10 Aralık 2019 Salı

Hz. Peygamber’in (s.a.s) Vefa Örnekliği


Prof. Dr. Adem APAK
Görülen iyilikleri unutmama, kendisine iyilikte bulunanlara aynısıyla veya daha güzeliyle karşılık vermeye vefa, bu şekilde davrananlara ise vefakâr adı verilir. Şüphesiz insanda bulunması gereken güzel huylardan birisi de vefa duygusudur. Vefakârlığın zıddı nankörlük olup iyiliğin değerinin bilinmemesi veya iyiliğe karşılık kötülükle davranmak anlamına gelir.

Vefa aynı zamanda sevgide, dostlukta ve bağlılıkta devamlı olmak demektir. İnsan için en büyük vefakârlık kendisini yaratan ve kendisine rızık veren Allah’ı unutmayıp ona kulluk etmek, en büyük nankörlük ise insanın Yaratıcısını inkâr edip hayatını ona karşı çıkmakla geçirmektir. Allah, insanın bu özelliğine dikkat çekerek uyarılarda bulunur:
“Şüphesiz insan Rabbine karşı çok nankördür”. (Âdiyât, 100/6), “Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım, eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çetindir”.(İbrahim, 14/7), “Allah’ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helâk yurduna sürükleyenleri görmedin mi? Onlar cehenneme girecekler. Orası ne kötü bir yerdir”. (İbrahim, 14/28-29), “Biz insana önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunuyoruz”. (Lokmân, 31/14).
Vefa konusunda Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurur: “İnsana teşekkür etmeyen kimse, Allah’a da şükretmez”. (Ebû Dâvûd, “Edeb” 11; Tirmizî, “Birr” 35).
Vefakârlığın en büyük örneklerini şüphesiz Peygamberimizin davranışlarında görmek mümkündür. Nitekim çocukluğundan itibaren kendisine yardımcı olan Ümmü Eymen’e de saygı göstermiş, sürekli olarak ona “Sen benim ikinci annem sayılırsın” sözleriyle iltifatta bulunmuştur. (Müslim, “Fedâil”102).
Anlatıldığına göre bir gün Peygamberimiz Hz. Âişe ile beraberken yanlarına Cessâme el-Huzelî isimli bir hanım gelir. Kendisi bu ihtiyar kadına iltifat edip hâlini hatırını sorup pek çok iltifatlarda bulunur.  Yaşlı hanım gittikten sonra Allah Rasûlü’nün (s.a.s) ona gösterdiği ilgi ve alâkası dikkatinden kaçmamış olan Hz. Âişe bu kadının kim olduğunu sorduğunda şu cevabı alır: “Hatice’nin arkadaşı olup onun sağlığında bize gelip giderdi. Kuşkusuz ahde güzel bir şekilde vefâ göstermek îmandandır”. (Hâkim, Müstedrek ale’s-Sahîhayn, I, 62).
Vefa aynı zamanda sözünde durmak anlamındadır. “Sözünde durmak, verdiği sözlere ve yaptığı antlaşmalara bağlı kalmak, özü ve sözü doğru olmak” anlamlarına gelen ahde vefa ya da kısaca vefa, Kur’ân ahlâkının en önemli ilkelerinden biridir. Çünkü Kur’ân’da ahde uygun hareket edilmesi imândan sayılmış, Allah ile yaptıkları antlaşmaya bağlı kalanlara büyük ödüller vaad edilmiştir: “Sana bîat edenler ancak Allah’a bîat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir  Verdiği sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur  Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâfat verecektir”.(Fetih, 48/10). Buna karşılık Allah’a karşı sözlerini yerine getirmeyenlerin âhirette kaybedenlerden olacakları haber verilmiştir: “Şüphesiz, Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler var ya, işte onların âhirette bir payı yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir”.(Âl-i İmrân, 3/77).
 Hz. Peygamber (s.a.s) de “Emânete sahip çıkmayanın imanı yoktur, sözünde durmayanın da dini yoktur”.(Ahmed b  Hanbel, Müsned, III, 135), “Dört özellik vardır; kimde bunlar bulunursa o kimse gerçek münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan (ikiyüzlülükten) bir özellik var demektir: Kendisine emanet edilene sahip çıkmaz, konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, düşmanlıkta haddi aşar” (Buharî, “Îmân”24, “Mezâlim” 17; Müslim, “Îmân” 106; Tirmizî, “Îmân” 14) sözleriyle Müslüman için ahde vefanın ehemmiyetine işaret etmiştir.
Allah Rasûlü (s.a.s) hayatı boyunca ahde vefanın güzel örneklerini vermiştir. Anlatıldığına göre Akabe Biatleri’nde Medîneli heyetin içerisinde bulunan Ebu’l-Heysem isimli biri “Ey Allâh’ın Rasûlü, biz sana bağlılık yemini edip söz verdikten sonra, Allah sana tekrar kavmine dönecek güç ve kuvveti verirse senin onlara dönüp bizi bırakmandan endişe ederiz.” demesi üzerine, Peygamberimiz şöyle cevap vermiştir:
“Sizin kanınız benim kanımdır. Sizin affınız, benim affımdır. Ben size katılıyorum, siz de bana katılıyorsunuz. Siz kiminle düşman olursanız, ben de onunla düşman oluru. Siz kiminle barış yaparsanız, ben de onunla barış yaparım”. (İbn Hişâm, es-Sîre, II, 85-87).
Peygamberimiz gerçekten de sonraki hâdiselerde dediğini yapmıştır. Tarih, Allah Rasûlü’nün (s.a.s) sözüne bağlı kaldığına, kendisine kucak açanları hiçbir zaman unutmadığına ve onları hep iyilikle andığına tanıklık eder:
Kendisine yeni bir yurt aramak için Tâif seferinden mahzun bir şekilde dönen Peygamberimiz’in Mekke‘ye girebilmesi için kendisinden himaye görebileceği bir Kureyşli bulması gerekiyordu. Üstelik Sakîflilerin yapılan görüşmeleri Mekkelilere haber vermiş olmaları müşriklerin kendisine karşı kinini daha da artırmıştı. Allah Rasûlü (s.a.s) Mekke’nin dışındaki konaklaması esnasında ilk önce şehrin ileri gelenlerinden Ahnes b. Şerîk’e, o kabul etmeyince de Suheyl b. Amr’a müracaat etti. Fakat o da isteğine olumsuz cevap verince son olarak Nevfel kabilesinin reisi Mut’im b. Adî’ye gönderdi. Nihayet bu şahıs kendisine yapılan isteği kabul edip oğullarıyla birlikte onu himaye ederek Mekke’ye güvenli bir şekilde girmesini sağladı. Tâif seferi dönüşünde kendisine yapılan bu iyiliği hiçbir zaman unutmayan Allah Rasûlü (s.a.s) Bedir savaşından sonra Mut’im’in oğlu Cübeyr’e şöyle demiştir: “Şayet baban Mut’im hayatta olsaydı ve benden Kureyş esirlerini isteseydi hiç fidye almadan onların tamamını serbest bırakırdım”.(Buhârî, “Meğâzî” 12).
Peygamberimiz Mekke’nin fethinden sonra doğduğu ve büyüdüğü şehir olan Mekke’ye yerleşmeyip Medine’ye dönmüştür. Mekke fethedilince onun burada kalıp Medine‘ye geri gelmeyeceğini düşünen bir kısım Ensâr endişelerini kendisine ilettiklerinde “Öyle bir düşünceden Allah’a sığınırım. Benim hayatım sizin hayatınızdır, benim ölümüm sizin ölümünüzdür”sözleriyle Medine’ye geri döneceğini açıklamıştır. (Buhârî, “Meğâzî” 52).
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Hz. Peygamber (s.a.s) en zor şartlarda dahi kendisi ahde vefa gösterdiği gibi, aynı davranışı diğer Müslümanlardan da istemiştir. Üstelik söz düşmana dahi verilmiş olsa ona uymayı esas kabul etmiştir.


0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar