Güneş tepeden, kumlar yerden yakıyordu. Develerin gölgesinden başka sığınılacak yer yoktu. Yerde yürüyen de, deve sırtında giden de aynı güneşin yamacındaydı. Kimseden ses çıkmıyor, kimse kimseye bakmıyordu. Kervandaki deve katarının çıkardığı sesler dışında bir şey duyulmuyordu. Herkes kendi istikametine yürüyor, kendi kaderine boğun eğiyordu.
Birden her şey değişti. Ne olduğunu kimse anlamadı, tecrübeli olanlar hariç. Onlar bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Her daim eşkıyanın nefesini enselerinde hissederlerdi. Yine o lanet olası eşkıya kervanı basmıştı. Ne yapmalıydı nereye kaçmalıydı. Kaçacak yer de yoktu. Adeta dünyanın mahşeri kurulmuştu. Bunlar kendilerini çölün tanrıları sanıyordu. Nereye kadar? Tek gerçek Tanrı Allah’ın ölüm meleği enselerine bininceye kadar.
Herkes bir tarafa koşuyordu. Kimse kimseye bakacak durumda değildi. Kendini kurtarma ya da elindekini saklama derdindeydi herbiri. Bir telaştı bütün kervanı saran. Korkunun izlerini gözlerinde görmek, kıvranışlarında sezmek mümkündü. Koca çöl, daracık bir mekana dönüşmüştü. Bağrışmalar, çığlıklar, ayak sesleri, yerde yuvarlananların kaldırdığı toz bulutu birbirine karışmıştı. Büyük bir nara ile bütün kervandakiler adeta yerlerine mıhlandılar. Şimdi hiçbir ses yoktu. Herkes çöldeki kumlar kadar sessizdi. Bir bitkiye dönmüştü nefes alış verişleri. Ne yapabilirlerdi ki başka. Bütün muhafızlar derdest edilmiş, silahları alınmış, elleri ve kolları bağlanmıştı.
Tek tek aldılar sorguya. En mahrem yerlerine kadar arıyorlar, ne bulurlarsa alıyorlardı. Kimi canını kurtardığına seviniyor, kimi de malını kaybettiğine dövünüyordu. Kendine kızan mı dersin, kervancıyı gözleriyle paylayan mı. Sadece içlerinden söyleniyorlardı: Nereden çıktı bu Allah’ın belası eşkıya sürüsü. Bir günlük yolları kalmıştı aha şuracıkta. O bir günlük yol onlar için artık seneye dönmüştü. Nasıl gideceklerini ve şehre nasıl ulaşacaklarını bilmiyorlardı. Ama bir şekilde hayatta kalma mücadelesi sürecekti. Sürünerek de olsa gideceklerdi.
En son onu çağırdılar. Gel bakalım delikanlı çıkart üstündekileri. Üstünde ne olabilirdi ki, çelimsiz gariban ilim talebesinin. Var olan son parasını da kervancıya vermiş, kuru bir ekmeği torbasının en dip köşesine saklamıştı. Bir su bulursa, ıslatarak yiyecekti. Döktüler torbasını, kuru ekmeğe hiç bakmadılar. Kağıtlar ilişti gözlerine, tam bir tomar. Özenle yazılmış, destelenmiş ve torbanın içine yine özenle yerleştirilmişti. Kağıtlar döküldüğünde içi cız etti. Bir şeyler koptu gitti içinden. Ne açlığı kalmıştı, ne kuru ekmeği düşünecek hali. İlle de notlarının bulunduğu kâğıt tomarıydı aklında olan, içinden kopan, yüreğini cız ettiren. Dua ediyordu bir şey yapmasınlar onlara diye, kıpır kıpır dudaklarıyla...
Sonunda bütün cesaretini topladı ve konuşmaya başladı. Herkesin sustuğu, kimsenin ağzını bıçak açmadığı bir ortamda, o konuşuyordu. Sus diyecek oldular. Canına mı susadın, diyenler oldu sessizce. İçlerinden eyvah diyenler oldu. Ama o, konuşmalıydı. İlmi için, sarf ettiği onca çaba için bir şeyler söylemeliydi.
Efendiler dedi, o kağıtlar sizin işinize yaramaz, pazarda da para etmez. O elinizde tutuğunuz kağıtlar, günlerdir hocalarımdan tuttuğum notlardır. Benim bütün ilmim ve birikimim onlardadır.
Kıstı gözlerini eşkıya başı, alaycı ve aşağılayıcı bir eda ile “Ya demek bütün ilmin bu kağıt parçalarında öyle mi? Yani sen değil bu kağıtlar âlim aslında. Demek ki bu kâğıtlar olmasa senin hiçbir kıymetin olmayacak. Hâlbuki bütün bu kağıtlardaki bilgiler kafanda olmalıydı. Verin şu herifin kağıtlarını…”
İlk defa bu kadar aşağılanmıştı. Hem de bir eşkıya parçası tarafından. Onun karşısında yapacak bir şeyi de yoktu. Kimsenin yapacak bir şeyi olmamıştı. Kervan muhafızları bile baş edememişti bu çakal sürüsü ile. Ama ortada bir gerçek vardı. Eşkıya başı doğru söylüyordu. Demek ki hayatta eşkıyadan bile bir şeyler öğrenilebiliyordu. Ne demiş Hz. Ali “Kimin söylediğine değil, ne söylediğine bak”. Eşkıyanın ağzından da doğru sözler çıkabilirdi. Eee… her eğri ağacın az da olsa bir doğru yeri olmalıydı. Altın çöplükte de olsa altındı. Söyleyen eşkıya idi ama söylediği altın değerindeydi.
Eşkıya aslında ona iyi bir ders vermişti ya da Yüce Allah, bu kötü adamlar üzerinden onu sınamış ve ibret almasını sağlamıştı. Zira ilim dediğin kalbin liderliğinde zeka ile işlenir, akılla uç uca eklenir, zihnin en mutena yerinde saklanır, sonra yeri zamanı geldiğinde kadrince ve kararınca harcanırdı. Zihnin her yeri mutenaydı zaten. Allah’tan başka kimse oraya ulaşamaz, soramaz, sorgulayamazdı. Zaten ilim harcandıkça çoğalan, çoğaldıkça zihinde kendine yer açan bir kıymetti. Kıymetini bilen bilirdi. O yüzden herkes ona talip olmaz, her devirde taliplisi az olurdu. Kötü veya çirkin olduğundan değil, ulaşılması ve elde edilmesinin zorluğundandı. Bu zorluğu göze alacak babayiğitler lazımdı. Sonra elle tutulan, yenilen ve içilen bir şeyde değildir ilim. Kim ne yapsındı elle tutulmayan, ağza konulmayan, karın doyurmayan; gündüz hayali, gece rüyası olmayan bu şeyi. Ama bilenler öyle mi? Onlar en derindeki hücrelerine kadar hissederler onu. Varlığı ve varlığın en tepe noktasını onunla kavrayacaklarını bilirlerdi. Nereden geldiklerini, nereye gittiklerini ve sonuçta kimin huzurunda toplanacaklarını ancak ilimle bilebilirlerdi. Bütün varlığı var edeni ancak ilim sahipleri bilir ve takdir edebilirdi. Birileri gördüğüne ve dokunabildiğine ulaşmanın hayalini kurarken ilim adamı, kalbinin ibresinin gösterdiği yere yönelir ve gerçek Varlığı kavramının peşine düşerdi.
Bütün bu düşünceler bir anda zihninden geçti. Sonra kendi geçmişine döndü. Bütün hayat hikayesi hayalinde belirdi. Tus’ta doğduğu ev, annesi, bir yün eğiricisi olan babası; sessiz, sakin ama bakışlarında derinlik bulunan kardeşi Ahmet. Her gün kapıya gelip kendisini Muhammeddiye çağıran cıvıl cıvıl arkadaşları. Ne de koşarlardı Tus sokaklarında korkusuz… Her sabah gözlerini aktığında kendisini dışarıda arkadaşları ile oynarken bulurdu. Ta ki annesi ya da ninesi gelip kolundan tutup sofranın başına oturtana kadar. Sonra biraz büyüdü. Nenesinin ve dedesinin yanında yatmaya başladı. Dedesinin sabah namazını kılmaya gittiği ana şahit oldu. Hemen iki rekat namaz kılar evden sessizce çıkar ve camiye giderdi. Ona ve camiye gidişine hayrandı. Ne zaman onun gibi camiye gideceğini düşünür ve derin hayallere dalardı.
Büyüdü mektebe başladı. Orada öğrendi ilk kağıdı, kalemi, yazıyı… Hayran hayran baktı ilk mektep hocasına. Bir çırpıda öğrenirdi her okunanı. Başkalarının okuduğunu yazar ve anında kavrardı. Sürekli yazdığı, ağzında tekrar ettiği şiirler, sözler ve deyişler vardı.
Babası erken yaşta vefat etti. Ama çocuklarındaki pırıltıyı görmüştü. Görmüş, geçirmiş ve feraset sahibi bir zattı. Ne de olsa alimlerin meclislerinde bulunmuştu. Okuyamamıştı ama okuyanların ışığından istifade etmişti. Ölürken, son nefesinde bir arkadaşına sıkı sıkı tembihlemiş, bir miktar da para bırakmıştı. Aman çocuklar okusun. Ben ilmin ışığından istifade ettim, onlar ilmin ışığı olsunlar. Aydınlatsınlar dünyayı. Ahirette de ışığımız olurlar. Onlara bakar da Rabbim bize merhamet eder, cennetinde bir yer gösterir.
Medreseye başladı büyük bir heyecanla… Orada ilk defa adıyla değil de babasının mesleği ile ona hitap ettiler: Gazzalî. Gazzalin yani yün eğiren babanın oğlu. Böyle bilindi daha sonraları. Arkadaşları dışında kimse ona Muhammed diye hitap etmeyecekti. İlim yoluna girmiş, Muhammed el-Gazzalî olmuştu. Babasının dileği yerine gelmiş, baba mesleği ile anılır olmuştu. Aslında babasının hayalleri gerçekleşmiş, yün eğirmekle elde ettiği ilk harçlıkları onun ismini belirlemişti. Eeee… Yüce Allah kimsenin emeğini boşa çıkarmaz, güzel niyetleri de karşılıksız koymazdı.
03.05.2018
Fethiye/Bursa
0 yorum:
Yorum Gönder