Tebea-i Devlet-i ‘Aliyye’den olan Ermenilerin, İstanbul’un fethinden hemen sonra devletin merkezinde iskân ettirildikleri bilinmektedir. Bu durumdan farklı olarak bazı dönemlerde Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşamlarını sürdüren özellikle zanaât sahibi Ermeni ailelerinin de mezkûr iskân politikaları nedeniyle İstanbul’a göç ettirildiği târîhen sâbittir.
Göç ettirilme tabiri, kendi içerisinde bir tür zorunluluğu barındırsa da Osmanlı’nın söz konusu iskân politikası çerçevesinde bu durumu anlamlandırmak gerekir. Buradaki zorunluluk şehrin imarıyla ilgilidir ve devletin hizmetinde çalışması öngörülen Ermenilerin bireysel olarak tercihte bulunma hakları her zaman saklı kalmıştır.
Hâkezâ Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin pek çok kurumunda aktif rol almış, bunun yanında geçimlerini temin edebilmek için farklı işlerle de meşgul olmuşlardır. Bu durumda dahi Ermenilerin devletin ekonomisine katkı sağladıkları görülmektedir. Mesela Avrupa devletleriyle ticari ilişkilerde bulunan Ermeniler, bu vasıtayla hem devlete taze para kaynağı sağlamış, hem de yaptıkları ticaretten dolayı devlete ödedikleri vergilerle devlet bütçesine katkıda bulunmuşlardır. Hâkeza 1885 yılında yürürlüğe giren ‘Matbaalar Nizamnâmesi’ uyarınca İstanbul’da çalışan Ermeniler arasında öne çıkan isim Agop Boyacıyan’dır. Robert Koleji’nde tahsil gören Agop, matbaacılık ilmini Amerika’da öğrenmiş ve İstanbul’a döndükten sonra 1867 yılında bir matbaa açmak için devletten ruhsat istemiş ve belirli şartlarla kendisine ruhsat verilmiştir. İstanbul’da sadece kişilere değil aynı zamanda devlete de borç verebilen servet sahiplerinin olduğu bilinmektedir. Örneğin Ermeni Düzoğlu ailesi, devlete borç verebilen ailelerdendir. Özellikle büyük şehirlerde kredi ilişkilerinin yaygınlaşması da bahsettiğimiz servet sahipleri vasıtasıyla olmuştur. XVI. yüzyıldan itibaren Kayseri, Karaman, Trabzon, Bursa ve özellikle İstanbul’da faizle borç verenlerle alanlar arasındaki ilişki ağlarının geliştiği de müşâhede edilmektedir.
Nitekim Fatih Sultan Mehmed 1478 tarihinde, ‘rahiplere ve kiliselerine hiç kimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir. Bunlardan gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gerekse kaçanlara emn ü aman olsun ki, memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerinde yerleşsinler; ne ben, ne vezirlerim ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışardan memleketimize getirecekleri kimselere yeri ve göğü yaratan Allah hakkı için, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (a.s.) hakkı için, yedi Mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç için en ağır yemin ile yemin ederim ki, yukarda belirtilen hususlara söz konusu rahipler benim hizmetime ve benim emrime itaatkâr oldukları sürece hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir.’ şeklinde bir ferman buyurmuş, Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan tüm gayr-ı müslimlerin can ve mal güvenliğini koruma altına almıştır.
Bu bağlamda Türkçe’yi diğer gayr-ı müslimlerden daha iyi konuşmaları, Ermenilerin devlete ait resmi veya özel işlere atanmalarına da sebep olmuştur. Bu bakımdan XVI. yüzyılda Ermeni asıllı Mehmet Paşa gibi vezirlik rütbesine kadar yükselen devlet adamları, XVIII. yüzyılda Divrikli Düzoğlu soyundan saray kuyumcuları ve sonradan Darphane bakanları, Sasyan ailesinden saray doktorları, XIX. yüzyılda Bezciyan ailesinden Darphane bakanları, Dadyan ailesinden Baruthane bakanları devletin en yüksek kademelerinde görevler yapmışlardır. XIX. yüzyılda ve Abdülhamit devrinde ve sonrasında ise Ermeni dış işleri görevlileri ve bakanlar bulunmaktadır. Ayrıca birçok Ermeni de Osmanlı devlet adamlarına danışmanlık yapmıştır. Ancak mimarî sahada tek bir Ermeni ailesi öne çıkmıştır: Balyanlar.
Haklarında pek çok araştırma yapılan Balyanların, Osmanlı’nın son yüzyılında İslâmî eserler de dâhil olmak üzere, çeşitli eserler vücûda getirdikleri bilinmektedir. Balyan ailesinin kökenleri ve ne zaman İstanbul’a geldikleri tam olarak bilinmemektedir. Yaygın kanaate göre Kayserili’dir. İsimlerini Kahramanmaraş taraflarında bulunan ‘Belen’den aldıkları söylense de bu görüşün delili bulunmamaktadır. Ancak 1683’te Belen köyü muhtarı Bali kalfa, Sultan III. Mehmed’in ismi kayıtlarda bulunmayan Ermeni hassa mimarı ile tanışıp kızı ile evlenir. Kayınpederinin vefatının ardından da hassa mimarı kendisi olur. Balyan ailesinin devlete yaptıkları eserlerle hizmet etmeleriyle birlikte Balyanlar Osmanlı mimarisinin XIX. yüzyıldaki çehresi olmuştur.
Balyan ailesine mensup mimarların çoğu Avrupa’da eğitim almışlar ve orada müşâhede ettikleri yenilikleri Osmanlı ülkesinde pratiğe dökmüşlerdir. Doğu ile Batı’nın Rönesans stillerini sentezleyen, beyaz mermerlerin alabildiğine kullanıldığı, pencere ve büyük kapılara işlenen oymalarla ve binaların etrafını çeviren büyük ama gösterişli duvarlarla Balyan ailesinin mimarî zekâsı göz kamaştırıcı olarak nitelendirilmektedir.
Durum her ne kadar böyle de olsa söz konusu mimarî zekânın bütünüyle Ermeni bir aileye hasredilmesi ya da Osmanlı Devleti’nin göz kamaştırıcı mimarî eserlerinin tamamının veya bir kısmının adı geçen aile özelinde incelenmesinin çok doğru olmadığı kanaatindeyiz. Yazımızın bir sonraki bölümünde, mimarî örnekler vererek durumu vuzûha kavuşturacağımızı umuyoruz.
0 yorum:
Yorum Gönder