27 Ocak 2017 Cuma

Medine’de Kadın Olmak



Yrd. Doç. Dr. Feyza Betül Köse
İslâmiyet’te kadının yeri ile ilgili olarak çok sayıda çalışmanın yapıldığı ve bu konunun gündemden neredeyse hiç düşmediği malumdur. İslâm’ın kadına dair hükümlerinin pratiğe döküldüğü Hz. Peygamber dönemi ve hemen akabindeki Peygambersiz yaşama intibakın sağlanmaya çalışıldığı Dört Halife Dönemi’ndeki uygulama örneklerinin dikkate alınması, konunun doğru değerlendirilmesine imkân sağlayacaktır. Bu yazı ile günümüz Müslümanı için tarihî referans değeri taşıyan Dört Halife Dönemi Medine’sinde kadının konumunun ortaya konulmasına katkı sunmayı amaçlamaktayız.
Kaynaklarımız kadının Resulullah zamanında sahip olduğu sosyal konumunu yaklaşık olarak bu dönemde de devam ettirdiğini göstermektedir. Rivâyetlerden Arap kadınının çeşitli vesilelerle sosyal hayata dâhil olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin dönemin Medine’sinde isteyen kadınlar mescide giderek namazlarını cemaatle kılmaktaydılar. Ayrıca bayram namazları sadece erkeklerin katılımıyla kılınmaz, kadınlar da bu namaza iştirak ederlerdi. Bunun yanında çeşitli nakiller şehirde zaman zaman düzenlenen eğlenceleri kadınların da seyredebildiklerini haber vermektedir. Hz. Ömer’in kadınların sosyal hayata katılımı konusunda Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekr çizgisinden bir ölçüde ayrıldığı, örneğin onların mescide gelmelerine kısıtlama getirmek istediği bilinmektedir. Bu isteği öncelikle kendi eşi ve oğlu tarafından kabul görmeyen Halife, mescide kadınlar için ayrı bir kapı yaptırmış ve teravih namazlarında ayrı bir cemaat oluşturarak, sofada erkeklerin imamından farklı bir imamın onlara namaz kıldırmasını sağlamıştır. Hz. Osman, teravih namazlarındaki bu ayrımı ortadan kaldırmakla birlikte kadınlardan, erkeklerin ayrılmalarından sonra mescitten çıkmalarını istemişti. Dört Halife Dönemi Medine’sinde kadınların mescide gelmekten tamamen alıkonuldukları bir dönemin yaşanmadığı, namaz vakitlerinin yanı sıra hutbelerde de mecsitte bulundukları hatta Ramazan ayında burada toplanarak, oruç tutan çocuklarını oyalayabilmek için çeşitli örgü oyuncaklar hazırladıkları rivâyetlere yansımıştır.   
Kadınların bulundukları bir başka sosyal ortam ise cenaze törenleridir. Rivâyetler kadınların da cenazeye katıldıklarını ve kabristana kadar geldiklerini ortaya koymaktadır. Örneğin Hz. Osman’ın hanımı Nâile, Ümmü’l-Benîn bnt. Uyeyne ve Hz. Osman’nın beşinci kızı o günlerin zor şartlarına rağmen Hz. Osman’ı kabre götürenlerle beraberlerdi. Cenazesinde kadınların bulunmasını istemeyenlerin buna dair bir vasiyette bulundukları görülmektedir ki Hz. Ömer bu kişilerden biridir (İbn Sa’d, III, 340; Belâzurî, X, 436-437).
Cenaze bahsinde sözünü etmemiz gereken bir âdet de mersiye söylenmesidir. Mersiye söyleyenlerin ise ağırlıklı olarak, eşleri ve yakınları için ağıt yakan kadınlardan oluştuğu ve her ailede şiirden anlayan kadınların bulunmasından dolayı mersiye söylemenin âdeta onlara özgü bir iş halini aldığını söyleyebiliriz. Şiirle iştigal eden kadınların hemen her ailede bulunması ile birlikte Hansa bnt. Amr b. eş-Şerîd gibi bu şehirde yetişen meşhur kadın şairler de vardı (İbn Abdilber, IV, 1827).
Medine’de birbirini tanıyan kadın ve erkeklerin dışarıda selamlaşarak konuştuklarına dair nakiller (İbn Sa’d, III, 367; İbn Ebî Şeybe, VIII, 456; İbn Şebbe, I, 411; İbn Abdilber, IV, 1832) de kadının toplum içinde yalıtılmış bir hayat sürmediğini ortaya koyan delillerdendir. Ayrıca Taberî’de yer alan bir rivâyet, Hz. Ömer’in bir gün ordudan haber getiren bir askeri evine yemeğe getirdiği, sofra hazır olduğunda da hanımı Ümmü Gülsüm’ü kendileriyle beraber yemek yemesi için çağırdığını haber vermektedir. Ümmü Gülsüm’ün “Madem benim başkalarının yanına çıkmamı istiyorsun o halde beni de İbn Ca’fer’in, Zübeyr’in ve Talha’nın hanımlarını giydirdikleri gibi giydirsen ya!” şeklindeki cevabı (Taberî, IV, 187-188) kadınların eve gelen misafirlerle beraber oturması ve yiyip içmesinin o dönemde normal karşılandığını göstermektedir.
Ticarî hayatta kadının görünürlüğünü de bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Abdullah b. Mes’ûd’un eşi Rayta bnt. Abdillah gibi bir zanaatla uğraşan ve elde ettiği gelirle evini geçindiren kadınların yanı sıra kazandığı bu geliri tasadduk eden kadınlar da vardı. Hind bnt. Utbe ise Beytülmâl’den ticarî kredi çekerek aldığı 4000 dirhem ile Benî Kelb kabilesi ile ticaret yapan bir isimdir. Ticarî hayattaki kadına dair ilginç bulduğumuz bir rivâyet de oğlu Abdullah b. Ebî Rebîa’nın Yemen’den gönderdiği güzel kokuları satan Esmâ bnt. Muhâribe ile ilgilidir. Okuma yazma bilmeyen Esma, istenilen miktarı tartarak küçük şişelere doldurmakta ve kendisinden alışveriş yapan kadınların veresiye defterindeki hesaplarına borçlarını yazdırmaktaydı (İbn Sa’d, X, 284; İbn Hacer, I, 10).
Resulullah zamanında ticaretle uğraşan Müleyke, Kayletü’l-Enmâriyye gibi kadınların Dört Halife Dönemi’nde de ticarî faaliyetlerine devam edip etmediklerini kesin olarak bilmesek dahi çarşıda Şifâ bnt. Abdillah, Semrâ bnt. Nuheyk gibi ürün ve fiyat denetimini gerçekleştiren hanım muhtesiplerin görev almaları burada kadınların da satış yapmakta olduklarını düşündürmektedir.
Medineli kadınlar gerekli gördüklerinde haklarını bizzat aramak için doğrudan yetkililere başvurabilmekteydiler. Hz. Fatıma’nın Fedek arazisi konusunda Hz. Ebû Bekr ile bizzat görüşerek miras payını istemesi bu konudaki örneklerden yalnızca biridir. Gecelerini namaz kılarak, gündüzlerini ise oruçlu olarak geçiren kocasından şikâyetçi olan bir kadın, yine “Hayrı az, şerri çok diyerek” eşini halifeye şikâyet eden bir diğer kadın bu konuda zikretmemiz gereken örneklerdendir. Kendisini döven efendisini Halife Ömer’e şikâyet eden cariye (Mâlik b. Enes, Itk: 7) örneğinde olduğu gibi bu konuda cariyelerin de tıpkı hürler gibi özgüvenli davrandıkları görülmektedir (İbn Sa’d, II, 273; Buhârî, Humus: 1, Meğâzî: 14, Ferâiz:3; Müslim, Cihâd: 53, 54; İbn Şebbe, I, 196; Muhibbu’t-Taberî, I, 165; İbn Kesîr, VIII, 186; Zehebî, Târîh, V, 33).
Kadınların halifelere müracaat sebepleri sadece şikâyet değildi. Onlarla istişâre etmek de bu görüşmelerin bir diğer nedeniydi. Örneğin Akîl b. Ebî Tâlib ile Ali b. Ebî Tâlib’in kendisine evlenme isteği ilettikleri Fatma bnt. Utbe, konuyu Halife Osman ile istişâre etmişti (Belâzurî, II, 333-334). Kendisini Mücâdele Suresi’nin ilk ayetlerinin inişine sebep olan kadın olarak tanıdığımız Havle bnt. Hakîm, Hz. Ömer döneminde de etkinliğini devam ettirmiş ve pek çok kez halifeyle görüş alışverişinde bulunmuştur. Ümmü Varaka’nın toplumsal hayatta öne çıkan konumunu Hz. Ömer döneminde de devam ettirdiği, yine Ümmü Seleme’nin de dönemin etkin isimlerinden biri olduğu hatırlanmalıdır. Hz. Âişe’nin etkinliği ise her türlü izahtan vârestedir.
Kadınların Halife ile rahat görüşebilmelerinin yanı sıra evlilik gibi kendileri için son derece önemli konularda babaları ile rahat bir şekilde konuşabildikleri de görülmektedir. Örneğin, Hz. Ömer’in vefatından sonra dul kalan eşi Ümmü Gülsüm, kendisini evlendirmek istediğini söyleyen babası Hz. Ali’ye, “Ben, kadınların istediğini isteyen bir kadınım, kadınların dünyalık olarak aldığını almak, kendi işimi görmek isterim” demişti (İbn İshâk, 234). Yine Hz. Osman’ın da kızlarından birini evlendirmek istediğinde yanına oturup ona danıştığı rivâyet edilmektedir (İbn Ebî Şeybe, VI, 19).
Bilindiği üzere o dönemlerde kadınlar sosyal statü itibariyle hür ve cariye olarak birbirinden ayrılmaktaydı. Hür kadınların her ne kadar erkeklerle eşit toplumsal konuma sahip olmadıkları bilinse de onların cariyelerle de bir tutulmadıkları görülmektedir. Bunun en belirgin örneği kıyafet ve tesettür konusunda göze çarpmakta ve iki kesimin tesettür sınırları birbirinden ayrışmaktadır. Hz. Ömer’in elindeki kırbaç ile hür kadınlar gibi başını örtüyle kapatan bir cariyenin başına, örtüsü düşünceye kadar vurarak cariyelerin hür kadınlara benzememeleri gerektiğini söylemiş olduğuna dair rivâyet (İbn Sa’d, IX, 125),  bu ayrışmanın ortadan kalkmaması yönündeki kararlılığı ortaya koymaktadır. Cariyeler için sadece başlarını örtmeleri değil bir dış kıyafet olan cilbâbı giyinmeleri de yasaktı.
Kuşkusuz hür kadınlar ve cariyeler arasındaki farklılık sadece tesettür alanına özgü değildir. Öncelikle belirtilmesi gereken husus cariyelerin tıpkı bir ticarî mal gibi alım satıma konu olmaları ve pazarlarda da satılmalarıydı ki özellikle hadis literatürümüzde ve özellikle Musanneflerde bu hususa dair çokça rivâyet mevcuttur. Efendisinden çocuk dünyaya getiren cariyeler olan ümmü veledler Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekr dönemlerinde satılabiliyorken Hz. Ömer onların satılmasını yasakladı. Hatta bu hüküm düşük yapan cariyelere de teşmil edildi. Düşük yapmış ümmü veledi dört bin dirheme satan bir adama kırbacıyla vuran Hz. Ömer, “Kanı kanınıza, etleri etlerinize karışmışken siz de onların parasını mı yediniz” diyerek tepkisini dile getirmişti. Hz. Osman döneminde de devam eden bu yasak Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde kaldırılmış ve Hz. Ali, kendisinin de önceleri Hz. Ömer ile aynı görüşte olduğunu ancak daha sonra bu fikrini değiştirdiğini belirtmiştir (İbn Şebbe, I, 386). Halifelerin ümmü veledlerin dışındaki cariye ve esirlerin satışında da çocukların annelerinden ayrılmamalarını istedikleri bilinmektedir.
Cariyelerin devlete ait olup olmaması onların hukukî durumlarını da etkiliyordu. Devlete ait yani Beytülmâl’e kayıtlı olan cariyelere kimse dokunamıyor iken cariye kişiye ait ise tasarruf hakkı sahibinin oluyordu. Cariyelerle ilgili olarak o dönemden rivâyetlere yansıyan bir başka durum da evli olan cariyelerin hediye edildikleri veya satıldıklarıdır (İbn Ebî Şeybe, VI, 456; Beyhakî, V, 528). Ancak bu durumda bud’ denilen cariyeyle ilişkiye girme hakkı kocasına ödenmeden onunla birlikte olunamadığını da eklememiz gerekmektedir. Konuya dair bir anektot Abdurrahman b. Avf ile ilgilidir. Onun, gördüğü bir cariyeyi çok beğendiği ve sahibinden dört bin dirheme satın aldığı rivâyet edilmiştir. Ancak cariyenin evli olduğunu öğrenen İbn Avf, kocasına onu boşaması için beş yüz dirhem teklif etmiş, kocasının kabul etmemesi üzerine cariyeyi geri vermiştir (İbn Ebî Şeybe, VI, 457).
Medinelilerin cariyeleri ile ilişkiye girdikten sonra onu satmak istemeleri durumunda hamile olup olmadığını anlamak üzere cariye âdet görüp temizlenene kadar bekledikleri, hamile olmaması durumunda sattıkları bilinmektedir ki şayet beklemeden satarlar ve cariye de yeni efendisinin yanında doğum yaparsa mesele dava konusu olabiliyordu.
Kadınların tarafı oldukları dava türlerinin bir diğeri de kendilerine uygulanan şiddetle ilgiliydi. Bazı durumlarda halife, şiddet gören kadınlara diyet ödenmesine karar verebiliyordu. Bu durumların halife tarafından haksız olarak değerlendirilmesi diyet kararında etkili olmalıdır. Örneğin Osman b. Maz’ûn’un vefatından sonra hanımı, eşinin başka bir hanımından olan oğlu tarafından şiddet görmüş ve yüzünde yaralar açılmıştı. Şikâyet üzerine Hz. Ömer, kadına diyet ödenmesine karar vermişti (İbn Şebbe, I, 386). Bu tür davalar Dört Halife Dönemi Medine’sinde kadına yönelik şiddetin varlığını gösteren işaretlerden sadece biridir. Bazı isimlerin ise bu konuda özellikle belirginleştiğini söylemek mümkündür. Örneğin Zübeyr b. el-Avvâm’ın hanımlarına karşı çok sert davrandığı, çamaşır asılan çubukları onların üzerinde kırdığı rivâyet edilirken, Hz. Ömer’in de hanımlarını, hizmetçilerini hatta gelini Safiyye’yi dövdüğü nakledilmektedir. Her iki isimle de evlilik gerçekleştiren Âtike bnt. Zeyd evlenirken Hz. Ömer’e ve ondan sonraki eşi Zübeyr b. el-Avvâm’a kendisini mescide gitmekten alıkoymamaları ve ona vurmamalarını şart koşmuştu. (İbnu’l-Esîr, VIII, 182-183).
Bunun dışında Hz. Ömer’in dışarıya koku sürünmüş olarak çıkan kadınlara müdahale ve cezalandırmakla tehdit ettiği de anlaşılmaktadır. Esasen çeşitli rivâyetler Medineli kadınların yaşantılarında, giyim, kuşam ve süslenmelerinde zamanla değişikliklerin olduğunu ve kadınların bu konularda gittikçe daha rahat davranmaya başladıklarını göstermekteyse (Mâlik b. Enes, Kıble: 15; Buhârî, Ezan: 162) de bunu genele teşmîl etmenin yanlış olacağı kanaatini taşımaktayız.
Kadınların kullandıkları giysiler maddi imkânlara göre değişiklik göstermekteydi. Kadınlar dışarıda genellikle uzun elbise üzerine kaftan tarzı bir kıyafet ile bulunuyorlardı. Yüzlerini örterek dışarıya çıkan kadınlar olduğu gibi yüzünü açık bırakarak yabancı erkeklerle konuşanlar da vardı (İbn Asâkir, LXIX, 250-251). Bununla birlikte kadınların ince, şeffaf ve göz alıcı renklerde kıyafet kullanmaları sahabîler tarafından yasaklanmıştı. Örneğin Hz. Ömer, kadınların Mısır’da imal edilen kabatî türü kumaştan yapılan giysileri giyinmelerini çok ince olması nedeniyle yasaklarken sahabîler, çarpıcı renklerde ince kumaşlardan mâmul kıyafetlerin giyilmesine izin vermemekteydiler. Maddi zenginleşmenin yaşandığı dönemde ashâbın, hanımlarının giysileri için oldukça yüklü miktarda para harcadıkları da konuya dair rivâyetler arasındadır (İbn Sa’d, III, 55; Belâzurî, VI, 102).
Medineli kadınların süslenmek için çeşitli yollara başvurdukları, ellerine kına yaktıkları, bazılarının kına ile nakışlar yaptıkları, gözlerine ismid cinsi sürme çektikleri, yüz kıllarını aldırdıkları ve yüzlerinde çıkan sivilceleri tedavi ettirdikleri görülmektedir. Koku sürünme ve sürme çekmenin Medineli kadınlar arasında yaygın olduğunu gösteren bir rivâyette Hz. Osman’ın eşi Nâile’nin babasının, kızını gelin çıkarmak üzere geldiklerinde söylediği, “Senden daha güzel kokular sürünen Kureyş kadınlarından bir kadının üzerine gidiyorsun, gözüne sürme çek ve su ile güzelleş” şeklindeki sözleri yer almaktadır (İbn Şebbe, II, 111).
Kadınların süslenmesinin bir diğer yönü olan takılar ise, Resulullah döneminde de kullanılan bileklik, küpe, gerdanlık ve altın yüzüklerden oluşmaktadır. Bu takılar evlenen kızlarına babaları tarafından da takılabiliyordu. Bunun bir örneğini de Abdullah b. Ömer’in kızlarına hediye ettiği altın takılar oluşturmaktadır.
Kızların gelin olmalarından önceki senelerde yaşadıkları bir hadise de sünnet edilmeleriydi. Bu vesile ile yemek davetleri ve törenler de düzenlenebilmekteydi. Örneğin Zeyd b. Sâbit kızını sünnet ettirmesi nedeniyle Muhâcir ve Ensâr’ı davet ettiği bir yemek vermiş, birden fazla yemek çeşidinin ikram edildiği davette bir şarkıcı da şarkılar söylemişti (İsfehânî, XVII, 120).
Buraya kadar aktardıklarımız, kadınların sosyal hayatta etkin ve görünür olduklarını ortaya koymaktadır. Ancak hür kadınların iddet süreleri içerisinde bazı kısıtlamalarla kayıtlı olduklarını da belirtmemiz gerekmektedir. Şayet eşinin ölümünden dolayı iddet bekleyen kadın hamile ise mutlaka eşlerinin evinde doğum yapması sağlanıyordu. Babasının evine ziyarete giden böyle bir kadının doğum sancıları çekmeye başladığı Hz. Osman’a haber verildiğinde Halife, kadının kendi evine nakledilmesini istemişti. Hz. Ali ise kızı Ümmü Gülsüm’ü eşi Hz. Ömer vefat ettikten yedi gün sonra başka bir eve nakletmiştir ki bu durum, yasağın hamileleri kapsadığını düşündürmektedir. Bunun yanında iddet içerisindeki kadınların hac ve umreye gitmeleri yasaklanmış, hatta gidenler yoldan geri döndürülmüştür (Mâlik b. Enes, Talâk: 88; İbn Ebî Şeybe, VI, 569). Şayet kadın eşinden boşanmasının akabinde iddet bekliyor ise onun için bu yönde herhangi bir kısıtlama getirilmiyordu. Öyle ki maddi durumu iyi olan Zübeyr b. el-Avvâm, Medine’de yaşayan böyle kadınların iddet süreleri içerisinde kalabilecekleri bir ev tahsis etmişti. İddet süresinin sonunda kadınların genellikle başka evlilikler yaptıklarını ve bunun o toplumda olağan bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Cafer b. Ebî Tâlib’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekr ile evlenen Esma bnt. Umeys onun vefatından sonra da Hz. Ali ile evlenmişti. Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm, eşi Hz. Ömer’in vefatından sonra Avn b. Ca’fer ve onun vefatından sonra da Muhammed b. Ca’fer ile evlenmişti. (İbn İshâk, 234, 235).
İddet sürecindeki kadınlara yönelik sosyal yardımlaşmanın bu örneğinin yanında bir başka yardımlaşma örneğini de ebeveyni vefat eden kızların ve dul kadınların himâye altına alınması oluşturmaktadır. Anne babasını kaybeden ve velisi bulunmayan kızlar evlenme yaşı gelinceye kadar bir Medinelinin yanında kalabiliyor ve onun himâyesine giriyordu. Örneğin Ebû Zer, Rebeze’de vefat ettiğinde Hz. Osman onun kızını himâyesine almış ve kendi ailesinin yanına yerleştirmişti (İbnu’l-Esîr, I, 565). Ömer, kocasının oğlu ile evlenen Müleyke’yi Manzur’dan ayırdığı zaman, “Bu kadını himayesine kim alacak?” diye sormuş, Abdurrahman b. Avf’ın “Ben” diye cevap vermesi üzerine Müleyke onun evine yerleştirilmişti (İbn Hacer, VI, 142).
Herhangi bir suçu tespit edilen Medineli kadınlara, halifeler tarafından çeşitli cezaların verildiği de görülmektedir. Örneğin kendine ait köle ile evlenmek isteyen bir kadın ve kölesi, Halife Ömer tarafından kırbaçlatılmıştı. Yine Hz. Ömer’e kocasına karşı âsi olduğu suçlaması ile getirilen bir kadına Halife’nin verdiği ceza kadının üç gün boyunca içerisinde fazla çöp bulunan bir eve hapsedilmesi olmuştu. Sürenin sonunda kadına, “Halinden memnun musun?” diye sorulduğunda kadının, “Kocamla evlendiğimden beri hapsedildiğim şu üç gün dışında rahat yüzü görmüş değilim” cevabını vermesi üzerine Hz. Ömer, kadının kocasına “Kulağındaki küpeler dışında her şeyini alıp onu boşa” demiştir (İbn Ebî Şeybe, VII, 376). Yine zina eden kadınların Medine dışına sürüldüğüne dair de rivâyetler mevcuttur.
Rivâyetlerin genelinden çıkardığımız sonuç dönemin Medine’sinde kadının bir birey olarak kabul edildiği, onların da kendilerini toplumsal hayattan uzak görmedikleri ve bu hayata katılımlarında kayda değer bir sorun yaşamadıkları şeklindedir. Ancak her dönemi kendi şartları çerçevesinde değerlendirmek mecburiyetinde olduğumuzu, hadise ve olguları günümüzün bakış açısıyla yorumlamanın bizi yanlış sonuçlara ulaştırabileceğini de vurgulamamız gerekmektedir. İslâm toplumlarında kadının konumunun giderek kadın aleyhine ve gerileme diyebileceğimiz süreçler yaşadığı genellikle kabul gören bir düşüncedir. Bu düşüncenin doğruluğu veya yanlışlığının görülebilmesi ve toplum yaşamında kadının yerinin İslâm’ın ilk dönemleri ile kıyaslanabilmesi için Dört Halife Dönemi sonrasında kadının sosyal hayattaki konumuna dair çalışmaların yapılması lüzumu kendini hissettirmektedir.



1 yorum:

  1. Netameli bir konu olan köle ve cariye konusunu, Arab örfü ile bezenmiş dini hayatın kuşatmasından ve değer yargılarından soyutlayarak objektif bir yoruma- kritiğe tabi tutmak henüz başarılmadı gözüküyor.. yazarın kitabı arab toplumun islam etkisinde yazılanların bir nakili.. Halbuki TÜRK tarihi ve toplumunun kadına verdiği değerin Arab toplumundan çok üstün ve insani olduğu ortada lakin islamist söylem TÜrk'e alerjisinden baskıcı "islam" devlet toplumlarının şaibe devrelerinden o alana özellikle girmemektedir.

    YanıtlaSil

Yazarlar