21 Aralık 2016 Çarşamba

Kitap Tanıtımı: Tarih-i İslâm

Tarih-i İslâm, Filibeli Şehbenderzâde Ahmed Hilmi (1333/1914), Konstantiniye: Hikmet Matbaası, 1908. 1 c’de 2c. (671 s.)[1]

Filibeli Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, İslâm tarihi ilgili bu çalışmasını, Abdullah Cevdet tarafından tercüme edilen oryantalist Dozy’nin eserine reddiye maksadıyla yazmıştır. Fakat “Dozy şöyle diyor, biz böyle diyoruz” şeklinde bir tenkit ve reddiye yazmamış; İslâm tarihinin seyrini ortaya koyarak, yeri geldikçe izhar-ı hakikat etmeğe çalışmıştır. Bu açıdan “Tarih-i İslâm” idarî ve siyasî bir tarih kitabı olmaktan ziyade hikemî bir tarih hüviyetindedir.

Tarih-i İslâm’ın ilk bölümünde (bahis) (109-127) Arap yarımadasının tabiî ahvalinden bahsedilerek yarımadanın mevkii, hududu, yüzölçümü, tabiî şekli, dağları, nehirleri, sahil ve adaları, iklim ve havası, mahsulat, hayvanat ve servet kaynakları hakkında bilgi verilmiştir. Yine bu bahiste Arapların Arab-ı Aribe ve Arab-ı Müsta‘ribe diye ikiye ayrıldıkları ifade edilerek Araplarda ensâb ilminin önemi üzerinde durulmuştur.

İkinci Bahis (128-138) “İslâm’dan Evvel Araplar” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde İslâm’dan evvel Arapların manevî ve dinî hallerini ölçülü olarak tetkik ve tenkit edilmesi gerektiği ifade edilmektedir. İslâm’ın zuhurundan evvel Araplar arasında Hz. İbrahim (a.s.) dininden kalma bazı fikirler Yahudilik, Hıristiyanlık ve çeşitli inançlar mevcut olduğu, fakat İslâm’ın Araplarda hasıl milli tekâmül neticesinde meydana gelen bir şey olmayıp, sırf Hz. Muhammed’in zuhurunun eseri olduğu anlatılmaktadır. Müsteşriklerin bu konudaki bazı fikirleri çürütülmektedir.

“İslâm’ın Zuhurundan Evvel Dünya Ahvâli” başlığını taşıyan üçüncü bölümde (138-144) Müellif, İslâm’ın zuhurundan önceki İran medeniyetini, Romalıları, Yunan medeniyetini, İbranileri ve umumî olarak dinî ve ictimaî vaziyeti değerlendirerek bütün beşeriyet tarihinde görülen en büyük harikanın “Cenab-ı Nebî (s.a.s.)” olduğunu açıklamaktadır.

Dördüncü Bahis (145-152) “Veladetten Bi’set’e Kadar” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in doğumu, çocukluk ve gençlik devresi, Bahira ile görüşmesi anlatılmaktadır. Bu arada rahip Bahira’nın Hz. Peygamber’e nübüvvet, ilim ve sanat öğrettiği şeklindeki bazı müsteşriklerin uydurdukları hurafe, şiddetle reddedilmektedir. Ayrıca Resûl-i Ekrem’in nübüvvet öncesi ibadet ve tefekkürü, Hz. Hatice ile evliliği ve risâlet başlangıcından bahsedilmektedir.

Beşinci Bahis (153-167) “Hz. Muhammed’in Risâleti” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde de vahiy ve nübüvvetin hakikatı hakkında salim bir fikir ortaya koyabilmek için hakikat-ı ilahî ile ilgili İslâm dininde mevcut emanetler, rumûzât ve hatta sarih beyânatı nazar-ı itinaya almanın lüzûmu üzerinde durulmaktadır. Bunun yanında nübüvvet, velâyet, keşif, rüya, ilham ve vahiy hakkında materyalist ve pozitivistlerin ortaya attıkları iddialara cevaplar verilmektedir.

Altıncı Bahis (168-191) “Bi’setten Hicret’e Kadar” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, ilk önce Kureyşlilerin nübüvveti kabul şekli ele alınmaktadır. Sonra Sprenger, Dozy, Muir, Weil gibi müsteşriklerin vahiyle ilgili hakikat dışı iddialarına cevap verilmektedir. Özellikle Dozy’nin, vahyi bir hastalığa benzetmesi düşüncesi tenkit edilmektedir. Yine bu bahiste Kur’ân-ı Kerîm’in tesiriyle hemen müslüman olanlar, Müslümanların Habeşistan’a hicreti, Garanik meselesi ve Taif seferi anlatılmaktadır. Ebû Talib’in imanı hakkında ittifak yok ise de iyi düşünüldüğünde onun “iman” denilen manevî keyfiyetten tamamen hisseyâb olduğu fakat müslümanlığını izhar etmediği ifade edilmektedir.

Peygamber’in Mi‘racı bahsinde (192-201) mi‘rac hakkında maddî ve manevî diye iki görüşe işaret edilerek cismanî bir mi‘raca kail olmanın İslâm’ın aslî akidelerine tamamen zıd olduğu iddia edilmektedir. Bu bölümde bir istidrat yazan Ziya Nur, Mi‘rac ile alakalı muhtelif rivâyetleri zikrederek “Ümmetin umumî telakkisi Elmalı’nın da dediği gibi, Mi‘racın ruh meal-cesed yani maddî ve manevî olduğu yolundadır” demektedir.

“Hicret’ten İrtihale Kadar” başlığını taşıyan Sekizinci Bahis’te kısaca Hz. Resûl-i Ekrem’in Hicreti, Medine-i Münevveredeki Mescid’in inşası ve Hz. Peygamber’in müşriklerle yapmış olduğu savaşlar anlatılmaktadır. Bu savaşlar içerisinde özellikle Bedir’in önemi üzerinde durulmaktadır. Diğer savaşların tafsilatına girilmemektedir.

Dokuzuncu Bahis (225-236) “Peygamberin (s.a.s.)’ın Hayatı” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in kimseyi haksız yere öldürmediği, Rasûlullah’ın medenî hareketleri ve muameleleri, Zeyd ve Zeyneb kıssası, Ifk vak‘ası anlatılmakta, Rasûlullah’ın çok eşliliğini tenkit eden müsteşriklere tatminkâr cevaplar verilmektedir.

Onuncu Bahis (237-248) “İrtihal ve İrtihal Esnasında Erkân ve Müslümanlığın Durumu” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in yetiştirdiği mümtaz şahsiyetler, Cenab-ı Peygamber’in maişet şekilleri ele alınmaktadır. Yine bu bölümde Hz. Peygamber’in irtihalı sırasında cereyan eden hadiseler anlatılmaktadır.

Onbirinci Bahis (249-258), Hz. Peygamber’in şemâili, ahlâkı ve hususiyetleri ile onun terekesinden bahsetmektedir.

Onikinci Bahis (259-267) “Felsefe ve Sosyoloji” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde İslâm ictimaiyatının esaslarının, i‘tisam ayetlerinde (Al-i İmran; 103-105) telhis olunduğu ifade edilmekte ve İslâm’ın üzerinde kâim olduğu temel umdeler sıralanmaktadır.

Onüçüncü Bahis (268-274) “İslâm Dini” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde İman ve İslâm metodu, Allah’a iman, Peygamberlere iman, Ahirete iman ve tevhidî fikir anlatılmaktadır.

“Mühim Meseleler” başlığını taşıyan Ondördüncü Bahis’te (275-287) Alemin yaratılışı, hudûs ve kıdem konuları ele alınmaktadır. Müellif, vahdet-i vücuda kail ve taraftar olduğu için “hudus”u kabul etmemektedir. Melekler ve cinlerin mahiyetleri üzerinde duran Müellif, “Garanik” meselesinde fazla izahata girişmemekte ve bu kıssanın vukuunu kayd-ı ihtirazıyla kabul eder görünmektedir. Eseri sadeleştiren Ziya Nur, Garanik hadisesinin vaki‘ olmadığını isbat etmeğe çalışmaktadır.

Onbeşinci Bahiste (288-295) “Ruh ve Garibeleri” başlığı altında, tecrübe ve kaideleri şaşırtan halet-i ruhiyeye değişik misaller verilerek bazı rüyalar, sunuhat, hiss-i kable’l-vuku‘, keşif, vahiy ve ilham gibi konular ele alınmıştır.

Onaltıncı Bahiste (296-306) “Dinlerin Mukayesesi” başlığı altında, İslâmiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik, bugünkü durumlarıyla tetkik edilerek mukayese edilmiştir. Ayrıca her birinin dayandığı ahlakî hükümler ortaya konulmuştur.

Onyedinci Bahis (307-312) “Hükûmet Şekli ve Şûra Erkânı” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in hükûmet şeklinin “Meşrûtî” olduğu düşüncesi savunulmuş, O’nun meşveret usulü, uhuvvet, müsâvât, adalet ve hürriyet anlayışı açıklanmıştır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in istişare ettiği şahıslar hakkında bilgi verilmiştir.

Birinci cildin son bölümü olan Onsekizinci Bahis (313-320) “Ashab’ın Mertebeleri ve Fazilet Meselesi” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in siyaseti ve hükûmeti ve O’nun ashâbın erkânı arasında tesis ettiği muvazenenin dakikliğine işaret edildikten sonra ashabın Rasûlullah’a bağlılık ve fedakârlıkları ile birbirleri hakkındaki fikirleri serd edilmeye çalışılmıştır.

İslâm Tarihi’nin ikinci cildi, Hulefa-yı Raşidîn döneminden Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadarki bir dönemi ihtiva etmektedir. Birinci Bahis (321-335) “İlk İhtilaf” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde Hz. Peygamber’in irtihalinin akabinde ortaya çıkan hilafet meselesi ele alınmaktadır. Müellif, Hz. Peygamber’in kendisinden sonra İslâm riyâsetine geçmesini arzu ettiğini ifade etmektedir. Daha sonra Benî Saide sakifesinde husûle gelen tartışmaları ve halife seçimini değerlendirmektedir. Bu arada hilafet konusundaki Ehl-i Sünnet ve Şîa’nın düşüncelerini de kısmen zikretmektedir.

“Ebû Bekir’in Hilafeti” başlığını taşıyan İkinci Bahiste (336-355) Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer ile Hz. Ali arasında geçen muhavereler ve Hz. Ali’nin biatı anlatılmaktadır. Hz. Ebû Bekir devrinin en önemli hadisesi olan irtidat savaşları tehlikesine işaret edilerek zekat vermeyenlere karşı İslâm halifesinin sebatkâr tutumuna dikkat çekilmektedir. Bunun yanı sıra Hz. Ebû Bekir’in idarî dehası ve vicdanî istiklali hususunda da ikazda bulunulmaktadır.

“Hz. Ömer’in Hilafeti” başlığını bölümde (356-368), Hz. Ömer devrinin hususiyetleri, devlet gelirlerinin dağılımı, Hz. Ömer’in hizmetleri, ahlakı, siyaset tarzı, yaralanması ve şehadeti anlatılmıştır.

“Hz. Osman” başlığını taşıyan bölümde (369-390) Müellif, Cevdet Paşa’nın bazı fikirlerini kısmen cerh ve tenkit etmektedir. Hz. Ömer’in halife intihabı için teşkil ettiği şûranın faaliyetlerini tetkik eden Yazar, Hz. Ali’yi, Hz. Osman’a tercih etmekte ve Hz. Osman’ı bazı noktalarda tenkit etmektedir.

“Muhakeme” başlığını bölümde (391-399) Müellif, Hz. Osman’ın iradesinin zayıf olduğu ve böyle bir zatın devlet reisi olmasıyla Muaviye’nin emeline nail olduğunu ifade ederek Haşimîlerin kötü idareden, hele Mervan ve genç Emevîlerin tahkir ve tecavüzlerinden ziyadesiyle mutazarrır olduklarını belirtir.

“Hz. Ali’nin Hilâfeti” başlığını taşıyan bölümde (400-412): “İmâm Ali’nin hareketleri tenkid ölçülerinden geçilirse, ilk önce hasıl olan hakim his, hayret ve şaşırmadır. Eğer muhakeme sathıyatta bırakılırsa, İmam-ı Ali’yi siyaset fıkdanı ve dirayet noksanlığıyla itham etmek mümkündür.” denilerek Hz. Ali’nin siyasî hareketlerini değerlendirmek için bir kıstas getirilmektedir. Daha sonra Cemel ve Sıffîn savaşlarından söz edilerek bu savaşlarda Hz. Ali’nin kesin olarak haklı olduğu savunulmaktadır.

İkinci Cildin Yedinci Bahsinde (413-420) Emevîlerin devrini ele alan Yazar, Muaviye devrine “fetret devri” namını veren tarihçileri tamamen haklı bulmaktadır. Emevî devresini pek az müstesnasıyla İslâm’ın hakikatinden uzaklaşıldığı bir devre olarak görmektedir.

“İlk Hukukçular ve İlk Mezhepler” başlığını taşıyan bölümde (421-453) Ehl-i Sünnet mezhebi ile Şîa’nın ortaya çıkışı ve bu mezhepler arası tefrikanın ne yolda genişlemiş olduğu ve nasıl bugünkü hale geldiği tetkik edilmektedir. Müellif yaygın kanaatin aksine, “Bir kimse Ehl-i Sünnet’e mahsus esas akideleri kabul edip de Ali’yi, Ebû Bekir’e üstün tutsa, Ehl-i Sünnetlikten çıkmaz” görüşünü savunmaktadır. Bu bölümde Müellif, Şîa ve Harici fırkalar ile Mutezile mezhebi hakkında geniş malumat vermektedir. Müteakip bölümde (454-488) ise Müellif, Mürcie, Neccariye, Cebriye, Hulûliye, Müşebbihe gibi mezheplerin fikirlerini umumî hatlarıyla ortaya koymakta ve varsa şubelerini ayrı ayrı ele almaktadır. Bu bölümde tasavvuf ve mutasavvıflara da geniş yer veren Yazar, tasavvufla ilgili ileri sürülen bazı görüşleri değerlendirmeye tabi tutarak tasavvufun menşeinin Kur’ân ve hadisler olduğunu açıklamaktadır.

“Tasavvufun Safhaları ve Müfrit Meslekler” başlığını taşıyan bölümde (489-494) Tasavvufun üç aşamasından söz edilmiştir. Birinci devre: Hz. Peygamber’den Cüneyd’e kadar, ikinci devre: Cüneyd’den Muhyiddin’e kadar, üçüncü devre: Muhyiddin, muasırları ve onu takip edenler. Tasavvufun ictimaî ve ahlakî tesirlerinden de söz edildiği bu bölümde, tasavvufun yükselmiş devirlerinde ne kadar büyük hizmetleri görülmüş ise, inhitat devirlerinde de o kadar fenalıkları olmuştur, görüşü hulasa olarak kabul edilmiştir.

“Batınîye, Hurufîye” başlığını taşıyan bölümde (495-509) Şîa ile tasavvuf arasındaki irtibatı ele alan Yazar, İsmailiye mezhebini Şîa’daki ve tasavvuftaki fikirlerin ifrat ve suistimalinden mürekkep bir mezhep olduğunu söyler. Avrupalılarca Batınîler hakkında birçok tetkiklerin yapılmış olduğunu belirten Müellif bu konudaki Dozy’nin tetkiklerinden bazı iktibaslar yapar. Müellif, Batınî mezhebini, Hind ve İran’ın garip felsefeleri ve ilimleriyle tasavvufî bahisleri toplayan bir acayiplik halitası olarak değerlendirir. Hurufilik mezhebi hakkında bazı bilgiler verdikten sonra bu mezhebin İran ve Osmanlı mutasavvıfları ve şeyhleri üzerindeki tesirini anlatır.

“Abbasîler Devri” başlığını taşıyan bölümde (510-520) Abbasiler ile Emevîler mukayese edilerek Abbasilerin de Emeviler kadar Ehl-i Sünnet’e eza ettikleri beyan edilmektedir. Abbasilerin yükseliş döneminde İslâm’ın durumundan bahsedildikten sonra inhitat sebepleri üzerinde durulmaktadır.

 “Alevîler, Endülüs Müslümanları” başlığı (521-527) altında, Ehl-i Beyt’in hakiki mensuplarının kimler olduğu açıklanarak imâmet sırasının, gerek Şîa, gerekse tasavvuf mensubu olan Sünnîler arasında aynı olduğu ifade edilmiştir. Alevilik namına en mühim tesir yapan Fatımîlerin ise, Ehl-i Beyt ile hakikatte bir münasebetlerinin olmadığı izah edilmiştir. Endülüs’teki ilmî ve fikrî hareketlere de değinilerek Doğu’daki İslâm devletleri ile olan farklılıkları göz önüne serdedilmiştir. Daha sonraki bahiste (528-536) ise Afrika’da İslâm’ın yayılışı anlatılmaktadır. Berberilerin bilhassa Haricîliğe pek ziyade meyil gösterdikleri belirtilerek Afrika’daki Murabitûn hareketlerinde ve Haricîler tarafından icat edilen sahte bir dinden söz edilmektedir.

“Türkler ve İslâm” başlığı (537-545) altında İslâm’ın zuhuru sırasında Türklerin yaşadığı bölgeler, onların ibtıdaî dinleri anlatıldıktan sonra Türklerin İslâm’a hizmetleri ve Ehl-i Salib istilasına karşı gösterdikleri büyük müdafaalarından bahsedilmektedir. Diğer taraftan Dozy’nin Türklerin İslâm’a giriş şekilleri hakkındaki garazkârane fikirleri tenkid edilmektedir.

“Ehl-i Salib” başlığı (546-562) altında, Haçlı seferlerinin sebepleri, Avrupalıların kitaplarından iktibas edilerek değerlendirilmektedir. Ehl-i Salib istilasından İslâm âlemini müdafaa eden Türklerin hizmetlerine dikkat çekildikten sonra bu savaşlar vasıtasıyla Haçlıların İslâm medeniyeti ile tanıştıklarından dolayı korkunç cehaletlerinin bir kısmından kurtuldukları zikredilmektedir.

“Moğollar ve İslâm” başlığını taşıyan bahiste (563-571) Moğolların zuhuru, onlarla Harzemşahlar arasındaki mücadele ve Harzemşahların mağlubiyeti, Moğolların İslâm âlemine akın etmesinin sebepleri, Moğol istilası sırasında Abbasî hilafetinin durumu gibi konular ele alınmaktadır. Cengiz Han’ın kavmiyet adına hareket ettiğini ve herkesi istediği dini seçmekte serbest bıraktığı ifade edilmektedir. Moğolların Hıristiyanlığı kabulleri halinde İslâm’ın nasıl felaketlere duçar olacağı konusunda Dozy’nin beyanâtı iktibas edilmiştir. Son olarak da Moğolların İslâm’a hizmetleri anlatılmıştır.

Onsekizinci Bahiste (572-589), tarikatlar, tarikatların aldığı ehemmiyet ve sebepleri, ilk tarikatlar, tarikatların ictimaî tesirleri ele alınmaktadır. Tarikatların tesirlerinin muhit ve zamana göre şiddet gösterdiği ifade edilerek İran, Hint, Türkiye ve Afrika’daki tarikatların hususiyetleri zikredilmektedir.

“Osmanlı Türkleri” başlığı (590-596) altında, Osmanlıların zuhuru sırasında İslâm âleminde inhitat alametlerinin görünmeye başladığı, Osmanlıların zuhuru ile bu inhitatın durdurulduğu belirtilmektedir. Bin senelik İslâm tarihinde ilk Osmanlı Padişahlarının, beylerinin, âlimlerinin ve faziletli şahsiyetlerinin adilane, müşterek himmetleriyle husûle gelen idarenin benzerinin başka devletlerde görülemediği ifade edilmektedir. Osmanlı fütûhatını temin eden şeyin, yalnız din ve ahlak olduğu söylenmektedir. Bu arada Osmanlıların zuhuru sırasında Selçukîler ve Memlukîler gibi diğer İslâm devletlerinin durumundan da bahsedilmektedir.

“Vehhabiler ve Bazı Teşebbüsler” başlığı (597-609) altında, İran’da saltanat tahtına geçmiş olan Nadir Şah’ın, İslâm’ın en büyük hükümeti olan Osmanlı Devleti ile aralarındaki mezhebî ayrılık ve düşmanlığı izale emeline düştüğü ifade edilmiştir. Sultan Mahmud inkılabları ise din nokta-ı nazarından son asırlarda emsali görülmeyen bir himmet olarak değerlendirilmektedir. Avrupa münekkidlerinin Vehhabi mezhebini Protestanlığa benzetmeye çalıştıkları ne var ki böyle bir benzetmenin zannî ve sathî olduğu görüşü savunulmuştur. Vehhabileri müsbet bir şekilde ele alan Dozy’nin görüşleri tenkit edilerek bu mezhep reislerinin dinî bir maksat değil, siyasî bir emel takip ettikleri ortaya konulmaya çalışılmıştır.

“İnhitat ve Sebepleri” başlığı (610-615) altında, ilk önce İslâm’ın akla, ilme ve fenne verdiği değer ele alınarak inhitat sebepleri üzerinde durulmuştur. Kader meselesini yanlış telakki etmek, şekilcilik, terakki düşmanlığı, din hissinin zaafiyeti bu sebepler arasında sayılmıştır.

“İslâm’ın İnhitatı” başlığını taşıyan bölümde (616-620), İslâm medeniyetinin diğer medeniyetlerle çarpışması sonucu bir karışıklığın ortaya çıktığı ve kavimlerin hususi istidatları, İslâm’ın manevî medeniyetine hususî simalar, değişik mecralar verdiği zikredilmiştir. İslâm’ın Hıristiyanlık ve yeni Avrupa medeniyeti karşısındaki durumu da ele alınarak gerileme sebepleri tarihî seyir içerisinde serd edilmeye çalışılmıştır. Daha sonraki bölümde (621-649) ise, İslâm’ın bugünkü durumunu iyi bir şekilde muhakeme etmenin ehemmiyeti üzerinde durulmuştur. Bir topluluk veya bir millet, duraklama ve çöküş sebeplerini bilmedikçe, terakki ve tealî sebeplerini hazırlamayacağı gayet açık bir şekilde ifade edilmiştir. Daha sonra Dozy’nin tarihindeki “İslâmiyet’in hâl-ı hazırı” faslının ihtiva ettiği müslüman nüfusu, Şîa dünyası, İslâm’ın intişarı, vahdet, dinî his vb. önemli noktalar birer birer teşrih ve tahlil edilmiştir. Hülasa olarak İslâm’ın bugünkü durumunun yeis verici olmadığı Müellif tarafından ifade edilmiştir.

Kitabın son bölümü (650-671) “Islahat ve İstikbal” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, Islahat meselesinin, istikbale ait, hayat ve memat meselesi olduğuna dikkat çekilerek Müslümanların bu konuda uyanık olmaları talep edilmektedir. İslâm dininin rakibi ve muarızı, diğer bir din değil, hür düşünce” ile “ilim ve felsefe” olduğu ifade edilerek bugünkü ilim ve fenlere, Avrupa zihniyet ve teşkilatına vakıf ulemanın yetişmesiyle Müslümanların meselelerinin hal olacağı fikri savunulmaktadır. Bilhassa ictihad meselesi üzerinde durularak, İslâm aleminde, hakikaten faziletli ve ilim sahibi olan 40-50 kadar alimden mürekkep bir “Meclis-i Ali-i İctihad” meydana getirmenin tek çare olduğu, İslâm Hilafet makamının yanında ve himayesinde, dünyadaki müslüman kavimlerin meşhûr mütefekkirlerinden teşekkül edecek böyle yüksek bir heyetin çalışmaları neticesinde vücuda getirilecek faydalı ictihadların Müslümanlarca düstûru’l-amel olarak kabul edileceği belirtilmektedir.

Görüldüğü gibi merhum Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi Bey’in “Tarih-i İslâm” adlı değerli eseri bugünkü ilim adamlarının müstağni kalamayacakları bir çalışma hüviyetini taşımaktadır. Eser okuyucularına yeni ufuklar kazandıracak vasfa sahiptir. Müsteşriklere ait eserlerin Türkçe’ye tercüme edildiği ve onların mantığına göre yapılan çalışmaların hız kazandığı şu sıralarda böyle eserlerin ehemmiyeti daha da artmaktadır.



[1] Bu çalışma hazırlanırken kitabın aşağıdaki baskısından ve mütercim Ziya Nur’un açıklamalarından da yararlanılmıştır: Filibeli Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, İslam Tarihi: Hazreti Peygamber’den Zamanımıza Kadar, (çev. Ziya Nur), 2. bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul 1982, XXXVIII, 846 s.

Yazarlar