1 Ekim 2019 Salı

İcazetli


İCAZETLİ
Prof. Dr. Cağfer Karadaş
Sabahın alacakaranlığı henüz aydınlanmak üzereydi. Kuşların ve böceklerin sabahın seheriyle birlikte diri ve net sesleri kulaklarda çınlıyor, insanın ruhuna ayrı bir canlılık veriyordu. Sabah zor uyanmıştı ama tabiatın neşesi, bütün uykusunu kaçırmış, kuş sesleri diriliş muştusu olmuştu adeta. Sesleri ayırt etmek istiyordu ama acelesi vardı. İçinden bu saatlerde uyanık olmak lazımmış, diye düşündü. Telaşla yürümeye devam etti. Telaşı namaza yetişmek içindi.

Namazın sonrasında hocanın etrafında halkalar kurulmaya başladı. Herkes yer kapma telaşına düştü. İlk halkaya geçme cesareti yoktu ama gene de hocadan fazla uzağa düşmek istemiyordu. Hâlbuki mikrofon vardı, hocanın sesini duyamamak gibi bir endişeye gerek yoktu, fakat psikolojik olarak yakın olmaktı derdi.
Oturdu bütün talipler. Açtılar birkaç ciltlik hadis kitabının ilk cildini. Büyük bir sessizlik kapladı mescidin içini. Kimseden ses çıkmıyordu. Herkes adeta nefesini bile içine veriyordu. Böyle öğretilmişti. Kafanızda bir kuş varmış gibi duracaksınız denmişti. Hareketsiz ve sessiz… Öyle de yaptı. Bunu belki en iyi yapanlardandı.
Herkesin kafası aniden bir yöne döndü, dikkatler o tarafa çevrildi. Bir delikanlı elinde bir aletle safların arasında dolaşıyordu. Önce anlam verememişti ama sonradan anladı. Bu yoklama aletiydi. Kitaplarda barkotlar vardı ve o barkotlar okunarak kişilerin derse katılıp katılmadığı saptanıyordu. Aleti herkesin elindeki kitaba yaklaştırıp çekiyordu. Fakat birisi dikkatini çekti. İki kitap birden okutmuştu. Nedendi acaba? Belki yanında oturan bir arkadaşınındı. Birazdan gelecekti. Kimbilir?
Yüksek bir ses bozdu bütün sessizliği. Yüksek ve hızlı. Ne söylediğini anlamaya çalışıyordu. Bir müddet düşündükten sonra ilk sözlerinin, euzu-besmele olduğunu çıkarabildi. Daha sonra okunanları bir türlü kavrayamıyor, anlamını yakalayamıyordu. Halbuki biraz Arapça okumuştu.  Fakat bu yüksek hızlı okuma adeta onu aptala çevirmişti. Kitaptan yerini bulayım belki oradan takip edebilirim dedi. O da olmadı. Ne yapmalıydı, nasıl etmeliydi? Birkaç saniye geçmemişti ki haşır haşır sayfalar çevrildi. Tamam dedi, yakalarım şimdi. Dedi demesine de yine kaçırmıştı. Bir türlü hocanın okuduğu yeri bulup takip edemiyordu. Ne güzel hazırlanmış ve ne yüce duygularla gelmişti buraya. Kitabın başından birkaç sayfa da okumuştu. Gerçi bir kaç saatini almaştı ama metni epeyce de kavradığını düşünüyordu. Şimdi şaşkındı. Ne bu yüksek hızlı okumayı anlayabiliyor ne de kitaptan takip edebiliyordu. Perişan, pişman, kendine kahreden bir vaziyette kafasını önüne eğdi.
Birden kendini yüksek yerden hızla akan bir nehrin içinde buldu. Nehrin çıkardığı gürültü kulaklarını sağır edecek gibiydi. Çırpınıyor, bağırıyor fakat sesini duyuramıyordu. Halbuki kıyıda bir sürü insan vardı. Her biri selden gelen ağaçları ve eşyaları topluyordu. Ona bakan ve sesini duyan yoktu. Bir ağaca tutunayım, bir eşyayı yakalayayım, belki onlarla birlikte beni de kurtarırlar diye düşündü, fakat o da nesi, adeta ağaç parçaları ve eşyalar ondan kaçıyordu. Bir türlü hiçbir şeye erişemiyor, kıyıya ulaşamıyordu. Sonunda kaderine razı oldu ve kendini akıntıya bıraktı.
Birden irkildi. Şükür ki, ancak yanındakiler fark etmişti. Sırılsıklam ter içinde kalmıştı. Bir de susamıştı ki, koca bir şişe olsa, bir dikişte bitirebilirdi. Ama okuma bitmemişti, o yüksek hızlı okuma sesi hala kulağına geliyordu. Yine kelimeleri anlamıyor, kitabı takip edemiyordu. Birden ses kesildi ve yüksek sesle “Fatiha!” dendiğini duydu. Çok şükür dedi, son kelimeyi anladım… O kadar bitkin ve bezgindi ki, bu son kelimeyi bile anlamak ona yaşama sevinci vermişti bir nebze…
Çıktılar, yavaş ve bitkin adımlarla… Herkesin ayağı uyuşmuş, adeta yetmişlik ihtiyarlar gibi yürüyorlardı.
-Kaç saat okuduk? dedi bir arkadaşı.
-Bir saat, dedi biri. Öbürü hemen düzelti.
- Tam üç saat.
-Yok be dedi, o kadar olmamıştır. Arkadaşı yapıştırdı lafı.
-Sen öyle uyursan, tabi ki o kadar olmamış dersin.
-O kadar uyudum mu gerçekten? dedi.
-Hem de nasıl! Bir horlamadığın kaldı.
-Bir şey itiraf edeceğim. Ben bu dersten hiçbir şey anlamadım. Uyumamın sebebi de biraz ondandı. Kendime kahredip başımı önüme ediğimde uyumuşum. Bir de rüya gördüm, iyi mi?
Diğerleri itiraf etmemişti ama bakışlarından onların da kendinden pek farkları olmadığı anlaşılıyordu.
-Olsun dedi birisi, devam edelim, inşallah sonraki günlerde anlamaya başlarız.
-İlk söylenen sözün “eûzü-besmele” olduğunu zor çıkardım, sondakinin “Fatiha” olduğunu tam anladım. Onu da anlamasan gidip kendimi bir yerden atacaktım. Yarın gelmesem mi? diye düşünüyorum.
-Olur mu? dedi, yaşça kendinden biraz büyük olan.
-Ne dedi, hocamız, gelin dinleyin, zaman içinde anlarsınız. Hem sonunda icazet alacağız. Devam eden herkese verecekler. İmtihan yok ya oğlum sonunda!
-Doğru ya, hiç değilse bir icazetimiz olur. Havasını atarız okuldaki hocalara, talebelere…
İçinden bir ses itiraz etti. Hava atmak da neydi? Bütün bunları bir hava atma uğruna mı yapıyordu? Hey gidi şeytan! İnsanın aklına neler de getiriyor.
-Eh, biraz hava da fena olamz, dedi arkadaşı.
Ertesi gün, bir sonraki gün… değişen bir şey olmamıştı. Tam yakaladım, buradan takip edebilirim dediği yerde ip kopuyor, gürültülü ve anlaşılmaz bir sesle baş başa kalıyordu. Bu şikayetler hocanın kulağına da gitmiş olacak ki, beşinci günün sonunda bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti.
-Boş duygulara kulak vermeyin. Israrla devam edin. Hiçbir şey öğrenemeseniz bile ilim meclisinde bulunmuş olmanın sevabını alırsınız. Sonunda bir de icazet…
Bu açıklama kafasına yatmamıştı. İçi ha bire kaynıyordu: Benim öğrenmem, öğrenerek sevap almam lazım. Ötekini bakkal Ahmet, kasap Ömer, Kaportacı Cemal de yapar. Duymuştum, esnaf olan Gazzalî’nin babası ilim meclislerinde bulunmuş, ama çocuklarının sadece bulunmasını değil, ilim öğrenmesini arzu etmişti. O’nun bu arzusunu iki oğul da yerine getirmişti. Ben şimdi Gazzal mi olmalıyım, Gazzalî mi? Ona karar vermeliyim. Nitekim ilim meclislerinde bulundu diye babaya icazet vermiş değiller. İcazet öğrenene ve öğretme yeteneği kazanmış olana verilir. Sadece ilim meclisinde bulunana değil. Hem sonra bu kitapları yazan, bu hadisleri tedvin, tashih ve tasnif eden o koca alimler bunlar için ömürlerini vermişlerdi. Biz, maşallah, on günde tüketiyoruz! Acaba modern hayatın hız büyüsüne mi kapılıyor, hızlı tüketim çarkının dişlilerine mi takılıyoruz?
Kafası iyice karışmıştı. Düşüncesini arkadaşlarına açtı, onlar da tatmin edici bir cevap veremediler. Zaten hepsi de aynı durumdaydı.
-Devam edelim be, dedi, içlerinden biri. Bakın ağabeyler icazet almışlar, ne de mutlular! Sanki onlar, bunların hepsini anladılar mı? Geçenlerde, bir tefsir kitabını on beş günde bitirmişler. Otur oku, desen hiçbiri okuyamaz. Ama ellerinde icazetler, gösterip duruyorlar… İmrendim doğrusu!
Karar verdiler devam etmeye… Hep aynı sahne tekrar etti. Son günde de değişen bir şey olmadı. Kendi çabasıyla evde birkaç saat okumalar daha faydalı geliyordu. Biraz fazla sözlüğe bakıyordu ama neticede bir şeyler aklında kalıyor, yavaş yavaş metin kendisine açılıyordu. Acaba kendim mi devam etsem, yoksa okulda bir hocaya mı başvursam? Sorular beynini kemiriyor, cevaplar da peşi sıra geliyordu. İyi de onların hiçbirinin icazeti yok, icazet de veremezler, dedi. Zaten büyük bir kısmı böyle hızlı okumaya karşı. Geçende bir hocamız bize espri yollu bir güzel dokundurmuştu. İcazet almış olan arkadaşlara bakarak, “Arkadaşlar artık ben size ders okutamam. Benim icazetim yok. Maşallah sizlerin her birinin icazeti var. Artık sizin beni okutmanız lazım” demişti. Hepimiz koca bir estağfirullah çekmiştik ama gerçek gün gibi ortadaydı. Hiç birimiz o icazeti olmayan hocanın tırnağı bile olamazdık. Okulda henüz bir iki yılı geçmiş bir talibin, hoca karşısındaki durumuna bakın. İcazet veren hocamıza bu olayı anlattığımızda, “o sizi kıskanıyor” demişti. Allah için neyimizi kıskanacaktı?
Biraz sonra icazet alacaktı ama kafası karışıktı. Aksine arkadaşları çok heyecanlıydı. Kendisini onların heyecan anaforuna bırakmak ve kafasına üşüşen şu düşüncelerden kurtulmak istiyordu. Öyle de yaptı. Onların heyecanına kapılıp gitti. Büyük bir gururla aldılar icazetlerini. Artık icazetli idiler. İcazet alan, alim demekti. Genç alim olarak anılmaya layıktılar artık. Kim durur önlerinde bundan sonra? Artık frene gerek yok, bas gaza koçum benim… Kimseler tutamaz seni!..
Bu duygularla o gün geçti. Gece bir güzel uyudu. Mutlu ve mesut… Rüyasında icazet merasiminin gördü. Aha, o da ne! Merasimin başında kendisi. Elinde bir tomar icazet. Önünde bütün arkadaşları. Hepsine icazet veriyor, onlar da edep ve tazim ile onun elini öpüyorlar… Sırtlarını sıvazlıyor, başlarını okşuyor. Benim genç alimlerin, bundan sonra bütün kapılar size açık. Kapı açık ne demek, sizler ilmin kapılarısınız… Ürpererek uyandı. Korkmuştu. Arkadaşlarına baktı. Onlarda bir değişiklik yoktu. Allah’tan kimse kimsenin rüyasına muttali olamıyordu. Hiç rüyasını açmadı, üstünde durmadı, içine attı. Fakat rüyanın etkisinden kurtulamadı. Acaba bu rüya gerçek olur mu, diye geçirdi içinden. Gelecekte olur belki, kim bilir? Kendisi tepki gösterdi bu duyguya.  Önce sen, hele bir düzgün okumayı öğren oğlum, dedi kendi kendine… Tövbe dedi, istiğfar etti içinden. Besmele çekti ve arkadaşlarıyla kahvaltıya oturdu.
O gün okula bir başka gidiyordu. Oturduğu otobüs koltuğuna sığmıyordu adeta. Okul kapısından girerken herkesin kendisine bir başka baktığı hissi kaplamıştı içini. Bakacaklardı tabi ki, icazetli biri geliyordu bugüne bugün… Sınıfa girdi, derse bir türlü kendini veremiyordu. İçi kıpır kıpırdı. Bir fırtınadır kopuyordu beyninde. Fırtına adeta onu sürüklüyordu. O dağ senin bu dağ benim… Nedense hep zirvelerini görüyordu dağların. Patlayacak gibiydi adeta içi… Göğsünü bastırdı, masanın üstüne doğru eğildi. Görecekler ve bilecekler diye endişe ediyordu. Hocasının dikkatinden kaçmamıştı onun bu garip halleri…
-Hayırdır neyin var? dedi hocası.
Ama o diyemedi. Herkesin içinde diyemezdi. Arkadaşları bunun anlamını kavrayamazlar, alaya alabilirlerdi. Utanır, mahcup olurdu.
-Bir şey yok hocam, deyip geçiştirdi. Arkadaşları içerisinde hocasının ters bir şey söyleyeceğinden de korkuyordu.
Dersten sonra hocasına gitti. Uzun uzun anlattı. Dersi, okumaları, icazeti… Ama dersten pek bir şey anlamadığını anlatmadı. Nasıl anlatsındı? O zaman işin bütün büyüsü bozulurdu. Hocası sakince dinledi. Halbuki o olumlu ya da olumsuz bir tepki bekliyordu. İkisi de olmadı. Hoca sakinliğini koruyarak bir kitap gösterdi.
-Bu kitabı mı okuduğunuz dedi.
- Evet, evet o kitap dedi.
-Madem icazet aldınız, bu kitaptan bir hadis oku bakalım dedi.
-Ama biz ezberlemedik dedi.
-Pe ki o zaman, şuradan oku bakalım dedi. Neyi nasıl okuyacaktı. Keşke evde kendi kendine okuduğu yerlerden olsaydı. Okuduğu yerleri de şu anda hatırlayacak durumda değildi. Titremeye başladı. Hoca,
-O zaman kendin bir sayfa aç oku dedi. Nereyi açacaktı? Titremesi iyice artmıştı. Hoca,
-Sakin ol evladım! dedi. Ama o sakin olamıyordu.
-Siz nasıl bir icazet aldığınız böyle oğlum? dediğinde hocası, yaşadığı bütün sahneler bir anda gözünün önünden geçti ve içinde bir boşluk oluştu. Ardından içindeki boşluk kendisiyle yer değişti. Boşluk onu içine almış, büyümeye başlamıştı. Ha bire büyüyordu…
23 Muharrem 1441/22 Eylül 2019

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar