BİR RAMAZAN’I DAHA GERİDE Mİ
BIRAKTIK?
Dr. Ramazan YILDIRIM
Aslında henüz alışmaya çalışıp kendimizi ona göre planlama gayreti içerisinde iken, bir de baktık ki Ramazan’ı geride bırakmışız. Ne çabuk geçti gerçekten, herhalde meşguliyetler arttıkça zaman da kısalıyor, insan; gün, hafta ve ayların nasıl geçtiğinin farkına bile varamıyor. Kendimi bildim bileli “Bir Ramazan’ı daha geride bırakmanın hüznü içerisindeyiz,” gibi cümlelerin, içerdiği problemlere pek aldırış etmeden günlük hayatta kullandığımız bazı cümlelerden bir tanesi olduğunu düşünürüm ve bana öyle gelir. Neden mi?
Bir kere cümlede geçen “daha” kelimesi sanki nice
Ramazanları bugüne kadar yaşamış, idrak etmiş ve geride bırakmış gibi bir hava
vererek yani; ‘Ramazan dediğin ne ki biz onun nicelerini geride bırakmış
kişileriz’ edasıyla ve daha önümüzde de bizi bekleyen çok Ramazanlar olduğu
hissini vererek işi sıradanlaştırmaktadır. Cümlenin bence problemli olmasının
ikinci sebebi ise orada geçen “geri” kelimesidir. Çünkü bu kelimeye göre
bizler bir Ramazan’ı yaşadık ve onu geride bırakmış olduk. Gerçekten geride mi
kaldı? Geri dediğimiz yer neresidir? Yaşadığımız zamanları, ‘geride kaldı’
diye ifade ediyoruz ama bu nasıl oluyor? Mesela ölen kişiler bizim önümüzde
bizi beklemiyorlar mı? Çünkü biz de onların yaşamış olduğu ölüme doğru
gidiyoruz. Fakat başka bir açıdan bakıldığında onlar arkamızda/geride kalmış
olmuyorlar mı? Çünkü oluşturduğumuz takvime göre onlarla aramıza giderek daha
fazla seneler ve zaman farkı girmektedir.
Aslında problem gibi gördüğümüz bu durumun, sanki fikirlerimizi
üzerine bina ettiğimiz zaman anlayışımızdan kaynaklandığını düşünüyorum.
Çünkü genel olarak şimdilerdeki zaman algımız, başlangıç ve sonu giderek
birbirinden uzaklaşan doğru bir çizgi şeklindedir. Bu yaklaşımda başlangıç ve
sonuç arasında uçurum vardır, ilk zamanlar ilkel ve iptidaî olan her şey zamanın
ilerlemesi ile medenileşir, bir nevi evrime uğrar, olgunlaşır. Mesela;
başlangıçta bir sürüngen gibi olan insan, zamanla balık, maymun ve nihayet
insan olur. Halbuki “bu
günleri insanlar arasında nöbetle döndürür, dururuz”[1]
ayetinin işaret ettiği ve Yaratıcı kudretin evrendeki bütün varlıkların
hareketleriyle bize gösterdiğine göre zaman dairesel bir hareket tarzına
sahiptir. Zira bütün cisim ve gökcisimlerin hareket şekli de daireseldir. Bu
tarz bir anlayış, evrenle daha iç içe ve uyumlu olduğundan daha tabii ve
doğaldır. Buna göre zamanın başı ve sonu birbirinde uzaklaşmadığı gibi
başlangıç ve sonuç arasında uçurum da yoktur. Yani insan ta en baştan beri
bugünkü fiziki şekle ve özelliklerine sahip bir şekilde yaratılmıştı. Ancak
sahip olduğu eşya imkanlar açısından bugünün biraz gerisinde idi, Allah’ın
Peygamberler vasıtasıyla bildirmesi,[2] zamanla
oluşan bilgi terakümü ve tecrübe ile şimdiki teknoloji ve imkanları da elde
etmiş oldu.
Dolayısıyla zamanın hareketi, aynen dünyanın kendi ekseni etrafında
dönmesi gibi daireseldir. Geride bıraktığımızı düşündüğümüz zaman, olay ve
durumlar aslında ileride, köşe başında bizi bekleyen ve kendileriyle tekrar
muhatap olacağımız olgulardır. Bu sebepten olmalı ki Kur’an; yarın için
bugünden bazı şeyleri hazırlayıp önden göndermenin gerekliliğinden bahseder ve
yaptıklarımızın önümüzde bizi beklediğini vurgular.[3]
Tekrar başa dönecek olursak bizler bu Ramazan’ı geride bırakmadık aslında
önümüzde, bizi bekleyen olayların içine onu da katmış olduk ve tekrar onunla
buluşacağız. Bu kısa girişten sonra şahsen kendim yaşamış olduğum Ramazanları
göz önünde bulundurarak hayatımızdan nelerin gittiğini veya zaman içerisinde
nasıl değiştiğini ifade etmek isterim. Tabi bu konuda herkesin mutlaka kendine
mahsus gözlem ve tecrübeleri vardır. Ancak ifadeye dökebildiğim kadarıyla kendi
penceremden gördüklerimi arz etmeye çalışacağım.
Hatırladığım ilk Ramazan mayıs ayına denk gelmişti. O zamanlar
köyde yaşıyorduk. Köyde elektrik olmadığı gibi bugünkü anlamda aklınıza gelen
hiçbir teknolojik alet de mevcut değildi. Belki bazı evlerde pil ile çalışan
radyolar vardı, onların da pili hemen bitmesin diye çok nazlı kullanılırdı.
İftar ve sahur vaktini bildiren tek şey köy imamının ezanıydı. Büyüklerimiz
sahur vakti nasıl yapıyorlardı tam bilemiyorum ama pencereleri açıp gelecek
ezan sesine kulak kesildiklerini tahmin ediyorum veya yapılan konuşmalardan
aklımda kalmış. İftar vakti biz köyün çocukları ezanın en güzel duyulduğu
tepeye çıkar ve okunan ezan haberini aile büyüklerimize ulaştırmak için var
gücümüzle koşarak kendi aramızda yarışırdık. Büyüklerimizin bu haberle uzun
günün sonunda yeme ve içmeye başlaması bizlere o kadar güzel bir sevinç
yaşatırdı ki tarifi imkânsız gibidir. Biz de hani oruç tutmazsak da bir işe
yarıyoruz işte, duygusu oluşur, bir şeyler başarmış olmanın heyecanını
yaşardık.
Oruç tutanların çok büyük bir iş yaptıklarına inanır ve onları
yormamak veya üzmemek için gayret gösterirdik. Orucun havası hayatın her
alanına siner, zaman farklı bir şekil alır, mekâna ayrı bir rahmet ve merhamet
durumu hâkim olurdu. Dışarıdan köye bakıldığında orucun sanki bir rahmet bulutu
gibi köyün üstüne çöktüğü hissedilirdi. Biz; dağ, taş, canlı-cansız her
şeyin/varlığın o ayda oruç tuttuğunu düşünürdük. Köyümüzde yaşayan insanlardan
birinin oruç tutmadığını hatırlamıyorum. O zamanlar sağlık problemlerinden
dolayı oruç tutmamayı tavsiye eden doktor da hiç duymamıştık, kaldı ki fakr u
zaruret içinde yaşayan milletin öyle fazla sağlık problemi de yoktu. Fakat olsa
bile bu, oruca mâni bir şey sayılmaz oruç mutlaka tutulur ve insan olmanın
gereği kabul edilirdi. Enteresandır mesela; namaz kılmayan, bu konuda gerekli
hassasiyeti göstermeyenler bile orucu asla kaçırmazdı. Aksi olan oruç tutmamak
kimsenin aklına bile gelmezdi.
İftar davetleri meşhurdu. Herkes birbirini -bu bazen karşılıklı
davete dönüşürdü- iftara davet ederdi. Fakat davet konusunda öncelikli olanlar
köye dışarıdan gelen öğretmen, imam gibi köyün misafirleriydi onları mutlaka
herkes sırayla davet eder ve kimse onların da kendisini davet etmesini
beklemezdi. İftardan sonra akşam namazları genellikle ferdî kılınırdı. Ardından
teravih için evi yakın olanlar camiye gider ancak uzak olanlar, herkesin
bildiği bir evde toplanıp kendi aralarında cemaat olup kılarlardı. Bizim
mahallede teravihleri rahmetli büyük dedem (babamın dedesi) kıldırırdı. O
civardaki köylerde belki de Kur’an okumayı bilen tek kişi olan rahmetlinin
kendine mahsus Kürtçe müzik makamlarını andıran tatlı bir okuyuşu vardı.
Teravih kıldırmak öyle herkesin yapabileceği kolay bir iş olmadığından
akşamları odası tıklım tıklım dolardı. Önde erkekler arkada veya yan odada
bayanlar kılardı. Biz çocuklar bazen kılar, bazen de namazda bambaşka alemlerle
irtibat halinde olduklarını düşündüğümüz büyüklerimizin ahengini bozmamak için
sessizce kenarda beklerdik.
Teravihten sonra millet sırtını, o bölgede imal edilmiş halı
yastıklara dayayarak yer minderleri üzerine oturur ve gündüzden sarıp
tabakasına koyduğu sigaraları peş peşe içmeye koyulur adeta gündüz
içmediklerinin kazasını yapardı. Öyle bir sigara içilirdi ki; odanın içi
dumanla dolardı. Allah’tan evlerin üstü ahşaplarla kapatıldığından o dumanlar
aralardan sızıp gider, kaybolurdu. En güzel ikramlardan biri de içerisinde
tütün ve sigara kağıdının bulunduğu tabakayı birbirine uzatıp ikram etmekti.
Biz çocuklar da bu arada herkese su veya varsa çay yetiştirmeye çalışırdık.
Evlerin içinde su muslukları henüz yoktu, evin yakınında bir çeşme veya kaynak
varsa o ev bahtiyardı, suları genelde kendimiz veya binek hayvanlarla nispeten
uzakta bulunan çeşmeden doldurup, getirir önceden hazır ederdik. Sigaralar
eşliğinde devam eden koyu muhabbetler fazla uzun sürmezdi, insanlar sahura
kadar da olsa biraz uyumak için erken dağılırdı.
Ramazan’a mahsus ibadetlerinden bir diğeri olan Mukabele köyde hiç
olmazdı zira kimse Kur’an okumayı bilmezdi ama rahmetli büyük dedem kendi
başına mutlaka bir hatim okur ve ölmüşlerimizin ruhuna bağışlardı. Aynı şekilde
itikâfın herhangi bir muhabbette bahsi bile geçmez ve kimse bilmezdi. Oruç, en
yaygın bilinen şekli olan yeme, içme ve bazı cinsi zevklerden uzak durmaktan
ibaret sanılır ve herkes bu oruca son derece ihtiram gösterirdi. İnsanlar
birbirinin dertleriyle dertlenir, sevinçlerine ortak olur, herkes herkesin
derdini, sıkıntısını, kederini ve o günlerde uğraştığı günlük problemini bilir
ve bu konuda yapabileceği bir şey varsa elinden geleni esirgemezdi. İnsanlar
arasında çok sıkı bir güven olduğundan kimse bir durumunu gizlemez, paylaşırdı.
Maddi durumu iyi olmayan ihtiyaç sahiplerine, nispeten iyi durumda olanlar bu
ayda yardım ederdi ama organize olmaları o kadar derinden ve hızlı olurdu ki;
kimsenin ruhu duymazdı çünkü bu mevzular çok konuşulmaz bazen bir işaretle
halledilirdi.
Tabi bu yazılanlara ilave edilecek çok şey vardır ancak fazla
uzatmadan günümüze baktığımızda şu farkları görmek mümkün: Bugün Ramazan
hakkında malumat çok daha fazla olmasına rağmen, fazla bilgiye dayanmayan o
eski samimiyet epey azalmıştır. Her alanda artan imkanlarımızla beraber Oruç
tutmama bahanelerimiz de artmıştır. Belki de güven meselesine bağlı olarak insanlar
arasında konuşma ve dertleşme azalmış, herkesin kendine mahsus, kimseyle
paylaşmak istemediği bir dünyası oluşmuştur. Dolayısıyla o eski derin muhabbet
ve güven neredeyse kalmamıştır. Kur’an okuyabilen ve teravih kıldırabilenlerin
sayısında bir artış olmuş, mukabeleler her camide takip edilir ve itikâf
konuşulur ve kısmen uygulanır duruma gelmiştir. Bazıları teravih namazlarına
evde giydikleri (pijama vs.) gibi kıyafetlerle çekinmeden gelebiliyor ki; bu
kıyafetler bazen namazı gereği olan tesettüre uygun olmayabiliyor.
Eski Ramazanlarda çok daha canlı olan komşuluk ve akrabalık
ilişkileri, yardımlaşmalar da maalesef daha resmi, formel ve donuk bir duruma
gelmiştir. Cami veya teravih kılınan mekanlara gelen kadın ve erkeklerin giriş
ve çıkışlarda birbirini görmeme veya birbiriyle karşılaşmama konusunda
gösterdikleri hassasiyet epey azalmıştır. Bu ayda yapılan yardımlar miktar
olarak arttığı gibi daha organize bir hale gelmiştir. Namaza alışsın diye
getirilen çocuklar daha şımarık ve hareketli bir durum sergilemekten çekinmiyorlar.
Tabi ki son olarak da cep telefonlarına değinmeden geçmemek gerekir, anlık
bilgiyi bize aktaran ve her zaman her yerde ulaşılabilir olmamızı sağlayan bu aletler
maalesef namaza konsantre olmamızı da büyük ölçüde engellemekte ve gündemimizin
an be an değişmesine sebep olmaktadır…
Maşallah Sayın Hocam elinize kaleminize sağlık. Çok önemli bir konuya çok güzel ve farklı bir açıdan değinmişsiniz. Kıymetli dişüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür eder, yazılarınızın devamını bekleriz.
YanıtlaSil