14 Nisan 2025 Pazartesi

Bir Ramazan’ı Daha Geride mi Bıraktık?


BİR RAMAZAN’I DAHA GERİDE Mİ BIRAKTIK?

Dr. Ramazan YILDIRIM

Aslında henüz alışmaya çalışıp kendimizi ona göre planlama gayreti içerisinde iken, bir de baktık ki Ramazan’ı geride bırakmışız. Ne çabuk geçti gerçekten, herhalde meşguliyetler arttıkça zaman da kısalıyor, insan; gün, hafta ve ayların nasıl geçtiğinin farkına bile varamıyor. Kendimi bildim bileli “Bir Ramazan’ı daha geride bırakmanın hüznü içerisindeyiz,” gibi cümlelerin, içerdiği problemlere pek aldırış etmeden günlük hayatta kullandığımız bazı cümlelerden bir tanesi olduğunu düşünürüm ve bana öyle gelir. Neden mi?

Bir kere cümlede geçen “daha” kelimesi sanki nice Ramazanları bugüne kadar yaşamış, idrak etmiş ve geride bırakmış gibi bir hava vererek yani; ‘Ramazan dediğin ne ki biz onun nicelerini geride bırakmış kişileriz’ edasıyla ve daha önümüzde de bizi bekleyen çok Ramazanlar olduğu hissini vererek işi sıradanlaştırmaktadır. Cümlenin bence problemli olmasının ikinci sebebi ise orada geçen “geri” kelimesidir. Çünkü bu kelimeye göre bizler bir Ramazan’ı yaşadık ve onu geride bırakmış olduk. Gerçekten geride mi kaldı? Geri dediğimiz yer neresidir? Yaşadığımız zamanları, ‘geride kaldı’ diye ifade ediyoruz ama bu nasıl oluyor? Mesela ölen kişiler bizim önümüzde bizi beklemiyorlar mı? Çünkü biz de onların yaşamış olduğu ölüme doğru gidiyoruz. Fakat başka bir açıdan bakıldığında onlar arkamızda/geride kalmış olmuyorlar mı? Çünkü oluşturduğumuz takvime göre onlarla aramıza giderek daha fazla seneler ve zaman farkı girmektedir.

Aslında problem gibi gördüğümüz bu durumun, sanki fikirlerimizi üzerine bina ettiğimiz zaman anlayışımızdan kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü genel olarak şimdilerdeki zaman algımız, başlangıç ve sonu giderek birbirinden uzaklaşan doğru bir çizgi şeklindedir. Bu yaklaşımda başlangıç ve sonuç arasında uçurum vardır, ilk zamanlar ilkel ve iptidaî olan her şey zamanın ilerlemesi ile medenileşir, bir nevi evrime uğrar, olgunlaşır. Mesela; başlangıçta bir sürüngen gibi olan insan, zamanla balık, maymun ve nihayet insan olur. Halbuki “bu günleri insanlar arasında nöbetle döndürür, dururuz”[1] ayetinin işaret ettiği ve Yaratıcı kudretin evrendeki bütün varlıkların hareketleriyle bize gösterdiğine göre zaman dairesel bir hareket tarzına sahiptir. Zira bütün cisim ve gökcisimlerin hareket şekli de daireseldir. Bu tarz bir anlayış, evrenle daha iç içe ve uyumlu olduğundan daha tabii ve doğaldır. Buna göre zamanın başı ve sonu birbirinde uzaklaşmadığı gibi başlangıç ve sonuç arasında uçurum da yoktur. Yani insan ta en baştan beri bugünkü fiziki şekle ve özelliklerine sahip bir şekilde yaratılmıştı. Ancak sahip olduğu eşya imkanlar açısından bugünün biraz gerisinde idi, Allah’ın Peygamberler vasıtasıyla bildirmesi,[2] zamanla oluşan bilgi terakümü ve tecrübe ile şimdiki teknoloji ve imkanları da elde etmiş oldu.

Dolayısıyla zamanın hareketi, aynen dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi gibi daireseldir. Geride bıraktığımızı düşündüğümüz zaman, olay ve durumlar aslında ileride, köşe başında bizi bekleyen ve kendileriyle tekrar muhatap olacağımız olgulardır. Bu sebepten olmalı ki Kur’an; yarın için bugünden bazı şeyleri hazırlayıp önden göndermenin gerekliliğinden bahseder ve yaptıklarımızın önümüzde bizi beklediğini vurgular.[3] Tekrar başa dönecek olursak bizler bu Ramazan’ı geride bırakmadık aslında önümüzde, bizi bekleyen olayların içine onu da katmış olduk ve tekrar onunla buluşacağız. Bu kısa girişten sonra şahsen kendim yaşamış olduğum Ramazanları göz önünde bulundurarak hayatımızdan nelerin gittiğini veya zaman içerisinde nasıl değiştiğini ifade etmek isterim. Tabi bu konuda herkesin mutlaka kendine mahsus gözlem ve tecrübeleri vardır. Ancak ifadeye dökebildiğim kadarıyla kendi penceremden gördüklerimi arz etmeye çalışacağım.

Hatırladığım ilk Ramazan mayıs ayına denk gelmişti. O zamanlar köyde yaşıyorduk. Köyde elektrik olmadığı gibi bugünkü anlamda aklınıza gelen hiçbir teknolojik alet de mevcut değildi. Belki bazı evlerde pil ile çalışan radyolar vardı, onların da pili hemen bitmesin diye çok nazlı kullanılırdı. İftar ve sahur vaktini bildiren tek şey köy imamının ezanıydı. Büyüklerimiz sahur vakti nasıl yapıyorlardı tam bilemiyorum ama pencereleri açıp gelecek ezan sesine kulak kesildiklerini tahmin ediyorum veya yapılan konuşmalardan aklımda kalmış. İftar vakti biz köyün çocukları ezanın en güzel duyulduğu tepeye çıkar ve okunan ezan haberini aile büyüklerimize ulaştırmak için var gücümüzle koşarak kendi aramızda yarışırdık. Büyüklerimizin bu haberle uzun günün sonunda yeme ve içmeye başlaması bizlere o kadar güzel bir sevinç yaşatırdı ki tarifi imkânsız gibidir. Biz de hani oruç tutmazsak da bir işe yarıyoruz işte, duygusu oluşur, bir şeyler başarmış olmanın heyecanını yaşardık.

Oruç tutanların çok büyük bir iş yaptıklarına inanır ve onları yormamak veya üzmemek için gayret gösterirdik. Orucun havası hayatın her alanına siner, zaman farklı bir şekil alır, mekâna ayrı bir rahmet ve merhamet durumu hâkim olurdu. Dışarıdan köye bakıldığında orucun sanki bir rahmet bulutu gibi köyün üstüne çöktüğü hissedilirdi. Biz; dağ, taş, canlı-cansız her şeyin/varlığın o ayda oruç tuttuğunu düşünürdük. Köyümüzde yaşayan insanlardan birinin oruç tutmadığını hatırlamıyorum. O zamanlar sağlık problemlerinden dolayı oruç tutmamayı tavsiye eden doktor da hiç duymamıştık, kaldı ki fakr u zaruret içinde yaşayan milletin öyle fazla sağlık problemi de yoktu. Fakat olsa bile bu, oruca mâni bir şey sayılmaz oruç mutlaka tutulur ve insan olmanın gereği kabul edilirdi. Enteresandır mesela; namaz kılmayan, bu konuda gerekli hassasiyeti göstermeyenler bile orucu asla kaçırmazdı. Aksi olan oruç tutmamak kimsenin aklına bile gelmezdi.

İftar davetleri meşhurdu. Herkes birbirini -bu bazen karşılıklı davete dönüşürdü- iftara davet ederdi. Fakat davet konusunda öncelikli olanlar köye dışarıdan gelen öğretmen, imam gibi köyün misafirleriydi onları mutlaka herkes sırayla davet eder ve kimse onların da kendisini davet etmesini beklemezdi. İftardan sonra akşam namazları genellikle ferdî kılınırdı. Ardından teravih için evi yakın olanlar camiye gider ancak uzak olanlar, herkesin bildiği bir evde toplanıp kendi aralarında cemaat olup kılarlardı. Bizim mahallede teravihleri rahmetli büyük dedem (babamın dedesi) kıldırırdı. O civardaki köylerde belki de Kur’an okumayı bilen tek kişi olan rahmetlinin kendine mahsus Kürtçe müzik makamlarını andıran tatlı bir okuyuşu vardı. Teravih kıldırmak öyle herkesin yapabileceği kolay bir iş olmadığından akşamları odası tıklım tıklım dolardı. Önde erkekler arkada veya yan odada bayanlar kılardı. Biz çocuklar bazen kılar, bazen de namazda bambaşka alemlerle irtibat halinde olduklarını düşündüğümüz büyüklerimizin ahengini bozmamak için sessizce kenarda beklerdik.

Teravihten sonra millet sırtını, o bölgede imal edilmiş halı yastıklara dayayarak yer minderleri üzerine oturur ve gündüzden sarıp tabakasına koyduğu sigaraları peş peşe içmeye koyulur adeta gündüz içmediklerinin kazasını yapardı. Öyle bir sigara içilirdi ki; odanın içi dumanla dolardı. Allah’tan evlerin üstü ahşaplarla kapatıldığından o dumanlar aralardan sızıp gider, kaybolurdu. En güzel ikramlardan biri de içerisinde tütün ve sigara kağıdının bulunduğu tabakayı birbirine uzatıp ikram etmekti. Biz çocuklar da bu arada herkese su veya varsa çay yetiştirmeye çalışırdık. Evlerin içinde su muslukları henüz yoktu, evin yakınında bir çeşme veya kaynak varsa o ev bahtiyardı, suları genelde kendimiz veya binek hayvanlarla nispeten uzakta bulunan çeşmeden doldurup, getirir önceden hazır ederdik. Sigaralar eşliğinde devam eden koyu muhabbetler fazla uzun sürmezdi, insanlar sahura kadar da olsa biraz uyumak için erken dağılırdı.

Ramazan’a mahsus ibadetlerinden bir diğeri olan Mukabele köyde hiç olmazdı zira kimse Kur’an okumayı bilmezdi ama rahmetli büyük dedem kendi başına mutlaka bir hatim okur ve ölmüşlerimizin ruhuna bağışlardı. Aynı şekilde itikâfın herhangi bir muhabbette bahsi bile geçmez ve kimse bilmezdi. Oruç, en yaygın bilinen şekli olan yeme, içme ve bazı cinsi zevklerden uzak durmaktan ibaret sanılır ve herkes bu oruca son derece ihtiram gösterirdi. İnsanlar birbirinin dertleriyle dertlenir, sevinçlerine ortak olur, herkes herkesin derdini, sıkıntısını, kederini ve o günlerde uğraştığı günlük problemini bilir ve bu konuda yapabileceği bir şey varsa elinden geleni esirgemezdi. İnsanlar arasında çok sıkı bir güven olduğundan kimse bir durumunu gizlemez, paylaşırdı. Maddi durumu iyi olmayan ihtiyaç sahiplerine, nispeten iyi durumda olanlar bu ayda yardım ederdi ama organize olmaları o kadar derinden ve hızlı olurdu ki; kimsenin ruhu duymazdı çünkü bu mevzular çok konuşulmaz bazen bir işaretle halledilirdi.

Tabi bu yazılanlara ilave edilecek çok şey vardır ancak fazla uzatmadan günümüze baktığımızda şu farkları görmek mümkün: Bugün Ramazan hakkında malumat çok daha fazla olmasına rağmen, fazla bilgiye dayanmayan o eski samimiyet epey azalmıştır. Her alanda artan imkanlarımızla beraber Oruç tutmama bahanelerimiz de artmıştır. Belki de güven meselesine bağlı olarak insanlar arasında konuşma ve dertleşme azalmış, herkesin kendine mahsus, kimseyle paylaşmak istemediği bir dünyası oluşmuştur. Dolayısıyla o eski derin muhabbet ve güven neredeyse kalmamıştır. Kur’an okuyabilen ve teravih kıldırabilenlerin sayısında bir artış olmuş, mukabeleler her camide takip edilir ve itikâf konuşulur ve kısmen uygulanır duruma gelmiştir. Bazıları teravih namazlarına evde giydikleri (pijama vs.) gibi kıyafetlerle çekinmeden gelebiliyor ki; bu kıyafetler bazen namazı gereği olan tesettüre uygun olmayabiliyor.

Eski Ramazanlarda çok daha canlı olan komşuluk ve akrabalık ilişkileri, yardımlaşmalar da maalesef daha resmi, formel ve donuk bir duruma gelmiştir. Cami veya teravih kılınan mekanlara gelen kadın ve erkeklerin giriş ve çıkışlarda birbirini görmeme veya birbiriyle karşılaşmama konusunda gösterdikleri hassasiyet epey azalmıştır. Bu ayda yapılan yardımlar miktar olarak arttığı gibi daha organize bir hale gelmiştir. Namaza alışsın diye getirilen çocuklar daha şımarık ve hareketli bir durum sergilemekten çekinmiyorlar. Tabi ki son olarak da cep telefonlarına değinmeden geçmemek gerekir, anlık bilgiyi bize aktaran ve her zaman her yerde ulaşılabilir olmamızı sağlayan bu aletler maalesef namaza konsantre olmamızı da büyük ölçüde engellemekte ve gündemimizin an be an değişmesine sebep olmaktadır…



[1] K. Kerim, Al-i İmran, 140.

[2] K. Kerim, Bakara, 31.

[3] K. Kerim, Haşr, 18.


 

1 yorum:

  1. Maşallah Sayın Hocam elinize kaleminize sağlık. Çok önemli bir konuya çok güzel ve farklı bir açıdan değinmişsiniz. Kıymetli dişüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür eder, yazılarınızın devamını bekleriz.

    YanıtlaSil

Yazarlar