3 Ağustos 2018 Cuma

Sen Ne Ara Bu Hale Geldin


Prof. Dr. Cağfer Karadaş
Nasıl anlatsam, nereden başlasam? İlk defa evde böyle bir olay yaşıyoruz sanki. Vay başımıza gelenler! Kimseler duymasın dedim ama, duyulmayacak gibi değil. Adam en üst perdeden ifşaatta bulunmuş. Evin en yüksek yerine çıkmış, avazı çıktığı kadar bağırmış…
Ah dostlar! Elimi yüzüme kapadım, gözlerimi kaçırdım, kulaklarımı tıkadım… Ne ara sen bu hale geldin? Yoksa sen hep böyle miydin? Biz mi çok gafilmişiz; bu kadar mı kör, bu kadar mı sağır mışız? Firaset kanallarımız hepten mi tıkanmış? Eyvahlar olsun ki, ne vahlar!

Yıllarca didindin, kendine evin en yüksek yerini ayırdın, yükselttikçe yükselttin… Meğer orayı fildişi kule edinmişin… Oraya kapanmış, kendin kendine kurgular kurmuş, vesveselerden tablolar üretmişin… “Beni öldürecekler” demeye kadar vardırmışın işi… Yahu seni kim öldürecek? Kim ne yapsın seni öldürsün? Senin ölümünden kim ne yarar sağlar? Hem biz, Allah’a hamdolsun, müslümanız… Öldürecekse, Allah öldürür. Allah’ın öldürmeyeceğini kim öldürebilir? Allah öldürecekse kim diri tutabilir? Sana en oldu böyle? Dinine, imanına kurban olduğum… Hele bir kendine gel, kalbine odaklan, imanına sarıl, Allah’ına sığın, O’na güven, gerisini boş ver…
A iki gözüm, a canım efendim, sana mı düştü kimin öldüğü kimin kaldığı… Bu ifşaatlar, bu yersiz söylenmeler senin neyine, benim neyime?!
Ne güzel şeyler anlatıyordun. Şiveli konuşmalarını hayranlıkla dinliyorduk… Yediden yetmişe, en cahilinden en bilgilisine gözüne bakar, ağzından çıkana kulak kesilirdik… Nereden çıktı şimdi bu akla ziyan açık etmeler… Hem sen açık etsen ne olacak? Bu senin işin mi? Devleti var, adamları var… Yapsınlar işini onlar… A cancağızım sen işini yapsana… Evi böyle velveleye vermek, herkesin sinir uçlarına ateş düşürmek, ev halkına düşmanı güldürmek… nedir bu Allah aşkına!?
Ben ne edeyim, nerelere gideyim? Burası benim evim; iyisiyle, kötüsüyle bu evde kendimi bulmuşum, yolu bu evde keşfetmişim, yolculuğa bu evden çıkmışım. Dilinin ayarı kaçmış biri yüzünden bu nadide evi terk mi edeyim? Olmaz! Bana yakışmaz! Onunla da yaşamayı öğreneceğim inşallah… Bir yolunu bulup onu da ikna etmem gerek. Tekrar kitaplarına dönmesini, oradan alıp o tatlı şivesiyle ev halkına aktarmasının güzelliğini hatırlatmam gerek…
Aslında evin diğer büyüklerine bu görev düşer… Benim gibi çömeze mi kalmalıydı bu? Ama onlardan da bir ses seda yok be kardeşim! Herkes kendi köşesine çekilmiş, kuytusuna sinmiş, belanın kendilerine gelmesini bekliyorlar sanki…
Yahu bela evin dışından def edilmeli… Evin içine girmiş belayı çıkarmak, eve giren atı kuyruğundan tutup dışarı çekmeye benzer. Siz bunları benden daha iyi bilirsiniz. Bana değmeyen… hesabı yapmak size yakışmaz. Rabbimin selamı üzerine olsun o koca Nebi ne güzel buyurmuş: “Bir kötülük gördüyseniz elinizle, yoksa dilinizle, yoksa da bari gönlünüzle diye…” Etim ne budum ne benim. Elimden gelmez bir şey… Dilim azıcık döner ama, bana mı kalmalıydı bu iş, a büyüklerim! Ben şimdi size ne deyim? Sizi Allah’a havale edeyim…  
Evde bir problem çıkmaya görsün, herkes suspus… Sizi gidi tatlı su cengâverleri! Neymiş efendim, bu ulu bir kişinin yanında oturasıymış arada bir… Şimdi ona laf söylemeye gelmezmiş… Ulu Allah’tan daha ulu kim olabilir ki? Hem o ulu kişinin yanında oturup bunları söylüyorsa, bunun zararı ona da dokunmaz mı? Böylesini uyarmak, herkesin yararına değil mi? Böylesi dilinin şirazesi bozulmuş olanların zararı dokuz köyü de aşar, söyleyim size…
Benden söylemesi… Gene uyarmadı demeyin… Yarın Hakkın huzuruna çıktığımda Ya Rabbi gücüm bu kadarına yetti… Tarizli marizli de olsa söyledim bir şeyler… Ben bu evin bazı büyüklerinden de şikayetçiyim, diyeceğim… Aha da buraya yazıyorum!
Bazısı da oturmuş evin baş köşesine üç maymunları oynuyor… Seyircilerinin çokluğuna bakılırsa çok da güzel oynuyor… Az da değil ha evin gafil, cahil ve de zalimleri… Nasıl da buluyorlar birbirlerini!
Ah benim saf ev halkım! Ben esas onlara üzülüyorum… Nereye gideceklerini, ne yapacaklarını, kime tutunacaklarını şaşırmışlar… Bir o yana bir bu yana savrulup duruyorlar… Kimin eteğinden tutunsalar ya bir çöplük başına ya da bir bataklık ortasına götürüp bırakıyorlar… Bazısı öyle zalim ki, götürüp düşman evine muhtaç ve mahkûm ediyor… Kendisi ev kaçkını olduğu gibi, onları da kaçkın hale getiriyor… Hele bir de soyup soğana çeviren var ki!... Evire çevire oynatıyor, oyuncak haline getiriyor da o saflar yine bir şey anlamıyorlar… Hele bir de soğuk suyun altına sokup çıkartan mendebur çıkmış… Bakıp bakıp eğleniyormuş garibanların haline… Zemheri soğuna uğrayasın emi! Bu gariban saf ev halkından ne istiyorsun?
Bunlar da çok saf be kardeşim! Senin ne işine, sahtekarın çiftliğindeki banka oturmak, danasının kuyruğuna takılmak; yetmiş dokuz kişiye satılmış bir arabanın sekseninci müşterisi olmak… Ardından da ben mağdur oldum, beni niye uyarmadınız diye ağlaşmak. Bu kadar tamahkarlık yakıştı mı sana? Ah benim saf ev halkım! Boşa dememişler, sahtekârla tamahkâr bir araya gelince kolay olurmuş anlaşmaları…
Hele şu fildişi kulesinden avaz avaz bağırana ne demeli… Önüne geleni katıp karmış… Ağzına geleni söylemiş… Dili bir çözülmüş, aman ya Rabbi! Kulaklarınızı tıkayın dostlar, evin pencerelerini kapatın, perdeleri indirin, ışıkları söndürün… Kimseler duymasın… Vallahi el âleme maskara olacağız bu gidişle…
Evin bütün öbeklerine saydırmış, önüne kim geldiyse diline dolanmış… Orada bir temiz oda vardı onun kapısına da kara çalmış… Herkesler duysun diye bütün bunları tellalın birine bir bir anlatmış… Eyvahlar olsun! O tellal çarşı pazar dolaşmış herkeslere duyurmuştur şimdi… Bunun piyasası bile oluşmuştur… Böyle asılsız astarsız ifşaatları satın alacak düşmanlarımız çok… Vay gele evimin başına… Neyse ki ev halkının soğukkanlı, akıllı ve iradeli, güzel insanları da var. Bunlar az da değil ha! Seslerinin çıkmadığına bakmayın… Bunlar sessiz güç… Zamanı ve yeri geldiğinde yumruğunu masaya vurur, bedeni ortaya koyar, gerekirse tankın önüne bile yatar…
Aman ha ev halkım! Çocuklara göz kulak olun, gençlere sıkı tembihte bulunun! Bu mendeburlar onlara gözünü dikmiş bu günlerde... Evin çevresinde dolaştıkları görülmüş insan görünümlü bazı insafsızların… Karıya kıza da musallat olurlarmış, sapkınlar!
Ne olacak bu evin hali? İçlendim gene ben! Aklıma geldi Bülbül Şairinin serzenişleri… Hüdavendigar’a yaktığı ağıt. O da benim gibi bunalmış, her şeye hatta dünyaya küsmüş... Karşısına küçücük yüreciğine matem düşmüş bir bülbül çıkmış. O da bu garibana çatmış… Kaynayan duygu kazanını boca etmiş zavallının üstüne… Ona da üzülmüş sonra. Oturmuş içini dökmüş mısralarına…
“Eşin var âşiyanın var baharın var ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül nedir derdin?
O zümrüt tahta kondun, bir semavî saltanat kurdun;
Cihanın yurdu hep çiğnense çiğnenmez senin yurdun…”
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Benim hakkım sus ey bülbül, senin hakkın değil matem!”

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar