16 Kasım 2016 Çarşamba

Hz. Peygamber'den Ermeniler'e Mektup Meselesi Bağlamında Tarihin Hayâl Odası

Tarihî hadisât hakkında elde ettiğimiz malûmatın menbalarından olan destanlar, etnik kimlik unsurlarının ya da fütûhât verilerinin aktarımına arkadaşlık etmede eşsiz bir konuma sahiptir. Olay ya da olguların değerlendirilmesinde kişi, yer adı, tarihlendirmeler dikkate alınmaksızın, destansı anlatımların rolünü bu çerçevede inkâr etmemiz mümkün değilse de söylemlerin tamamen epikleştirilmesinin, hakîkatın özüne olan nüfûzu engelleyebileceği görüşündeyiz. Bununla beraber kişi, yer adı ve tarihlendirmelerle iç içe olan destansı anlatımların varlığını da gözden ırak tutmamaktayız. Öte yandan kaynaklarda yer alan hususların yanılmaz veya doğruluğu tartışılamaz itikadî bir mesele şeklinde değerlendirilmesinin, haklı olup- olmadığını sorgulamadan, sadece bir talep olarak görmekteyiz. Aksi halde olayların bilinçaltında yatan unsurlarının, gerçekleştiği tarihten yüzyıllar sonra ortaya çıkması gibi bir durum da söz konusu olabilmektedir. Bu hâlde tarihçinin, tüm anlatıları dikkatli ve ısrarlı bir şekilde izlemesi, bunu yaparken de zihninin bir köşesine notlar alması meşrûttur. İş bu notların tasnîf ve tahrîrinin âhirinde bir takım neticelere varılması mukadder ise de mezkûr netâyic her zaman makbûl bir nihâyete işaret etmeyecektir.
Sözün burasında ifade etmeliyiz ki bir müverrih, hayatı boyunca hiçbir zaman hayâl dünyasının son sınırına gelemeyecek, olasılık hesapları arasında geleneksel eksenden uzaklaşmaya çalışsa da toplumun ilkeleri ve cür’eti, cesareti buna izin vermeyecektir. Bu durumda tarihçi belki de cebren, kendisinin muttali’ olmadığı bir dönemde tasarlanmış kurgular içinde çeviri makinası hükmünde kalacak, üstelik bundan da rahatsızlık duymayacaktır. Vâkıa bu basit ama esrarlı ilişkiler konusunda sosyo-psikolojik araştırmaların son tespiti acaba, Dıral dedenin düdüğü şeklinde mi olacaktır? Ya da görüşünde yalnız kalma kaygısı sürekli biçimde muhalif olduğumuzu beyân ettiğimiz romantizmi çağrıştırdığından ve dahi söz konusu akıma muhalif olduğumuzdan mütevellid, denizi seviyorsan dalgaları da seveceksin, deyip Friedrich Nietzsche’nin kulaklarını çınlatarak bu bahsi de kapatmak zorunda mı kalacağız? [Geleneksel eksenden uzaklaşan tarihçilerin de var olduğunu ayrıca ifade etmemiz gerekmektedir.]
Özde ifade etmeye çalıştığımız şey, tarihçinin geçmişin izlerini sürerken söylemek zorunda kaldığı ‘belki, muhtemelen…’ gibi gayr-ı mutlak ifadelerin, destansı motiflerle bezenmeden, sonraki nesiller tarafından doğru- düzgün değerlendirilmesidir. Sırf okuyucuyu tahrik etmek için tarihçinin şipşak yargılarda bulunmasını bir dereceye kadar ihtimal dairesinde görsek de, aynı olayın farklı kaynaklarda birbirinden bağımsız değerlendirilmiş olabileceğini, bu yüzden farklı sonuçlar elde edilebileceğini unutmamak elzemdir. Aynı şekilde kaynaklara dayalı araştırmaların herhangi bir olayı farklı yönlerinden ele alıp, farklı sonuçlara ulaşması da söz konusu duruma işaret etmektedir. Bu yazımızda da zaten elimizden geldiğince mübeyyen hususları tetkîk etmeye çalışacağız.
İsmini vermek istemediğimiz, 12.09.2013 tarihli elektronik ve süreli bir yayında gündeme getirilen, yazımızın da başlığında yer alan, akademik unsurlara sahip haberin uzunca girizgâha sebebiyet vermesi, elbette şahsımıza ait bir kusur olarak değerlendirilmelidir. Bu çerçevede ilgili haberin muhteviyatını kısaca aktarmakta fayda vardır:
Erzurum Üniversitesi, İslamî İlimler Fakültesi Kütüphanesi’nin İslam Tarihi bölümünde bulunan Arapça belge bulundu ve Hindistanlı ünlü âlim Muhammed Hamidullah tarafından “el-Vesâiku’s-Siyâsiyye” kitabında yayımlandı. Vesikanın üstüne daha sonra Osmanlı döneminde, Âmid (Diyarbakır) şehri yargıcı Molla Çelebi diye tanınan Muhammed bin Ali ile Ruha (Urfa) yargıcı Nakî Fazlızâde’nin mühürleri basılmıştır.
Esasında incelemeye çalıştığımız husus, haberin oldukça uzun olan metni değildir. Üniversitenin adının Erzurum mu, Atatürk mü olduğu hele hiç değildir. İslâmî İlimler Fakültesi ile İlahiyat Fakültesi arasındaki farkları da belirtecek değiliz. Efendim, Âmid ile Diyâr-ı Bekr’in ayrı ayrı yerler olduğunu da bundan ötürü söylemeyeceğiz. Bu minvalde yargıç Molla Çelebi ifadesini de görmezden geliyor, Muhammed bin Ali’ye rahmetler dileyerek, sonunda yazımızdaki asıl hedefimize yaklaştığımızı beyân ediyoruz.
Ermenilerin, millet olarak kökenleri, nereden geldikleri, nereye gittikleri kısacası ne oldukları hayli tartışmalıdır. Tacitus’un ‘kökeni bilinmeyen insanlar’ şeklinde nitelediği Ermenilerin, tarihin herhangi bir alanında devlet kurmaları söz konusu dahi değilken, Ermeni toplumuna etkin bir siyasî hüviyet bahşedip, çeşitli unvanlar altında önderler kazandırmak, işte girizgâhta bahsettiğimiz şipşak yargılardan bazılarıdır. Hele de Resûlullâh’ın (as), Ermeni toplumunu siyasî/ sosyal bir güç olarak tanıyıp, Ermenilere özel mektup yazması, en azından şimdiki bilgilerimizle, hayâl odasının tavanına çiziktirilen tuhaf bir karikatürden öteye geçmeyecektir. [Yazmamıştır, yazdırmıştır. Kâtibi de kesin Muaviye’dir, diyen arkadaşıma da teessüf ederim.] Kendisini Osmanlı Ermenilerinden birisi olarak tanımlayan Levon Panos Dabağyan’ın bir zamanlar ısrarla gündeme getirmeye çalıştığı benzer husûsun, bir mektup vasıtasıyla tekrar tartışmaya açılması ne kadar doğrudur, bilemiyoruz lâkin Ermenilerin bu mektup vasıtasıyla ne elde etmeye çalıştığı ortadadır. [2013’te yazılan bir yazıyı 2016’da gündeme getirmek ne kadar doğrudur peki?/ Bu yazıyı emsâl gösterenlerin sayısı çoğalmaktadır. Tedirgin olmamız bu yüzdendir.]
Ermeni toplumunu, dönemin güçlerini referans göstererek olduğundan farklı yerlere taşımak veya toplumun aslında kadîm zamanlardan beri siyaseten tanınır olduğunu söylemenin belki başka yolları da vardır ama herhalde Resûlullâh (as) ile kazanılan meşruiyyet bu yolların en değerlisi olsa gerektir. [Ermenilerin Rumlarla olan çatışmalarında Ermeniler, bu şekilde birkaç adım öne de geçecektir. Osmanlı da bunun farkındadır. Saygı göstermektedir. Arşiv vesikalarına da bu durumu yansıtmaktadır.]
Resûllullâh’ın (as), çeşitli topluluklara çeşitli muhteviyâta sahip, çeşitli isimler altında, çeşitli belgeler gönderdiği malumdur. Merhûm Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın el-Vesâiku’s-Siyâsiyye isimli eseri de zaten bu anlamda hemen akla gelmektedir. Ancak haberin metninde geçtiği gibi ne bu eserde, ne de başka bir kaynakta Ermenilere özel bir belgeden söz edilmemektedir. Gerçi Hamidullah da Erzurum’da, bahsi geçen fakültede böyle bir belge gördüğünü ancak belgenin, haberin metninde geçtiği gibi Arapça değil Türkçe olduğunu, Türkçe’ye tercemenin de düzgün yapılamadığını ifade etmektedir. Neticede Hamidullah, söz konusu belgenin aslında sair Hıristiyan topluluklara verilenlerden farklı olmadığını vurgulamakta hatta belgeler arasındaki olası farklılıkları nakletmeye gerek dahi görmemektedir.
Ermeni müellif Dabağyan, 630 yılında muhtemelen Tebük Seferi dönüşü, Resûllullâh’ın (as) Ermenilere resmî haklar tanıdığından şüphe etmezken Hz. Ömer’in de Kudüs Ermeni Patrikliği’ni kurduğunu aktarması, tarihin hayâl odasının hudutlarını göstermesi açısından, en az bu muhayyel mektup kadar önemlidir. Resûllullâh’ın (as), Tebük dönüşü, hem de 630 yılında Kudüs’e uğrayıp- uğramadığı bir tarafa, Hz. Ömer’in patriklik ihdâs edebilen bir halîfe olması ise mezkûr hudûd-u hayâle dahi sığmamaktadır. Yeri gelmişken henüz Abdulmelik b. Mervân’ın, belki de dönemin getirdiği bir takım sorunları aşabilmek amacıyla tuhaf bir şekilde Mescid-i Aksâ gibi figürleri kullanmasını hazmedemeyen neslin, Kudüs’te bir Ermeni patrikliğini hoş görmesini beklemek de sanırım fazla iyimserlik olacaktır. Yoksa bir sonraki adımda Hz. Ömer’in ya da dönemin sahabesinin, Kudüs’ün alınmasından sonra neden Mescid-i Aksâ’yı ziyaret etmediğini, ettilerse neden bununla ilgili bilgiler aktarmadıklarını da sorgulamak gerekecektir ki bu durum, zinhâr tam bir kafa karışıklığına sebep olacaktır.
Kudüs’te bulunan ve Hıristiyanlar tarafından kutlu olduğu kabul edilen bir takım dinî yapıların, sonraki dönemlerde Rumlar ve Ermeniler arasında çekişme nedeni olması, uzunca bir süredir aktarmaya çalıştığımız belgelerin gündeme getirilmesinin esâs nedeni değil midir? Elbette Resûllullâh’ın (as) Ermeni milletine özel olarak bir mektup yazmasında veya ahd-nâme vermesinde sakınca yoktur. Lâkin Hz. Ömer’in Ermenilere Kudüs’te, daha mescid bile inşâ etmeden/ ettirmeden patriklik ihdâs etme derdine düşmesinde de mi sakınca yoktur? Peki, Surp Hagop veya Kamâme/ Kıyâme Kilisesi olarak anılan bu kurumun duvarında, adı geçen belgenin bir kopyasının hâlen asılı olduğunun söylenmesinde sakınca var mıdır? İlk kaynaklarımız, İrminiyye/ Ermeniyye fetihlerinden açıkça bahsederken, bir millet olarak Ermenilerden neden bahsetmemektedir, Rumlarla Ermenileri birbirinden neden ayırmamaktadır o halde? Hıristiyan topluluklarından bir güç haline gelenler ismen zikredilirken Ermeniler neden bu tasnifin dışında tutulmaktadır? Yoksa… Yoksa Ermeni milleti Resûllullâh (as) tarafından, özel mektup yazılacak seviyede ciddiye alındığı halde klasik tarihçilerimiz tarafından ciddiye alınmamakta mıdır? Kudüs’teki İliyalılar ya da mesela Yakubiler, Süryaniler ve diğerleri zikredilirken, özelde Ermenilerin zikredilmemesi hoş bir tesâdüf müdür? Tevâfuk desek içimiz rahat eder mi?
Sonuç itibariyle, yazımız çerçevesinde buyurun son bir kez daha düşünelim. Deniliyor ki,  yıl 630. Resûllullâh (as) Ermeni milletine özel haklar tanımakta, mektup yazmaktadır. Sonrasında bu milletin yaşadığı coğrafya fethedilmektedir. Ancak fethi tamamlanan bölgede adı geçen halktan hiç ama hiç bahsedilmemektedir. Çok mu tutarsız oldu yoksa? Tamam, bir de şöyle düşünelim; Ermeniler, Rumlardan, Süryanilerden, Yakubilerden, Yahudilerden ayrı olarak Resûllullâh (as) tarafından siyasî bir topluluk olarak tanınmış olsun. Kaynaklarımız da bu tanınmışlığı görmemiş olsun. Haydi, 630 yılında Tebük’ten de dönülsün, Kudüs’e de uğransın. Gerçi Kudüs epey yukarıda kalıyor ama hayâl bu ya, olsun, varsın. Diyelim ki, Kudüs’te bulunan İliya halkına değil de Ermenilere bir de mektup yazsın. Hz. Ömer de mescitten önce Kudüs’te bir patriklik kursun, kurdursun. Söz konusu patrik de adı mesela Surp Hagop Kilisesi, katedrali, manastırı her ne ise bir binâ inşâ etsin, ettirsin. Binânın duvarlarından birisine de Resûllullâh’ın (as) kendilerine özel olarak verdiği mektup/ belge asılsın. Daha sonra hâlen kilisenin duvarında asılı olduğu söylenen mektup/belge bir şekilde defalarca yangın geçirdiği aktarılan Surp Hagop’un duvarından çıksın ve Erzurum’a gelsin. Bir ilim adamı tarafından bulunsun. O sırada bu ilim adamı tarafından hiç önemsenmesin. Bilahare bir zât tarafından Türkçe’ye yanlış da olsa terceme edilsin. Tercemesi kalsın ama belgenin aslı da kaybolsun. Kaybolmamışsa bile kimse tarafından aslı bir türlü yayımlanamasın. Gerçeği haykırmakta fayda var, hepsi ama hepsi muhtemeldir. Bu kadar yazıyı da boşuna yazdık efendiler. Allah iyiliğimizi versin, nefsimizi ıslâh etsin!

Yazarlar