İCAZETLİ
Prof. Dr. Cağfer Karadaş
Sabahın alacakaranlığı henüz
aydınlanmak üzereydi. Kuşların ve böceklerin sabahın seheriyle birlikte diri ve
net sesleri kulaklarda çınlıyor, insanın ruhuna ayrı bir canlılık veriyordu.
Sabah zor uyanmıştı ama tabiatın neşesi, bütün uykusunu kaçırmış, kuş sesleri
diriliş muştusu olmuştu adeta. Sesleri ayırt etmek istiyordu ama acelesi vardı.
İçinden bu saatlerde uyanık olmak lazımmış, diye düşündü. Telaşla yürümeye
devam etti. Telaşı namaza yetişmek içindi.
Namazın sonrasında hocanın
etrafında halkalar kurulmaya başladı. Herkes yer kapma telaşına düştü. İlk
halkaya geçme cesareti yoktu ama gene de hocadan fazla uzağa düşmek
istemiyordu. Hâlbuki mikrofon vardı, hocanın sesini duyamamak gibi bir endişeye
gerek yoktu, fakat psikolojik olarak yakın olmaktı derdi.
Oturdu bütün talipler. Açtılar
birkaç ciltlik hadis kitabının ilk cildini. Büyük bir sessizlik kapladı
mescidin içini. Kimseden ses çıkmıyordu. Herkes adeta nefesini bile içine
veriyordu. Böyle öğretilmişti. Kafanızda bir kuş varmış gibi duracaksınız
denmişti. Hareketsiz ve sessiz… Öyle de yaptı. Bunu belki en iyi yapanlardandı.
Herkesin kafası aniden bir yöne
döndü, dikkatler o tarafa çevrildi. Bir delikanlı elinde bir aletle safların
arasında dolaşıyordu. Önce anlam verememişti ama sonradan anladı. Bu yoklama
aletiydi. Kitaplarda barkotlar vardı ve o barkotlar okunarak kişilerin derse
katılıp katılmadığı saptanıyordu. Aleti herkesin elindeki kitaba yaklaştırıp
çekiyordu. Fakat birisi dikkatini çekti. İki kitap birden okutmuştu. Nedendi
acaba? Belki yanında oturan bir arkadaşınındı. Birazdan gelecekti. Kimbilir?
Yüksek bir ses bozdu bütün
sessizliği. Yüksek ve hızlı. Ne söylediğini anlamaya çalışıyordu. Bir müddet
düşündükten sonra ilk sözlerinin, euzu-besmele olduğunu çıkarabildi. Daha sonra
okunanları bir türlü kavrayamıyor, anlamını yakalayamıyordu. Halbuki biraz
Arapça okumuştu. Fakat bu yüksek hızlı
okuma adeta onu aptala çevirmişti. Kitaptan yerini bulayım belki oradan takip
edebilirim dedi. O da olmadı. Ne yapmalıydı, nasıl etmeliydi? Birkaç saniye
geçmemişti ki haşır haşır sayfalar çevrildi. Tamam dedi, yakalarım şimdi. Dedi
demesine de yine kaçırmıştı. Bir türlü hocanın okuduğu yeri bulup takip
edemiyordu. Ne güzel hazırlanmış ve ne yüce duygularla gelmişti buraya. Kitabın
başından birkaç sayfa da okumuştu. Gerçi bir kaç saatini almaştı ama metni
epeyce de kavradığını düşünüyordu. Şimdi şaşkındı. Ne bu yüksek hızlı okumayı
anlayabiliyor ne de kitaptan takip edebiliyordu. Perişan, pişman, kendine
kahreden bir vaziyette kafasını önüne eğdi.
Birden kendini yüksek yerden hızla
akan bir nehrin içinde buldu. Nehrin çıkardığı gürültü kulaklarını sağır edecek
gibiydi. Çırpınıyor, bağırıyor fakat sesini duyuramıyordu. Halbuki kıyıda bir
sürü insan vardı. Her biri selden gelen ağaçları ve eşyaları topluyordu. Ona
bakan ve sesini duyan yoktu. Bir ağaca tutunayım, bir eşyayı yakalayayım, belki
onlarla birlikte beni de kurtarırlar diye düşündü, fakat o da nesi, adeta ağaç
parçaları ve eşyalar ondan kaçıyordu. Bir türlü hiçbir şeye erişemiyor, kıyıya
ulaşamıyordu. Sonunda kaderine razı oldu ve kendini akıntıya bıraktı.
Birden irkildi. Şükür ki, ancak
yanındakiler fark etmişti. Sırılsıklam ter içinde kalmıştı. Bir de susamıştı
ki, koca bir şişe olsa, bir dikişte bitirebilirdi. Ama okuma bitmemişti, o
yüksek hızlı okuma sesi hala kulağına geliyordu. Yine kelimeleri anlamıyor,
kitabı takip edemiyordu. Birden ses kesildi ve yüksek sesle “Fatiha!” dendiğini
duydu. Çok şükür dedi, son kelimeyi anladım… O kadar bitkin ve bezgindi ki, bu
son kelimeyi bile anlamak ona yaşama sevinci vermişti bir nebze…
Çıktılar, yavaş ve bitkin
adımlarla… Herkesin ayağı uyuşmuş, adeta yetmişlik ihtiyarlar gibi
yürüyorlardı.
-Kaç saat okuduk? dedi bir
arkadaşı.
-Bir saat, dedi biri. Öbürü hemen
düzelti.
- Tam üç saat.
-Yok be dedi, o kadar olmamıştır.
Arkadaşı yapıştırdı lafı.
-Sen öyle uyursan, tabi ki o kadar
olmamış dersin.
-O kadar uyudum mu gerçekten? dedi.
-Hem de nasıl! Bir horlamadığın
kaldı.
-Bir şey itiraf edeceğim. Ben bu
dersten hiçbir şey anlamadım. Uyumamın sebebi de biraz ondandı. Kendime
kahredip başımı önüme ediğimde uyumuşum. Bir de rüya gördüm, iyi mi?
Diğerleri itiraf etmemişti ama
bakışlarından onların da kendinden pek farkları olmadığı anlaşılıyordu.
-Olsun dedi birisi, devam edelim,
inşallah sonraki günlerde anlamaya başlarız.
-İlk söylenen sözün “eûzü-besmele”
olduğunu zor çıkardım, sondakinin “Fatiha” olduğunu tam anladım. Onu da
anlamasan gidip kendimi bir yerden atacaktım. Yarın gelmesem mi? diye
düşünüyorum.
-Olur mu? dedi, yaşça kendinden
biraz büyük olan.
-Ne dedi, hocamız, gelin dinleyin,
zaman içinde anlarsınız. Hem sonunda icazet alacağız. Devam eden herkese
verecekler. İmtihan yok ya oğlum sonunda!
-Doğru ya, hiç değilse bir
icazetimiz olur. Havasını atarız okuldaki hocalara, talebelere…
İçinden bir ses itiraz etti. Hava
atmak da neydi? Bütün bunları bir hava atma uğruna mı yapıyordu? Hey gidi
şeytan! İnsanın aklına neler de getiriyor.
-Eh, biraz hava da fena olamz, dedi
arkadaşı.
Ertesi gün, bir sonraki gün… değişen
bir şey olmamıştı. Tam yakaladım, buradan takip edebilirim dediği yerde ip
kopuyor, gürültülü ve anlaşılmaz bir sesle baş başa kalıyordu. Bu şikayetler
hocanın kulağına da gitmiş olacak ki, beşinci günün sonunda bir açıklama yapma
ihtiyacı hissetti.
-Boş duygulara kulak vermeyin.
Israrla devam edin. Hiçbir şey öğrenemeseniz bile ilim meclisinde bulunmuş
olmanın sevabını alırsınız. Sonunda bir de icazet…
Bu açıklama kafasına yatmamıştı.
İçi ha bire kaynıyordu: Benim öğrenmem, öğrenerek sevap almam lazım. Ötekini
bakkal Ahmet, kasap Ömer, Kaportacı Cemal de yapar. Duymuştum, esnaf olan
Gazzalî’nin babası ilim meclislerinde bulunmuş, ama çocuklarının sadece
bulunmasını değil, ilim öğrenmesini arzu etmişti. O’nun bu arzusunu iki oğul da
yerine getirmişti. Ben şimdi Gazzal mi olmalıyım, Gazzalî mi? Ona karar
vermeliyim. Nitekim ilim meclislerinde bulundu diye babaya icazet vermiş
değiller. İcazet öğrenene ve öğretme yeteneği kazanmış olana verilir. Sadece
ilim meclisinde bulunana değil. Hem sonra bu kitapları yazan, bu hadisleri
tedvin, tashih ve tasnif eden o koca alimler bunlar için ömürlerini
vermişlerdi. Biz, maşallah, on günde tüketiyoruz! Acaba modern hayatın hız
büyüsüne mi kapılıyor, hızlı tüketim çarkının dişlilerine mi takılıyoruz?
Kafası iyice karışmıştı.
Düşüncesini arkadaşlarına açtı, onlar da tatmin edici bir cevap veremediler.
Zaten hepsi de aynı durumdaydı.
-Devam edelim be, dedi, içlerinden
biri. Bakın ağabeyler icazet almışlar, ne de mutlular! Sanki onlar, bunların hepsini
anladılar mı? Geçenlerde, bir tefsir kitabını on beş günde bitirmişler. Otur
oku, desen hiçbiri okuyamaz. Ama ellerinde icazetler, gösterip duruyorlar…
İmrendim doğrusu!
Karar verdiler devam etmeye… Hep
aynı sahne tekrar etti. Son günde de değişen bir şey olmadı. Kendi çabasıyla
evde birkaç saat okumalar daha faydalı geliyordu. Biraz fazla sözlüğe bakıyordu
ama neticede bir şeyler aklında kalıyor, yavaş yavaş metin kendisine
açılıyordu. Acaba kendim mi devam etsem, yoksa okulda bir hocaya mı başvursam? Sorular
beynini kemiriyor, cevaplar da peşi sıra geliyordu. İyi de onların hiçbirinin
icazeti yok, icazet de veremezler, dedi. Zaten büyük bir kısmı böyle hızlı
okumaya karşı. Geçende bir hocamız bize espri yollu bir güzel dokundurmuştu. İcazet
almış olan arkadaşlara bakarak, “Arkadaşlar artık ben size ders okutamam. Benim
icazetim yok. Maşallah sizlerin her birinin icazeti var. Artık sizin beni
okutmanız lazım” demişti. Hepimiz koca bir estağfirullah çekmiştik ama gerçek
gün gibi ortadaydı. Hiç birimiz o icazeti olmayan hocanın tırnağı bile
olamazdık. Okulda henüz bir iki yılı geçmiş bir talibin, hoca karşısındaki
durumuna bakın. İcazet veren hocamıza bu olayı anlattığımızda, “o sizi
kıskanıyor” demişti. Allah için neyimizi kıskanacaktı?
Biraz sonra icazet alacaktı ama kafası
karışıktı. Aksine arkadaşları çok heyecanlıydı. Kendisini onların heyecan
anaforuna bırakmak ve kafasına üşüşen şu düşüncelerden kurtulmak istiyordu.
Öyle de yaptı. Onların heyecanına kapılıp gitti. Büyük bir gururla aldılar
icazetlerini. Artık icazetli idiler. İcazet alan, alim demekti. Genç alim
olarak anılmaya layıktılar artık. Kim durur önlerinde bundan sonra? Artık frene
gerek yok, bas gaza koçum benim… Kimseler tutamaz seni!..
Bu duygularla o gün geçti. Gece bir
güzel uyudu. Mutlu ve mesut… Rüyasında icazet merasiminin gördü. Aha, o da ne!
Merasimin başında kendisi. Elinde bir tomar icazet. Önünde bütün arkadaşları.
Hepsine icazet veriyor, onlar da edep ve tazim ile onun elini öpüyorlar…
Sırtlarını sıvazlıyor, başlarını okşuyor. Benim genç alimlerin, bundan sonra
bütün kapılar size açık. Kapı açık ne demek, sizler ilmin kapılarısınız…
Ürpererek uyandı. Korkmuştu. Arkadaşlarına baktı. Onlarda bir değişiklik yoktu.
Allah’tan kimse kimsenin rüyasına muttali olamıyordu. Hiç rüyasını açmadı,
üstünde durmadı, içine attı. Fakat rüyanın etkisinden kurtulamadı. Acaba bu
rüya gerçek olur mu, diye geçirdi içinden. Gelecekte olur belki, kim bilir?
Kendisi tepki gösterdi bu duyguya. Önce
sen, hele bir düzgün okumayı öğren oğlum, dedi kendi kendine… Tövbe dedi,
istiğfar etti içinden. Besmele çekti ve arkadaşlarıyla kahvaltıya oturdu.
O gün okula bir başka gidiyordu.
Oturduğu otobüs koltuğuna sığmıyordu adeta. Okul kapısından girerken herkesin
kendisine bir başka baktığı hissi kaplamıştı içini. Bakacaklardı tabi ki,
icazetli biri geliyordu bugüne bugün… Sınıfa girdi, derse bir türlü kendini
veremiyordu. İçi kıpır kıpırdı. Bir fırtınadır kopuyordu beyninde. Fırtına
adeta onu sürüklüyordu. O dağ senin bu dağ benim… Nedense hep zirvelerini
görüyordu dağların. Patlayacak gibiydi adeta içi… Göğsünü bastırdı, masanın
üstüne doğru eğildi. Görecekler ve bilecekler diye endişe ediyordu. Hocasının
dikkatinden kaçmamıştı onun bu garip halleri…
-Hayırdır neyin var? dedi hocası.
Ama o diyemedi. Herkesin içinde
diyemezdi. Arkadaşları bunun anlamını kavrayamazlar, alaya alabilirlerdi.
Utanır, mahcup olurdu.
-Bir şey yok hocam, deyip
geçiştirdi. Arkadaşları içerisinde hocasının ters bir şey söyleyeceğinden de
korkuyordu.
Dersten sonra hocasına gitti. Uzun
uzun anlattı. Dersi, okumaları, icazeti… Ama dersten pek bir şey anlamadığını
anlatmadı. Nasıl anlatsındı? O zaman işin bütün büyüsü bozulurdu. Hocası
sakince dinledi. Halbuki o olumlu ya da olumsuz bir tepki bekliyordu. İkisi de
olmadı. Hoca sakinliğini koruyarak bir kitap gösterdi.
-Bu kitabı mı okuduğunuz dedi.
- Evet, evet o kitap dedi.
-Madem icazet aldınız, bu kitaptan
bir hadis oku bakalım dedi.
-Ama biz ezberlemedik dedi.
-Pe ki o zaman, şuradan oku bakalım
dedi. Neyi nasıl okuyacaktı. Keşke evde kendi kendine okuduğu yerlerden
olsaydı. Okuduğu yerleri de şu anda hatırlayacak durumda değildi. Titremeye
başladı. Hoca,
-O zaman kendin bir sayfa aç oku
dedi. Nereyi açacaktı? Titremesi iyice artmıştı. Hoca,
-Sakin ol evladım! dedi. Ama o
sakin olamıyordu.
-Siz nasıl bir icazet aldığınız
böyle oğlum? dediğinde hocası, yaşadığı bütün sahneler bir anda gözünün önünden
geçti ve içinde bir boşluk oluştu. Ardından içindeki boşluk kendisiyle yer
değişti. Boşluk onu içine almış, büyümeye başlamıştı. Ha bire büyüyordu…
23 Muharrem 1441/22 Eylül 2019
0 yorum:
Yorum Gönder