Prof.
Dr. Cağfer Karadaş
Efendim! Bu koğuşun
ilginç bir hikayesi var. Ne bir hikaye, birkaç tane. Burada tam üç tane vaka
var. Vaka dedimse, üç yaralı insan. Her birinin
sebebi, birbirinin benzeri. Siz deyin aynısı. Nedir peki bu sebep? Tabi ki sabırsızlık.
Yüce Allah, ibret olsun diye benim önüme getirdi, hatta yüzüme çarptı desem
yeridir. Birazdan bunu da anlatırım. İbret-i alem olsun diye ben de size bu üç
vakayı anlatayım. Sizin de başınıza gelmesin aman. Çünkü bunların hepsinin tam
da başlarına gelmiş. Zaten başımıza ne geliyorsa ya yaptıklarımızdan ya da yapmadıklarımızdan.
Yüce Yaratan Kitab’ında “Başınıza gelen her musibet yapıp ettikleriniz
yüzündendir” diye boşuna uyarmıyor bizi. Ne demiş ünlü filozof Aristo:
“Öncekilerden ibret alın ki, sonrakilere ibretlik olmayasınız.” Sizce de öyle
değil mi? Öyleyse anlatayım efendim. Zaten ben alacağımı aldım. Sizin hissenize
de anlatacaklarım düşsün. Nereden başlayacağımı da bilmiyorum. Aha şu birinci
yataktan başlayayım.
Bu aslında bir
gariban. Hoş, varlıklı olsa ne yazar! Sanki sonuç değişecek mi? Arabayı
dayısından almış. Yalvar yakar… Adam bir türlü vermek istememiş, içi rahat
değil. Dayının ağzından girmiş burnundan çıkmış sonunda razı etmiş. Dayı,
üstüne basa basa,
-Bak evladım!
Sen biraz sabırsızsın. Sakin ol, dikkatli kullan!
-Ya dayı! Sen
benim şoförlüğümü biliyorsun. Evvel Allah! Hiç bir şey olmaz…
-Benden
hatırlatması, sonra bozuşmayalım.
Arabayı alır
almaz, basmış gaza. Dayının içinden bir şeyler akmış gitmiş ama yapacak bir şey
yok. Hayır olur inşallah, deyip teselli etmiş kendini. İki de arkadaşını yanına
alan bizim delikanlı çıkmış yola. Aman ne çıkış! Önünden bir kaçan bir de
kenarda duran kurtuluyor. Arkadaki arkadaşı yavaş dedikçe yanındakinin gaz
vermesiyle, gaza geliyor, ha bire basıyor. Caddede trafik sıkışıklığı var, ara
sokaklara dalıyor. Kediler köpekler, korkudan duvar kenarlarına siniyor. Sonunda
ana caddeye çıkıyor. Arkada oturan korkusundan kemerini bağlamış. Önde iki
kafadar onunla dalga geçiyor. “Oğlum çok korkuyorsan in istersen” gibi gevrek
gevrek laflar ediyorlar. O arada ne oluyorsa oluyor, kocaman bir inek yola
dalıyor. Hızı çok yüksek, durması imkansız. İneğe çarpsalar araba da kendileri
de parçalanır. İneğin arkasından, yolun kenarından dolanırım deyip biraz daha
gaza basıyor. Yolun kenarı mıcır, arabayı kaydırıyor ve ardından taklalar. Kaç
takla attıklarını bilmiyorlar. Herkes koşup yardım ediyor. Arabada sadece bir
kişi kalmış. Arka koltukta kemer takılı, bayılmış vaziyette. Ama şükür, ağır
bir durumu yok. Zaten hastaneden birkaç gün içinde tahliye edildi. Bizimkinin
durumu ağır, yanında oturan arkadaşı sizlere ömür. Her ikisi de arabadan
metrelerce uzakta bulunmuş zaten. Şu andaki durumu kötü. Başına iyi bir darbe
almış. Artık kaç ameliyat geçirir, bilmem.
Gelelim ikinci
hastaya. Bunun durumu daha ilginç. Bu, bir sürücü değil, yolcu. Uçakta başlamış
olayı. Uçağın tekerleri yere değer değmez, bizimki hemen ayağa fırlamış, bagaj
kapaklarını açıp çantasını alacak. Anons, anons üstüne, zor oturtmuşlar yerine.
Fakat bizimki kıpır kıpır bir türlü yerinde duramıyor. Yanındakiler de başlamış
uyarmaya, uçak durmadan ayağa kalkılmaz diye. Kim tutar bizim sabırsızı.
Dişlerini sıkıyor, bir sağa bir sola bakıyor. Artık herkes suspus olmuş, gözünü
ondan kaçırıyor. “Bu adamın başına bir gelecek var” deyip içlerinden
söyleniyorlar. Neyse ki uçak park yerine ulaşıyor ve duruyor. Herkesten önce bu
fırlıyor, çantasını kapıyor. Fakat o an herkesler ayakta, yerinde kalıyor.
Bıraksalar en öne gidecek. Canı sıkkın, sürekli kımıldıyor; elleri, ayakları bir
türlü yerinde durmuyor. Tespihini de unutmuş, canı biraz da bundan sıkkın,
dişlerini gıcırdatıp duruyor.
Neyse ki,
uçaktan sağ salim iniyor. Hemen orada bulunan otobüse koşuyor. Bilet alıp
arkada bir koltuğa yerleşiyor. Önde yer bulamamış, yolu görmek için iki de bir
koridora doğru eğiliyor. Sanki otobüsü kendisi kullanıyor. İçinden şoföre
talimatlar yağdırıyor. Neyse ki terminale yaklaşıyorlar. Bizim ki gene ayağa
fırlıyor, çantasını kaptığı gibi otobüsün arka kapısının yanına dikiliyor.
Otobüs şoförü, birkaç kez uyarıyor ama bizimki hiç aldırmıyor. O sırada ne
olduysa oluyor. Kimisi köpek, kimisi kedi diyor. Ani bir frenle otobüs zınk
diye duruyor. Bizimki yere kapaklanıyor boylu boyunca. Kafasından kanlar
fışkırıyor. Kaldırmaya çalışıyorlar. Koca vücut, kim kaldırabilir? Otobüsün ara
yerine sıkışmış kalmış. Zar zor sırt üstü yatırıyorlar. Yüzüne gözüne su
döküyorlar, yanaklarına vuruyorlar, ne ses ne soluk. “Eyvah adam ölmüş” deyip
bırakıyorlar. O sırada birinin aklına nabzına bakmak geliyor. “Adam yaşıyor”
deyip bağırıyor. Şoför direksiyonu kırıp doğru hastaneye.
Geldiğinde
adeta bitkisel hayattaydı. Muayene ettik. Düşerken almış olduğu darbe sonucu
beyinde hasar. Yakında biraz kendine geldi. Ama onun da birkaç ameliyatı
görünüyor.
Efendim! Bu üçüncüsü
Suriyeli. Bunun hikâyesi orada başlamış. Şu diktatörden bir an evvel
kurtulalım, Avrupa gibi demokrasiye geçelim diye, akranlarıyla nümayişe
başlamışlar. Hesaplarına göre bütün Avrupa ve Amerika arkalarında. Artık kim
durur önlerinde. Birkaç güne kalmaz, bütün demokratik dünyanın desteğiyle
yıkarlar baskıcı rejimi, kurarlar taze gelin bir demokrasi. Gösterilerin dozajı
arttıkça etkisi de görülmeye başlamış. İyi de gidiyormuş aslında. Rejim ilk
zamanlar bazı tavizler de vermiş. Fakat bunların sabrı yok, işler daha hızlı
yürümeli. Gerekirse silaha sarılıp darbe yapmalı. Zaten duyuyorlar, çeşitli
grupların silahlı eyleme geçtiğini. Silahtan biraz ürkmüştü ama fena fikir
değildi. Çünkü rejim sertleşmeye ve yer yer silah kullanmaya başlamıştı.
Silahtan ürkmesi işe yaramış, o günlerde evden pek çıkmamış, arkadaşlarına bir
takım bahaneler uydurmuştu. Sonra dayanamamış o da çıkmış. Artık o da silahlı
bir grubun içinde. Ancak bir sorun var, adeta kör ve sağır gibi. İçine girdiği
grubun ne yaptıklarını biliyor ne de amaçlarını. Herkesin ağzında bir
demokrasidir gidiyor. “Ne güzel Avrupa gibi özgür olacağız. Özgürce konuşup,
özgürce slogan atıp, kapı-pencere kırıp özgürce yumruk sallayacağız. Bunun için
bedel ödemek lazım. Gerekirse canımızı vereceğiz, şehit olacağız.” Bu son
sözler pek hoşuna gitmemişti. İçinden “şimdi can vermek, şehit olmak… bu da
nereden çıktı. Şunun şurası özgür olup hayatın tadını çıkarmak istiyoruz…” Bu
duygularla yatmış, o gece epeyce kâbus görmüştü. Sabah sağ-salim kalkmış neyse
ki. Ancak o gün büyük bir çatışma çıkmış, iki arkadaşının yanında can verdiğine
şahit olmuştu. Şahit olmuş ama şehit olmak istemiyor. Silahı attığı gibi oradan
uzaklaşmış. Eve bile uğramamış. Kendisi gibi düşünen birkaç arkadaşıyla sınırın
yolunu tutup kendilerini Türkiye’ye atmışlar.
-İşte özgürlük!
Savaşacaksın da özgür olacaksın! Külahıma anlat sen!
Ancak burada da
işler kolay değil. Hiç hesap ettikleri ve hayal kurdukları gibi de değil ortam.
Zaten herkes biraz kekre ve kuşkulu bakıyor gelenlere. Bir sorun daha var, o da
parasızlık. Zar zor bir iş bulmuşlar. Kıt kanaat kendilerini geçindirecek kadar
para kazanıyorlar. Kulübe gibi bir yere de sıkış tıkış sığınmışlar. Ama bizimki
sabırsızdı bir an evvel özgürlüğe Avrupa’ya kavuşmak istiyor. Arkadaşlarına
dönüp
-Bir an evvel
para bulmalıyız,
-Nasıl
olacak?
-Bir yolunu
bularak.
-Olmaz biraz
sabredelim. Daha yeni gelmişiz, başımızı sokacak bir yerimiz yok.
-Benim
sabredecek ne vaktim ne halim var.
Bu tartışmayla
yatmış. Gece gene kabuslar… Ani bir gürültü. Önce rüya gördüğünü zannetmiş,
sonra elini başına götürmüş, elinde sıcak kan. O sırada bayılmış. Suriye
tarafından atılan bir havan tam da bunu bulmuş. Gözünü burada açtı. Kafadan ciddi
bir darbe almış, birkaç ameliyatta onun görünüyor.
Bitti mi? Hayır
bitmedi. Turpun büyüğü torbada. Esas sürpriz şimdi geliyor.
Efendim ben
deniz beyin cerrahı. Aslında ben sabırlı biriydim. Zaten beyin cerrahı olmak
sabır gerektirir. Öyle birden bire olmaz bu iş. Senelerini alır insanın.
Almıştı da zaten. Cerrah olmuştuk ama yaş otuz beş civarı ne çoluk var ne
çocuk. Biraz da ailenin zorlamasıyla evlendik. Evlilik çoluk çocuk derken epey
paraya ihtiyaç var. Bizim meslek de para getiren cinsten. Fakat bizim oralarda
yani Afganistan’da kimde para var ki, getirsin. Duydum ki böyle meslek sahiplerine
Avrupa kucak açıyor. Fakat benim pek bir şöhretim yok. Afgan olmam da büyük
dezavantaj. Öyleyse önce bir Türkiye’ye gidip biraz tanınayım dedim. Özbek
olmam da, oraya gitmemi kolaylaştırdı. Küçük bir şehre yerleştim. Bir hastane
bulup işe başladım. Ev tuttum çoluk çoğu da getirdim. Aslında Afganistan’a göre
iyi de para kazanıyoruz. Ama yerimde duramıyorum, bir an evvel Avrupa’ya kapağı
atmam gerekir diye sabırsızlanıyorum. Eşimin uyarıları da fayda etmedi ve karar
verdik ailecek Avrupa’ya gitmeye. Bu işi yapan bir adam buldum ve kazanıp
biriktirdiğim paranın çoğunu ona verdim. Hazır vaziyette beklemeye başladık.
Haber gelir gelmez yola çıkacağız. Çok para verdiğim için bizi özel araçla
götürecekler ve yine özel botlarla geçirecekler. Gittik de sorunsuz. Kıyıda iyi
görünümlü bir bot bizi bekliyordu. Aldılar ona, hepsi bizim gibi. İyi giyimli
ve gözde meslek erbabı. Her biri bir yerden. Dinleri, kültürleri, milliyetleri
ayrı ayrı ama amaçları aynı. Bir an evvel Avrupa’ya kapağı atıp hem özgürlüğe
hem de paraya kavuşmak. Bindik bota gidiyoruz. Epeyce açılmıştık ki, birden
hava bozmaya başladı. Halbuki bize güvence vermişlerdi. Hava bugün güzel olacak
diye. Bu da neyin nesiydi? Çocukların biri annesine biri bana sokuldu. İşin
aslı onlardan çok biz korkuyorduk. Bildiğimiz bütün duaları okumaya başladık.
Fakat deniz kabarıyor, bot sallanıyordu. O sırada büyük bir dalga geldi botun
altını üstüne getirdi. Hepimiz denizdeydik. Bağrışmalar bir süre devam etti. Sonra
yavaş yavaş sessizlik hakim oldu. Ben yüzme biliyordum ama eşim ve çocuklarımın
bu şansı yoktu. Etrafımda döndüm, arandım. Hiç birini göremedim. Birisi bana
tutundu ve beni dibe doğru çekmeye başladı. Ondan zor kurtuldum. Yukarı
çıktığımda üç bek kişiydik suyun yüzünde kalan. Çaresiz kıyıya doğru yüzmeye
başladık. Kıyıyı hayal mayal hatırlıyorum. Gözümü açtığımda bir hastanede
buldum kendimi. Bir hafta yattıktan sonra kendime gelebildim. O an eşim ve
çocuklarım aklıma geldi, içimde büyük bir boşluk oluştu. Adeta elimin içinden
kayıp gitmişlerdi. Sanki elimle onları kudurmuş dalgalara teslim etmiştim.
Deniz alıp götürmüş, cesetlerini bile vermemişti. Çaresiz döndüm ayrıldığım
hastaneme bir başıma…
Evet efendim! İçimizdeki
hırs rüzgârı, çarşaf gibi sabır denizinin üstüne üstüne eser, kabartır da
kabartır. Beden teknesinin altını üstüne getirir. Özünü alır, kabuğunu bırakır.
Bazen onu bile bırakmaz…
20.10.19
0 yorum:
Yorum Gönder