Öğr. Gör. Cuma KARAN
Hüznüm, gamım ve kederim o kadar beni kuşatmış ki sana yakışacak bir ağıtım, ayrılışına dayanacak bir takatim yok, hüznümü ifade edecek kelimeler boğazımda düğümleniyor, sadrımdaki satırları yazmaya elim titriyor. Ne olur ağıtımı da böyle kusurlu halimle kabul et ey Endülüs!
Ah keşke imkân olsaydı da Ceziretu’l Arab’ın en meşhur ağıtçıları denilen Nayihaları çağırsam, taa Anadolu’dan, Mezopotamya’dan yokluğuna feryat-ı figan etsem, gözyaşlarım sel olsa, Fırat Dicle o yaşlarla taşsa ve bütün Mezopotamya’yı sel götürse, Nuh gemisi gibi Cudi dağına oturup kalbimi teskin etsen, ağıtlar yaksam da ağıtlara cevap verseydin Endülüs!
Nerden başlasam ve ne yapsam bilmem ki! Tarık b. Ziyad’ın iman coşkusuyla okyanusları aşmasından mı başlasam, yoksa “İşte kardeşlerim düşman ordusu önümüzde ve Cennet de az ötede” diye başlayan o muazzam iman, cihat ve cennet kokan nutkunu mu dinlesem? Yoksa zafer için bütün gemileri mi yaksam?
Ah Endülüs! Sen ki Müslümanlara kucak açtın ve Müslümanlar da sana yakışır şekilde seni tarihin sayfalarına altın harflerle yazdılar, Avrupa’nın barbarlığından kurtardılar. Sekiz asır boyunca seni bütün dünyaya medeniyetine baş tacı eyledi. Emin ol ki sen bunu hak etmiştin ve Müslümanlar da sana sadece hakkını vermişlerdi.
Vaah Endülüs! Biliyorum bize kırgın ve de dargınsın, ama senden sonra bir bilsen bize neler oldu? Başımıza neler geldi? Ahh bir bilsen!
Hani bizler; “ehl-i salib, senin temiz toprağını bir daha kirletmesin, üzerinde gezen Fatmaların, Ayşelerin, iffetine namahrem eli değmesin” diye savaşıyorduk ya! İşte daha sonra biz, birbirimize düşman olup birbirimizin katili olduk hem de sonucunun cehennem olduğunu bile bile.
Hani Avrupa kabileleri itaatlarını bildirmek için günlerce Alhamra sarayında sıra bekliyorlardı ya! Daha sonra biz birbirimizi öldürmek için o sıra bekleyenlerin torunlarının kapılarında Müslüman olan kardeşimiz ile savaşmak için destek kuyruklarına girdik. Kafirin yardımıyla “rakibim!” dediğim Müslüman kardeşimi öldürmek hırsıyla onların kapılarına kul olduk, köle olduk.
Ne acı değil mi ey Endülüs? Allah yerine onlara kul, efendi iken onlara köle olmak… Hem de kardeşini öldürmek adına… Geçici dünya hırsı, makamı adına…
Ah Endülüs! Malagada uçaktan inerken hâlâ ayakta duran su bentlerini gördüm, medeniyet su ile kaimdi. O bentlerde akıttığın su gibi azizdin.
Kalende bunca savaş ve yıkıma rağmen hala o bembeyaz sütunlarında silinmemiş bembeyaz mermerler üzerindeki ayetleri gördüm, adeta beni oku, diyordu. Gözlerim yaşardı, asırlardır belki de yalnızlıktan, ilgisizlikten silinmeye yüz tutmuş satırları okuyamadım bembeyaz sathında, yüzüm kızardı utancımdan, hüznümden daha fazla bakamadan ayrıldım. Yalnızlığa, kimsesizliğe tekrar bıraktım seni ah Endülüs!
Hâlbuki sen nice mücahitlere sığınak ve müminlere tahassungah olmuştun. Ama ben satırlarını dahi koruyamadım, hatta okuyamadım… seninle konuşamadım….belki de bana “hoş geldin” demiştin. Ya da; Nerdesiniz ey mücahidlerin, fatihlerin, Tarıkların torunları?
Ah Endülüs vaktim yoktu, ayrılacaktım, seninle çok kalamadım, ama sen 8 asır benim inancımın, dinimin, değerlerimin bekçisi, vatanı ve yurdu oldun. Pes etmedin, terk etmedin, gitmedin ve hâlâ ordasın. Ama ben yokum yanında, ne olur işit ağıtımı, gör gözyaşlarımı, ihtişamınla bir göz kırp bana, ümit ol tükenmiş ümitlerime…. Bir gül koklat o Alhamra bahçelerinden, bir şiir oku bana İbn Safar’dan ve tekrar dinleyeyim ondan; "Endülüs’ün0 Nehirleri gümüş, toprağı misk, bahçeleri ipek ve çakıl taşları incidir.” dizelerini.
Ah Endülüs! Seni, yetiştirdiğin şairlerden, dinleyeyim; İbn Zaydün’dan Kurtuba'yı, İbn Safar’dan Işbilîyye'yi, İbn az-Zakkâk’dan Balensiyya’yı ve diğer şairlerden de Sarakusta’yı, Cebel-i Tarık’ı, Tulaytula’yı dinleyeyim.
Aşk yapraklarını bana çevir İbn Hazmın “Güvercin Gerdanlığından”, uçur beni de Abbas b. Firnâs’ın yanında, ta bundan bin sene öncesinde0.
Ne olur ey Endülüs! Beni de kat İbn Rüşt’ün, akıl, kalp ve vicdan mutfağına. Kuran, sünnet hadis, mantık, fen ve felsefe ile pişen o harika ilim sofrasına, bana söz hakkı ver ne olur sorayım ona;
Ey Âlemin filozofu, bir çare bul bu asrımızın çaresiz derdine, Müslümanın Müslümanı öldürmesinin ne büyük günah olduğundan ve bu günahın azabından vebalinden bir de sen bahset… Günde kaç saat okurdun, kaç sayfa yazardın? Bir de senden duysunlar. Aklımızı, kalbimizi muayene et ey tabib. Kuran eczahanesinden, ölüme yüz tutmuş ruhlarımıza şifa dağıt. Görsünler seni Müslümanlar, bir elinde fen bir elinde Kur'an’la….Utanırız belki gayretsizliğimizden, tembelliğimizden.
Ey Endülüs ne olur! Zehrâvî’ye söyle, beni çırak olarak alsın yanına. İsmini koyup çaresini bulduğu 350’den fazla hastalığın isimlerini bana öğretsin içeriğini öğrenemesem de. Ta ki Batılılar kendi buluşları diye bunları söylediklerinde;
“Hey hırsız o benim dedemin buluşudur”, diyebileyim en azından. Efelik taslayayım bari haklı olduğumuz bu yerde. “Avrupa malı olarak Tıp aletlerini sergilediğinde; ey Avrupalı bu da dedemin sanatıdır, bak altta ismi yazılı” diyebileyim.
Ne olur Ey Endülüs! Beni Kurtuba Üniversitesine hiç olmasa bir hizmetçi olarak da alsan… Biliyorum, Kur’an’ı anlayacak Arapçam, edebiyatı anlayacak Farsçam, geçmişi anlayacak Grekçem, Süryanicem, İbranicem, hâsılı konuştuğum dilden başka ne bir dilim , ne de “Ne mutlu Türküm!” den başka bir sloganım var. Belki o koridorlarda konuşulanları dinleyerek öğrenir; İbn Sinan’ın “el Kanun” kitabından çareler bulurum çeşit çeşit taassup adlı bu çaresiz hastalığıma.
Ne olur beni kabul etsin büyük müfessir İmam Kurtubî o mübarek tefsir halkasına. “Ahkâm”dan hüküm sorayım, ayet sorayım bu asrımızın dertlerine. Şikâyet edeyim kendimizi; “نصر- ينصر Na-sa-ra/ yen-su-ru” yu bırakıp; “ ضرب-يضرب da-ra-be/yed-ri-bu”yu tuttuk ve “ ضرب زيد عمرا Da-ra-be-Zeydun Amren”ı gerçek zannederek birbirimizi gerçekten vurur olduk. Misal olan bu cümleler, hayatımızda makes buldu. Muhakememizi kaybedip, ilahi emri unuttuk. Bugün Yemen’de, Suriye’de, Libya’da Zeyd ile Amr birbirini vuruyor, Hans da bıyık altı pis pis gülüyor keyfinden. Sadece orası mı ve sadece bunları mı? Dahası silah baronlarından da silah alma yarışına girdik. Ve sonuç: Ölen de biz, öldüren biz olduk. Ey Ahkâm müfessiri! Asırlardır seni okuduk ama sadece okuduk fakat hiç anlamadık, anlayamadık.
Ah Endülüs! Biliyor musun o koca Kurtuba mabedinin ortasına dikilen o acube kiliseyi bu yazın gördüğümden beridir kalbimde tarifi zor ve dayanması imkânsız bir sızı var. Adeta kalbime bir bıçak saplanmış ve o yaradan yayılan acıyla inim inim inliyorum.
Ah Endülüs! 8 asır boyunca 5 vakit ezanın yükseldiği, emir ve fermanların okunduğu o mübarek minberlerinde, Cuma günü huzurunda Cuma’yı kılamadan hatta 2 rekât namaza dahi izin verilmeyip oğlumla ve arkadaşlarımla dışarı çıkarılışımızı hazmedemiyorum bir türlü biliyor musun? Onurum, hamiyetim, değerlerim ayaklar altına alınmış gibi oldum. Malını, mülkünü kaybetmiş bir müflis tüccar gibi gözyaşlarıyla ayrıldım o mübarek mabetten. Utandım kendimden, erkekliğimden ve dahi Müslümanlığımdan.
Ah Endülüs! Şair değilim ki senin için şiirler yazayım, taa muallakat-ı seba olarak Kâbe’ye asayım. Muhammed İkbal’ı mı çağırsam acaba? Akif’i mi? veya Endülüs’e o dönemde Mersiye dizen er-Rundi’yi mi? yoksa İbn Abdun’u mu? Gelirler mi ki bu gayretsiz asra? Gelseler, şöyle haykırmazlar mı bizim yüzümüze:
“Ey hayırsız evlat; çalışıp terleyip zafer varken ağlayıp gözyaşı dökmen niye? Zafer şiirleri varken, hüzün, gam ve kederin manzumeleri niye”?
Ne kadar acizim Ey Endülüs! Himmet et bize mazinle, toprağında büyüttüğün ilim ve irfan abideleriyle, yol göster bize dünyaya yaydığın medeniyet ışıklarıyla, lütfet bize 8 asırlık birikiminle, ikram et bizlere o cömert sofrandan, ilaçlar bahşet bize bilginden süzülerek ortaya çıkan o büyük eczanenden. Ümit ol bize ne olur o 8 asırlık mümbit kültürünle, geçmişinle
Ah Endülüs! Sana bakacak bir yüzüm, şanına yakışacak bir ağıtım da yok ki ağıt yakayım. Seni ne anlayabildim ne anlatabildim. Sana ağıt yakayım derken kendimi sana anlattım. Ne olur bunu da benden, tembel, cahil ve o kadar da gafil bir evladının ağıtı olarak kabul et…
15.9.2018 Berlin (Endülüs Dönüşü)
Şikâyet edeyim kendimizi; “نصر- ينصر Na-sa-ra/ yen-su-ru” yu bırakıp; “ ضرب-يضرب da-ra-be/yed-ri-bu”yu tuttuk ve “ ضرب زيد عمرا Da-ra-be-Zeydun Amren”ı gerçek zannederek birbirimizi gerçekten vurur olduk. Misal olan bu cümleler, hayatımızda makes buldu. Muhakememizi kaybedip, ilahi emri unuttuk. Bugün Yemen’de, Suriye’de, Libya’da Zeyd ile Amr birbirini vuruyor, Hans da bıyık altı pis pis gülüyor keyfinden. Sadece orası mı ve sadece bunları mı? Dahası silah baronlarından da silah alma yarışına girdik. Ve sonuç: Ölen de biz, öldüren biz olduk. Ey Ahkâm müfessiri! Asırlardır seni okuduk ama sadece okuduk fakat hiç anlamadık, anlayamadık.
YanıtlaSilMaşallah hocam takdire şayan
YanıtlaSilEndülüsü iki kez ziyaret etmiş birisi olaran benim de hislerime tercüman olan bir yazı. müellife tebrikler
YanıtlaSil