Prof. Dr. Cağfer Karadaş
Nasıl anlatsam, nereden başlasam? İlk defa evde böyle bir olay
yaşıyoruz sanki. Vay başımıza gelenler! Kimseler duymasın dedim ama,
duyulmayacak gibi değil. Adam en üst perdeden ifşaatta bulunmuş. Evin en yüksek
yerine çıkmış, avazı çıktığı kadar bağırmış…
Ah dostlar! Elimi yüzüme kapadım, gözlerimi kaçırdım, kulaklarımı
tıkadım… Ne ara sen bu hale geldin? Yoksa sen hep böyle miydin? Biz mi çok
gafilmişiz; bu kadar mı kör, bu kadar mı sağır mışız? Firaset kanallarımız
hepten mi tıkanmış? Eyvahlar olsun ki, ne vahlar!
Yıllarca didindin, kendine evin en yüksek yerini ayırdın,
yükselttikçe yükselttin… Meğer orayı fildişi kule edinmişin… Oraya kapanmış, kendin
kendine kurgular kurmuş, vesveselerden tablolar üretmişin… “Beni öldürecekler”
demeye kadar vardırmışın işi… Yahu seni kim öldürecek? Kim ne yapsın seni
öldürsün? Senin ölümünden kim ne yarar sağlar? Hem biz, Allah’a hamdolsun,
müslümanız… Öldürecekse, Allah öldürür. Allah’ın öldürmeyeceğini kim
öldürebilir? Allah öldürecekse kim diri tutabilir? Sana en oldu böyle? Dinine,
imanına kurban olduğum… Hele bir kendine gel, kalbine odaklan, imanına sarıl,
Allah’ına sığın, O’na güven, gerisini boş ver…
A iki gözüm, a canım efendim, sana mı düştü kimin öldüğü kimin
kaldığı… Bu ifşaatlar, bu yersiz söylenmeler senin neyine, benim neyime?!
Ne güzel şeyler anlatıyordun. Şiveli konuşmalarını hayranlıkla
dinliyorduk… Yediden yetmişe, en cahilinden en bilgilisine gözüne bakar,
ağzından çıkana kulak kesilirdik… Nereden çıktı şimdi bu akla ziyan açık
etmeler… Hem sen açık etsen ne olacak? Bu senin işin mi? Devleti var, adamları
var… Yapsınlar işini onlar… A cancağızım sen işini yapsana… Evi böyle velveleye
vermek, herkesin sinir uçlarına ateş düşürmek, ev halkına düşmanı güldürmek…
nedir bu Allah aşkına!?
Ben ne edeyim, nerelere gideyim? Burası benim evim; iyisiyle,
kötüsüyle bu evde kendimi bulmuşum, yolu bu evde keşfetmişim, yolculuğa bu
evden çıkmışım. Dilinin ayarı kaçmış biri yüzünden bu nadide evi terk mi edeyim?
Olmaz! Bana yakışmaz! Onunla da yaşamayı öğreneceğim inşallah… Bir yolunu bulup
onu da ikna etmem gerek. Tekrar kitaplarına dönmesini, oradan alıp o tatlı
şivesiyle ev halkına aktarmasının güzelliğini hatırlatmam gerek…
Aslında evin diğer büyüklerine bu görev düşer… Benim gibi çömeze mi
kalmalıydı bu? Ama onlardan da bir ses seda yok be kardeşim! Herkes kendi
köşesine çekilmiş, kuytusuna sinmiş, belanın kendilerine gelmesini bekliyorlar
sanki…
Yahu bela evin dışından def edilmeli… Evin içine girmiş belayı
çıkarmak, eve giren atı kuyruğundan tutup dışarı çekmeye benzer. Siz bunları
benden daha iyi bilirsiniz. Bana değmeyen… hesabı yapmak size yakışmaz. Rabbimin
selamı üzerine olsun o koca Nebi ne güzel buyurmuş: “Bir kötülük gördüyseniz
elinizle, yoksa dilinizle, yoksa da bari gönlünüzle diye…” Etim ne budum ne
benim. Elimden gelmez bir şey… Dilim azıcık döner ama, bana mı kalmalıydı bu
iş, a büyüklerim! Ben şimdi size ne deyim? Sizi Allah’a havale edeyim…
Evde bir problem çıkmaya görsün, herkes suspus… Sizi gidi tatlı su
cengâverleri! Neymiş efendim, bu ulu bir kişinin yanında oturasıymış arada bir…
Şimdi ona laf söylemeye gelmezmiş… Ulu Allah’tan daha ulu kim olabilir ki? Hem
o ulu kişinin yanında oturup bunları söylüyorsa, bunun zararı ona da dokunmaz
mı? Böylesini uyarmak, herkesin yararına değil mi? Böylesi dilinin şirazesi bozulmuş
olanların zararı dokuz köyü de aşar, söyleyim size…
Benden söylemesi… Gene uyarmadı demeyin… Yarın Hakkın huzuruna
çıktığımda Ya Rabbi gücüm bu kadarına yetti… Tarizli marizli de olsa söyledim
bir şeyler… Ben bu evin bazı büyüklerinden de şikayetçiyim, diyeceğim… Aha da buraya
yazıyorum!
Bazısı da oturmuş evin baş köşesine üç maymunları oynuyor… Seyircilerinin
çokluğuna bakılırsa çok da güzel oynuyor… Az da değil ha evin gafil, cahil ve
de zalimleri… Nasıl da buluyorlar birbirlerini!
Ah benim saf ev halkım! Ben esas onlara üzülüyorum… Nereye
gideceklerini, ne yapacaklarını, kime tutunacaklarını şaşırmışlar… Bir o yana
bir bu yana savrulup duruyorlar… Kimin eteğinden tutunsalar ya bir çöplük
başına ya da bir bataklık ortasına götürüp bırakıyorlar… Bazısı öyle zalim ki,
götürüp düşman evine muhtaç ve mahkûm ediyor… Kendisi ev kaçkını olduğu gibi,
onları da kaçkın hale getiriyor… Hele bir de soyup soğana çeviren var ki!...
Evire çevire oynatıyor, oyuncak haline getiriyor da o saflar yine bir şey
anlamıyorlar… Hele bir de soğuk suyun altına sokup çıkartan mendebur çıkmış…
Bakıp bakıp eğleniyormuş garibanların haline… Zemheri soğuna uğrayasın emi! Bu
gariban saf ev halkından ne istiyorsun?
Bunlar da çok saf be kardeşim! Senin ne işine, sahtekarın
çiftliğindeki banka oturmak, danasının kuyruğuna takılmak; yetmiş dokuz kişiye
satılmış bir arabanın sekseninci müşterisi olmak… Ardından da ben mağdur oldum,
beni niye uyarmadınız diye ağlaşmak. Bu kadar tamahkarlık yakıştı mı sana? Ah
benim saf ev halkım! Boşa dememişler, sahtekârla tamahkâr bir araya gelince
kolay olurmuş anlaşmaları…
Hele şu fildişi kulesinden avaz avaz bağırana ne demeli… Önüne
geleni katıp karmış… Ağzına geleni söylemiş… Dili bir çözülmüş, aman ya Rabbi!
Kulaklarınızı tıkayın dostlar, evin pencerelerini kapatın, perdeleri indirin,
ışıkları söndürün… Kimseler duymasın… Vallahi el âleme maskara olacağız bu
gidişle…
Evin bütün öbeklerine saydırmış, önüne kim geldiyse diline
dolanmış… Orada bir temiz oda vardı onun kapısına da kara çalmış… Herkesler duysun
diye bütün bunları tellalın birine bir bir anlatmış… Eyvahlar olsun! O tellal
çarşı pazar dolaşmış herkeslere duyurmuştur şimdi… Bunun piyasası bile
oluşmuştur… Böyle asılsız astarsız ifşaatları satın alacak düşmanlarımız çok…
Vay gele evimin başına… Neyse ki ev halkının soğukkanlı, akıllı ve iradeli,
güzel insanları da var. Bunlar az da değil ha! Seslerinin çıkmadığına bakmayın…
Bunlar sessiz güç… Zamanı ve yeri geldiğinde yumruğunu masaya vurur, bedeni
ortaya koyar, gerekirse tankın önüne bile yatar…
Aman ha ev halkım! Çocuklara göz kulak olun, gençlere sıkı tembihte
bulunun! Bu mendeburlar onlara gözünü dikmiş bu günlerde... Evin çevresinde
dolaştıkları görülmüş insan görünümlü bazı insafsızların… Karıya kıza da
musallat olurlarmış, sapkınlar!
Ne olacak bu evin hali? İçlendim gene ben! Aklıma geldi Bülbül
Şairinin serzenişleri… Hüdavendigar’a yaktığı ağıt. O da benim gibi bunalmış,
her şeye hatta dünyaya küsmüş... Karşısına küçücük yüreciğine matem düşmüş bir
bülbül çıkmış. O da bu garibana çatmış… Kaynayan duygu kazanını boca etmiş zavallının
üstüne… Ona da üzülmüş sonra. Oturmuş içini dökmüş mısralarına…
“Eşin var âşiyanın var baharın var ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül nedir derdin?
O zümrüt tahta kondun, bir semavî saltanat kurdun;
Cihanın yurdu hep çiğnense çiğnenmez senin yurdun…”
…
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
…
Benim hakkım sus ey bülbül, senin hakkın değil matem!”
0 yorum:
Yorum Gönder