لـكلِّ
شـيء إذا مـا تمَّ نُـقصانُ
فـلا يُـغـَرُّ بـطيبِ العَيشِ إنسانُ[1]
Yıllar geçmiş,
Tarihçi o kadar yaşlanmıştı ki, Tajo Kanyonu’nun patikalarından inerken
eski atikliğiyle inemiyor; acemi dağcılar gibi kayalığın bazı çıkıntıları ve
çalılıklarına tutunma ihtiyacı görüyordu. Oysaki çocukluk günlerinde,
Pervari’deki evinin arkasında göğe doğru yükselen kayalıklarında oynayıp
birinden öbürüne atlarken, küçük dağ keçilerini andırıyordu… Şimdi ise, Endülüs’ün
şirin ve hüzünlü Ronda şehrini ikiye bölen Guadalevin çayının
kanyonuna inerken zorluk çekiyor, hatta bazen nefes almak için küçük molalar
veriyordu. Ama onun acelesi, kendisiyle beraber Endülüs’e gelmiş olan
öğrencilerinin onu görmeleri ve onun gibi kanyona inme hevesine kapılmaları
endişesiydi. Onun için mümkün mertebe onlara görünmeden kanyona inip, gözden
kaybolmak istiyordu. Nihayet büyük bir çabadan sonra oldukça yüksek olan Ronda
Köprüsünün ayaklarının içinde kaybolduğu kanyonun sularına vardı. Artık o
hürdü; ne öğrencileri, ne de onlar gibi Ronda’yı gezmeye gelmiş olan
turistler onu görüyordu. Bu yalnızlık hürriyetini eline geçirince de, köprünün
üzerinde incelemelerde bulunan turistlere görünmeden hemen kendi incelemelerine
başladı. Bir-iki mağaramsı kaya oyuklarını inceledikten sonra, oldukça büyük ve
geniş olan bir mağarayla karşılaştı. Mağaranın derinliklerinde, tavanlara ters
bir şekilde asılmış birkaç yarasadan başka bir şey yoktu. İçerisi oldukça
karanlıktı. İşte tam o sırada, kendisinin “akılsız” dediği telefonu işe
yaradı. Telefonun fenerini açtı ve mağarayı incelemeye başladı. Elini mağaranın
deliklerine sokup bir şeyler ararken korkmuyor değildi. Çünkü deliklerin
birinden kendileri için tehlike zannettikleri bu “mağara yabancısı”na
bir akrebin zehirli iğnesini, ya da bir yılanın sivri dişlerini eline sokarak
zehir akıtması içten bile değildi. Ama Tarihçinin tecessüsü, korkusunu
bastırdığı için teker teker mağaranın deliklerini kolaçan etmeye devam etti.
Sonra birden durdu ve telefonun ışığıyla bir delikten çıkardığı cisme baktı.
Bu, asırlarca nemli tozlar içerisinde küflenmiş bir cüzdana benziyordu. Hemen
kedisini mağaranın dışına atıp, bu garip cüzdanı incelemeye başladı. Yıllar ve
asırlar cüzdanı öylesine çürütmüştü ki, neresine ellese, elinde kalıyordu. Ve
nihayet, cüzdanın içinde, balmumuyla sıvanmış bir “iç cüzdan”a ulaştı. Tarihçi
bu usulü iyi biliyordu. Nitekim bir zamanlar önemli evraklar, balmumuyla
sıvanmış bez parçaları içerisinde muhafaza edilirdi. Artık elinde deri
cüzdandan bir şey kalmamış, parçaları Tajo çayının suları içerisinde
akıp kaybolmuşlardı. Sonra birdenbire Tarihçi irkildi:
Balmumu ile
sıvanarak korunmuş olan cüzdanın içerisinde, rulo şeklinde ve üzerinde Arapça
el yazıları olan bir kâğıt!
Tarihçi;
heyecan, korku ve kâğıtta yazılı olanlara karşı öylesine bir tecessüs haletiruhiyesine
girdi ki, titreyip duruyordu. Ve korku ile titremesi hafifleyince, kenarlarının
büyük bir kısmı çürümüş olan kâğıtta yazılı olanları okumaya başladı:
“Ey gözleri
kör olmuş, basiretleri bağlanmış, dünya sevdası uğruna İslâmȋ şahsiyetlerini
unutmuş olan saltanat zebunu Müslümanlar! Sizlere ne oldu ki, tâ Resȗlullah’ın
şehri olan Medine’den İslâm’ı tebliğ etmek için buralara kadar gelen
ecdadınızın inanç sistemini unuttunuz? Unuttunuz da başınıza bu “engizisyon
felaketi” geldi. Biraz önce, hemşeriniz, kardeşiniz Ebȗ’l-Bekâ er-Rondȋ,
Endülüs’te Müslümanlara uygulanan o unutulması mümkün olmayan “engizisyon
mezalimi”ni yazmış olduğu ağıtında dile getirdi; ve hep beraber ağladık! Sizden
sonra gelecek dünya Müslümanları da ağıtı okuyup ağlayacaklar kadınlar gibi! Ama
ağlamak yiğidin kârı değil ki! Onun için bizler bu “engizisyon felaketi”ne
maruz kaldığımız gibi, siz ey asırlar sonra gelecek olan dünya Müslümanları,
aynı şeyin başınıza da gelmesini istemiyorsanız. Sizin için yazıp bu mağara
deliğine soktuğum yazıyı iyi okuyun da bizim gibi yok olup gitmeyin! Saltanat
belasıyla birbirinizin kanına gireceğinize, Allah ve Resȗlü nasıl emrettiyse
öyle idare ediniz devletinizi/devletlerinizi! Âmirleriniz, Allah’ın emri olan şurâ’yı
ve “işi ehline verme düsturu”nu terk edip, devleti cahil-cühelânın eline
terk etmesinler!
“Ulu’l-emr’leriniz
tiranlaşıp iktidar tutkusuna kapılmasınlar ki basiretleri yok olmasın! İçinde
yaşamış olduğunuz şu garip dünyadan öylesine garip insanlar gelip geçmişlerdir
ki, insanoğlu bunları sınıflamaya kalksa, ne buna gücü yeter, ne de ömürleri!
Bu insanlar arasında tiranlar çıktığı gibi, günah yapma yetenekleri bulunmayan
meleklerden daha üstün denecek kadar seciyesi yüksek insanlar da gelip
geçmiştir.
“Yüce
Yaratıcı, yani Allah, insanlara, diğer bütün yaratıklardan farklı olarak,
öylesine yetenekler vermiştir ki, bu insanlar Yaratıcının kendilerine diğer
yaratıklardan farklı olarak verdiği bu karakterleri korudukları takdirde, yani
Yaratıcının kendilerine Peygamberler vasıtasıyla bildirdiği şekilde bir yaşam
sürdürdüklerinde, hem mesut olurlar, hem de kendileri gibi olan diğer
insanların saadetleri için çalışmayı da ibadet kabul ederler. Ne var ki, Allah
bu konuda insana iyiyi, ya da kötüyü seçme hürriyeti verdiğinden; kendilerine,
Allah’ın istediği şekilde yaşama tarzını öğretecek/uyaracak peygamberler
gelmeyince, hevâlarına uyabiliyor ve insanca yaşama yerine, canavarlaşıp
kendileri için yaratılmış olan dünyayı birbirlerine cehennem edebiliyorlar!
Onun içindir ki Allah, kullarının, kulca yaşamalarını kendilerine öğretecek
Peygamberler göndermiş; bu peygamberler vasıtasıyla da dünya üzerindeki geçici
ömrün nasıl saadet içerisinde olabileceğinin yolunu göstermiştir. Ama ne
yazıktır ki çoğu kez tercihlerinde hür bırakılmış olan insanlar, Peygamberlerin,
kendilerine Allah tarafından verilmiş olan emirlerine değil, kendi hevâlarına
uyduklarından, tarih, insanların birbirlerine karşı olan haksızlıkların,
düşmanlıkların, soykırımların geride bırakmış olduğu “kan sahneleri”yle
doludur!
“Peki, bu “kan
figürleri”nden birisi olmamanın yolu nedir?
“İşte bunun
anahtarı Peygamber Efendimiz’in şu hadis-i şerifidir:
“Hikmetin
başı, Allah korkusundadır!” رأس الحكمة مخافة الله “
“Hangi dinden
ve hangi ırktan olursa olsun; bir insan Allah’ı unutmaz ve her türlü
hareketinde yapacağı yanlışlardan dolayı Allah’tan korkarsa, o insan asla
kötülük yapamaz! Yani Allah’ın onu, hareketlerinden dolayı hesaba çekeceğini
unutmaz ve Allah’tan korkarsa, kötülüğe meyledemez! Kazara meylettiğinde de
Allah’ı hatırlasa, yapmayı düşündüğü hareketten/kötülükten vazgeçer. Tarihimiz
bunun örnekleriyle doludur.
Kur’an ne
güzel formüle ediyor:
"İnsan
kendisini zenginleşmiş (bir makama gelmiş, imza yetkisine sahip olmuş,
saltanatı eline geçirmiş) görünce sapıtır" (K.K. Alak Sûresi, 6-7).
“Bunun en
güzel misâllerinden bir tanesini, Emevi Sultanı Abdulmelik'te görüyoruz.
Nitekim Abdulmelik, Hilâfete getirilmeden önce muttaki bir Müslümandı; zahid,
âbid, örnek bir mü'mindi. Öyle ki, bu hasletlerinden dolayı kendisine “حمامة المسجد" (Mescidin Güvercini) adı takılmıştı.
“Abdulmelik, babası
Mervân'ın Medine valiliği sırasında o kadar büyük bir üne sahip oldu ki, Medine
fukahası arasında sayılanlar arasına girdi.
“Yezid, Mekke
üzerine ordu gönderdiğinde, Peygamber mescidinde ilim ve ibâdetle meşgul olan
Abdulmelik şöyle demişti yanındakilere: Allah'a sığınırım! Allah'ın Haremi
(Mekke) üzerine ordu gönderilir mi?
“Yahya
el-Ğessânî de, o sırada kendisi ile Abdulmelik arasında geçen şu ilginç
konuşmaları nakletmektedir:
«Muslim b.
Ukbe ordusunda Medine'ye varınca, Peygamber(s.a.s)'in Mescidine girip,
Abdulmelik'in yanına oturdum. Abdulmelik bana, "sen de bu ordunun askeri
misin?" diye sordu. Ben de "evet" dedim. Bunun üzerine bana şunu
dedi: "Annen sensiz kalaydı! Sen kime karşı savaşmaya gittiğini biliyor
musun? Hicret’ten sonra Medine'de ilk doğan Müslüman'a karşı gidiyorsun! O,
Resûlullah(s.a.s)'in kendisine “Havarim” dediği Zübeyr’in oğludur. Kezâ o,
peştamalını yırtarak, Hz. Peygamber(s.a.s)'in hicretinde ona eteğini çıkın
yapan Ebû Bekir’in kızı Esmâ'nın oğludur. Ve o, Resûlullah(s.a.s)'ın, kendisini
hurma çiğneyerek ağzına koymak suretiyle tedavi ettiği çocuktur. Vallahi ona
gündüz varırsan oruçlu, gece varırsan namazda görürsün. Şayet yeryüzünün
insanları onu öldürürlerse, Allahu Te’âlâ onların hepsini cehenneme atar!"
Bu olayı
nakleden râvi, daha sonra şunları da ilâve etmektedir:
"Bunları
bana söyleyen Abdulmelik, Halife olunca, bizzat kendisi, o kadar övgüsünü
yaptığı İbn Zübeyr üzerine Haccâc'ı gönderdi. İbn Zübeyr'i öldüren bu ordu
içerisinde ben de vardım"
“İşte
“siyasi iktidar” denen makamlar bu denli tehlikelidir ki hasbelkader bir
iktidarı eline geçirmiş olan hâkim insan, kendilerini uyaranları küçümser,
“iktidar olduğuma göre ben her şeyi bilirim!” havasına girince, hevâları
akıllarına galebe çalar ve gerçekleri göremez olurlar! Bu hale gelince de, kendisine
karşı ne kadar samimi ve candan olurlarsa olsunlar, hiçbir uyarıcıdan
hazzetmez, onları dinleyip kâle almaz; hatta ve hatta bir zamanlar saygı
gösterdiği bu candan uyarıcılara, “hocalar bu işleri bilmez!” deyu
istiskal derecesinde hafife alır; sadece etrafında bulunan, ve hiçbir
yanlışına, “Efendim şu yaptığınız yanlıştır!” diyemeyen, veya kendi
maslahatları için “nasıl buyuruyorsanız, doğrusu odur Efendim” şeklinde konuşan
menfaat çeteleri yardakçıların iğvalarıyla hareket eder ve neticede hata
üzerine hata yaparak hüsrana uğrar gider!
“İşte
ey bizden sonra gelecek olan Müslümanlar! Tarih bu gibilerin örnekleriyle
doludur! Siz siz olun da, bizim gibi saltanat kavgalarına düşüp, kâfirlere yem
olmayın! Unutmayın ki başımıza gelen “engizisyon felaketi”nin tek
sebebi, idarecilerimizin iktidar hırsına kapılıp, “Şurâ”yı terk
etmeleriydi….”
Yazının
geri kalan kısmı okunamadığından, Tarihçi dehşet içerisinde kanyona dönüp
indiği yerden tırmanarak tekrar öğrencilerinin yanına gitti. Tarihçi öyle
perişan bir hâle gelmişti ki, öğrenciler
ne olduğunu soramadılar…
O
korkunç maceradan dolayı Tarihçi konuşmuyor/konuşamıyor; sadece arada bir dönüp
içinden Ronda köprüsüne ve kanyonuna “elveda” diyebiliyordu. Otobüse
dönüş yolunda, Moriskolar denen Müslümanların çocuklarının,
kadınlarının, ve hâlâ hayatta kalabilmiş olan ihtiyarlarının, kayalıklarına
atıldığı Ronda uçurumlarına bakıyor, içi kan ağlıyordu… Bir zamanlar
nüfusunun tamamının Müslüman olduğu bu güzel Ronda’da, sadece geride
bıraktıkları saraylar, hâlâ ayakta olan hamamlar, içinde her türlü meyve ve
sebzenin yetiştiği Endülüs bahçeleri kalabilmiş…
Dönüş
için Tarihçi ayağını otobüsün merdivenine attığında, şu mırıldanmalar
duyuluyordu dudaklarından:
-
Ey Müslümanları idare
mevkiinde olan siz Başkanlar, Sultanlar, Emirler, Şeyhler! O Morisko Müslüman
Hocanın yazıp Ronda/Tajo kanyonunun mağarasına gizlediği vasiyeti iyi okuyun da
birbirinizle uğraşmayın! Saltanat kanununu değil, İslâm’ın emri olan “Şurâ”yı
kendinize ilke edinin!!!
Birileri onun bu dediklerini
duydu mu, duymadı mı, kendisi de bilmiyordu…
0 yorum:
Yorum Gönder