Tarihî
hadisât hakkında elde ettiğimiz malûmatın menbalarından olan destanlar,
etnik kimlik unsurlarının ya da fütûhât verilerinin aktarımına
arkadaşlık etmede eşsiz bir konuma sahiptir. Olay ya da olguların
değerlendirilmesinde kişi, yer adı, tarihlendirmeler dikkate
alınmaksızın, destansı anlatımların rolünü bu çerçevede inkâr etmemiz
mümkün değilse de söylemlerin tamamen epikleştirilmesinin, hakîkatın
özüne olan nüfûzu engelleyebileceği görüşündeyiz. Bununla beraber kişi,
yer adı ve tarihlendirmelerle iç içe olan destansı anlatımların
varlığını da gözden ırak tutmamaktayız. Öte yandan kaynaklarda yer alan
hususların yanılmaz veya doğruluğu tartışılamaz itikadî bir mesele
şeklinde değerlendirilmesinin, haklı olup- olmadığını sorgulamadan,
sadece bir talep olarak görmekteyiz. Aksi halde olayların bilinçaltında
yatan unsurlarının, gerçekleştiği tarihten yüzyıllar sonra ortaya
çıkması gibi bir durum da söz konusu olabilmektedir. Bu hâlde
tarihçinin, tüm anlatıları dikkatli ve ısrarlı bir şekilde izlemesi,
bunu yaparken de zihninin bir köşesine notlar alması meşrûttur. İş bu
notların tasnîf ve tahrîrinin âhirinde bir takım neticelere varılması
mukadder ise de mezkûr netâyic her zaman makbûl bir nihâyete işaret
etmeyecektir.
Sözün
burasında ifade etmeliyiz ki bir müverrih, hayatı boyunca hiçbir zaman
hayâl dünyasının son sınırına gelemeyecek, olasılık hesapları arasında
geleneksel eksenden uzaklaşmaya çalışsa da toplumun ilkeleri ve cür’eti,
cesareti buna izin vermeyecektir. Bu durumda tarihçi belki de cebren,
kendisinin muttali’ olmadığı bir dönemde tasarlanmış kurgular içinde çeviri makinası
hükmünde kalacak, üstelik bundan da rahatsızlık duymayacaktır. Vâkıa bu
basit ama esrarlı ilişkiler konusunda sosyo-psikolojik araştırmaların
son tespiti acaba, Dıral dedenin düdüğü şeklinde mi olacaktır? Ya da görüşünde yalnız kalma kaygısı
sürekli biçimde muhalif olduğumuzu beyân ettiğimiz romantizmi
çağrıştırdığından ve dahi söz konusu akıma muhalif olduğumuzdan
mütevellid, denizi seviyorsan dalgaları da seveceksin, deyip Friedrich
Nietzsche’nin kulaklarını çınlatarak bu bahsi de kapatmak zorunda mı
kalacağız? [Geleneksel eksenden uzaklaşan tarihçilerin de var olduğunu
ayrıca ifade etmemiz gerekmektedir.]
Özde ifade etmeye çalıştığımız şey, tarihçinin geçmişin izlerini sürerken söylemek zorunda kaldığı ‘belki, muhtemelen…’
gibi gayr-ı mutlak ifadelerin, destansı motiflerle bezenmeden, sonraki
nesiller tarafından doğru- düzgün değerlendirilmesidir. Sırf okuyucuyu
tahrik etmek için tarihçinin şipşak yargılarda bulunmasını bir
dereceye kadar ihtimal dairesinde görsek de, aynı olayın farklı
kaynaklarda birbirinden bağımsız değerlendirilmiş olabileceğini, bu
yüzden farklı sonuçlar elde edilebileceğini unutmamak elzemdir. Aynı
şekilde kaynaklara dayalı araştırmaların herhangi bir olayı farklı
yönlerinden ele alıp, farklı sonuçlara ulaşması da söz konusu duruma
işaret etmektedir. Bu yazımızda da zaten elimizden geldiğince mübeyyen
hususları tetkîk etmeye çalışacağız.
İsmini
vermek istemediğimiz, 12.09.2013 tarihli elektronik ve süreli bir
yayında gündeme getirilen, yazımızın da başlığında yer alan, akademik
unsurlara sahip haberin uzunca girizgâha sebebiyet vermesi, elbette
şahsımıza ait bir kusur olarak değerlendirilmelidir. Bu çerçevede ilgili
haberin muhteviyatını kısaca aktarmakta fayda vardır:
‘Erzurum
Üniversitesi, İslamî İlimler Fakültesi Kütüphanesi’nin İslam Tarihi
bölümünde bulunan Arapça belge bulundu ve Hindistanlı ünlü âlim Muhammed
Hamidullah tarafından “el-Vesâiku’s-Siyâsiyye” kitabında yayımlandı.
Vesikanın üstüne daha sonra Osmanlı döneminde, Âmid (Diyarbakır) şehri
yargıcı Molla Çelebi diye tanınan Muhammed bin Ali ile Ruha (Urfa)
yargıcı Nakî Fazlızâde’nin mühürleri basılmıştır.’
Esasında
incelemeye çalıştığımız husus, haberin oldukça uzun olan metni
değildir. Üniversitenin adının Erzurum mu, Atatürk mü olduğu hele hiç
değildir. İslâmî İlimler Fakültesi ile İlahiyat Fakültesi arasındaki
farkları da belirtecek değiliz. Efendim, Âmid ile Diyâr-ı Bekr’in ayrı
ayrı yerler olduğunu da bundan ötürü söylemeyeceğiz. Bu minvalde yargıç
Molla Çelebi ifadesini de görmezden geliyor, Muhammed bin Ali’ye
rahmetler dileyerek, sonunda yazımızdaki asıl hedefimize yaklaştığımızı
beyân ediyoruz.
Ermenilerin,
millet olarak kökenleri, nereden geldikleri, nereye gittikleri kısacası
ne oldukları hayli tartışmalıdır. Tacitus’un ‘kökeni bilinmeyen insanlar’
şeklinde nitelediği Ermenilerin, tarihin herhangi bir alanında devlet
kurmaları söz konusu dahi değilken, Ermeni toplumuna etkin bir siyasî
hüviyet bahşedip, çeşitli unvanlar altında önderler kazandırmak, işte
girizgâhta bahsettiğimiz şipşak yargılardan bazılarıdır. Hele de
Resûlullâh’ın (as), Ermeni toplumunu siyasî/ sosyal bir güç olarak
tanıyıp, Ermenilere özel mektup yazması, en azından şimdiki
bilgilerimizle, hayâl odasının tavanına çiziktirilen tuhaf bir
karikatürden öteye geçmeyecektir. [Yazmamıştır, yazdırmıştır. Kâtibi de
kesin Muaviye’dir, diyen arkadaşıma da teessüf ederim.] Kendisini
Osmanlı Ermenilerinden birisi olarak tanımlayan Levon Panos Dabağyan’ın
bir zamanlar ısrarla gündeme getirmeye çalıştığı benzer husûsun, bir
mektup vasıtasıyla tekrar tartışmaya açılması ne kadar doğrudur,
bilemiyoruz lâkin Ermenilerin bu mektup vasıtasıyla ne elde etmeye
çalıştığı ortadadır. [2013’te yazılan bir yazıyı 2016’da gündeme
getirmek ne kadar doğrudur peki?/ Bu yazıyı emsâl gösterenlerin sayısı
çoğalmaktadır. Tedirgin olmamız bu yüzdendir.]
Ermeni
toplumunu, dönemin güçlerini referans göstererek olduğundan farklı
yerlere taşımak veya toplumun aslında kadîm zamanlardan beri siyaseten
tanınır olduğunu söylemenin belki başka yolları da vardır ama herhalde
Resûlullâh (as) ile kazanılan meşruiyyet bu yolların en değerlisi olsa
gerektir. [Ermenilerin Rumlarla olan çatışmalarında Ermeniler, bu
şekilde birkaç adım öne de geçecektir. Osmanlı da bunun farkındadır.
Saygı göstermektedir. Arşiv vesikalarına da bu durumu yansıtmaktadır.]
Resûllullâh’ın
(as), çeşitli topluluklara çeşitli muhteviyâta sahip, çeşitli isimler
altında, çeşitli belgeler gönderdiği malumdur. Merhûm Prof. Dr. Muhammed
Hamidullah’ın el-Vesâiku’s-Siyâsiyye isimli eseri de zaten bu
anlamda hemen akla gelmektedir. Ancak haberin metninde geçtiği gibi ne
bu eserde, ne de başka bir kaynakta Ermenilere özel bir belgeden söz
edilmemektedir. Gerçi Hamidullah da Erzurum’da, bahsi geçen fakültede
böyle bir belge gördüğünü ancak belgenin, haberin metninde geçtiği gibi
Arapça değil Türkçe olduğunu, Türkçe’ye tercemenin de düzgün
yapılamadığını ifade etmektedir. Neticede Hamidullah, söz konusu
belgenin aslında sair Hıristiyan topluluklara verilenlerden farklı
olmadığını vurgulamakta hatta belgeler arasındaki olası farklılıkları
nakletmeye gerek dahi görmemektedir.
Ermeni
müellif Dabağyan, 630 yılında muhtemelen Tebük Seferi dönüşü,
Resûllullâh’ın (as) Ermenilere resmî haklar tanıdığından şüphe etmezken
Hz. Ömer’in de Kudüs Ermeni Patrikliği’ni kurduğunu aktarması, tarihin
hayâl odasının hudutlarını göstermesi açısından, en az bu muhayyel
mektup kadar önemlidir. Resûllullâh’ın (as), Tebük dönüşü, hem de 630
yılında Kudüs’e uğrayıp- uğramadığı bir tarafa, Hz. Ömer’in patriklik
ihdâs edebilen bir halîfe olması ise mezkûr hudûd-u hayâle dahi
sığmamaktadır. Yeri gelmişken henüz Abdulmelik b. Mervân’ın, belki de
dönemin getirdiği bir takım sorunları aşabilmek amacıyla tuhaf bir
şekilde Mescid-i Aksâ gibi figürleri kullanmasını hazmedemeyen neslin,
Kudüs’te bir Ermeni patrikliğini hoş görmesini beklemek de sanırım fazla
iyimserlik olacaktır. Yoksa bir sonraki adımda Hz. Ömer’in ya da
dönemin sahabesinin, Kudüs’ün alınmasından sonra neden Mescid-i Aksâ’yı
ziyaret etmediğini, ettilerse neden bununla ilgili bilgiler
aktarmadıklarını da sorgulamak gerekecektir ki bu durum, zinhâr tam bir
kafa karışıklığına sebep olacaktır.
Kudüs’te
bulunan ve Hıristiyanlar tarafından kutlu olduğu kabul edilen bir takım
dinî yapıların, sonraki dönemlerde Rumlar ve Ermeniler arasında çekişme
nedeni olması, uzunca bir süredir aktarmaya çalıştığımız belgelerin
gündeme getirilmesinin esâs nedeni değil midir? Elbette Resûllullâh’ın
(as) Ermeni milletine özel olarak bir mektup yazmasında veya ahd-nâme
vermesinde sakınca yoktur. Lâkin Hz. Ömer’in Ermenilere Kudüs’te, daha
mescid bile inşâ etmeden/ ettirmeden patriklik ihdâs etme derdine
düşmesinde de mi sakınca yoktur? Peki, Surp Hagop veya Kamâme/ Kıyâme
Kilisesi olarak anılan bu kurumun duvarında, adı geçen belgenin bir
kopyasının hâlen asılı olduğunun söylenmesinde sakınca var mıdır? İlk
kaynaklarımız, İrminiyye/ Ermeniyye fetihlerinden açıkça bahsederken,
bir millet olarak Ermenilerden neden bahsetmemektedir, Rumlarla
Ermenileri birbirinden neden ayırmamaktadır o halde? Hıristiyan
topluluklarından bir güç haline gelenler ismen zikredilirken Ermeniler
neden bu tasnifin dışında tutulmaktadır? Yoksa… Yoksa Ermeni milleti
Resûllullâh (as) tarafından, özel mektup yazılacak seviyede ciddiye
alındığı halde klasik tarihçilerimiz tarafından ciddiye alınmamakta
mıdır? Kudüs’teki İliyalılar ya da mesela Yakubiler, Süryaniler ve
diğerleri zikredilirken, özelde Ermenilerin zikredilmemesi hoş bir
tesâdüf müdür? Tevâfuk desek içimiz rahat eder mi?
Sonuç
itibariyle, yazımız çerçevesinde buyurun son bir kez daha düşünelim.
Deniliyor ki, yıl 630. Resûllullâh (as) Ermeni milletine özel haklar
tanımakta, mektup yazmaktadır. Sonrasında bu milletin yaşadığı coğrafya
fethedilmektedir. Ancak fethi tamamlanan bölgede adı geçen halktan hiç
ama hiç bahsedilmemektedir. Çok mu tutarsız oldu yoksa? Tamam, bir de
şöyle düşünelim; Ermeniler, Rumlardan, Süryanilerden, Yakubilerden,
Yahudilerden ayrı olarak Resûllullâh (as) tarafından siyasî bir topluluk
olarak tanınmış olsun. Kaynaklarımız da bu tanınmışlığı görmemiş olsun.
Haydi, 630 yılında Tebük’ten de dönülsün, Kudüs’e de uğransın. Gerçi
Kudüs epey yukarıda kalıyor ama hayâl bu ya, olsun, varsın. Diyelim ki,
Kudüs’te bulunan İliya halkına değil de Ermenilere bir de mektup yazsın.
Hz. Ömer de mescitten önce Kudüs’te bir patriklik kursun, kurdursun.
Söz konusu patrik de adı mesela Surp Hagop Kilisesi, katedrali,
manastırı her ne ise bir binâ inşâ etsin, ettirsin. Binânın
duvarlarından birisine de Resûllullâh’ın (as) kendilerine özel olarak
verdiği mektup/ belge asılsın. Daha sonra hâlen kilisenin duvarında
asılı olduğu söylenen mektup/belge bir şekilde defalarca yangın
geçirdiği aktarılan Surp Hagop’un duvarından çıksın ve Erzurum’a gelsin.
Bir ilim adamı tarafından bulunsun. O sırada bu ilim adamı tarafından
hiç önemsenmesin. Bilahare bir zât tarafından Türkçe’ye yanlış da olsa
terceme edilsin. Tercemesi kalsın ama belgenin aslı da kaybolsun.
Kaybolmamışsa bile kimse tarafından aslı bir türlü yayımlanamasın.
Gerçeği haykırmakta fayda var, hepsi ama hepsi muhtemeldir. Bu kadar
yazıyı da boşuna yazdık efendiler. Allah iyiliğimizi versin, nefsimizi
ıslâh etsin!