu,
Abdullah oğlu Muhammed'in anlaşmasıdır” diye yazmıştır.[95] Buharî’nin
Berâ b. Azib rivayetine göre de Rasûlullah, kendi adının bulunduğu yeri kendisi
silmiş, ‘Rasulullah’ yerine -her ne kadar yazısı iyi değildiyse de- ‘Muhammed’
adını ve ardından da, “Bu, Muhammed b. Abdullah’ın yaptığı antlaşmadır” sözlerini
yazmıştır.[96] Bu rivayete istinaden Ebul
Velîd el-Bâcî,[97] Rasûlullah'ın (sav) yazı
yazdığına kesin gözüyle bakılacağı kanaatini belirtme gafletini(!) göstermiş, fakat
bu ‘gafletinin’ sonunda başına gelmeyen kalmamış. Bâcî’ye iftira atmışlar, her
türlü yalan ve edepsizlik isnadında bulunmuşlar, zındıklıkla itham etmişler ve
lanet okumuşlar.[98]
Her şeye
rağmen, Rasûlullah'ın Hudeybiye günü bizzat eliyle yazdığına kail olanlar eksik
olmamıştır. Ömer b. Şebbe bunlardan biridir.[99] Kurtubi,
Rasûlullah’ın (sav) Hudeybiye’de birkaç kelime yazdığını kabul etmektedir. Fakat
Kurtubi’nin bu kabulünü, trajikomik bir açıklama izlemektedir. Müellif der ki,
Ankebut suresi, 48. ayette nefyedilen yazı, öğrenmek yoluyla elde edilen
yazıdır. Rasûlullah'ın Hudeybiye’de yazdığı ise, harikulade bir yazı olup,
Allah onu Hz. Peygamber'in (sav) parmaklarının uçlarına göndermiştir! Bununla
beraber kendisi, öğrenme yoluyla elde edilmiş yazıyı iyi yazamaz durumda
kalmıştır! Bu da onun peygamberliğinin gerçek olduğuna fazladan bir delildir![100] Söz
buraya gelmişken, trajikomik izahlara bir örnek daha vermek isabetli olur. Bazı
ehli beyt âlimlerinin, Rasûlullah (sav) harflere bakınca harflerin dile geldiğini
ve kendilerinin hangi harf olduğunu söylediklerini ileri sürdükleri rivayet
edilmektedir.[101]
Rasûlullah'ın
okuma-yazma bilmediğine ancak Ankebut suresi, 48 ile Furkan suresi, 5.
ayetlerin delil olabileceğini ileri süren Muhammed İzzet Derveze, Ankebut
suresi, 48. ayetin, Rasûlullah'ın yalnızca peygamberlikten önce okuma yazma
bilmediğini gösterdiğine inanmaktadır. Derveze, ‘küçük harflerle’ de olsa, Rasûlullah'ın
risâletten sonra ismini yaz(abilir hale gel)diğine, Hudeybiye’de, antlaşma
metninin yazıldığı sırada bizzat kendi eliyle belli bir yazıyı sildiğine
inanmaktadır.[102]
4. Rasûlullah'ın Vefatı Esnasında Kalem-Kâğıt
İstemesi
Rasûlullah'ın,
vefatından birkaç gün önce, hastalığının çok şiddetlendiği bir sırada, bir ara
yanındakilere, “bana kalem ve kâğıt (divit ve sahîfe) getirin, size bir yazı
yazayım[103] da, benden sonra asla
sapmayasınız!” dediği[104]
rivayet edilmektedir. İbni Abbas, Cerîr b. Abdillah, Ali b. Ebi Talip ve Ömer
İbnül Hattap gibi sahabeden bu konuda gelen muhtelif rivayetlerin hepsinde de,
‘yazayım’ (ektubu) sözü geçmektedir.[105]
Tıpkı diplomatik yazışmalarda olduğu gibi onun bu talebini, ‘yazdırayım’
manasında anlamak mümkün ise de, bizzat ‘yazayım’ şeklinde anlaşılmaması için
de bir neden bulunmamaktadır.
5. Rasûlullah'ın Yazdığına Dair Başka Bazı
Emareler
Buharî’de
geçen bir rivayete göre Peygamber (a.s), bir seriyyenin komutanına bir mektup
yazıp vermiş ve felanca yere varıncaya kadar mektubu açmaması talimatını
vermiştir. Bahsi geçen yere varınca, komutan mektubu açmış ve askerlerine
Peygamber'in emirlerini açıklamıştır. Buharî bu hâdiseyi, bazı Müslümanların
(hadiste) münâvele[106]
metodunu caiz görmelerinin delili olarak zikretmektedir.[107] Bu
rivayetin zahirinden, ilgili mektubu Rasûlullah'ın bizzat kendisinin yazdığı
anlaşılmaktadır.
Enes b.
Malik’ten, Peygamber (a.s)’ın bir kavme bir mektup yazdığı ya da yazmak
istediği, fakat o anda kendisine, “onlar mühürsüz mektubu okumuyorlar” dendiği,
bunun üzerine Peygamber'in gümüşten bir mühür edindiği, üzerinde ‘Muhammedün
Rasûlullah’ yazdığı rivayet edilmektedir.[108] Buna
benzer rivayetlerin tamamında Peygamber'e izafeten ‘yazdı’ (ketebe) fiilinin
mutlaka ‘yazdırdı’ olarak tevil edilmesi zorunlu olmasa gerektir.
İbni Ebî Şeybe’nin
rivayetinde “Rasûlullah (sav) yazmadan ve okumadan vefat etmedi”[109]
denmektedir. Buna göre Peygamber, ölümünden önce mutlaka okumayı ve yazmayı
öğrenmiştir. Hadis ulemasının bu hadise itirazı ilgi çekicidir: Taberani bu
hadisi münker ve Kur'an'a aykırı bulmuştur!
6. Medîne Döneminde Okuma Yazma
Faaliyetleri
İslam'ın
Medîne dönemi, adından da anlaşılacağı üzere, İslam medeniyetinin oluşmaya
başladığı, Yesrib şehrinin ‘Medîne’ kılınmasıyla birlikte, Arabistan çölünün
medeniyet havzası haline geldiği dönemdir. Medîne’de okuma yazma faaliyetlerinin
büyük boyutlara ulaştığı, kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçektir. Bu dönemde
Rasûlullah (sav)’ın hala okuma yazmayı bilmemeye devam ettiğini, okuyup
yazamadan vefat ettiğini düşünmenin hiçbir makul sebebi görülmemektedir.
Bedir
savaşında alınan esirlerden fidye
vermeye güçleri yetmeyip de, okuma-yazma bilenlerin, Medîne’li on çocuğa
okuma-yazmayı öğretmesi karşılığında serbest bırakıldığı bilinmektedir.[110] Bir
rivayete göre (Süheylî) Zeyd b. Sabit de yazıyı bu sırada öğrenmiştir.[111] Mescidi-i
Nebî’nin bitişiğindeki Suffe,
İslam'ın ilk okuludur. Orada okuyan talebe sayısının bir ara 400’e ulaştığı
haber verilmektedir. Hamîdullah, Medine’de ilkokul/hazırlık okulu denebilecek
birçok okul açıldığını, hicretin 2. yılında Mekreme b. Nevfel’in evinde
Daru’l-Kurrâ adında Kur'an öğretimine tahsis edilmiş bir yeni okulun faaliyete
başladığını; Kubâ mescidinin de böyle bir işlev gördüğünü ve Rasûlullah'ın
zaman zaman gelerek burada öğretime nezaret ettiğini kaynaklardan çıkarmış
bulunmaktadır.[112] Peygamber
devrinde inşa edilen mescidlerde Kur'an ve yazı öğretimi sürdürülmüştür.[113] Rasûlullah
(sav) Abdullah b. Said el-Asî’y Medîne’de halka yazmayı öğretmekle
görevlendirmiştir.[114] Hz.
Ömer’den gelen, Peygamber ashabının yaşlılık dönemlerinde ilim (okuma-yazma)
öğrendiğini belirten rivayet,[115]
Hamîdullah’ın bu tespitlerini doğrular niteliktedir.
Medine'de
çocuk yaşta babası tarafından Rasulullah'a teslim edilen ve on yıl ona hizmet
eden Enes (r.a) okuma yazma biliyordu.[116]
Peygamber'in en yakın arkadaşı Ebubekir’in, peygamberle ilgili 500 anlatımı
yazdığı ve sonra, içlerinde hata bulunabilir endişesiyle imha ettiği
bildirilmektedir.[117]
Ömer, Osman ve Ali’nin yazıyı bildiğinde kuşku yoktur.
Rasûlullah
(sav) nerede ihtiyaç varsa oraya muallimler
göndermek istiyordu. Rivayetlere göre, Müslüman olan herkesin ilim peşinde
koşmasını vazife ilan ediyordu.[118]
Medîne
döneminde kadınların eğitim öğretimine de büyük ihtimam gösterildiği bilinen
bir gerçektir. Rasûlullah'ın zevcesi Hafsa okuma yazma bilmekteydi. Hz. Aişe
hukuk alanında yüksek bilgiye sahipti. Aişe şiir, tıb, eyyamul arab, ensâb ve
şecere alanında üstün bilgilere sahipti. Ayrıca sahabî kadınlar arasında 20
kadar hukukçunun adı sayılmaktadır.[119]
Peygamber (a.s)ın cariyelere tahsil imkânı tanınmasıyla ilgili emirlerine hadis
kitaplarında yer verilmektedir.[120]
Rasûlullah
(sav) Medîne’de kendi idaresini kurduğunda, dil öğrenmeleri için bazı
sahabelere bizzat direktif vermiştir. Mesela Zeyd b. Sabit’e, “bana mektuplar geliyor, onları herkesin okumasını
istemiyorum. İbranice (ya da Süryanice) yazıyı öğrenebilir misin?” demiş, ‘evet’
cevabını veren Zeyd onyedi gecede o yazıyı öğrenmiştir.[121] Zeyd’in
Farsça, Rumca, Kıptîce ve Habeşçe bildiği ve bu dillerde tercüme yaptığı haber
verilmektedir.[122] Rasûlullah
(sav), Zeyd’e emrettiği işi kendisi niçin yapmıyor denirse, cevabı, ‘haram
olduğu için’dir![123]
Zeyd, Übey b.
Ka’b ve Abdullah b. Erkam vahyi,
Rasûlullah'ın gönderdiği mektupları, iktâ belgelerini ve diğer şeyleri
yazmışlardır.[124] İbni İshak’tan
nakledilen bir rivayette, konumuz açısından önemli bir ayrıntı bulunmaktadır.
Deniyor ki, Abdullah b. Erkam Rasûlullah adına mektuplara cevaplar yazardı.
Allah Rasûlü katında o kadar güven kazanmıştı ki, Rasûlullah bazı hükümdarlara
mektup yazmasını emreder o da yazardı, sonra mühürleyip kapatmasını emreder ve
katındaki güveninden dolayı mektubu okumadan
mühürlerdi.[125] Bu rivayet Rasûlullah'ın,
kâtiplere yazdırdığı yazıları, kontrol amacıyla okumak gibi bir prensibinin
bulunduğunu göstermiyor mu?
Rasûlullah
(sav)in vahyi yazdırdığı bir gerçektir ve bu hususta çok da titiz davranmıştır.
Zeyd b. Sabit, vahyi yazdırdıktan sonra Hz. Peygamber’in her seferinde
yazılanları kontrol ettiğini, şayet bir atlama veya başkaca bir hata yapıldı
ise anında düzelttirdiğini belirtmiştir.[126]
Yazmayı bilmeyen bir Peygamber, yazılı ayetleri nasıl kontrol edip, yanlışları
düzelttirecekti?
Hamîdullah’ın
verdiği bilgilere göre, Rasûlullah (sav) zamanında ‘devlet kitabet dairesi’
denilebilecek bir mekanizma vardı ve burası, Peygamber'in devlet başkanı
sıfatıyla verdiği arazi imtiyaz ferman mektupları, resmî mektuplar, askeri veya
mülki devlet memurlarına verilen talimat yazıları, gelen mektuplara verilen
cevaplar, Medine sözleşmesi (Hamîdullah Şehir-Devleti anayasası diyor),
Müslümanlarla ilgili nüfus sayımları, askeri seferlere katılan mücahidlerin
listeleri, ittifak ve barış antlaşmaları, vergi tarifeleri ve benzeri çok
sayıda resmi vesikayı muhafaza ediyordu.[127]
Yazı yazmayı
bilmediği söylenen Peygamber’in, güzel yazı ile ilgili bir hayli talimat
verdiği anlaşılmaktadır. Mesela, ‘bismillahirrahmanirrahim’ yazıldığı zaman sin
harfinin açık gösterilmesi, bâ harfini doğrultmak, sin’i dişleri belli olacak şekilde
yazmak, mim’i körletmemek, Allah lafzını güzel yazmak, Rahman’ı uzatmak ve
Rahim’i güzel yazmak gibi tavsiyelerde bulunmuştur.[128] Belki
de ulaştığı bu kadar sarih bilgi kendini şaşırtmış olan Kettani, “Allah Rasûlü’nün
bizzat yazdığına dair rivayet her ne kadar sahih değilse de, kendisine yazı
bilgisi verilmiş olduğu, ancak yazma ve okumadan menedilmiş bulunduğu hususu
ihtimalden uzak değildir.” sözleriyle, suçluluk duygusuyla da olsa,
Peygamber'in yazdığına olan kanaatini açığa vurmaktadır.[129]
Peygamber
dönemi okuma ve yazma faaliyetlerine ilişkin çok azını buraya aldığımız bu
haberler, Peygamber (a.s)’ın, cemaati içinde ilmî faaliyetleri yükseltme
niyetini ortaya koymaktadır. Klasik kaynaklar ise onu, bizzat teşvik ettiği
erdemden uzak tutmaya devam etmektedir. Kendisi ilimle bu kadar yakın olan,
ilmi, tebliğ ettiği Kitap paralelinde her halükarda teşvik eden Peygamber,
okuma yazma becerisini kazanmaya, metodik olarak karşı durmuş gösterilmektedir.
Çevresindeki çocuklar ve kadınlar bile okuma yazma bilecekler, bilmeyenlerin
öğrenmesi için her türlü tedbiri alacak, ama kendisi ısrarla bilmemeye,
öğrenmemeye devam edecek? Harfleri görünce, öğrenirim endişesiyle yüz çevirecek,
kalemden, kırtâstan, hokka ve mürekkepten mutlak surette uzak duracak;
“doğumundan yaşlılığına dek tüm hayatı” boyunca “eline kalem dahi almadığı” [130] iddia
edilecek?! “Bazı Müslüman âlimler”, Peygamber (s)’in, “hem peygamberlikten önce
hem de sonra vahiy dışında hiçbir kültürel faaliyet yapmadığını çıkarmaya”[131]
çalışacaklar!
Eşyanın
tabiatına aykırılık[132]
diye bir durum varsa, o da işte budur.
Gerçekler çok
açık olmasına rağmen, en basit bir mesele dahi tabu haline getirilebilmektedir.
Kitabında ilimle ilgili yığınlarca bilgiye yer verdikten sonra, “gerek
Kur'an’da ve gerekse hadislerde ilme, okuma ve yazmaya, kalem, kâğıt, hokka
gibi ilim vasıtalarına verilmiş olan fevkalade ehemmiyetten sonra Hz. Peygamber
(aleyhissalatu vesselam)’in okuma-yazma öğrenmiş olabileceği ihtimali normal
olarak akla gelmektedir.”[133]
diyen bir yazar, bir iki sayfa sonra bu satırlarını tamamen unutmuş görünüyor
ve şöyle diyor: (konuyu müsteşriklerle bağlantılandırarak): “İlmi hasbilikten
çok ideolojik güdümlülüğün esiri durumundaki bu zihniyet, atmak istediği
fitnenin hatırına, Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)’in okuma-yazma
bildiğini kesinlikle iddia edecektir. Bunu diyebilmek için ayette gelen ‘ümmî’
tabirini ‘yahudi ve hristiyanların mensub olduğu semavî dine mensûb olmayan’
şeklinde hiçbir münasebeti olmayan bir mana ile açıklama tekellüfüne
düşecektir.”[134]
7. “Hesap ve Yazı Bilmeyen Ümmî Toplum”
Abdullah b.
Ömer’den rivayet edilen bir hadiste Peygamber (a.s)ın, “Biz ümmî bir toplumuz;
yazı yazamayız, hesap bilmeyiz. Ay şöyle şöyle (gelir). Yani, birinde 29, diğerinde
otuz olur.”[135] dediği bildirilmektedir.
Bu hadisin, gerçeklere tamamen aykırı olduğu ortadadır. Araplar’ın hesap-kitap
bilmediği doğru değildir. Araplar’ın hesap kitabı çok iyi bildikleri, nesî
uygulamasından da anlaşılmaktadır ve Allah nesîyi küfürde ziyade olarak
adlandırmıştır. (9/Tevbe, 37).
Güneşin ışık
kaynağı, ayın ise ışığı yansıtan bir gezegen olarak yaratılmasının amacı Allah
tarafından, yılların sayısı ve hesabın bilinmesi olarak açıklanmaktadır. (10/Yunus, 5; 17/İsra, 12). Araplar’ın yazı ve
hesap bilmedikleri sözü, ancak bir şaka olarak ‘doğru’ olabilir. Hele de bu
sözün isnad edildiği Peygamber (sav), ticaret yapmış bir insansa… Arap
medeniyetini, yazı ve hesapla ilgili kültürel zenginliğini anlatmak bu yazının
amaçları arasında bulunmamaktadır. Şu var ki, sıradan bir iki tarih kitabına
bakmak bile, Arapların nasıl da hesap ve yazı bildiklerini göstermeye
yetecektir.[136]
E) SONUÇ
Peygamberimiz
Muhammed (sav)in okuma yazma bilmeyebileceğini düşünmek, bir Müslüman olarak
beni hiçbir şekilde rahatsız etmemektedir. Zira peygamberlik, akademik bir
ünvan değildir. Peygamberlik okuyup yazarak, bilimsel araştırmalar yaparak elde
edilmez. Peygamberlik, emaneti nereye vereceğini çok iyi bilen Allahın, kendi
Dinini kullarına duyurması için, bu işe tam ehliyetli insanlara tevdi ettiği
çok şerefli bir görevdir. Okuma yazma sonuçta bir araçtır ve büyütülmemesi
gerekir. Geçmişten günümüze kadar, okuma yazma yeteneği, daha doğrusu bilimsel
ve entelektüel faaliyetler, Allah'ın rızası uğrunda olduğu kadar, O’nu küfür
etme (örtme) uğrunda da kullanılmış ve kullanılmaya devam etmektedir.
Dolayısıyla okuma yazma sanatını, yani kalem ve kâğıtla (şimdilerde bilgisayar)
imal edilen bilumum ilmî faaliyetleri kendi başına mutlaklaştırıp yüceltmek,
ancak cehaletle mümkün olabilir.
Tarihte ve
günümüzde okuma yazma bilmeyen, ama hikmetten nasibini almış nice insanlar olagelmiştir.
Bu insanlar yeryüzünün imarı ve ıslahı için çalışmışlar, ifsadına yeltenmemişlerdir.
Oysa kendi zümrütten tahtlarını selamete aldıktan sonra yeryüzünü cehenneme
çevirmek için çalışan bütün insanlar da okumuş yazmış kimselerden oluşmaktadır.
Eğer Allah,
okuması yazması olmayan bir peygamber seçmişse bu konuda hiç kimsenin bir
mütâlea yürütmeye hakkı olamaz. Bir müslümana düşen, sadece güzel bir
teslimiyettir. Lakin tamamen bir yanlış anlamanın sonucu olarak, asırlardır
süregelen bir yanılgıyı, sorgulanamaz bir tabu haline getirmek ve yanlışların
üzerini açmaya karşı çıkmak da, ‘müslümanın teslimiyeti’ ilkesiyle gizlenemez.
Teslimiyete evet, dayatmaya hayır.
Bu cümleden
olarak, illa peygamberimizin okuma yazma bilmesi gerektiğini ispatlama gibi bir
gayretkeşlik içinde değilim. Böyle bir çabayı Dinim açısından da lüzumsuz
görüyorum. Peygamber'in okuma yazma bilmesi, onun getirdiği Din’e olan imanımı
artırmayacağı gibi, bilmemesi de azaltmayacaktır. O okuma yazma bilse de,
bilmese de benim için ‘usvetün hasene’dir ve onun sünneti benim için İslam'ın
yegâne / en mükemmel örneğidir. O okur yazar olsa da olmasa da, Kur'an Allah'ın
kelamıdır ve Allah'ın, Muhammed kuluna ilkâ ettiği gerçek bir mucizedir. Şu var
ki, Kur'an’ın mucize olması için, Peygamber'in okuma yazma bilmemesi gerektiğine
dair, Kur'an'ın kendisinde herhangi bir telmih göremiyorum.
Bu yazıda
tartıştığımız asıl sorun, peygamberle ilgili fiili durum ve bir Kur'an
teriminin yanlış yorumlanmasıdır.
Peygamberimiz
Muhammed (sav)in okuma yazma bildiğini, bunun aksini iddia etmenin mümkün
olmadığını müsteşrikler de iddia etmektedirler. Esasen, bir müsteşrikin
‘Muhammedi’ ile bir müslümanın ‘Muhammedi’ birbirinden neredeyse tamamen
farklıdır. Tıpkı, Hristiyanlar’ın ‘İsası’ ile Müslümanların ‘İsası’nın farklı
olduğu gibi. Buna rağmen, Müsteşriklerin Peygamber (a.s)ın ümmiliği hususunda sarf
ettikleri sözlerin isabet edeni de olabilir. Ulaştığımız netice, müsteşrikle
aynı düzlemde buluşabilir, ama müsteşrikler “süt beyazdır” derse biz, “hayır
siyahtır” mı diyeceğiz? Olaylara sırf
‘müsteşrik mantığı’ gibi ucuzcu bir zaviyeden yaklaşmak[137] Müslümanların
şiarı olamaz. Bir Kur'an kavramı üzerinde ‘ictihad’ yapmak müsteşriklere değil,
Müslümanlara düşer. Kaldı ki, kendi kanaatlerine aykırı gördükleri her ilmi
çabanın ardında bir müsteşrik parmağı arayanların, aslında asırlardır kutsadıkları
geleneğin, müsteşriklerin asıl tutamaklarını barındırdığını da çok iyi
bilmekteyiz. Biz Müslümanların müzminleşmiş gaflet ve dalâletimiz, ‘müsteşrik’,
‘batılı’, ‘komünist’, ‘mason’, ‘Yahudi uşağı’ gibi perdelerin ardına sığınmakla
affettirilebilecek cinsten değildir.
Peygamberimiz
Muhammed (sav) ümmî idi, yani yaklaşık 2000 yıldır kendilerine bir peygamber
gelmemiş, Tevrat gibi, İncil gibi bir semavî kitaba sahip olmayan müşrik Hicaz
Arapları içinden çıkmıştı. Onun ümmîliğinin ise, okuma yazma bilip bilmemesiyle
hiçbir alakasının olmadığına ve Kur'an’da onun okur yazar olup olmadığının
tartışma konusu yapılmadığına inanmaktayım. Peygamber'in okuma yazma bilip
bilmediği tartışılacaksa bu, ümmî kavramı dışında yapılmalı ve fakat bunda da
önyargılarla, peşin hükümlerle hareket edilmemelidir. Kur'an’ın pek çok
kavramında yapıldığı gibi ümmî kavramı üzerinde de bilinçli veya bilinçsiz bir
tahrif yapılmaktadır. Kur'an’ın hiçbir kelimesi hatır gönül için, belirli ön
kabuller gereği yanlış yorumlanmamalıdır.
Muhammed (a.s)
kırk yaşına kadar hiçbir kitap okumamış ve de yazmamıştır. Vahiy geldikten
sonra da, Kur'an’dan başka herhangi bir kitap okuduğu ve yazdığına dair bir
bilgi mevcut değildir. Fakat bu, onun okumayı bilmediğine dair kesin bir kanıt
olamaz. Bir insanın kitap okumaması, hele de yazmaması onun okur yazar olmadığını
göstermez.
Peygamberimizin,
faraza, Mekke döneminde ve risâletin ilk yıllarında okuma yazmayı bilmediğini
kabul etsek bile, ileriki yıllarda, hele de ilmî faaliyetin ve onun bir parçası
olarak okuma yazmanın onca revaçta olduğu Medîne döneminde bir satır bile
okumadığına ve yazmadığına, bu konuda kendisini bu iki beceriyi edinmeye sevk
edici her türlü şartı elinin tersiyle ittiğine, ömrünün sonuna kadar okur yazar
olmayan biri olarak kalmaya çalıştığına nasıl inanabiliriz? Okuma yazma bilmek
bu kadar kötü müdür? Eğer bu, Allahın özel muradı idi, öyle kalmasını Allah
istedi deniyorsa, ümmî teriminin tartışmalı bir yorumuna dayanarak bu iddiayı
sürdürmek çok büyük bir cüret değil midir?
Hâsılı,
Peygamberimiz Muhammed (sav)’in okur yazar olmadığında bu kadar ısrar etmenin
hikmetini anlamak mümkün değildir. Muhammed (sav) kitapsız/müşrik Arap
toplumundan seçilmiş bir peygamberdi. Kur’an’da onun okuma yazma bilmediğine
dair herhangi bir açıklama mevcut değildir. Bunun dışında, Din’in genel
mantığı, toplum hayatı, İslam medeniyetinin yapısı ve sîret-i Nebî’nin pek çok
karesi, onun okumayı da yazmayı da bildiğine delalet etmektedir. Doğruyu bilen
ancak Allah’dır.
Kaynakça
-Abdullah
Draz, En Mühim Mesaj: Kur'an, Terc. Suat Yıldırım, İzmir-2003.
-Abdullah
Draz, Kur'an’a Giriş, Terc. Salih Akdemir, Ank-2000.
-Ahmed İbni
Hanbel, Musned, İst-1992.
-Alûsî,
Ruhu’l-Meânî fî-Tefsîri’l-Kur’ani’l-Azîm, Beyrut-1994.
-Beyzavi,
Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, (Mecmuatun Mine’t-Tefasir içinde),
Beyrut-1319.
-Buharî,
Sahih, İst-1992.
-Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İst-tarihsiz.
-Fahreddin
Razi, Tefsir-i Kebir, Terc. Suat Yıldırım ve arkadaşları, Ank-1991.
-Hasan Elik,
Kur'an’ın Korunmuşluğu Üzerine, İst-1998.
-Hâzin,
Lübabu’t-Te’vil fi Ma’ani’t-Tenzil, (Mecmuatun Mine’t-Tefasir içinde),
Beyrut-1319.
-İbni Hişam,
es-Sîretu’n-Nebeviyye, Tahkik: Mustafa es-Saka - İbrahim el-Ebyârî -Abdülhafız
Şelebî, Mısır-1936.
-İbni Hişam,
Sîret-i İbni Hişam Tercemesi, Terc. Hasan Ege, İst-1985.
-İbni İshak,
Sîretu İbn İshak, Konya-1981.
-İbni Mace, Sunenu
İbn Mace, İst-1992.
-İbni Sa’d,
et-Tabakâtu’l-Kubrâ, Beyrut-1960.
-İbrahim
Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ yay. Ank-1988.
-Israel
Shahak, Yahudi Tarihi Yahudi Dini, Terc. A. Emin Dağ, İst-2004.
-Kastalanî,
Mevahib-i Ledünniye Tercümesi, Terc. Meşhur Şair Abdülbakî, İst.
-Kurtubi,
el-Cami li-Ahkami'l-Kur'an, Kahire-1967.
-M. Ali
Baltaşı, İlk Mesajlar, İst-1993.
-Mevdudî, Tefhimu’l-Kur'an,
terc. M. Han Kayani ve arkadaşları, İst-1997.
-Muhammed
Abdül Hay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, Terc. Ahmet Özel, İst-1990.
-Muhammed
Esed, Kur'an Mesajı, Terc. Cahit Koytak – Ahmet Ertürk, İst-1996.
-Muhammed
Hamîdullah, İslam Peygamberi, Terc. Salih Tuğ, 5. bsk. İst-1993.
-Muhammed
İzzet Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, Terc. Mehmet Yolcu,
İst-1989.
-Muhammed
İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs – Nüzul Sırasına Göre Kur'an Tefsiri, İst-1997.
-Munavî,
Feyzu’l-Kadîr Şerhu’l-Camii’s-Sağîr, Beyrut-1972.
-Rağıb
el-İsfehanî, el-Mufredat li-Ğarîbi’l-Kur’an, İst-tarihsiz.
-Reşid Rıza,
Tefsiru’l-Kur’anil Hakîm, 4. bsk. Mısır-H.1373.
-Seyyid Kutub,
Fizılalil Kur'an, Terc. Bekir Karlığa, M. Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler, Hikmet
y. İst-Tarihsiz.
-Süleyman
Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İst-1989.
-Taberî,
Camiu’l-Beyan fî-Tefsiri’l-Kur'an, Beyrut-1405.
-Taberi,
Tarihu’t-Taberî, Tarihul Ümem ve’l-Mülûk, Beyrut-1991.
-Yusuf
Besalel, Yahudilik Ansiklopedisi, İst-2001.
-Zebîdî, Sahih-i
Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, 9. Bsk. Ank-1991
-Zeki Duman,
Beyanu’l-Hak, Ank-2006.
-Zemahşeri, el-Keşşaf,
Beyrut-1947.
-Zurkânî,
Şerhu Zurkânî Ale’l-Mevâhibi Ledünniye el-Allâme Kastalânî, Tahkik: Muhammed
Abdülaziz el-Halidî, Beyrut-1996.
* İKTİBAS,
Temmuz-Ağustos, 2007, 343-344. sayı.
[1] -Abdullah Draz, Kur'an’a
Giriş, 101.
[2] Taberî, Camiul Beyan,
I/373; Râzî, Tefsir-i Kebîr, III/119; Kurtubî, Ahkamul Kur’an, II/5.
[3] -Taberî, Camiul Beyan,
I/373.
[4] -Taberî, Camiul Beyan,
I/374.
[5] -Taberî, Camiul Beyan,
I/373.
[6] -Taberî, Camiul Beyan,
I/374.
[7] -Rağıb el-İsfehânî,
Müfredat, 28.
[8] -Zemahşerî, Keşşaf, I/157.
Beyzavi de aynı kanaate katılmaktadır. Envar, I/149.
[9] -Râzî, Tefsir-i Kebîr,
III/119.
[10] -Bu hadisle ilgili yorum
ileride gelecektir.
[11]
-Buhari, 30/Savm, 13, II/230; Bkz. Taberî, Camiul Beyan, I/373; Razî, Tefsir-i
Kebîr, III/120; Kurtubî, Ahkamul Kur’an, II/5.
[12] -Zemahşerî, Keşşaf,
I/157; Beyzavi, Envar, I/149.
[13] -Süleyman Ateş, Çağdaş
Tefsir, I/187.
[14] -Razî, Tefsir-i Kebîr,
XVI/339; Hasan Elik, Kur'an'ın Korunmuşluğu Üzerine, 124.
[15] -Buhari, Sahih, Tefsir,
2, V/241. Hasan Elik, Kur'an’ın Korunmuşluğu Üzerine, 124.
[16] -Alûsî, Ruhu’l-Me’ânî,
I/476.
[17] -Kurtubî, Ahkamul Kur’an,
II/5.
[18] -Kurtubî, Ahkamul Kur’an,
II/5.
[19] -Mevdudî, Tefhim, I/89.
[20] -Hamidullah, İslam
Peygamberi, I/620.
[21] -Taberî, Camiul Beyan,
III/214; Zemahşerî, Keşşaf, I/347; Hamdi Yazır, Hak Dini, II/1067; Derveze,
Tefsirul Hadis, V/403; Ateş, Çağdaş Tefsir, II/25.
[22] -Zeki Duman, Beyanul Hak,
6. not, III/149.
[23] -Râzî, Tefsir-i Kebîr,
VI/220.
[24] -Taberî, Camiul Beyan,
III/318, 319.
[25] -Zemahşerî, Keşşaf,
I/375.
[26] -Râzî, Tefsir-i Kebîr,
VI/408.
[27] -Râzî, Tefsir-i Kebîr,
VI/409.
[28] -Derveze, et-Tefsîrul
Hadîs, V/433.
[29] -Kitab-ı Mukaddes,
Tesniye, 15/1-3; Mevdudî, Tefhim, 64. not, I/271. (Kitab-ı Mukaddes’in Türkçe
baskısında ifade biçimi biraz farklı).
[30] -Kitab-ı Mukaddes,
Tesniye, 23/20; Mevdudî, Tefhim, 64. not, I/271.
[31] -Mevdudî, Tefhim, 64.
not, I/271. (Talmudic Mıscelleney, Paul İsaac Hershum, 1880, London’dan).
[32] -Râzî, Tefsir-i Kebîr,
VI/408.
[33] -Bkz. Israel Shahak,
Yahudi Tarihi, 145-172.
[34] -Reşid Rıza,
Tefsîru’l-Kur’anil Hakîm, III/339.
[35] -Derveze, et-Tefsîrul
Hadîs, V/435.
[36] -Dârul Harp kavramının
derinlikli bir tahlili için bkz. Ercümend Özkan, İslam’da Dâr Kavramı, İnanmak
ve Yaşamak, 2. bsk. Ank-1995, s.189-204.
[37] -Reşid Rıza,
Tefsîru’l-Kur’ani’l Hakîm, III/339-340; Ateş, Çağdaş Tefsir, II/65-66.
[38] -Beyzavi, Envar, II/646.
[39] -Râzî, Tefsir-i Kebîr,
XI/98.
[40] -Râzî, Tefsir-i Kebîr,
XI/98.
[41] -Râzî, Tefsir-i Kebîr,
XI/108.
[42] -Hâzin, Lübab, II/647.
[43] -Reşid Rıza,
Tefsîru’l-Kur’ani’l Hakîm, I/10; Hasan Elik, Kur'an’ın Korunmuşluğu Üzerine,
133.
[44] -Reşid Rıza,
Tefsîru’l-Kur’ani’l Hakîm, IX/285.
[45] -Derveze, Hz. Muhammed’in
Hayatı, II/47.
[46] -Derveze, Tefsirul Hadîs,
I/477.
[47] -Mevdudî, Tefhim, 112.
not, II/101.
[48] -Derveze, et-Tefsîrul
Hadîs, V/540.
[49] -Mevdudî, Tefhim, 2. not,
VI/297.
[50] -Mevdudî, Tefhim, 2. not,
VI/298.
[51] -Yusuf Besalel, Yahudilik
Ansiklopedisi, I/191.
[52] -Israel Shahak, Yahudi
Tarihi, 148, 25. not.
[53] -Mevdudi, Tefhim, 2. not,
VI/298.
[54] -Shahak. Yahudi Tarihi,
155.
[55] -Mevdudî, Tefhim, 64.
not, IV/188. Ayrıca bk. Hamdi Yazır, Hak dini, V/3742; VI/4008.
[56] -
“Sen bundan önce, ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı,
batıla uyanlar kuşku duyarlardı.” “Hz. Peygamber’in ‘ümmi’ yani okuma-yazma
bilmeyen bir kişi olmasının başlıca hikmeti bu ayette açıklanmış olmaktadır:
Eğer Resul-i Ekrem, okuma-yazma bilen bir kişi olsaydı; ümmi olan peygamber
için bile ‘Bu Kur’an’ı o uydurmuştur’ demeye kalkan ve en açık mucizeleri inkâr
eden müşrikler, iftiralarına bir ölçüde mesnet bulmuş olacaklar ve daha çok
kimseleri kandırabileceklerdi.” (Diyanet Vakfı meali)
[57] -Mevdudî, Tefhim, IV/222.
[58] -Mevdudî, Tefhim, 85.
not, IV/261.
[59] -Taberî, Camiul Beyan,
XXI/4-5.
[60] -Zemahşerî, Keşşaf,
III/458.
[61] -Mevdudî, Tefhim, 88.
not, IV/263.
[62] -Baltaşı, İlk Mesajlar,
172.
[63] -Derveze, et-Tefsîrul
Hadîs, IV/339.
[64] -Derveze, et-Tefsîrul
Hadîs, IV/340.
[65] -Kettani, Hz.
Peygamber'in Yönetimi, I/252.
[66] -Zemahşerî, Keşşaf, I/55;
Razî, Tefsir-i Kebîr, X/99; Hamdi Yazır, Hak Dini, III/2020; Kutub, Fizılal,
V/366.
[67] -Razî, Tefsir-i Kebîr,
XIV/346.
[68] -Razî, Tefsir-i Kebîr,
XIV/346; Mevdudî, Tefhim, 107. not, III/62; III/574.
[69] -Esed, Kur'an Mesajı,
130. not, II/552.
[70] -Mevdudî, Tefhim, Furkan,
5, 12. not, III/573.
[71] -Abdullah Draz, Kur'an’a
Giriş, 101.
[73] -Abdullah Draz, Kur'an’a
Giriş, 101.
[74] -Canan, Kütüb-i Sitte,
I/472.
[75]
-Benzer ayetler için bkz. 2/Bakara, 23-24; 10/Yunus, 37-39; 11/Hûd, 13-14, 35;
12/Yusuf, 111; 21/Enbiyâ, 5; 23/Mü’minûn, 66-69; 28/Kasas, 49; ; 32/Secde, 3;
34/Sebe, 8; 42/Şûrâ, 24; 46/Ahkaf, 8; 52/Tur, 33-34; 69/Hâkkâ, 44.
[76] -Mevdudî, Tefhim, 103.
not, III/134.
[77] -Zemahşerî, Keşşaf,
III/458; Hamdi Yazır, Hak Dini, V/3784.
[78] -Mevdudî, Tefhim,
28/Kasas, 46, 65. not, IV/188; II/318-319.
[79] -Canan, Kütüb-i Sitte,
I/403.
[80] -İbni Hişam,
es-Sîretu’n-Nebeviyye, I/252.
[81] -İbni Hişam,
es-Sîretu’n-Nebeviyye, I/252; Taberi, Tarih, I/531.
[82] -İbni Hişam,
es-Sîretu’n-Nebeviyye, muhakkikin notu, I/252; Zurkânî, Şerhu Mevâhib, I/393;
Buhari, Sahih, 91/Ta’bîr,1. bab, VIII/67. [Buhârî’nin baştan 2. hadisi/Bed’ul
vahiyde de aynı hadis mevcuttur].
[83] -İbni Hişam,
es-Sîretu’n-Nebeviyye, I/252; Sireti İbni Hişam Tercümesi, I/313.
[84] -Zurkânî, Şerhu Mevâhib,
I/393-394.
[85] -Taberi, Tarih, I/532.
[86] -Şair Abdülbaki, Mevahibi
Ledünniye Tercümesi, I/30.
[87] -İbni İshak, Sîret, 161.
[88]
-Lafızlarını düzeltmek veya manalarını keşfetmek üzere (iki kişinin)
birbirlerine okumasına tedârüs denmektedir. Bkz. Kettânî, Hz. Peygamber’in
Yönetimi, II/43. ‘Tedârüs’ kelimesinin, daha önce değindiğimiz, 6/En’am, 156;
34/Sebe, 44; 68/Kalem, 37 ayetlerindeki ‘ders’ terimiyle aynı kökten oluşu
önemlidir.
[89] -İbni İshak, Sîret, 162.
[90] -Hamîdullah, İslam
Peygemberi, II/760.
[91] -Hamîdullah, İslam
Peygemberi, II/762.
[92] -Buhari, Sahih,
65/Tefsir, bab: 96. sure, VI/88; Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/763.
[93] -Derveze, Hz. Muhammed’in
Hayatı, II/48.
[94] -Zurkani, Mevahibi
Ledünniye Şerhi, III/299-300.
[95] -Buhari, Sahih,
64/Megazî, 43. bab, V/85.
[96] -Buhari, Sahih, 53/Sulh,
Bab: 6, III/167; Taberî, Tarih, II/123.
[97]
-Endülüs’lü alim Ebu’l Velîd el-Bâcî ‘Tahkikul Mezheb fî Enne’n-Nebiyye Kad Keteb’
adında bir risale yazmış, eseri Ebu Abdurrahman b. Akil ez-Zahirî, bu esere
bazı ulemanın verdiği cevapları de ekleyerek neşretmiş. (Riyad-1403/1983). Bkz.
Kettani, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/279.???????????????
[98] -Kettani, Hz.
Peygamber'in Yönetimi, I/251; Canan, Kütüb-i Sitte, I/469.
[99]
-Kettani, Hz. Peygamber'in Yönetimi, I/250.
[100]
-Kettani, Hz. Peygamber'in Yönetimi, I/252.
[101]
-Alûsî, Rûhu’l-Ma’ânî, VI/117, XII/8.
[102]
-Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II/48.
[103] -Buhari,
Buhari, 3/İlim, 39. Bab, I/37; Buhari, 64/Megazi, 83. Bab, V/137; Buhari,
967/İ’tisam, Bab: 26, VIII/161; Müslim, 25/Vasıyye, 5. Bab, 22. Hadis,
II/1259. Bu hadislerin tamamında Peygamber: “ektub lekum” demektedir. Tartışma
olduğunu beyan eden, rivayetin geri kalan kısmında, Rasulullahın yazmasından
yana tavır koyanların, “qarribû yektub lekumu’n-Nebiyyu sav” denmektedir.
Buhari, 75/17, VII/9 v.b.
[104]
-İbni Sa’d, Tabakât, II/242.
[105]
-İbni Sa’d, Tabakât, II/242-244.
[106]
-Münavele: Şeyhin, talebesine hadislerini yazılı halde elden vererek, rivayet
etmesine izin vermesi demektir.
[107]
-Buhari, 3/İlim, 7. bab, I/23.
[108]
-Buhari, 3/İlim, 7. bab, I/24; Libas, 52.
[109]
-Münavi, Feyzul Kadîr, IV/255.
[110]
-İbni Hanbel, Musned, I/247; Hamîdullah, İslam Peygamberi, I/226
[111]
-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/130.
[112]
-Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/768, 771.
[113]
-Canan, Kütüb-i Sitte, I/436.
[114]
-İbni Mace, Sunen, 12/Ticârât, II/730; Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi,
I/130.
[115]
-Buhari, Sahih, 3/İlim, 15. bab, I/26.
[116]
-Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/712.
[117]
-Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/713.
[118]
-Hamîdullah, İslam Peygamberi, II/773.
[119]
-Hamîdullah, İslam Peygamberi, II/773.
[120]
-Buhari, Sahih,3/İlim, Bab: 31, I/32-33; Hamîdullah, İslam Peygamberi, II/773.
[121]
-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/203.
[122]
-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/277-279.
[123]
-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/283.
[124]
-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/204.
[125]
-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/204. (İbni Abdil Berr, İstiab,
II/261’den; aynı rivayet, Beyhaki, Sunenül Kübra, X/126); Canan, Kütüb-i Sitte,
I/421.
[126]
-Canan, Kütüb-i Sitte, I/422.
[127]
-Hamîdullah, İslam Peygemberi, II/711.
[128]
-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/209-211.
[129]
-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi, I/211.
[130]
-Mevdudi, Tefhim, 88. not, IV/263.
[131]
-Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II/49.
[132]
-Derveze, Hz. Muhammed’in Hayatı, II/49.
[133]
-Canan, Kütüb-i Sitte, I/469.
[134]
-Canan, Kütüb-i Sitte, I/471.
[135]
-Buhari, Sahih, 30/Savm, Bab: 13, II/230; Müslim, 13/Sıyam, Bab: 1, 15. hadis,
I/761; Taberî, Camiul Beyan, I/373; Razî, Tefsir-i Kebîr, III/120; Kurtubî,
Ahkamul Kur’an, II/5
[136] -Bu
cümleden olarak, şu üç kitabın adını zikredebiliriz: Mevlana Şibli, Asr-ı
Saadet, terc. Ö. Rıza Doğrul, İst-1977, 1. cilt; Philip K. Hitti, Siyasî ve
Kültürel İslam Tarihi, Terc. Salih Tuğ, İst-1995, 1. cilt; İsmail Râci Faruki –
Luis Lâmia Faruki, İslam Kültür Atlası, Terc. Mustafa Okan Kibaroğlu – Zerrin
Kibaroğlu, İst-1997.
[137]
-Canan, Kütüb-i Sitte, I/471.
0 yorum:
Yorum Gönder